Şampiy10
Magazin
Gündem

Ahlaksız bir aşk...

50 yılı aşkın bir süre yarattıkları yepyeni bir felsefe çerçevesinde yaşadılar aşklarını...

Yazar, filozof ve devrimci iki kişi, Sartre ve Beauvoir, evlilik ve tek eşliliği reddederek sürdürdüler ilişkilerini...

Her şeyi anlattılar birbirlerine, her şeyi paylaştılar...

Yataklarına giren insanları bile...

***

Jean Paul Sartre’a 1980 yılındaki ölümünden sonra, kendi isteği ile hiçbir devlet töreni yapılmadı...

Çağının en önemli filozoflarındandı...

LËgion d’Honneur ve 1964 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Sartre’ın cenazesini taşıyan araba, yazarın Paris’teki evinin önünden birbirinden habersizce toplanmış 50 bin kişi tarafından uğurlandı...

Sartre’ın 50 yıllık aşkı ve en yakın dostu olan filozof yazar Simone de Beauvoir bu ölüm üzerine şunları yazdı:

***

“Onun ölümü bizi ayırdı. Ben ölünce tekrar birleşeceğimize de inanmıyorum. Ama zaten en önemlisi, yaşamı, fevkalade bir uyum içinde paylaşmış olmamızdı...”

20. yüzyıl Fransa’sının en etkileyici yazarlarından Sartre ve Beauvoir, 40’lı, 50’li yılların, hem yaşam tarzı hem de düşüncelerdeki özgürlük rüzgarının yaratıcısı oldular... Kuramını hazırladıkları ve hayata geçirdikleri Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) akımına göre herhangi bir kozmik plan ya da üstün otorite yoktu...

***

Devlet, toplum ya da aile gibi kavramları reddediyor, bireyin kendi kaderini kendisinin tayin ettiğini savunuyorlardı...

“Özgürsün, bundan dolayı, seçimini kendin yapabilirsin” diye yazıyordu Sartre...

Bu cümle daha sonra 60’larda yaşanacak çılgın, özgür seksi savunan yaşam tarzının atasözü haline geldi...

Sartre ve Beauvoir bu felsefenin kuramını geliştirmekle kalmayıp, hayatlarını da bu çizgide sürdürdüler...

Sorumluluk ve özgürlük arasındaki tansiyonu azaltabilmek için de, kendi içlerinde bir garip ilişki düzeni kurdular...

Evliliği, tek eşliliği ve birlikte yaşamayı reddediyor, buna karşılık ilginç bir mahremiyeti içinde barındırıyordu ilişkileri...

***

Siyah polo yaka gömleği içindeki Sartre ve başına bağladığı rengârenk ipek eşarplarla de Beauvoir, savaş sonrası Paris’in yaşam tarzını özetleyen ikilisiydi...

Sartre büyükbabası tarafından dahi olacağına inandırılarak yetiştirilmişti, annesi ise küçük oğlunun büyük bir yazar olmasını istiyordu...

***

Beauvoir, Sartre’dan 3 yıl sonra doğdu...

Çocukluk yıllarında ‘çocuk’ diye adlandırılmaktan nefret etti...

‘Ben, benim’ diyerek kişiliğini yıllarca çevreleyecek olan felsefi kuramın ilk adımlarını attı...

Genç kızlık döneminde, herhangi bir yetişkin kadının ‘sıradan’ ihtiyaçlarından yola çıktı: Seks, iş ve özgürlük...

Bu üç konudaki tüm gelenekleri yıkarak, ileride herkes tarafından kabullenilecek “Feminizm’in Anası” rolüne soyunuyordu...

***

1949’da yazdığı ‘İkinci Cins’ isimli kitap dünya çapında best-seller oldu ve 70’lerdeki kadın hareketinin ve feminizmin önünü açtı... Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi yaparken ona ‘le Castor’ Kunduz, adını taktılar...

Sartre’la da öğrenciliğinin son döneminde, 1929’da tanıştı. Sartre bu parlak genç kızı, o dönemlerde ünlü derslerinden birine çağırmıştı...

Başına bağladığı eşarplarla estetik bir görünümü olan Beauvoir’in yanında Sartre, kısa, göbekli ve tek gözü kör bir adam olarak sönük kalıyordu...

***

Ama Beauvoir, her zaman, Sartre’ın öncelikle entelektüel yaşamına aşık olduğunu söylüyordu...

Beauvoir çok titiz ve dikkatli bir düşünürdü, Sartre’ın fikirlerini derleyip toparlamasına, bunların düzgün bir şekilde

kitaplaştırılmasına yardım ediyordu...

Bu ortak çalışma sonucu sonraları birçok modern çift için geçerli olacak yepyeni bir ilişki türünün adını koydular:

“Birlikte, ama özgür olun...

Evliliğe takılmayın...”

***

Bu fikirler Sartre için çok uygundu; genç ve güzel kızların çekiminden kurtulamayan bir seks anarşistiydi o...

Aralarındaki ilişkide tek eşlilik, sadakat kavramlarının yerine, yaşadıkları ‘her şeyi’ birbirlerine anlatarak ‘saydam ve şeffaf’ olmayı kararlaştırmışlardı... İkili bu dürüstlüğü, ilişkileri için evlilikten çok daha büyük bir ‘güvence’ olarak görüyordu...

***

1933’te birlikte gittikleri bir Londra seyahatinde Sartre genç kadını ‘Cynara’ filmine götürdü...

Filmin en ünlü cümlesi ‘Sana kendimce hep sadık kaldım’ lafıydı...

Bu onların felsefesiydi...

Sartre hiçbir zaman de Beauvoir’ı kaybetmek istemiyordu; çünkü o asıl kadındı...

Tam bu süreçte Sartre’ın karşısına Olga Kosakiewicz çıktı...

‘Tüm boş, sıkıcı ve saf olmayan duygularımı kabarttı’ dediği Olga, Sartre’ın yanı sıra, lisede kendi felsefe öğretmeni olan Beauvoir’a da aşıktı... 15 yaşında tanıştığı öğretmeni onun için adeta bir ilahtı; güzelliği, gençliği, makyajı ve canlı görüntüsüyle öğrencisini çok etkilemişti... Beauvoir hemcinslerinden etkilenmişti dönem dönem...

‘Ben hem kadınım, hem değilim’ diye yazmıştı Sartre’a ve lezbiyen aşkı çok doğal buluyordu...

***

Olga, Sartre’a da karşı duramıyordu...

Aralarında garip bir üçlü aşk başlamıştı...

Beauvoir’ın ‘Konuk Kız’, adlı bu romanı üçlü aşklar üzerine yazılmış bir klasik haline geldi... Bu garip ve sihirli ilişkide herkes sırayla bir diğerinin sevgilisi oldu...

1938’de Sartre ve Beauvoir ikilisi, sanatçıların buluştuğu Montparnasse’ı kendilerine mekân seçtiler, yazılarını bugün Paris’in en ünlü cafe’leri olan ‘Cafe de Flore’ ve ‘Deux Magots’da yazmaya başladılar... Bu süreçte, de Beauvoir’ın da büyük desteğiyle Sartre’ın ‘Bulantı’ romanı büyük bir başarı kazandı... Kitap, ‘Kunduz’a ithaf edilmişti...

***

Sartre bir süre sonra Olga’nın kızkardeşi Wanda’yla ilgilenmeye başladı...

Kızın bekaretini bozdu ve de Beauvoir’a bunu ‘Bu sefil görevi başardığım için kızı sevmek zorunda hissediyorum kendimi’ diye açıklamıştı...

Sanki ilişki yumağı iyice karışmamış gibi, bu kez de de Beauvoir, Sartre’ın eski öğrencisi Jacques-Laurent Bost ile ilişkiye girdi... İşler iyice sarpa sarıyordu!..

Sonu belli olmayan bu ilişkilerde tüm gerçeği yalnızca iki filozof biliyordu...

***

3 Eylül 1939’da savaşın ilanıyla birlikte Sartre askere çağrıldı ve Paris’ten ayrıldı...

Beauvoir’a şöyle yazıyordu askerden:

“Hiçbir zaman seks ya da duygusal hayatımı rayına oturtamadım... Kesinlikle eminim ki, ben tam bir alçağım...

Hem de en aşağı sınıftan bir alçak; bir çeşit üniversite sadisti, sivil Don Juan. Bu mutlaka değişmeli...”

Ama, bu durum hiç değişmedi...

***

Savaş iki sevgiliyi politikayla yakından ilgilenir hale getirmişti...

Bireyin özgürlüğünden yola çıkan felsefelerini şimdi de topluma uyarlamak üzere çalşıyorlardı...

Sartre’ın 1945’te kaleme aldığı ‘Les Temps Modernes’ Modern Zamanlar, dönemin en etkili sol yazını oldu...

Yine aynı yıl, Sartre artık Time dergisinin kapağını süsleyen ünlü bir filozoftu...

Varoluşçuluk döneme damgasını vurmuş, Sartre sadece felsefi kitapları ve yazılarıyla değil, tiyatro oyunlarıyla da gündeme oturmuştu:

Broadway’da oyunları oynanıyordu...

‘No Exit’ ve ‘Crime Passionel’...

***

Ancak ‘ahlak’sız ilişkilerin kahramanı, Time dergisinin kapandığındaki bu adam 1960’larda ortaya çıkan ahlaki çöküntüden sorumlu tutuldu...

Yanıtı oldukça ilginçti:

“Özgürlük, cesaret ve sorumluluk gerektirir... Her hareket geleceği yaratır ve kolay değildir...”

Beauvoir, Chicagolu yazar Nelson Algren’le ilişkiye girdi o günlerde...

Sartre ise iki genç aktris Dolores Vanetti ve Michalle Vian ile birlikteydi...

1950’de bu kez dünya çapında olma sırası Beauvoir’daydı...

***

‘İkinci Cins’ kitabı 40’larında olan yazara büyük bir ün getirdi...

‘Kadın doğulmaz, olunur’ diyordu kitabında... Kitabı feminist düşünceleri yaymak amacıyla değil, tamamen genç kadının kendi takıntılarını anlatmak için yazılmıştı...

Ama öyle bir damara basmıştı ki, tüm dünyadan milyonlarca kadın bu kitabı bir klasik haline getirdi... Kitap kadının, kutsal annelik rolünü, ikincil kişi olmayı, silik kişiliği ve parazit gibi yaşama dürtüsünü anlatıyordu...

Vatikan kitabı ‘kara liste’ye aldı...

***

1960 yılında otobiyografisini yayınladığında “Sartre ile olan ilişkilerini ve diğer erkekleri sansürsüz olarak kaleme aldı...”

Bu açıksözlülük Sartre’ın hoşuna gidiyordu, ama eski sevgilisi Nelson Algren büyük tepki gösterdi:

“Allah Kahretsin” diyordu,

“Hiç değilse aşk mektuplarının bir mahremiyeti olmalıydı...

Dünyanın her yerinde genelevlere gittim, ama her fahişe beni içeri aldıktan sonra odanın kapısını kapatırdı... Beauvoir bunu bile yapmadı...”

***

1961’de iki sevgili Cezayir’in özgürlük savaşına desteklediler, Fransa’yı suçladılar...

5000 Fransız askeri Champs Elysee’de bir yürüyüş yaptılar ve saatlerce ‘Sartre’a ölüm!’ diye bağırdılar... Aynı günlerde ünlü yazarın evi iki kez bombalandı...

İkilinin Mao, Castro, Guevara, Khrushchev ve Tito’yla el sıkışırken görüldükleri fotoğraflar ortalıkta dolaşmaya başladı...

1970’de iki sevgili Mao’cu bir yayın olan ‘La Cause du Peuple’ü dağıtma suçundan tutuklandılar...

Sartre artık neredeyse kör olmuştu ve yazı yazması yasaklanmıştı...

Beauvoir’ın tüm karşı çıkışlarına rağmen her gün daha fazla alkol tüketiyordu...

Beauvoir bu arada birinci kadın rolünün Arlette tarafından çalınmasından korkuyordu, ama Sartre’ın ölümüne kadar bu evhamından kendisine söz etmedi...

Sevgilisinin her zaman yanında oldu, ona tüm sevgisini verdi...

***

15 Nisan 1980’de Sartre ölünce Beauvoir zatürre oldu...

Bunca hareketli ve heyecanlı sevgilisi bol hayata karşın, Sartre ölünce, ömrünün geri kalanı yıllarını Sartre’ın mezarlığına bakan evinde mezara bakarak geçirdi...

14 Nisan 1986’da aynı evde, sevgilisinin mezarlığının yanıbaşında öldü...

Ömür boyu süren ilişkilerine giren 3. kişilere geçip giden sevgililere, şehvet, aşk ve heyecanlara rağmen, Beauvoir, 50 yıllık sevgilisinin yanıbaşına gömülmek istedi...

Bu istek üzerine Sartre ve Beauvoir’ın külleri biraraya geldiler...

‘Ahlaksız’ ilişkileri, yan yana gömülen küllerin mezarlığında sonsuza kadar sürecekti... (17 Nisan 2010’da yayınlandı)

Yazının devamı...

Birisi Beşiktaş’a 10 kişi kalmamasını öğretmeli...

Beşiktaş bu sezon ligde esas iki maçta kırılma yaşıyor...

Biri Kayseri’de Erciyes karşısında, diğeri Fenerbahçe maçında...

Her ikisinde de takım durup dururken 10 kişi kalıyor...

Dün Asteras Tripoli maçı, Beşiktaş için inanılmaz derecede rahat başlıyor...

İlk golü Demba Ba’nın muhteşem vuruşuyla buluyor...

İkinci golü Gökhan’ın penaltısından atıyor...

***

O sırada, bir yandan Tottenham-Partizan maçını izliyorum...

Beşiktaş maçı 2-0 galip götürürken, Tottenham 1-0 galip...

Maçlar böyle bittiğinde, siyah beyazlılar Türkiye’de; İngiliz temsilcisi karşısında berabere bile kalsa grubu birinci bitirecek...

Grubu birinci bitirmenin önemi, bundan sonraki tur için çok önemli...

Nispeten daha rahat bir rakip çıkacak ihtimal olarak Beşiktaş’a; eğer gruptan birinci çıkarsa...

***

Beşiktaş ilk golü yiyor o sırada maç 2-1 oluyor...

Yine bir sorun yok...

Maç 2-1 bitse de, Beşiktaş son maçında kendi sahasında Tottenham’dan bir puan alsa gruptan lider çıkacak...

Ancak o sırada ne oluyorsa oluyor ve Atiba; hakeme ikinci kez itiraz ederek ikinci sarıyı görüyor...

İnanılmaz bir durum bu...

Çünkü ilk pozisyonda da Atiba gereksiz yere itiraz ederek sarı kartı görüyor...

Hakem hatalı bir karar veriyor ilk pozisyonda bu doğru...

***

O pozisyonda hakem Asteras’lı futbolcuya elle oynadığı için sarı kart göstermesi gerekiyor...

Fakat göstermiyor...

Bu da doğru...

Ancak her şeye rağmen; Atiba ise sarı kart görecek kadar itiraza devam ediyor hakeme...

Niye böyle yapıyor Beşiktaş’lı futbolcu?..

Niye takımı iki sarı karttan göz göre 10 kişi bırakıp, birinci çıkmak için son maçta beraberlik yetecekken, bu şansı tepiyor?..

Bilmiyoruz...

***

Taktik bir faulden alınmıyor bu sarı kartlar...

Zorunlu bir rakip atağı kesme hareketi olarak da sarı kart görmüyorlar...

Ya niye görüyorlar?..

İtirazdan...

Bu kadar rahat başladığın ve rahat götürdüğün bir maçta, iki sarı kart görecek kadar gergin olmanın ne anlamı var?..

Bunun da cevabı belli değil...

***

Asteras takımı Beşiktaş’ın sikleti bir takım değil...

İstanbul’da da aynıydı...

Tripolis’de de aynı...

Böyle bir takım karşısında, iki maçta da kazandığın oyunu berabere bitirmen anlaşılır gibi değil...

Beşiktaş bu sezon çok iyi bir takım kurdu...

Çok iyi mücadele ediyor...

Ligde de Avrupa’da da zirvelerden inmiyor...

Ancak takımın gereksiz yere eksik kalması anlaşılır gibi değil...

***

Dün maçtan sonra Slaven Biliç’i izliyorum...

Muhabir soruyor:

-“Atiba için ceza düşünüyor musunuz?..”

-“Hayır...” diyor Biliç...

-“O bana küfür etmediğini söyledi... Ona inanıyorum... Birinci pozisyonda da hatalı olduğunu düşünmüyorum...”

Futbolcusunu koruması iyi bir şey Biliç’in...

Ancak futbolcusunu haklı görmesi pek doğru değil...

Atiba’nın böyle bir maçta ne olursa olsun iki sarı karttan kırmızı görmesi büyük bir hata...

Bunun hata olduğunu Hoca söylemeli...

-“Ama Atiba büyük bir futbolcu böyle hatalar futbolda olur... Ceza vermeyeceğim...” diyebilir Hoca... Bu anlaşılır...

Ama sarı kartların suçunu hakeme yüklemek, Beşiktaş’ın 10 kişi kalma sorununu çözmüyor...

Birisi Beşiktaş’a 10 kişi kalmamasını öğretmeli...

*****

DAHİLERİN ÖZELLİĞİ...

“Bu dünyaya güzellik katan tüm dahilerin ortak bir özelliği vardır...

Hayatlarını; kendilerini ‘özel’ yapan yeteneklerini geliştirmeye adamışlardır...

Einstein’i ele alalım...

Fizik konusunda kayda değer bir yeteneği olduğunu keşfedince, hayatının geri kalan kısmını bu yeteneğini geliştirmek için harcadı...

Biyoloji ya da kimya gibi alanlara yönelmedi...

Özünde bulunan güç üzerine uzmanlaştı...

En iyi yapacağı şeyi yapmayı sürdürdüğü ve yıllarca bu alanda ustalaşmak için, her şeyi yapmayı göze aldığından, sahip olduğu yüceliğe ulaşabildi...”

Robin Sharma...

*****

GALATASARAY’IN BAŞINA HİKMET KARAMAN GELMELİ...

Bir kez daha yazıyor...

Bir kez daha söylüyorum...

Ligde onuncu hafta geride kaldı...

İlk devrenin bitmesine yedi hafta var...

Galatasaray Avrupa defterini kapattı...

Fakat Süper Ligde 19 puanla üçüncü sırada...

Beşiktaş ve Fenerbahçe’yle arasındaki puan farkı sadece bir...

Bunun anlamı şu;

Galatasaray diğer iki ezeli rakibiyle beraber ligin zirvesini paylaşıyor...

***

Böyle bir tabloda her şeye rağmen Prandelli’nin sezon bitmeden Galatasaray’dan gönderilmesi hata...

Galatasaray en kötü bu sezonu kaybederdi...

Oysa Prandelli’yle bir sezonu bitirmek, daha mantıklıydı...

Prandelli eğer “ligden şimdiden kopmuş olsaydı”, ‘İtalyan Hoca’yla bu sezonru bitirmenin hiçbir anlamı kalmadı’ derdim...

Oysa Galatasaray ligde hala bir puan farkla zirvede...

Bir hafta önce, en yüksek puanı toplayan takımdı Fenerbahçe’yle birlikte...

***

Neyse...

Olan oldu...

Bundan sonrası için benim ilk önerim hiç tartışmasız “Hikmet Karaman...”

Neden?..

Çünkü Galatasaray; sezon ortasında, iki şöhretli İtalyan’ı arka arkaya gönderdikten sonra, uluslararası çapta büyük bir teknik direktöre imza attıramaz...

Uzun vadeli bir yabancı tenik direktörle bu saatte anlaşma yapılamaz...

Geriye tek bir şık kalıyor...

İstikbal vaad eden ve Türkiye liglerini iyi bilen, rakipleri iyi etüt eden bir Türk teknik direktörle, ligin geri kalan 24 haftasında mücadele etmek...

***

Bu teknik direktör Hikmet Karaman’dır...

Karaman “başaralı olursa, devam eder, başarılı bulunmazsa, lig sonunda görevine veda eder...”

Kesin olan bir şey var...

Bu saatte Galatasaray’a gelecek hiçbir yabancı teknik direktör, Hikmet Karaman kadar başarılı olamaz...

İki kere iki dört...

Hikmet Karaman’a bu şans verilmeli...

Yazının devamı...

Galatasaray’da olanları anlattığımızda bizi hedefe koydular...

Ben Beşiktaş’lıyım...

Başka kulüpler, başka camialar üzerinde konuşurken, kılı kırk yararım... Beşiktaş’a göstermediğim toleransı, onlara gösteririm...

Yanlış anlaşılmasın...

Yazı yazarken, ‘rakip takımlara operasyon çekiyor’ denmesin diye kılı kırk yararım...

***

Mesela Fenerbahçe-Galatasaray kavgasının Türk futbolunu mahvettiğini yazarken; araya pek gerekmediği halde Beşiktaş’ı da sıkıştırırım ki; kendi takımını kolluyor demesinler, yazıdaki gerçek mesajı alabilsinler...

***

Geçen sezonun başında Ünal

Aysal; Fatih Terim’i Milli Takıma Hoca olacak diye göndermeye karar verdiğinde;

-“Etmeyin... Eylemeyin...” dedim...

-“Galatasaray’ın gelecek başarılarını gölgeliyorsunuz...” diye sitem ettim...

Niye?.. Çünkü futbolun tabiatına, gerçeğine ve seyrine uygun olmayan gelişmeyi görüyordum...

***

Fatih Terim’in hem Galatasaray’ı hem Milli Takım’ı çalıştıramaması gibi bir şey sözkonusu olmazdı...

Eğer sorun olacaksa, önce Fatih Terim bu sorunu dillendirir; birinden birini tercih edeceğini söylerdi...

Bunca yıllık Fatih Terim kırk yıllık kariyerini bu yaştan sonra riske etmezdi... Bunları söyledim, yazdım ve “İtalyan teknik direktörlerle yeni bir maceraya girilmesinin yanlış olduğunu” ısrarla vurguladım...

Bir takımı iki sezon üst üste şampiyon yapmış bir teknik direktöre; “üçüncü sezonunda Milli Takım’ı da çalıştırma izni verilmemesi ve Terim’in gönderilmesi, olmayacak bir hataydı...”

***

Belli ki birileri Ünal Aysal’ı doldurmuşlar; “yeni gelecek futbolcu piyasasının şehvetinden” yeni Hoca’nın gelip, Fatih Terim’siz bir sisteme oturmasına uğraşmışlardı...

Ünal Aysal da bu “oyunu” yemişti...

O gün benim ısrarla yazdıklarıma “kırk yıllık Galatasaray’lılar bile destek çıkmıyorlardı...”

Ünal Aysal da sanırım benim “Galatasaray’ın başarısını engellemeye yönelik kirli bir hesabın içinde olduğumu düşünüp; ‘Ne diyorsa tersini yapmak gerek’ diyerek “doğal mecradan saptı...”

Fatih Terim’i onurunu da kıracak şekilde, görevden aldı...

***

Şimdi; bütün Galatasaray’lı yazar ve yorumculara bakıyorum...

Sanki o günlerde; İtalyan’ların gelmesine ses çıkarmayan, alttan alta destekleyen onlar değilmiş gibi;

Sanki Fatih Terim’in gönderilmesine “siz ne yapıyorsunuz arkadaş” diye hesap sorabilmişler gibi, afra ve tafra içinde “İtalyan’larla hiçbir şeyin olamayacağını” söylüyorlar...

***

Yağmur yağsa sorumlusunu Prandelli olarak ilan edecekler neredeyse... Ellerinden gelse, Prandelli’yi Brüksel uçağından atacak, takımı kendileri hazırlayıp maça çıkartacaklar...

Şimdi böyle söylediklerine bakıp da, sakın yine aldanmayın...

Bir süre sonra;

-“Rezalet; koskoca İtalyan Milli Takımı’nın Hoca’sını 6 ayda gönderdi Galatasaray diye, tamtam çalacak aynı isimler, aynı yüzler, aynı çehreler...”

***

Del Bosque’de de öyle yapmamışlar mıydı?.. Adam berbat bir performans gösterdiği yarım sezonun sonunda Beşiktaş’tan gönderilirken, ses çıkarmamışlar, yıllar sonra “bunlar dünya şampiyonu İspanya’nın teknik direktörünü gönderdi” diye feryat figan etmişlerdi...

Yakında göreceksiniz...

“Mancini ve Prandelli gibi uluslararası çapta iki ünlü İtalyan teknik direktörü bir çırpıda arka arkaya gönderdi bunlar” diye tamtam çalacaklar... Açık konuşayım... Ben Recep İvedik karakterini; bu adamlara göre daha reel ve oturaklı buluyorum...

Recep İvedik de Türkiye’nin bu karakterinden mülhem ortaya çıkan; aynı tipte bir karakter...

Ama hiç olmazsa Recep İvedik bu yaptıklarını sevimli ve esprili bir dille yapıyor...

Ben Şahan’ın yerinde olsam, bundan bundan sonraki Recep İvedik karakterini “futbol dünyasının bir unsuru olarak” çizerdim...

Keyfe bak... Yeme de yanında yat...

BİR KADIN ANNE OLDUĞUNDA...

Bir kadın anne olduğunda, çocuklarını günahtan, kirden, iftiradan korumak için ayrı bir özen gösterir...

Bir kadın anne olduğunda; “artık kirli oyunlara, pis kumpaslara, günahsız insanlara iftiralar atılmasına aracı olmaz, teşvik etmez...”

Bir kadın anne olduğunda; “kendini iktidara yakın, Tayyip Erdoğan’a medyun gösterirken”, onun müzmin düşmanlarıyla; grift ve yakın ilişkilerini örtbas edebilmek uğruna; hedef şaşırtmaz, günahsız insanları hedefe oturtup, ‘gerçek sorumluları kendi ilişkileri ortaya çıkmasın diye gizlemez...’

***

Bir anne; günahsız ve tertemiz çocuklarının; temiz geleceklerini düşünüyorsa bu kirliliğin ilerde onlara yük olmasını kabullenmez...

Anne çocuklarını korur;

Onların başına mazideki kirlerin, iftiraların hesabı sıçramasın diye onları sakınır......

Kirli ve pis işlerden, iftiralardan, insanları hedefe koyup, kendi ilişkilerini gizlemekten uzak durur...

Elinde oluşacak kirin, temiz çocuklarının istikballerinin üzerine sıçramasından ürker ve korkar...

Onlara; temiz yüzleri ve temiz kalpleriyle; tertemiz bir gelecek yaratmak için, “insanlara yönelik yalandan, riyadan ve iftiradan” uzak durur...

***

Eğer o genç kadın; anne olmadan önce, kadınlığına atılan en galiz ve en pis küfürleri engellemek uğruna, “hiçbir çıkar gözetmeden, nice küfür yemeyi göze alarak ona kalkan olmuş” bir insana;

Sırf iki kuruşluk çıkar ve yenemediği egosu uğruna; bu iftiraların atılmasına, “teşvikçi” oluyorsa;

Hiçbir şeye üzülmem de...

Günahsız çocukların masum bedenlerinin üzerinde oluşan manevi yükün ağırlığına yanarım...

‘DIŞARIDA SAĞANAK YAĞIYORSA...’

“Bugün yepyeni bir gün...

Ve onu ne şekilde değerlendireceğin sana kalmış...

Sabah uyandığında aklından ilk geçen düşünceler gününü renklendirebilir...

Onlar; neşeli ve olumlu, ya da karamsar ve olumsuz düşünceler olabilir...

Hava durumu gibi; senin dışındaki gelişmelerden hiçbir zaman etkilenmemelisin...

***

Dışarıda sağanak yağmur yağıyor olabilir...

Ama eğer senin kalbin, sevgi ve şükranla doluysa, tüm davranışlarının kaynağı, güneş ışığı ve pırıl pırıl gökyüzü olacaktır...

Omuzlarında büyük bir sorumluluğu taşıdığının farkında mısın?..

Yaşam senin kendi şekillendirdiğin bir şeydir... Onun için içinde olduğun durum için kimseyi suçlamamalısın...

Bil ki o senin kendi oluşumundur...

***

Davranış tarzını değiştirirsen her şeyini değiştirebilirsin...

Yaşama karşı yapıcı ol...

Etrafındaki seçenekler arasında en iyisini yapmaya çalış...

Gerisine aldırma...

Olumsuzluklara yaşam enerjisi yüklemezsen, kaybolup giderler...

Bugün sessizce ve güven içinde gününü “Benimle” bir olarak geçir...

Bil ki “Benim” kutsamam bugünün üzerindedir...”

Eileen Caddy “Bugün yepyeni bir gün...

Ve onu ne şekilde değerlendireceğin sana kalmış...

Sabah uyandığında aklından ilk geçen düşünceler gününü renklendirebilir...

Onlar; neşeli ve olumlu, ya da karamsar ve olumsuz düşünceler olabilir...

Hava durumu gibi; senin dışındaki gelişmelerden hiçbir zaman etkilenmemelisin...

***

Dışarıda sağanak yağmur yağıyor olabilir...

Ama eğer senin kalbin, sevgi ve şükranla doluysa, tüm davranışlarının kaynağı, güneş ışığı ve pırıl pırıl gökyüzü olacaktır...

Omuzlarında büyük bir sorumluluğu taşıdığının farkında mısın?..

Yaşam senin kendi şekillendirdiğin bir şeydir... Onun için içinde olduğun durum için kimseyi suçlamamalısın...

Bil ki o senin kendi oluşumundur...

***

Davranış tarzını değiştirirsen her şeyini değiştirebilirsin...

Yaşama karşı yapıcı ol...

Etrafındaki seçenekler arasında en iyisini yapmaya çalış...

Gerisine aldırma...

Olumsuzluklara yaşam enerjisi yüklemezsen, kaybolup giderler...

Bugün sessizce ve güven içinde gününü “Benimle” bir olarak geçir...

Bil ki “Benim” kutsamam bugünün üzerindedir...”

Eileen Caddy

Yazının devamı...

Etki ajanlarına ilahi adalet...

Siz birisinin üzerine attığınız iftiralara;

İftira demezsiniz; mesleki olarak... Operasyon dersiniz...

Etki ajanı olarak görevlendirildiğinizden;

Bu görevin “gereğini” yapmakta olduğunuzu düşünürsünüz...

Birini fiziki veya manevi olarak yok ettiğinizde de buna “ölüm değil, infaz” dediğiniz gibi...

Oysa “evrende ve ilahi düzende” meslekler ve mesleklerin olmazsa olmaz “tanımlamaları” yok...

Evrende ve ilahi düzende;

İnfaz dediğiniz şeyin adı “bedensel"dir.

Fiziki olarak bir can almaya tekabül eder...

Psikolojik operasyon ise “manevi işkence”dir

Sizi “etki ajanlığı dalında mesleki olarak ileri götürse de” hayat karşısında ilerki yıllarda çaresizleştirir...

Her canlı yaptıklarının bedelini, kendisi veya yakınlarının üzerinden öder...

“Karma yasası”dır bunun adı...

***

Kelimelerin şehvetiyle...

Operasyon yaparken;

İnsanları taamüden yok etmeyi, katil olmayı, linç etmeyi “etki ajanlığının zorunlu bir mesleki ritüeli” olarak görürken;

Yaptıklarınızın sonuçlarını “ilahi düzende, sizlerin ve yakınlarınızın çekeceğini” bilmeniz ve ona göre davranmanızdır...

Evren ve ilahi düzen “bunu mağdurlara ya da yakınlarına yaptırtmaz...”

O “kan davası”dır...

Ve o kesinlikle kabul görmez...

Ancak “evren yaptıklarınızın bedelini; hiç beklemediğiniz bir yerde, hiç beklemediğiniz bir ilişkiler ağında, hiç beklemediğiniz bir şekilde” sizden çıkartır...

Bazen başınıza gelen şeyin; “geçmişte yaptığınız” o davranış olduğunu bile bilmezsiniz...

- “Ne yaptım da ben, bu kadar acı çekiyorum...” dersiniz...

Karma borcunu fark etmeden ödeyenler vardır...

Fark ederek ödeyenler de...

***

Bugün kendinizi mesleki olarak etkili, güçlü ve muktedir görebilirsiniz...

İstediğiniz gibi hayata ve insanlara ayar vereceğinizi düşünebilirsiniz...

Arkanızda; “Yap bunları... Gerekli bunlar...” diye sırtınızı sıvazlayanlar ve bunu bir mesleki misyon olduğunu söyleyenler var biliyorum...

***

Oysa siz de bilmelisiniz ki;

Yaptıklarınızın bedelini “İlahi Adalet” size ödetirken, “Arkanızı o sırada sıvazlayanlar, bunu bir mesleki misyonerlik olarak gösterenler” o gün yanınızda olmayacaklar...

Siz yapayalnız olacaksınız...

Her canlı gibi “yalnızlığı” tadacaksınız...

Mesleki görev, misyon gibi “sanal kavramlar” olmayacak...

İlahi adalette hesaplar yalnız verilecek...

En yakınlarınız bile yanınızda olmayacak...

“Tek” olacaksınız...

Kimsecikler olmayacak sizden başka; huzurda...

Bugün çoğul yaptıklanızın hesabını yarın “yalnız” vereceksiniz...

Hem fiziksel hayatta; hem sonrasında...

Buna “hazır mısınız?..”

***

Bugün gücün sahibi olduğunuzu düşünüyorsunuz...

Gençsiniz ve doğal olarak hoyratsınız...

Oysa geçmişte; bu yoldan geçenler, hayatta sonraları hoyratlıklarının bedelini çok ağır ödediler...

Onulmaz yaralardan geçtiler...

Çok büyük acılar çektiler...

Hala çekiyorlar, hala ödüyorlar...

Hayat hala; herkese bedelleri ödete ödete devam edip gidiyor...

***

Onlar da bir zamanlar bu işleri, “vatan adına, millet adına, insanlık adına, özgürlükler adına, basın özgürlüğü adına, medya gücü hesabına” yaptılar...

Yaparken “egosunun esiri olan her canlı gibi”, sizin şimdi düşündüğünüz şekilde düşünüyor; kendilerini sonuna kadar bunu yapmakta haklı görüyorlardı...

***

Kendini “basın” etiketi ve kisvesi altında, bütün güçlerin, grupların ve insanların üzerinde görüp; “herkese ayar çekecek” günah işleyenler; sonraki yıllarda hayatın en acımasız sillelerini yediler...

Bir dönem yaptıkları “günah almanın” bedelini hayat onlara çok acı tecrübelerle ödetti...

Büyük bedeller ödediler...

Ne gariptir ki;

Bu bedellerin hiçbirisini “ahını ve günahını aldıkları, günahsız muhatapları” ödetmedi onlara...

***

Evren ve ilahi adalet kendi yasasını, kendi bildiği şekilde işletti...

O insanlara ilahi adaleti çok başka yerlerde, çok başka şekillerde tecelli ettirdi...

Bunların hepsini otuzbeş yıldır görüyorum yaşıyorum...

İlahi adaletin değişmeyeceğini; bizlerin olmazsa en yakınlarımız üzerinden işlemeye devam edeceğini çok iyi biliyorum...

Onun için ürküyorum...

Sizlerin “mesleki deformasyon”un şehvetiyle, evrenin ilahi yasalarına; karşı 'egounuzun esiri olmanızın' ilerde nelere mal olacağını biliyor ve üzülüyorum...

***

- “Bazen bu borçların ödenmesinde çok büyük acılar çekilir...” diyor Deepak Chopra;

- “Fakat Karma Yasası 'Evrende hiçbir borç ödenmeden bitmez” der...

Bu sözlerin ışığında sizlere yeni ışıklar saçılmasını diliyorum...

Yaradan'ın ilhamı üzerinizde olsun...

ONLAR IŞIKTA MI KARANLIKTA OLANLAR MI?

"Onları meyvelerinden tanıyacaksınız...

Onlar Ben'i sevenler mi, yoksa Bana karşı olanlar mı, ışıkta mı yoksa karanlıkta olanlar mı?..

Gözlerini aç;

Böylece hiç kuşku duymadan bileceksin...

İçine dön, yüreğin sana söyleyecektir...

Kendi değerlendirmeni kendin yap ve dışarıdan gelen hiçbir şeye kulak verme...

Çünkü eğer dışarıdan gelen söylentileri ve fısıldaşmaları dinlersen, kendini neyin gerçek neyin gerçek olmadığını bilmeyeceğin bir tereddüt ve şüphe karmaşası içinde bulursun...

***

Yolunu kaybedersin...

Her ruh gerçeği kendi içinde bulabilir...

Ancak bunun için kendi içine dönmeye zaman ayırması gerekmektedir...

Herkes kendi düşünce tarzını oluşturmak ve kendi yolunu bulmak zorundadır...

Oysa pek çok ruh bunun için tembeldir...

Başkalarının ne dediğini dinlemek; ve onların dediklerini kabul etmek onlara kendi içlerine bakmaktan çok daha kolay gelir...

Sükunet içinde ol...

Gerçeği bulacaksın...

Bu gerçektir seni özgürleştirecek olan..."

Eileen Caddy...

Yazının devamı...

Süheyla Hanım’dan ayrıldığım gün...

-“Kolej’in sınavları var...” diyordu annem ilkokul ikinci sınıfın sonlarında;

-“İlkokul bitince Kolej sınavları daha zor oluyor... Hem fazladan bir yıl hazırlık okumak zorunda kalacak çocuk... İlkokul üçüncü sınıftan kazanıp gider Kolej’e... İngilizce’yi çocuk yaşta öğrenmesi daha doğru...”

***

Kolej kelimesinin “havalı” okunuşu dışında; söylediği hiçbir şey hiçbir anlam ifade etmiyordu bana...

Niye gidecektim ki Kolej’e?..

Çankaya İlkokulu’nda mutluydum...

Anne gibi gördüğüm, hatta annemden daha anlayışlı bulduğum bir öğretmenim vardı...

Süheyla Ün...

Onu bırakıp da, başka bir öğretmenden, başka okuldan, başka sınıflardan, başka arkadaşlardan ne öğrenecektim ki?..

Gitmek istemiyordum işte!..

***

Benim Kolej’e gitme meselem aile ve okul içinde gittikçe büyüyen bir olay haline geldi bir süre sonra...

Süheyla Hanım “en iyi öğrencisini” bırakmak istemiyordu...

Bunu da sınıfta bana hissettiriyor; annemle konuşurken açık açık söylüyordu...

-“En iyi öğrencim... Onu almayın elimizden...”

Aralarındaki konuşmaları duyuyordum...

Duydukça cesaretleniyor;

-“Ben Kolej’e gitmeyeceğim işte...” diye tutturuyordum...

***

Babam da okuduğum okuldan yana tavır koymuştu...

-“Kolej’e gidecek şımaracak... Devlet okulunda okusun... Hayatı daha iyi anlar...”

Okulun müdürü de devreye girmişti;

-“Hanımefendi almayın çocuğu okuldan, alıştı çok iyi gidiyor... Kolej’de bu havayı yakalayamaz...”

Bu konuşmaların hepsi önümde oluyordu...

Duydukça “fitili ateşliyordum...”

***

Süheyla Hanım istedi diye, bütün bir ailenin rızası hilafına; (isteğinin aksi anlamında), Beşiktaş’lı olmuştum...

Sırf Süheyla Öğretmen’ime sevgimi göstermek için...

Okulu bırakmak istemiyordum...

Ben öğretmenimin bir dediğini iki etmiyor gözüksem de, esasen farkındaydım ki, “Sevgili Öğretmen’im de benim bir dediğimi iki etmiyordu...”

Bana başka türlü bir düşkünlüğü vardı...

***

Annem ise “Nuh diyor Peygamber demiyordu...”

-“Bu çocuğun İngilizce öğrenmesi gerek... Onu da Kolej’de öğrenecek...” diyordu...

Sonunda beni sınava soktular...

Yanlış hatırlamıyorsam iki dereceliydi sınav...

İlkini çok rahat geçtik...

İkincisi de bence iyi geçmişti...

Ama Süheyla öğretmenim üzülür diye “pek iyi geçmedi” diyordum...

Annemin yüzü tedirginleşiyor; babam “önemli değil” gibisinden bir tavır takınıyordu...

***

Bir yaz günü babam Kolej’e gidip sonuçları öğrenip arabasıyla evin önünde park etti...

Ben her zaman olduğu gibi, boş arsada, futbol oynuyordum...

Beni çağırdı...

Arkadaşlarım da bir anormallik olduğunu sezmiş, arabaya doğru koşmuşlardı...

Orada “müjdeyi! verdi...”

Kolej’i kazanmıştım...

Sınavı kazanmak “havalı” bir şeydi...

Arkadaşlarım; beni tebrik etmeye başlamışlardı...

Bir şeyi başarmış olmanın verdiği “gurur, tatmin ve alkış” beni o an için kendimden geçirmişti...

Sevinmiştim Kolej’i kazandığıma...

***

O sevincin iteklemesiyle Kolej’e yazıldım...

Bir daha da “Çankaya İlkokulu’ndan pek bahsedemez oldum...”

Başka bir çevre, başka bir alem, başka ilişkiler ağıydı Kolej ve oradaki öğretmenler...

Derslerde başarılı olmasına yine başarılıydım...

Okula da adapte olmuştum...

Ne ki;

Süheyla Öğretmen’in eksikliğini yüreğimin bir tarafında “ince bir sızı halinde derin derin” hissetmeye devam ediyordum...

***

Hiçbir şey onun eksikliğini doldurmuyordu...

O bana güvenirdi...

O beni çok severdi...

O beni medar-ı iftiharı yapmak için didinirdi...

Ve o bütün sınıfın deli gibi sevdiği üzerinden kırk yıl geçtikten sonra unutamadığı “Sevgili Öğretmen”iydi...

Melek gibi bir kadındı Süheyla Öğretmen...

Dün Öğretmenler Günü’ydü...

Şimdi “meleklerin yanında huzur içindeydi” Süheyla Öğretmen...

O yıllarda hatta sonraki yıllarda bana kendimi en özel hissettiren kişi; ilkokuldaki “Sevgili Öğretmen”imdi...

Belki de Beşiktaş’ı “Sevgili Öğretmen’ime layık olabilmek için o kadar çok sevdim...”

Kim bilir?..

*****

ÖĞRETMENLER GÜNÜ VE TÜRKAN ÖĞRETMEN...

Süheyla Öğretmen’den sonra ortaokul birinci sınıfta Kolej’de bir hanım öğretmeni bize “Türkçe ve Türkçe Kompozisyon” derslerine gönderdiler...

Türkan öğretmen okulda notunun kıtlığıyla bilinen bir öğretmendi...

Derslerde çok nadir, sekiz veya dokuz verir...

Yedi’den yukarı mümkün değil çıkmazdı...

On verdiği ise hiç görülmemişti...

***

Annemin edebiyat öğretmeni olduğunu biliyordu...

Aralarında konuşuyorlardı...

Önceleri onun edebiyatçı olmasından mütevellit bana ilgi göstermişti...

Sonra durumu fark etti; “edebiyat mezunu olan annemin esasen matematik ve fen ağırlıklı olduğunu” anladı... Edebiyata “esas ilgi duyanın ve iyi olanın ben olduğuma” hükmetti...

***

O da tıpkı Süheyla Öğretmen gibi beni özel koruması altına aldı... Kanatlarının altında dersleri yapmaktan mutluydum...

Türkan Hoca sınıfı çok sevdi...

Ortaokul bir, iki üç; üç yıl boyunca bizi bırakmadı...

Sınıfın büyük çoğunluğu Türkan Hoca’dan beş alabilmek için “özel hoca”lar tuttu...

Ben ise “özel koruma altındaydım Süheyla Öğretmen’de olduğu gibi...”

***

Sınavlarda ne not alırsam alayım her dönem karneme sekiz notunu koyardı Türkan Hoca...

Bir defasında değiştirdi; dokuz verdi...

Bir sınavdan ise “on” verdi...

Hayatımın günüydü Türkan Hoca’dan on almak...

Güle oynaya edebiyat dersini yaptık üç yıl boyunca...

Derslere ilgimi kaybettiğim, başka alanlara ilgi duyduğum günlere geliyorduk...

Bir tek “Türkçe ve kompozisyon dersi” bundan muaftı...

Annem ne zaman “çalış” dese, kalın Türkçe kitabını alıyor, “oradan okumalar” yapıyordum...

Bir hikaye; ya da bir şiir...

***

-“Edebiyat değil, Fen derslerini çalış...” diyordu annem...

Ben yine edebiyat çalışıyordum...

Sonunda Çankaya İlkokulu’ndan alıp Kolej’e gönderdikleri gibi, lise ikinci sınıfta da Edebiyat bölümüne değil, Fen bölümüne gönderdiler...

Ne ki “derenin akacağı bir yatak vardır...”

Hayatın bir akışı vardır...

Ne yaparsanız yapın onu değiştiremezsiniz...

Kolej’e gitsem de, ne Süheyla Ün‘ü unutabildim...

Ne de onun takımı Beşiktaş’tan vazgeçtim...

“Fen derslerini çalış” deseler de; ne sosyal bilimlere olan ilgim azaldı...

Ne de edebiyattan vazgeçebildim...

Çocuklarınız neyi seviyorlarsa; onları o alanlara yöneltin...

Sevdikleri alanlarda, mutlu ve başarılı olurlar...

***

Dün Öğretmenler Günü’ydü...

Süheyla ve Türkan öğretmenler başta olmak üzere, tüm öğretmenlerimi andım, onlara şükran duygularımı ilettim...

40-50 yıl öncesinden açmış ve hiç solmayan çiçekler gibiydi tüm “Sevgili Öğretmenler...”

Yazının devamı...

“Yüreğini avuçlarının içine almayı öğren...”

Sana başkalarını sev dediğimde; “bu sen başkalarına tahammül etmelisin, ya da bir başkasını sevmek için kendini zorlamalısın demek değil...

Sen kalbini açtığında ve onu sevecen ve güzel düşüncelerle doldurduğunda, kim olursa olsunlar temasta olduğun tüm ruhları sevmek istediğini anlayacaksın...

***

Bu “Benim“ evrensel sevgimin ayrımcılık tanımayan doğal akışıdır...

O sevilmesi gerekenler, ya da sevilmemesi gerekenler diye bir ayırım yapmaz...

Benim sevgim herkes ve her şey için aynıdır...

Sevgimin ne kadarını alıp almayacağın, senin seçimine kalmıştır...

Bu sevgiyi göstermekten çekinme...

Bu kişiliğin ötesinde, en yüksek ilahi plana aittir...

***

Yüreğini avuçlarının içine almayı öğren...

Ve sevgini bir başkasına göstermekten sakın utanma...

Sevgi evrendeki en büyük birleştirici unsurdur...

O yüzden sev, sev, sev...”

Eileen Caddy...

***

Eileen Caddy’nin gün be gün öğütler içeren bu çalışması yazıldıktan on yıllarca yıl sonra; yaşadığımız coğrafyada hayati derecede önem kazanıyor...

Bu coğrafyada son yıllarda insanların birbirlerine karşı yapmadıkları hiçbir şey kalmadı...

Etmedikleri hiçbir hakaret kalmadı...

En ağır küfürler edildi...

Cinnet geçirircesine birbirlerini aşağıladı insanlar, kirlettiler...

Ettikleri sözlerin; itibarsızlaştırmaların, aşağılamaların, hakaretlerin, linçlerin, suikastlerin, pusuların haddi hesabı yoktu...

O kadar çok, küfür, hakaret, aşağılama, linç ve suikast vardı ki, artık bir etkisi kalmadı...

***

Sonunda padişahın hikayesi gibi bir durum çıktı ortaya...

Padişah bir gün vezirini çağırır;

-”Halktan aldığım vergilere zam yapıyorum vezirim...” der...

-”Aman efendim...” der vezir;

“Halk zaten mutsuz... Savaştan yeni çıktık...”

Padişah güler...

-”Korkma sen... Biraz daha zaman geçsin... Sen vergileri biraz daha arttırırsın...”

Vezir çaresiz padişahın söylediğini yapar...

Vergileri arttırır...

Zamdan sonra padişah yine sorar;

-”Nedir durum?..”

-”Halk çok mutsuz kara kara düşünüyor...” cevabını verir vezir...

***

Padişah;

-”Sen bir arttırıma daha git vezirim...” der...

Vezir padişahın bir bildiği vardır diyerek, yine vergileri attırır...

Sonunda bakar ki, aylardır kara kara düşünen halk, bir anda hareketlenir, tazelenir, gülmeye ve oynamaya başlar...

-”Padişahım halk sokaklarda oynamaya başladı...” der vezir koşa koşa padişahına giderek...

Padişah vezirine “şimdi dur“ işareti yapar...

-”Şimdi durabilirsin artık...” der...

-”Bundan sonra yapacağın hiçbir şeyin etkisi olmaz...”

***

Bu coğrafyada yaşananlar, padişah, vezir ve zam öyküsünün çok ötesindeler aslında...

Bu coğrafyada her cenah, birbirine karş”linç“ uygulaya uygulaya; insanları öldüre öldüre; artık ölüm korkusunu da caydırıcılığını da yok ediyor...

“Bundan sonra ne olacaksa olsun“ duygusu insanların üzerine kesif bir sis gibi çöküyor...

Artık laflar ve suikastler caydırıcılıklarını kaybediyorlar...

Padişahın fıkrasındaki gibi, artık, insanlar oynama noktasına geliyorlar...

***

Bütün nefrete, kine, öfkeye, düşmanlığa karşı, dünya bilgelerinden; “alıntıladığım bu sevgi dolu satırları bıkmadan usanmadan yazmaya çalışıyorum...”

Bu topraklar; Allah’ın bahşettiği sevgiyi bir gün hissedip mutlu ve huzurlu olacak...

O zamana kadar; bugün ne oluyormuş gibi görünenin pek bir önemi yok...

Önemli olan, yarın ne olacağını bilmek...

Siz sevginizden vazgeçmeyin...

Asla...

Yazının devamı...

Bana umudu anlat deniz; kör kuyularda boğulup kalmayacak olan!..

Cezaevinde şimdi ne yapıyorsun bilmiyorum...

Bir parça alışabildin mi; onu da kestiremiyorum...

İki kişilik koğuşta kaldığını söylediler...

Önünde; çok verimli işler yapabileceğin iki ya da iki buçuk yıl var...

“Eğer fırsatı iyi kullanırsan”, bu zaman dilimi seni hayata ve sanata “Hiç olmadığı şekilde geri getirecek...

Bir mucize gerçekleşecek...”

Kim bilir bu mucize için belki de bu kadar uzun beklemeyeceksin...

***

Sen bir sanatçısın...

Suçluydum suçsuzdum tartışmalarını bir kenara bırak şimdilik...

Onlarla avukatlar, onlarla hukukçular uğraşsın...

Sen sanatçısın...

Sen sanatın için varsın...

-“Benden bin beter olanlar özgür... Beni buldular içeri tıkmaya...” deme...

Bunu bir şans niyetine al;

Bu şansı kullanmayı dene;

Sanat için, sanatçı olduğun

için...

***

Deniz...

Dışarıdan sana ahkam

kesme;

Hadsizliğine...

Düşüncesizliğine...

Duyarsızlığına...

Düşmeden bir iki söz söylemek istiyorum izninle...

Besteler yapmaya çalış oralarda...

En acılı günlerin, en hüzünlü saatlerin süzgecinden; haykıran güfteler çıkart, nice besteye harman olacak...

Sevdalara katık, mahpustaki mahkumlara derman olacak...

***

“İçerden türküler”, “içerden şarkılar” yaz...

“İçerden türküleri; içerden şarkıları” bas...

Onlar söylensin...

Onlar dillensin...

Onlar nakarat olsun, dünya alem dinlesin...

***

Sen bir sanatçısın...

Sanatçı hayatı yaşar, duyarlılığı hayatı yansıtır...

İçine duygularını katar; duygular taşar; insanlar ağlar...

İnsanları ağlat Deniz...

Bu bir son değil...

Bu bir başlangıç...

Bu bir tükeniş değil...

Bu bir diriliş...

Bu bir yıkılış değil...

Bu bir kalkış...

Bu “biten Deniz Seki” değil...

Bu güneş gibi doğan bir Deniz...

***

Sana bir türkü benden;

Kırk yıl öncesinin ilk gençlik yıllarından...

Söyledikçe duygulandığım;

Çaldıkça hüsran...

Okudukça hayran kaldığım bir mahsun türküden...

Ahmet Arif şairi...

Rahmi Saltuk’ın yorumundan...

Geçmişten geleceğe bir cezaevi kültürünün türküsü bu...

Koğuşta bulabileceğin bir gitar, bir saz ile mırıldanabilmen...

İlham alman...

Hayata başlaman...

Kendi şarkılarını yazman...

Kendi şarkılarını haykırman... Niyetine...

***

“Demir kapı...

Kör pencere...

Yastığım ranzam zincirim...

Uğruna ölümlere...

Gidip geldiğim...

***

Zulamdaki mahsun resim...

Haberin var mı?..

Görüşmecim yeşil soğan göndermiş...

Karanfil kokuyor cigaram...

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”

***

Bana artık aşkı anlatırsın belki şarkılarında Deniz...

Aşktaki hüznü...

Hüznündeki umudu...

Demir kapılar arkasında kalan aşkı...

Demir kapılar arkasındaki umudu...

Resimlersin bunları birer birer Deniz...

Bana demir kapıları anlat...

Demir kapıları kıracak umudu...

Bana şarkılarını haykır...

Demir kapıların ardından...

Demirden taşarak...

Hayatı aydınlatacak olan...

Bize umudu anlat Deniz...

Kör kuyularda boğulup kalmayan...

“YAŞAMIN DAİMA İYİ TARAFINI GÖR...”

“Yaşamın daima iyi tarafını gör... Sadece en iyi olanın gerçekleşmesini bekle ve gelişine tanık ol...

Asla içinde bulunduğun olumsuz durum için bir başkasını suçlama...

Sen kendi kendinin efendisisin...

Madalyonun öbür tarafına bakıp bakmamak sana bağlıdır...

***

Eğer sen yaşamın kasvetli kısmını görmeyi seçersen, gerçek özgürlüğün tadını bilen ruhları kendine çekmeyi bekleme...

Çünkü benzer; benzeri çeker...

Ve sen de kendine; seninle aynı durumda olan ruhları çekeceksin...

***

Sen sevinçten havalara uçarken, sevgi senden özgür akarken, zaten herkesi kendine çekersin...

Neşeli bir ruhu herkes sever...

Bir durumu ve bir insanı yukarı çekmeyi ve yükseltmeyi öğren...

Asla bir başkasının davranışının seni aşağı çekmesine, üzüntünün derinliklerine itmesine izin verme...

***

Sen burada huzur, uyum, güzellik ve mükemmeliyeti yaratmak, yaşamda her şeyin en iyisini yapmak için varsın...

O zaman haydi durma...

Bunun için bir şeyler yap...”

Eileen Caddy

Yazının devamı...

Karşılaştığınız her problem sizin için bir fırsattır...

Babam üniversitede öğretim üyesiydi...

Annem edebiyat öğretmeni...

Çocukluğumdan itibaren “güvence” denilen kavramla büyüdüm...

- “Bir iki yerden kira gelirimiz olsun... Ne olur ne olmaz... Güvencemiz olsun...”

-“Devlet memuriyeti az kazandırır... Ama güvencelidir... Riskli işler iflasları beraberinde getirir... Vasatın biraz üzerinde kazanan sabit bir işin olsun... Mutlu ve huzurlu olursun... Doğrusu budur...”

***

Genetik kodlanmam böyleydi benim...

“Bürokrat, akademisyen, ücretli çalışan” milyonlarca ailenin çocuğu da benim gibi yetiştiriliyordu...

Para kazandığım işlere de para kazanmak için girmedim ben...

İşimi çok seviyordum ve sevdiğim işte; “babamı biraz aşarak devlet memuru değil, özel sektör çalışanı olarak” istihdam ediliyordum...

Genetik kodlanmamdaki “güvence arayışı”, devletten özel sektöre atlamış; ancak daha fazlasına izin vermemişti...

***

-“İnsanlar devamlı bir güvence arar; ancak fark edeceksiniz ki güvence aramak, çok kısa ömürlüdür...” diyor Deepak Chopra...

-“Paraya olan düşkünlük bile bir güvensizlik işaretidir...

Diyebilirsiniz ki şu kadar milyonum olsa, güvende olurdum... Böylece finansal olarak bağımsız olur, ardından emekli olurdum... Sonra yapmak istediğim her şeyi yapabilirdim... Bu hiçbir zaman gerçekleşmez... Hiçbir zaman... Güvence arayanlar tüm hayatları boyunca bunun peşinde koşar ve asla elde edemezler... Bilgelik geleneklerinde çözüm; güvensizliğin ve bilinmezliğin bilgeliğinde yatar...

Güvence ve kesinlik arayışının aslında bilinene olan bağımlılık olduğu anlamına gelir...

Peki bilinen nedir?..

Bilinen geçmiş koşullandırmaların hepsinden başka bir şey değildir... Bunda bir evrimleşme, bir gelişme yoktur...

Evrimleşme olmadığından durağanlık, düzensizlik, tıkanıklık, kargaşa ve çöküş vardır...

Buna karşın 'belirsizlik' saf yaratıcılığın ve özgürlüğün verimli toprağıdır...

Belirsizlik var oluşumuzun her anında bilinmeye adım atmak demektir...

Belirsizlik olmadığında hayatımız; 'küf'lü tekrarlardan ibaret olur...”

***

Peki çözüm ne Deepak Chopra'ya göre;

-“Hayatınızdaki her probleme, size daha büyük fayda sağlayacak bir fırsat olarak bakabilirsiniz...

Belirsizlik içinde fırsatlara karşı açık ve ayık olun...

Bu hazırlıklı haliniz, yeni fırsatlarla buluştuğunda çözüm kendiliğinden ortaya çıkar...

Buna “şanslı olma hali” derler...

Gerçekte 'şans' hazırlıklı olma haliyle, fırsatın bir araya gelmesine denir...”

SÜLEYMAN DEMİREL BİLGE Mİ?..

Chopra'ya göre; şu düşünceleri zihnimizde tekrarlamamış olmak gerekiyor...

***

“Bugün kendimi olay, durum ve koşullardan zihinsel olarak sıyrılmaya adayacağım...

Kendime ve çevremdeki insanlara olduğumuz gibi var olma özgürlüğü vereceğim...

Her şeyin nasıl olması gerektiğiyle ilgili fikirlerimi dayatmayacağım...

Problemlere sonuçlar bulmaya çalışarak, yeni problemler yaratmayacağım...

Her şeye zihinsel bağımsızlıkla yaklaşacağım...

***

Bugün deneyimlerimin ana malzemesi 'belirsizlik' olacak...

Belirsizliği kabul etmeye duyduğum istek sayesinde kaos, karışıklık ve düzensizlik içinde, problemler kendiliğinden çözülecek...

Bu durum ne kadar belirsiz görünüyorsa; ben kendimi o kadar güvende hissedeceğim...

Çünkü belirsizlik benim özgürlüğüme giden yolumdur...

Aradığım güveni belirsizliğin rehberliğinde, kendimde bulacağım...

***

Sonsuz fırsatlar denizine gireceğim ve sınırsız seçimlere açık olacağım...

Ortaya çıkacak olanları heyecanla bekleyeceğim...

Sonsuz fırsatlar alanında hayatın tüm eğlencesini, macerasını, büyüsünü ve gizemini yaşayacağım...”

***

İtiraf edeyim ki; söylendiği kadar; yayılması kolay zihinsel değişiklikler değil bunlar...

Gençlik yıllarında Süleyman Demirel'in her şeyi oluruna bırakır görünen bir politikası vardı...

-“Yollar yürümekle aşılmaz...”

-“Dün dündür; bugün bugün...”

-“Türkiye yönetilmez; idare edilir...” vecizeleri! bu politikanın yansımalarıydı...

Sonuncu önerme hariç; Demirel'in bu sözlerine ifrit olurdum...

Bunca yıl sonra; Deepak Chopra'dan alınan “bilge”lik önerileri; Süleyman Demirel'in söylediklerini tasdikliyor mu tasdiklemiyor mu?..

Doğrusu hala büyük merak içindeyim...

GÜVEN VE SADAKAT...

“Bir şeyin işe yarayıp yaramadığını onu denemeden bilemezsin...

Eğer elektrik düğmesini açmazsan, elektriğin olup olmadığını anlayamazsın...

Bir şeyin işe yaradığını kanıtlayabilmek için harekete geçmen ve adım atman gerekir...

Bu güven ve sadakat için de böyledir...

***

Eğer güven duygusunu yaşamıyorsan ve başkaları onun sendeki yansımasını göremiyorsa, orada öylece oturup güvenden bahsetmenin alemi yok...

Oturduğun yerde banka hesabına güveniyor ve istediğin zaman hesabından para çekebileceğini biliyorken, zaten güven içindeyken, güven ve sadakatten bahsetmenin faydası yok...

***

Güven ve sadakatten ancak hiçbir şeyin olmadığı halde, gidilebilecek en uç noktaya, imkansız görünene, sırf “Bana” güvendiğin ve “Bana” dayandığın için gidebiliyorsan; bahsedebilirsin...

***

O zaman sen güvenin ve sadakatin canlı göstergesi olursun...

Hadi durma; Güven ve sadakatini sına...

Sonra ne olacağını bekle ve gör...”

Eileen Caddy

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.