Şampiy10
Magazin
Gündem

“Beşiktaş tarihinde darbeyle şampiyon oldu mu ki; taraftarı darbeyle iktidarı değiştirmeye talip olsun?..”

Üç büyükler arasında;

En büyük haksızlıklara uğramış bir kulüp...

Hakemlerin gadrine en çok uğramış bir camia...

Haksızlıklara...

Göz göre göre elinden alınan şampiyonluklara...

Onursuz birinciliklere karşın...

Şerefli ikinciliklerden mütevellit teselliyle yetinen bir aidiyet...

***

Hakem kırmızılarına...

Federasyon kayırmalarına...

Futbol ilahlarına karşı...

Desibeliyle ayakta kalmaya çalışan bir isyan;

***

Yeşilin üzerinde; siyah giymiş adamların “beş kartla kırmızıya boyadığı takımın” çaresiz isyanını;

“Sendeki bu büyük taraftar...

Bir gün coşar bir ağlar...

Seni bu sesler oyalar...

Aldırma Kartal Aldırma” dillendiren bir grup?..

Gücünü nasıl silahtan, tanktan, toptan, tüfekten ve namludan alan bir darbenin mimarı olabilir?..

***

Mahkeme Başkanı soruyor;

-“Darbe yapmaya çalışmakla suçlanıyorsunuz...”

Cem Yakışkan cevap veriyor;

-“Darbe yapacak gücümüz olsaydı, Beşiktaş’ı şampiyon yapardık...”

***

Bir ahval bu kadar sarih izah edilebilir mi acaba?..

Bir durum böylesine veciz özetlenebilir mi?..

Ezelden beri yaşatılan bir mağduriyet; bu kadar “ibretlik vesika” olarak tarihin kaydına geçebilir mi?

***

Beşiktaş;

Bir asırı aşan tarihinde ne zaman “darbeyle şampiyon oldu ki, cefakar taraftarı darbeyle iktidar değiştirmeye talip olsun?..”

Beşiktaş “darbeci olamaz...”

Beşiktaş’ın kültüründe “darbecilik” olamaz...

Darbeci olsaydı, “iktidarı darbeyle değiştireceğine önce darbe yöntemleriyle şampiyon olmaya çalışırdı...” Beşiktaş ve Çarşı...

***

Şampiyonlukları elinden alınmış bir kulübün asi ruhun sahibi taraftarı, güçten ve namludan ‘iktidar’ ummaz...

Mağrurun yöntemlerinden, hayatı boyunca çile çekmiş bir taraftar grubu, silahın vurucu gücünden fantezi üretmez...

Şikelerden mağdur ve muzdarip olmuş bir aidiyet; “şikeye ve darbeye” tenezzül etmez..

Beşiktaş ve Çarşı demek protesto demek olabilir...

Asi ruh anlamına gelebilir...

Che Quevera’ya, Deniz Gezmiş’e öykünebilir...

Ne ki; zinhar Pinoche’ye, Salazar’a, Franco’ya; Hitler’e ya da türdeşlerine öykünmez...

Çarşı’yı asabilirsiniz...

Ama Çarşı’yı darbeci yapamazsınız...

***

Çarşı darbeci olmaz...

Çünkü; Çarşı olmak; halk olmak, halkın içinde, halkın kendisi olmak demek...

Çarşı Ruhu darbeci olmaz...

Çünkü Çarşı olmak; haksızlığı protesto demek, mağduriyete isyan demek, vicdan demek, haksızlığa karşı hak diyerek; “mağdur bir vakur” halinde bunu savunabilmek demek...

Darbenin ideolojisiyle; ÇARŞI’nın ideolojisi birbirine geçmez... Birbiriyle örtüşmez...

Birbiriyle uyuşmaz...

Ten uyumu gerçekleşmez...

Vuslat hasıl olmaz!..

***

Çarşı “güç” değil; güçsüzün sesidir...

Çarşı; tanklarla, toplarla, namlularla yapılan darbe değil...

Tanklara, toplara karşı durabilen etten, kemikten, duygudan, kalpten ve insani protesto demektir...

Tanklar ve namlular ne kadar silahsalar...

Çarşı o kadar insan; o kadar et, kemik, o kadar kalp, o kadar ruhtur...

Halk darbeci olmaz...

Çarşı halktır, sivildir, darbeci olmaz, olamaz...

***

Çarşı’nın ne büyük mağduriyetlerin...

Ne büyük ideallerin...

Ne kutsal direnişlerin...

Ne bitmez bir asi ruhun...

Rüyalarda bile kavuşulamayacak ne hayallerin...

Eseri olduğunu Gülay Sözmen şöyle anlatıyor;

Mahkeme Başkanı;

-“Telefonda ‘Çarşı yürürse ihtilal olur’ demişsin...” diyor...

Gülay Sözmen cevap veriyor;

-“Ya biz Çarşı’yız Hakim Bey... Hissederiz öye kendimizi... Ne ihtilali?..”

***

“Bu asla veda değil...

Biz yine geleceğiz...

Halayla türkülerle...

Yer gök inleteceğiz...

Taş olsun şu kalbimiz...

Unutsak bir an seni...

Seviyoruz Beşiktaş...

Evvel ezelden beri...”

Yazının devamı...

'Gördüğün kadarını düşünebilmek yerine, düşünebildiğin kadarını görebilmektir mesele...'

Özündeki sonsuz ve sınırsızlığı hissedemeyen madde batağında boğulur...

***

Sen "sen"liğini bırak...

Ben "benliğimi"...

'Sen'siz; 'Ben'siz olalım...

'Hiç'likte buluşalım...

***

Sınav yukarıdan yazılı kağıtta, test usulü gelmeyecek...

Malına, etiketine, en yakınlarının başına gelecek olaylar şeklinde gelişecek...

***

Gördüğün kadar düşünmek yerine; düşünebildiğin kadarını görebilmektir amaç...

***

Seven, sevdiğine varlığını teslim edip, Onda yok olduğunda 'ikilik' kalkar...

***

Cennete giriş takdire; İçindeki mertebe de kişiden açığa çıkacak uygulamalara bağlıdır...

***

Vicdanına hesap vermekle; Allah'a hesap vermiş olacaksın...

***

Ne zaman ki bu bedeni yitirir...

Bir ruh yapı içinde yalnızca bilinç olarak varlığımızı hissederiz; O zaman neler kaybettiğimizi anlarız!..

***

İnsanın doğal davranışı, bildiklerine göre değil, kavradığı kadarına göre oluşur...

***

Okyanustaki balık için "su" bitmez tükenmez olarak algılanmasına rağmen: balığa dünyayı kuşatan gerçeğin "hava" olduğunu bir türlü anlatamazsınız...

***

Bir gün gelecek Allah'ın varlığında "yok" olduğunuzu fark edeceksiniz...

Ve cehenneminizin ateşi sönecek...

'Yok' olduğunuzu fark ettiğiniz zaman, aynada kendinizi mi göreceksiniz; yoksa kendiniz 'yok' olacak ayna mı 'baki' kalacak?..

***

Seni yaşatanlar, bir ömür boyu yaşatır...

Ama sonunda helakın mukadderdir...

Seni ölmeden önce öldüren Dost'undur...

***

'Teslimiyet' demek, kişinin kendisini İLİME İRFANA teslim etmesi demektir...

Ayakkabı boyayıp, havlu tutmaya teslimiyet demek değil...

***

Mutlak olan takdir edilen yaşanacaktır... Tüm tedbirlerle beraber...

***

İnsan; beynindeki veri tabanının sentezlerini yaşamaktadır otomatik olarak HER AN...

***

Herkes mazeretin geçerli olmayacağı bir boyutta yaşamının sonuçlarına katlanacak... Bunu bilerek dilediğiniz gibi yaşamaya devam ediniz...

***

Yargılama Allah'a mahsustur...

***

İnsanın bilinçli yaşamı, idraki kadardır... İçgüdüsel davranışlar, idraki kadar kontrol altına alınırlar...

***

Yaşam ve Dünya devam ediyor...

Dünya için çalışıp, geçimini bağımsız temin edecek duruma ulaşamazsan, insanların kölesi olursun ve o zaman hiçbir şey yapamazsın...

***

İnsan için, iyi, kötü, güzel veya çirkin sıfatlarını veren bir başkasıdır...

Aslında herkes kendine GÖRE'dir...

***

Azap veya mutluluğun kaynağı, birimlerin birimsel varlıkları içinde, birbirlerine bakmalarından ve bu bakış açısından hasıl olan değerlendirmelere saplanmalarından doğar...

***

İsimlerle, nereyi yakalamaya kalkarsan; oradan eli boş dönersin...

***

Hiç değilse insani birim olduğunun farkında olan birini bulmalısın ki; senin deney ve gelişmene faydalı olsun...

Hem de sen ona yararlı olabilesin...

***

Gerçekte türlü isimler altında hep O'nu görüyorsun...

***

Algılama kapasitendeki sınırlılığın getirdiği varsayımla; TEK'i bölüyorsun...

'Zahir' ve 'Batın' çıkıyor ortaya...

***

Varlık birimler arasındaki fark; onlardaki 'canlılık' yönünden değil, 'akıl' yönündendir...

***

Ölüm sonrası insanlar; dünyada edindikleri şartlanmaları ve kendileri tanıdıkları ölçüde davranışlarını, otomatik olarak ortaya koyarlar...

Uykuda gördükleri rüyada olduğu gibi...

***

İnsanlar; gerçekleri şartlanmalar ekseninde değerlendirme yoluna gittikleri için, yollarını sapıtırlar...

Çeşitli varsayım bataklıklarında, ömürlerini heba edip giderler...

***

İyi...

Kötü...

Hoş...

Nahoş...

Şeklindeki değerlendirmeler, toplumun sizi o yönde şartlamasından kaynaklanır...

***

Kendini bilen kişi; ne 'yaz'ı 'kış' yapmaya çalışır...

Ne de 'kış'ı 'yaz' haline getirmeye...

***

Her şeyi baştan sona anlatamayanların; komplike bir fikir sistemi olmayanların, başkalarına yol gösterici olmaya hakkı yoktur...

***

Yol boyunca birçok merhaleler katedip, çeşitli makamlardan geçerek, sabrımız nispetinde gerçeğe ereceğiz...

***

Yaradılmışlar arasında fark görmeyi kaldırdıktan sonra, yapılacak ikinci iş, verenin huzurunda verilenlere vasıta olmaktır...

***

Yaradan her şeyi güzel ve kemal üzere yaratmıştır...

Ancak şu var ki;

Onlara bakanlar gözlerindeki rengarenk camlı gözlükleri çıkarmak zahmetine katlanıp, gerçeği çıplak gözle görme lütfunda bulunabilsinler...

***

Basiretinde varlıkların çokluğu yoktur...

Gözde çokluk vardır...

***

ALLAH VE DİN ADINA hükmetmek, kimin yetkisindedir?..

***

Arpa dağıtıp, altın toplayamazsın...

Altın dağıtıp; irfana eremezsin...

Zulüm yapıp, rahmet bekleyemezsin...

Bina yapıp, ilim alamazsın...

***

'Anlayış ve değerlendirmelerde yenilenme' var... Ama İlahi Sistem ve Düzen'de yenilenme yok...

***

'Yaradılan'ın neyi var ki birbirine muhtaç olmasın?..

Ama onları 'Yaradan...'

İşte O'nu 'dost' seç kendine...

***

Dününden pişmanlık duymayan en büyük saadete ermiştir...

***

Senin bizzat arzularınla gelişen 'hırs'ın, senin 'şeytanın' olmuştur...

Arzuları kalmamış bir bir kişinin ihtirasları da olmadığı için şeytanı 'müslüman' olur...

***

Bil ki vade tamam oldu ve vakit geldi...

Artık herkesin MUTLAK BİRLİK yolu üzerinde buluşma vaktidir...

Bu yol öyle bir yoldur ki, bu yolda ne mezhep ne tarikat ayrılıkları bulanacaktır..."

Yazının devamı...

Liverpool'u elemeden, finale gitmek Beşiktaş'a yakışmaz!..

İki hafta önceki Pazar akşamıydı...

Bir dostumla futbol üzerine uzun bir sohbet yapıyordum...

Arkadaşıma; Ağustos ayında Feyenoord'u eledikten sonra, o andaki duygu patlamasıyla; "Arsenal Onunla oynayalım..." diye, Arsenal'li arkadaşımı Londra'dan aradığımı, sonra da kurada Arsenal'i görünce hayrete düştüğümü söylemiştim...

***

Sohbet sürüyordu ki, yine meydan okuma dürtüm tavan yapmaktaydı...

O gece de;

-"Liverpool çıksın bu sefer bize... Liverpool'u istiyorum..." diye tutturdum...

-"Görelim bakalım 8-0'ı... Şimdi kaç kaç bitecekmiş?.."

Söyledikten sonra da ekledim;

-"Biliyorsun böyle durumlarda evrene gönderdiğim mesajlar çıkıyor genelde... İçimden geçen niyetler kendiliğinden oluveriyor... Tehlikeli bir mesele olduğunun farkındayım... Ne yazık ki söyledim bir kere Liverpool'u... Yapacak bir şey de yok..."

***

Dün iki kişiyle; özel bir sohbette uzun bir yemekteydim...

Telefonlara mümkün olduğunca bakmamam gerekiyordu...

Kura çekimi esnasında telefonum sessizde kaldı...

Bakmadım...

Bir saat sonra haberim oldu kuradan ve Liverpool'dan...

Pazar gecesi konuşma yaptığım o dostumu aradım hemen...

Daha ben konuşmaya başlamadan o konuşmaya başladı...

-"Nasıl bir niyet varmış abi sende, anlamadım gitti..."

Artık her sözümde bir "hikmet" arıyordu arkadaşım...

-"Ne olur dersin maç?.." diye sordu...

-"Sana şöyle söyleyeyim..." dedim...

-"Londra'ya maça gitmedim... Çünkü Arsenal'in zor bela kazanacağını düşünüyordum maçı...

Kök söktüreceğimizi biliyordum, ama tur atlayamayacağımızı hissediyordum... Yazmıştım zaten... Liverpool karşısında ise Arsenal maçına göre daha iyimserim...

Daha fazla tur şansımız var...

Atlayamasak bile önemi yok...

Liverpool'un çıkmasından çok keyifliyim..."

***

Beşiktaş Liverpool'la eşleşerek "müthiş bir kura" çekti...

Bütün dünya ve elbette İngiliz medyası 8-0'lık maça referans yapıp, Beşiktaş-Liverpool eşleşmesinden bahsedecek...

Bu yıl Beşiktaş Chelsea'yi İstanbul'da tek devreli maçta 1-0 yendi...

Arsenal karşısında 1-0 yenildi...

0-0'lık berabere kaldı; kıl payı farkla elendi... Tottenham'la Londra'da 1-1 berabere kaldı, İstanbul'da 1-0 yendi...

Üç Premier lig takımına karşı iki galibiyeti, iki beraberliği bir yenilgisi var Beşiktaş'ın...

***

Sezon öncesi yendiği Chelsea şu anda Premier Lig'de lider...

Arsenal 6. sırada...

Tottenham 7. sırada...

Resmi maç sonuçlarına göre, Beşiktaş 6. Arsenal'la; 7. Tottenham'ın tam ortasında...

Liverpool ise Premier Lig'de bu sezon 10. sırada...

İsmi büyük...

Birkaç yıl önce İstanbul'da Beşiktaş'a 2-1 yenilirken, İngiltere'de 8-0 yendi...

***

Profesyonel futbol eğer bir show business işiyse...

Eğer futbol; keyifse, rekabetse, ilginçlikse, ironiyse...

Beşiktaş-Liverpool eşleşmesinden daha güzel bir eşleşme olamaz...

Öyle bir eşleşme ki;

Her şey var...

Mazide hatırlanmak istemeyen bir skor...

İnönü'de desibel rekoru kıran bir Beşiktaş seyircisi...

8-0'dan sonra ti'ye alınan bir takım...

Rövanşı almaya ahdeden bir camia...

***

Beşiktaş seyircisi o maçta Olimpiyat stadını fuller...

Liverpool'daki maça gelince;

Takım eksik olmasın ve formda kalsın...

Ben Beşiktaş'ı değil; Liverpool'un halini düşünürüm...

Bu yıl finale gideceksen, hepsiyle karşılaşacaksın nasılsa...

Liverpool bir önce olmuş, bir sonra fark etmez...

İngiltere ve Avrupa başlasın şimdiden konuşmaya bu eşleşmeyi...

Arsen Wenger'e de sorsunlar...

Demecini niye değiştirmek ihtiyacı duydu diye...

Hülasa...

Liverpool'u elemeden finale gitmek, Beşiktaş'a yakışmaz!..

*****

ALİ DÜRÜST HAKLI...

Galatasaray, bu sezon stadını Beşiktaş'a vermemekle dostluğa aykırı davranmış olabilir... Ama bu olay; Ali Dürüst'ün "Konya'da değil... İstanbul'da oynayacağız derbiyi" demesindeki haklılık payını yok etmiyor...

Ali Dürüst bir Galatasaray yöneticisi... Galatasaray'ın çıkarları için doğru davranıyor...

Sonuna kadar haklı...

***

Kurallara göre, Galatasaray'ın Beşiktaş'la; İstanbul dışında oynamama hakkı var... Konya'daki 3-0'lık Beşiktaş-Trabzon maçını gördükten sonra; Bir Galatasaray yöneticisinin,

-"Biz söz vermiştik... Konya'ya gidiyoruz..." demesi beklenmez... Ali Dürüst de bekleneni yapıyor ve "Konya'ya gitmiyoruz... İstanbul'da Olimpiyat'ta oynayacağız derbiyi..." diyor...

***

Buna kızmak hiç kimsenin hakkı değil... Galatasaray ya da herhangi bir takımın yöneticisinin görevi, takımının çıkarlarını kollamak, en iyi ortamda mücadele etmesini sağlamak...

Ali Dürüst de bunu yapıyor...

Fakat... Beşiktaş seyircisiyle ilgili bir fakat var...

*****

BEŞİKTAŞ SEYİRCİSİ ALİ DÜRÜST'E NE CEVAP VERMELİ?..

Beşiktaş seyircisi Ali Dürüst'ün sözlerine kızarsa çok büyük ayıp eder... Galatasaray yöneticisinin görevi kendi kulübünün çıkarlarını kollamak...

Beşiktaş seyircisi eğer Ali Dürüst'e bir cevap vermek istiyorsa;

"Galatasaray İkinci Başkanı'nın kendileri için bir avantaj olarak gördüğü Olimpiyat Stadı'nı, en azından Konya stadı kadar 'Beşiktaş'lı' yapar..."

***

Galatasaray yöneticisinin mesajını; Beşiktaş'ın İstanbul'daki öz taraftarı iyi algılamalı...

Hale bakın...

Ezeli rakipleri Galatasaray'ın ikinci başkanı; Beşiktaş'ın Konya'da değil, İstanbul'da kendi evinde oynamasını arzu ediyor...

Konya'daki Beşiktaş seyircisinden ürküyor...

İstanbul'daki Beşiktaş seyircisinden korkmuyor...

***

Takımı için İstanbul Olimpiyat stadındaki seyirci profilini "avantajlı" görüyor...

Konya'daki Beşiktaş taraftarını görüyor... Konya'yı istemiyor; İstanbul'u istiyor...

Hey gidi hey... Hey gidi; "Bu asla veda değil... Biz yine geleceğiz...

Halayla türkülerle yer gök inleteceğiz..." Diye desibel rekoru kıran taraftar hey...

Bir ayıp var; var olmasına da...

Ayıbı yapan Ali Dürüst değil...

Ali Dürüst bir ayna...

Olimpiyattaki Beşiktaş taraftarına...

*****

HAYATA VE ÖTESİNE DAİR; "İSABETİNİZİN İŞARETİ HUZURDUR..."

"Karşınızdakinin tehlikeli olmasını istemiyorsanız; zorla istikamet vermeyiniz...

***

Sema örtüdür...

Katlarını aşabilenler, sırrına erebilirler...

***

Bulutları değerlendirebildiğiniz oranda, ıslanmaktan kurtulursunuz...

***

Suç kapıldığının ne olduğunu bilmemekle başlar; bilmemekte ısrar ile devam eder; hüsran ile sona erer...

***

Yönelişinizin kime ve niye olduğunu sorun kendinize... İsabetinizin işareti 'huzur'dur..."

Ahmed Hulusi...

Yazının devamı...

Dali’nin resminde ‘gala’nın açık kalan sol göğsü...

“Her erkek bir kadınla evlenebilir... Fakat sadece Gala onun ruhunu iyileştirebilir...”

Çağın en büyük ve en deli ressamlarından birisiydi Dali...

Yönetilmesi en zor kişilikti...

Onu tek bir kişi yönetebildi 53 yıl boyunca...

Deli gibi aşıktı ona...

Sevgilisiydi...

Karısıydı...

Menajeriydi...

İlham perisiydi...

Annesiydi...

Ve her şeyiydi...

***

Rus bir avukatın kızıydı Gala...

Dali’yi gördü sırada evliydi...

Çocuğu vardı...

Kocası sürrealist ünlü bir şair olan Paul Eduard’dı...

***

1926 yılında Cadaquez’de, Akdeniz’in Katalan kıyısındaki Miramar Oteli’nin terasından karşı terasta oturan Salvador Dali’yi gördü...

O güne kadar kadınlara sadece erotik fantezileri için ihtiyaç duyan, başkaca kadınlarla fazla ilgilenmeyen Dali, Gala’dan çok etkilendi...

***

Ertesi sabah saat 11.00’de otelin plajında buluşmak üzere sözleştiler...

Dali buluşmaya gitmeden önce, soyundu, göğüs uçlarını, kıllarını, göbek deliğini ve esmerleşen tenini gösterecek biçimde elbiselerini egzantrik bir şekilde kesti...

***

Boynuna inci bir kolye, kulağına kırmızı bir sardunya taktı...

Traş olurken yaralanmasından esinlenerek, kendi kanını üstüne sürdü...

Fakat; otelin karşı penceresinden, Gala’nın bronzlaşmış sırtını görünce, bu egzantrik ritüeline son vererek, hemen ona koştu...

22 yaşındaydı...

***

Kendisinden üç yıl önce, abisi doğmuştu...

Dali tıpkı abisine benziyordu...

Dali doğmadan dokuz ay on gün önce 3 yaşındaki bebek bağırsak enfeksiyonundan ölmüştü...

Aile ağabeyin ölümünü bir türlü kabullenmemiş...

Yerine Dali’yi yaparak, onun Salvador olan adını Dali’ye vermişti...

Dali’nin hayatını altüst edecek dramı o gün başladı...

Aile, Dali’nin bedeninde ağabeyini yaşatmaya çalışıyordu...

***

Küçük Dali hayatı boyunca “deli deli” işler yapacak, adı deliye çıkacak ve her zaman ağabeyi değil, Dali olduğunu kanıtlamaya çalışacaktı...

Bu doğum trajedisi, hayat boyu sürecek bir dramın başlangıcıydı...

—“İki su damlası gibi birbirimize benziyorduk... Fakat yansımalarımız farklıydı... O herhalde fazla mutlak olarak tasarlanmış ilk versiyonumdu...“ diyordu...

***

Babası otoriterdi, ama bir dediğini iki etmeyen annesine tapardı Dali...

Önce aşçı olmak istemişti...

Sonra Napolyon’a özenip komutan...

Taptığı annesi onu resim okuluna gönderdi 1914 yılında...

Ve doğum trajedisinden sonra, hayatımın dramı olarak adlandırdığı ikinci olay 1921 yılında, Dali 17 yaşındayken meydana geldi...

“Annesi meme kanseri oldu ve öldü...”

***

-“Hayatımda aldığım en büyük darbeydi” diye anlattı durumu;

-“Ona tapardım... Ruhumun kaçınılmaz kusurlarını görünmez kılabilirdi... Hep güvendiğim bir varlığı kaybettim... Kabullenemedim...”

***

Gala; annesinin ölümünü kabullenemeyen bu genç dahi ressamı 22 yaşında gördüğünde, ona ve resimlerine hayrandı...

Kocasını ve çocuğunu bırakıp Dali’ye koştu... Dali için bir aşık, bir arkadaş, bir esin perisiydi Gala.

Aynı zamanda resimleri için bir model...

***

Le Grand Mastrubador tablosunda ilk defa profilden resmetti Gala’yı...

Ama esas tablosu 1947 yılında hayatının her şeyi olan kadın için yaptığı tabloydu...

Gala’nın burada sol göğsü açıktaydı...

Parmağında yüzük vardır ve evlidir...

***

Dali taptığı annesi göğüs kanserinden ölmüştü...

Hayatının kadını Gala’yla evlenmişti Dali...

Resimde sol parmaktaki yüzük evlendiği Gala’yı sembolize ediyordu...

Gala’nın ilginç bir şekilde sol göğsü açıkta bırakılmıştı...

Bilinçaltı Dali’ye Gala’yı resmederken, annesini çağrıştırmıştı...

Freud olmaya gerek yoktu...

Tablo yeterince açıktı...

*****

“HER ERKEK BİR KADINLA EVLENEBİLİR... SADECE GALA ONU İYİLEŞTİREBİLİR...”

Kocasını ve çocuğunu Dali için bıraktı Gala...

Ama Dali’yi hiç bırakmadı...

Hafif kadınların her zaman hafif olmadıklarını ispatlarcasına...

Sadakatsiz gibi görünen kadınların, konu “tutku“ oldu mu sadakatsiz davranmayacaklarını ispatlarcasına...

***

Bir kadın tutkusunu (passion) uğruna kocasını ve çocuğunu bile bırakabilir ve 50 yıl o adamın ve tutkunun peşinden gidebilirdi...

Kadınla ilgili tek gerçek “tutku”sunu görebilmek ve anlayabilmekti...

Gala tam 50 yıl Dali’nin her şeyi oldu...

Varlığının yöneticisiydi...

Dali onsuz hareket edemezdi...

Bunu Gala yaşarken değil, öldükten sonra daha iyi anladı...

İspanya İç Savaşından kaçmak için bütün dünyayı gezdiler...

1929’da Dali 25 yaşındayken beraber yaşamaya başlamışlardı...

1934’te evlendiler...

***

1940’ta İkinci Dünya Savaşı’ndan uzak kalmak için gittikleri Amerika’da ise

9 yıl kaldılar...

1949’da Gala’yla birlikte Avrupa’ya döndü ve memleketi Katalonya’ya yerleşti...

1982’de ilham perisi, sevgilisi, karısı, varlığının yöneticisi olan Gala öldü...

Onun ölümü Dali’nin bütün yaşama isteğini öldürdü...

Karısının öldüğü ve gömüldüğü Pubol Kalesi’ne yerleşti...

İnsanlardan uzak, münzevi bir hayat sürmeye başladı...

***

Temmuz 1982’de İspanya Kralı Juan Carlos’un Dali’yi “Pubol Marki”si ilan etmesi de onu yalnızlıktan kurtarmadı...

Bu jestine karşılık Kral’a Avrupa’nın Başı isimli çizimini hediye etti...

1983 yılında yalnız yaşadığı Pubol Kalesi’nde yaptığı “Serçe’nin Kuyruğu” isimli tablo son eseriydi...

84 Ağustos’unda Kale’de yatak odasında bilinmeyen bir nedenle yangın çıktı...

Bacağından yaralandı...

Bu olaydan kısa bir süre sonra Figueres’teki Salvador Dali Tiyatro ve Müzesi’nde yaşamaya başladı...

23 Ocak 1989’da kalp yetmezliğinden öldüğünde 23 gündür hiçbir şey yemek istemediğini söylediler...

***

Gala’ya gitmek istiyordu...

Ona kavuşmayı arzuluyordu...

Çocukken kendisi değil, “ağabeyinin yerine ikame edilmişti...”

Onu çok sevdiğine inandığı annesi;

15 yaşındayken göğüs kanserinden ölmüş, onu yalnız bırakmıştı...

Taptığı kadın Gala 53 yıl ona şifa vermiş sonra ölmüştü......

Bu hayatta daha fazla kalmak istemiyordu...

Gala’sına kavuşacaktı..

*****

SEVİŞME KORKUSU...

Çok sevdikleri erkek çocuklarının öldüğü gece, annesiyle babası cinsel ilişkiye girerek ölen çocuğun yerine bir çocuk yaptılar...

O çocuk psikolojideki deyimiyle bir “ikame” çocuktu ağabey yerine aynı isimle adlandırılacaktı...

***

Salvador Dali ağabeyinin ölümünden tam 9 ay 10 gün sonra annesiyle babasının o geceki cinsel ilişkileri sonucu doğdu...

Onun için cinsel ilişkiyle ölüm arasında hep vazgeçilmez bir bağ gördü...

Bundan dolayı kadınlara dokunmayı ve dokunulmayı hiç sevmedi...

***

Cinsel ilişkiye girmedi, çünkü cinsel ilişki ölümü çağrıştırıyordu...

Onun yerine hep mastürbasyon yaptı...

Evlendiği ve 53 yıl beraber olduğu büyük aşkı Gala’yla da ilişkisinin aynı olduğu yolunda belirtiler vardır... Cinsel hastalık kapmaktan çok korktu...

***

Ergenlik döneminde uzun süre iktidarsız olduğuna inandı... Penisini küçük, yumuşak ve acınacak bir şey olarak gördü...

Kadınlara yanaşmaya çalıştı kadınlar onu görmezden gelince şöyle dedi kendi kendine:

***

-“Seni sefil yaratık, en çirkin kadınların bile ne yapsınlar seni?..”

Karısı Gala onun hayatını kurtardı:

“Gala beni evlat edindi... Ben onun yeni doğan çocuğu, oğlu, sevgilisiydim...

Delirmememin nedeni, deliliğimi onun üslenmesidir...”

(Değişik tarihlerde yayınlanan köşe yazılarımdan derlenmiştir...)

Yazının devamı...

İlk erkeğini ablasına kaptıran bir genç kız...

İsmi Elsa’ydı...

Moskova’da doğmuştu...

Mimarlık okumuştu...

Şiiri çok seviyordu...

Kendisine birgün; 20. yüzyılın en ünlü ve en muhteşem aşk dizeleri yazılacaktı...

Ama o bu gerçeği henüz bilmiyordu...

Gençti ve bir Rus şaire aşık olmuştu o sıralarda...

***

Şiirlerine ve kendisine aşık olduğu şairin adı Vladimir Mayakovski’ydi...

Mayakovski’yle güzel günler geçiriyor, mutlu görünüyordu... Bir gün şairi ablası Lilia ve kocasıyla tanıştırdı... Ablası tanıştırıldığı gün; kız kardeşine “Sakın onu kendi şiirlerini bize okutturmaya kalkma” diye uyarmıştı...

***

Ama Elsa ablasını dinlemedi... Maya- kovski’nin yanında olmasından gurur duyuyordu ve şairden; şiirlerini ablasının ve kocasının önünde okumasını istedi... Mayakovski; şiirlerini okumaya başladığında, ablası Lilia şaire aşık olmuştu bile...

***

Çocukluğundan beri; hayatı boyunca hep gölgesinde kaldığını hissetmişti ablasının Elsa... Sonunda şair sevgilisini de elinden almıştı ablası Lilia işte...

Yıkılmıştı Elsa...

Vladamir Mayakovski; 37 yaşında intihar edene kadar, ablasıyla aşk yaşadı...

Ablasının kocası bu duruma ses çıkarmadı...

Elsa ise genç kızlık aşkının ablası tarafından elinden alınmasını hiçbir zaman hazmedemedi...

***

Bu ağır tokatın arkasından, Rusya’da bulunan bir Fransız subayla evlendi ve bir süre sonra Paris’e yerleşti...

Kısa bir süre sonra kocasıyla olamayacağını anlayarak ayrıldı...

O çok daha başka bir dünyayı edebiyatın şiirlerle, şairlerle renkli dünyasını arzuluyordu...

Paris’te erkeklerin bitmek bilmeyen ilgisi altında yaşamaya başladı...

Ancak bir taraftan da aklı hala ablasında kalmıştı... Şöyle yazıyordu Paris'ten Rusya'ya ablasına gönderdiği mektubunda;

***

“Şu anda bana aşık olan ve bundan vazgeçmeye hiç niyeti olmayan üç erkek var hayatımda...

Birisi (Slovsky isimli) bir eleştirmen... Bana adeta yapışmış durumda...

Öyle ki onu artık günlük hayatımın dekorunun en ilginç parçası olarak görüyorum... Bana her gün bir veya iki mektup yazıyor...

***

İkincisi bana sürekli çiçekler gönderiyor... Fakat gittikçe melankolikleşmiş halde...

Üçüncüsü bütün dertlerimle bana kucak açacağını söylüyor... Bu içlerinde en soğukkanlı ve kurnaz olanı...”

***

Hayatı boyunca gölgesinde kaldığı ablasından "kendisine ilgisini esirgemeyen erkekleri" anlatarak derinden derine bir intikam alıyordu...

Yaşamı boyunca gölgesinde kaldığını düşündüğü ablasının genç kızlık aşkını elinden alması, Elsa'nın üzerinde onulmaz gönül yaraları açmış; onu doymak bilmeyen bir “ilgi oburu” haline getirmişti...

GENÇ KADININ ÜNLÜ AŞK ŞAİRİ ARAGON'LA KARŞILAŞTIĞI AN...

Dünyanın o en güzel aşk şiirlerini ona yazacak olan Aragon’un elbette bunlardan haberi yoktu Montparnasse’daki o cafe’de karşılaştıklarında genç kadından etkilendi...

***

Sevdiği, aşık olduğu, taptığı kadınla 42 yıllık beraberliklerinin başladığı yere gittiğimde, cafe-bar’la restoranın iki ayrı bölme olduğunu görmüştüm...

Kuyrukta en az yarım saat sıra beklemeden restoranda kimseleri masaya almıyordu...

Ama cafe-bar’da rahat oturuluyordu ve her daim bir iki masa bulmak mümkündü...

***

Geniş Montparnasse Bulvarı’na bakan, manzaralı ve güzel konuşlanmış boydan boya camekan kaplı bir Paris cafe-restoranıydı La Coupole...

Onlar ilk kez burada karşılaşmışlardı...

Andre Thirion genç kadının; ünlü şair Aragon'un ilgisini çekmek için büyük çaba harcadığını yazıyordu:

***

"Montparnasse'da La Coupole'de oturan kısa boylu, kızıl saçlı, dar bluzlu, ne güzel ne çirkin, yüz hatları ciddi, fazlasıyla girişken, hatta yapışkan bir kadındı Elsa...

Kadın bu parlak ve züppe yazarı (Aragon'a o sırada 'züppe yazar' sıfatı yapıştırılmıştı); tavlayabilmek için Makyavelist bir strateji geliştirdi...

Onu Mayakovski'nin onuruna düzenlenen bir akşam yemeğinde patavatsızca tahrik etti...

Onu önce kadın arkadaşlarından kopardı...

Sonra da gerçeküstücü gruptaki arkadaşlarından..."

***

Aragon'u tahrik ettiği yemek; Mayakovski'nin onuruna verilen bir akşam yemeğiydi... Ne ilginç tesadüftür ki Mayakovski; ablasının elinden aldığı ve unutamadığı ilk şair aşkıydı Elsa'nın...

Aragon'u; "ablası tarafından elinden alınan ilk aşkı Mayakovski'nin onuruna verilen yemekte tahrik etmiş ve kendisine aşık olmasını sağlamıştı..." Bir kadının "onulmaz yarasının, nasıl muhteşem bir kadınsı zafere dönüştüğü andı bu an..."

***

Günlüğüne şöyle yazacaktı sonraları; bu anı anlatırcasına...

“Ablamla ne ilginç bir kaderimiz var...

Tarih ikimize de birer şairi reva gördü...”

***

Yaşarken Mayakovski’yi ablasına karşı kaybetmişti ama tarih Aragon’un Elsa’ya yazdığı şiirlerle donanacaktı...

“Bir gün bu dizeler Elsa” şiirinde diyordu ki Aragon:

“Bilecekler ki bir gün bu dizeler Elsa

Adın kopartılıp atılamaz bu evrenden

Ve senin heykelini yapacaklar etten sözcüklerle...”

"MUTLU AŞK YOKTUR" DİZESİNİN YAZILIŞI...

Elsa tüm bunlara karşı mutlu olmadı...

Fransız edebiyatının en önemli isimlerinden Aragon, sevdiği ve taptığı kadına bunları yazıyor, onu dizelerde ölümsüzleştiriyor, ama Elsa hala mutlu olmadığını söylüyordu... O kadar ki kendisi de yazar olarak Le Prix Goncourt’u aldığında şöyle diyecekti:

“Ben yazar değilim... Sadece mutsuzluğu anlatan mutsuz bir kadınım...”

***

Elsa nasıl mutlu edilecekti?..

Aragon ne yapmalıydı onu mutlu edebilmek için?.. Kadının içindeki onulmaz yaralar, nasıl bir ilginin ve sevginin merkezinde yumuşayacak, dağılacaktı?..

Bu soruların yanıtlarını Aragon hayatı boyunca bulamadı... Onun yerine insanlık yaşadıkça unutulmayacak dizeleri yazdı...

"Mutlu Aşk Yoktur..."

***

"Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye...

Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek... En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek... Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek...

Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine...

Mutlu aşk yoktur..."

KADIN ÖLÜNCE...

Aragon’la Elsa 42 yıl beraber yaşadılar...

Elsa için Paris yakınlarında bir değirmen satın almıştı Aragon...

O değirmen eve; Nazım Hikmet'ten, Piccaso'ya, Pablo Neruda'dan, Abidin Dino'ya kadar dünyanın en ünlü edebiyatçıları, ressamları, sanatçıları geldi... Sonra Elsa 1970 yılında bir gün kalp krizi geçirerek öldü... Değirmendeki evde, Aragon yalnız kaldı...

***

Kadınını özlüyordu...

Kadını olmadan yapamadığını hissediyordu... Bir gün odasında, açılmamış bir çekmeceyi açtı Aragon...

Muhtemelen karısından kalan yeni birşeyler arıyordu özlemini gidermek için...

Bulduğu listeyi görünce hayretten küçük dilini yutacakmış gibi oldu... Ayakta sallandı...

Sonra olduğu yere çöktü...

***

Karısının tuttuğu listede çevrelerinde bulunan ve bulunmayan birçok erkeğin ismi vardı... Notlardan, bu erkeklerin Elsa’nın beraber olduğu ve beraber olmayı düşündüğü kişiler olduğu anlaşılıyordu...

***

Karısı değirmenin bahçesinde asırlık bir ağacın yanındaki mezarında yatıyordu...

O da öldüğünde onun yanında yatmayı vasiyet etmişti...

Elsa yaşamadığı için, ona listeyi soramıyordu...

Ona “Nedir bunlar” diyemiyordu...

Öfkenemiyordu, kızamıyordu, hayatta yaşadıklarını nereye koyacağını bilemiyordu...

Elsa’nın günlüğündeki cümleye baktı Aragon:

-“Herkes beni sevsin...

Bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum...”

AŞKIN VEDASI...

"Mutlu aşk yoktur..."

Tarihe geçen bu dizeleri yazan şairin hayatındaki aşk, ölürken ona mutluluk getirmemişti...

Mezar taşlarına şöyle yazılmasını istedi Aragon:

“Ölüler savunmasızdır... Ama ümit ediyoruz ki kitaplarımız bizi savunacak...”

Kısa bir süre sonra dayanamadı ve öldü...

Vasisi yazar ve şair Jean Ristat Aragon'un "Elsa'nın günlüğünü bulduğu anları" şöyle anlatır:

***

-"Elsa'nın ölümünden sonraydı...

Aragon'u Elsa'nın notlarını, kağıtlarını karıştırırken gördüm...

Elsa'nın çalışma odasında bazı belgeler bulmuştu... Elsa kendisine aşık erkeklerin listesini bırakmıştı ona...

Aragon'un bunları gördüğünde ayakları üstünde nasıl sallandığına tanık oldum...

Sonra o listeyi yırttı...

Onu yırtarken gördüm..."

***

Şöyle söylemişti "Mutlu Aşk Yoktur" dizelerini nasıl yazdığını anlatırken Aragon;

-"Gerçekte mutlu aşkın olup olmayacağı değil bu şiirde işlenen... Mutlu çiftin olup olmayacağıdır...

Kadın-erkek birlikteliğini, erkeğin ve kadının en yüce şekli olarak düşünüyorum...

Umarım gelecek günler kadın-erkek çiftine mutluluk getirecektir...”

***

Elsa ise kendi hayatından önemli kesitlerin olduğu Beyaz At isimli yapıtında şöyle diyecekti:

-"İyi ve şevkatli biriydim ben...

Ama herkes beni kendisi için seviyordu...

Hiç kimse hiçbir zaman acımadı bana...

Hakkımda bir şeyler öğrenmek istemedi...

Ne annem...

Ne kız kardeşim...

Ne kocam...

Ne köpeğim..."

(20 Mart 2010 tarihli köşe yazım ile Dahiler ve Aşkları kitabı kaynak alınmıştır...)

Yazının devamı...

35 yıl önce sosyal demokrat hareketin içinde tanıdığım Etyen Mahçupyan...

Bir şeyin içinde yaşarken; Yaşadığınız şeyin ne olduğunu anlasanız da...

Tarihsel perspektifin ortasındaki çıplak gerçeğini;

Duygulardan...

Önyargılardan...

Sevgilerden...

Nefretlerden uzak objektif bir tarihçi vizyonuyla değerlendiremezsiniz...

Türkiye uzun zamandır “radikal bir değişim, yüz yılda görülecek ve tarih kitaplarında geniş yer bulacak türden bir başkalaşım, toptan ve bünyevi bir dönüşüm geçiriyor...”

***

Bu değişimin boyutlarının geçmiş yılların çok ötesinde bir “dönüşüme“ geçme emareleri gösterdiğini uzunca bir süredir fark ediyor;

Ancak;

Toplumsal bir alaboranın ortasında bunu seslendirmenin, fazla bir katkısının olmayacağını;

Yandaş...

Muhalif...

Cemaatçi...

Laik...

Muhafazakar...

Kemalist...

Cumhuriyetçi...

Osmanlıcı...

Kandil...

İmralı...

Saray...

Çankaya...

Kavramlarının arasında sıkışıp kalacağını hissediyordum...

***

Yaşarken tanık olduğum tarihsel dönüşüme; teorik olarak katkıda bulunamamanın vermiş olduğu eksikliğin huzursuzluğunda;

Kelimelerin ve analizlerin günün fırtınasında duyulmayacağının bilincinde, “endişeli bir sessizliğin“ ortasında bekliyordum...

***

Dün üniversite ikinci sınıfta; okul dışında; “sosyal demokrat gençlik“ platformunda tanıdığım öğretim üyesi bir “akademisyen“in sözlerini okuyunca, “Türkiye’deki dönüşüm hakkında bilgi veren sözleri aktarmam“ gerektiğini anladım...

1979 yılının; bugünkü gibi son günlerinde tanımıştım o akademisyeni...

35 yıl önce...

Henüz gazeteciliğe başlamamıştım;

Çok kısa bir süre sonra başlayacaktım...

Cumartesi öğleden sonraları, “Siyasal’daki sosyal demokrat gençlik olarak“, o akademisyen ve arkadaşlarıyla eğitim çalışması yapardık...

***

O günlerde 12 Eylül henüz olmamıştı...

Daha sonra meydana gelecek hiçbir siyasi değişimi bilmiyorduk bilemezdik...

Sosyal demokrat hareketin Marksizm’le arasına kesin sınırlar çizmesi gerektiğini söyleyen bir akademisyendi Etyen Mahçupyan o sırada...

O günlerde çıkan Toplumcu Düşün dergisinin de yayın kurulu üyesi ve en önemli teorisyeniydi...

***

O gün “sosyal demokrat bir akademisyen“ olarak teorik düzeyi güçlü bir entelektüel olarak tanıdığım Etyen Mahçupyan’ın 35 yıl sonra Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun başdanışmanı olacağını elbette tahmin edemezdim...

Hayat değişiyor...

Herkes başka yerlerde konumlanıyor... Bunun sorgulamasını, eleştirisini, yergisini veya beğenisini yapacak değilim...

***

Ancak 35 yıl önce entelektüel düzeyi yüksek bir akademisyen olarak tanadığım Etyen Mahçupyan’ın; dün Başbakan Başdanışmanı sıfatını taşırken, yazar olarak yaptığı analizi okuyunca ve tarihe not düşmek gerektiğini hissettim...

***

Sevgi veya nefret duygularından uzakta;

Bir tarihsel gerçeğin “teyidi, kaydı ve tarihe düşülecek notu“ olarak...

*****

ETYEN MAHÇUPYAN; “KEMALİST CUMHURİYET PARANTEZİ KAPANIYOR...”

Şöyle söylüyor Etyen Mahçupyan:

“Açıkça söylemek gerekirse, Türkiye’nin yeni ruh hali yüz küsur yıl önce yaşanılan ‘biz kimiz‘ ve ‘kim olmalıyız‘ türünden kadim kimliksel sorunların kültürel düzeyde yeniden sorulmasıyla ilişkili...

Bu soruların yeniden gündeme gelmesinin esas nedeni, muhakkak ki Kemalist Cumhuriyet parantezinin kapanmakta olması...

***

Kemalist rejimin makbul vatandaş tasavvurunun anakronik kaldığı (yaşanılan dönemle uyumsuz hale geldiği), bir tarihsel evrenin içinden geçiyoruz...

***

Cumhuriyetçi laiklik iyice yıpranmış ve bizzat anti-seküler bulunmaya başlanmış durumda...

Türklük ise, yanlış ve kasıtlı bir devlet milliyetçiliği uygulaması sonucu, toplumu kuşatma niteliğini büyük ölçüde yitirmiş durumda...

***

Bu ideolojik zemin üzerinde bugünün Türkiye’sini yönetmek artık mümkün değil...

Hayat bizleri ve tabii ki iktidarı eskiyi sonlandırmak, yeniyi üretmek ve eskiden yeniye yumuşak bir biçimde, devlet sistematiğini bütünlük içinde tutarak geçmek misyonuyla karşı karşıya bırakıyor...”

*****

BİR BEŞİKTAŞ YOK... BEŞ BEŞİKTAŞ VAR...

Bir takımın, iki forveti Demba Ba ve Mustafa Pekdemek olmayacak...

Orta sahasının iki dinamosu Veli ve Attiba da olmayacak...

Orta sahanın beyni Oğuzhan olmayacak...

***

İki stoperinden Sivok olmayacak...

Ersan sakatlanıp çıkacak...

Ve sen maçı İngiltere’nin en dişli takımlarından Tottenham’ı yenerek alacaksın...

Üç günde bir maç yaparak...

Hem ligde, hem kupada, hem Uefa Avrupa liginde...

Ligde zirvede olacaksın...

Avrupa liginde zirvede...

Kupada da Sarıyer’e dört atacaksın...

***

Bütün bunları da stadın olmadan yapacaksın...

Dünün sonunda söylenecek1 tek söz veciz bir sözdür...

Bir Beşiktaş yok...

Beş Beşiktaş var...

Hangi Beşiktaş o gün olmasa...

Ötekisi gelip maçı alıp gidiyor...

Çünkü bir Beşiktaş yok...

Beş Beşiktaş var sahada...

Yazının devamı...

Biliç’in sözlerini, Terim’e, Denizli’ye, Güneş’e, Sergen’e sorsanıza...

-“Futbolun mucize çocukları, futbolda neyi nasıl yaptıklarını bilmezler... Onun için futbolcularının neyi niye yapamadıklarını anlamazlar...

Bunun için futbolun efsanelerinden çok iyi teknik direktörler çıkmaz...

Nasıl Albert Einstein’dan iyi bir fizik öğretmeni olmaz ise, futbolun efsanevi yıldızlarından da çok iyi teknik direktör çıkmaz... İyi teknik direktörlerin hepsi, futbolculuğunda orta seviyedeki yıldızlardır...”

***

Geçenlerde kitapçıda; GQ dergisinin kapağında fotoğrafını gördüğümde içimden;

“Bakalım neler söylemiş Slaven Biliç?..” diye geçirdim ve gittim dergiyi satın aldım...

Futbolda aylık dergi geleneğinin yaşadığı yıllarda Slaven Biliç röportajı gibi; gazetelerde çıkmayan tipte dört başı mamur röportajlar çıkardı...

Gazeteler günlük okunur; günün haberleriyle, maçların haftalık anatomisiyle sınırlı kalır...

En fazla takımın genel performansı konuşulur gazete röportajlarında...

***

Oysa dergi röportajları; günün ötesinde bir analizi; sosyal, psikolojik ve kişisel sentezleri içinde barındırır...

Ben yıllarca gazetede ve televizyonda günlük haber ve yorum peşinde koşmuş bir gazeteciyim...

Fakat hayatımın en anlamlı parantezlerinden birini Atina’dan İstanbul’a geldiğim yıllarda yaşadım...

NOKTA dergisinde üç yıl, köşe yazdım, sayfalar hazırladım...

Dergiciliğin, günün monotonluğunun dışına taşan; olayları kavrayışdaki kuşbakışı perspektifini bilir, çok severdim...

Slaven Biliç’le yapılan röportajı okurken, dört başı mamur bir dergicilik geleneğinin hala yaşatıldığını görüp, keyif aldım...

***

Çölde vaha niyetine kırk yılda bir “güzel bir gazetecilik örneği olan“ bu röportaj bile, “gazetecilik mesleğinin üzerindeki ölü toprağını” kaldırmaya yetmedi...

Günlerdir bekliyorum ki biri çıksın;

Biliç gibi uluslararası çapta standart üstü bir futbolcu olan, ama star olmayan bir futbol adamının, “ezber bozan” bu ilginç sözlerini yorumlatsın...

Türkiye’de, bunca spor gazetecisinden hiçbiri bu sözlere “Fatih Terim’in, Mustafa Denizli’nin, Şenol Güneş’in, Sergen Yalçın’ın ne diyeceğini” merak etmiyor...

***

Gazetecilikte merak duygusu kalmamış; yapacak bir şey yok...

Fatih Terim bu ülkede tam 11 yıl Galatasaray takımında oynayıp kaptanlık da yapmadı mı?..

Mustafa Denizli yıllarca Altay’da, futbolculuğunun son yıllarında da Galatasaray’da oynamadı mı?..

Her ikisi de star futbolcular mıydı?..

Yoksa her ikisi de vasat üstü iyi futbolcular kategorisinde mi?..

Şenol Güneş, star kaleci miydi, yoksa standart iyi bir kaleci mi?.. Bu insanlar bugün Türk futbolunun en tepesindeki teknik direktörler değiller mi...

***

Bu insanlara Slaven Biliç’in sözleri sorulup, görüşleri alınamaz mı?..

Onlar da hem futbolcu hem teknik adam değiller mi?.. Bu konuda en yetkin konumda sayılmazlar mı?..

***

Böylesine zengin ve işlenmeye müsait bir konuda “soru sormayacaksınız; insanların merakını gidermeyeceksiniz de neyi soracaksınız?..” söyler misiniz?..

Şahsen çok merak ediyorum Fatih Terim ne düşünüyor Slaven Biliç’in sözlerine;

“Futbolun efsanevi ayaklarından iyi teknik direktör çıkmaz..” sözlerine...

Öyle bir söz ki bu;

Terim, Denizli ve Güneş;

-“Evet çıkmaz” deseler;

Kendilerinin efsanevi futbolcu olmadığını kabul edecekler...

Ya da çok iyi teknik adam olmadıklarını söylemiş olacaklar...

Briçteki squeeze gibi bir soru...

Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık...

Ya teknik adamlığa soyunan Sergen Yalçın ne diyecek?..

Efsanevi futbolcu olduğuna göre, Sergen’den iyi teknik adam çıkmayacak mı?.. Fatih Hoca herhalde şöyle cevap verir sorulsa;

-“Efsane futbolcudan iyi teknik adam çıkmaz mı?.. Çıkar niye çıkmasın... Nitekim çıkmadık mı?..”

*****

35 YILIN SONUNDA GAZETECİLİĞİ SONA ERDİRİRKEN...

Bu ay, hayatımın 35 yılına damgasını vuran gazeteciliğin, 35. yılını bitiriyorum... 1987 yılında Ankara-Atina Savaşa Bir Var kitabını yazmıştım... 28 yaşındaydım ve kitabı yazıp baskıya verdiğim günlerde çok sevdiğim gazeteci ağabeyim Örsan Öymen kalp krizi geçirerek vefat etmişti...

***

Milliyet yayınlarını Atina’dan telefonla arayıp; baskıyı durdurmalarını istemiştim...

Örsan Öymen için kitaba iki satır ekleyebilmek uğruna... -“Gazetecilik bir meslek değil, bir yaşam biçiminin adıdır...” demiştim...

-“O yaşam biçimini bir ömür boyu yaşayan Örsan Öymen’in anısına...”

***

O gün birisi; o esnada 7. yılını yaşadığım gazetecilikte gün gelip 35. yılı dolduracağımı ve bunca yıldan sonra; Basın Şeref Kartı taşırken; artık kendimi “gazeteci” aidiyetiyle tanımlamayacağımı söyleseydi; -“Bu adam kafayı yemiş herhalde...” derdim... Hayatımın ismiydi gazetecilik ve bu işi bir meslek olarak değil, bir yaşam biçimi olarak görüyordum 1987 yılında yazdığım kitapta söylediğim gibi...

***

Ama hayat değişiyor, tecrübeler insana çok başka perspektifler sağlıyor...

Gurur duyuyorum 35 yıl gazetecilik yaptığım, yapabildiğim, sürdürebildiğim için...

Kimsenin borazanı olmadığım, kendi vicdanımın dışında, hiçbir telkine kulak asmadığım ve tek başıma gazetecilik yaptığım için... Ne var ki artık “gazetecilik yıllarım bitti...”

Yazarlık yıllarım başladı...

Artık gazetecilik yapmıyorum...

Yaptığımı iddia da etmiyorum...

Hayatımı yazar olarak sürdürdüğümü kendime ilan ediyor, olayı içselleştiriyorum...

***

Gazetecilik artık kendi kendini oynadığını zannederek kendini aldattığın bir oyun haline geldi... Bense 35 yıldır ne kendimi ne de başkasını aldatmayı düşünmedim...

Bundan sonra “hala gazetecilik yapıyorum” diye ne kendimi ne de başkasını aldatırım...

Ben yazarlık yapıyorum artık...

Edebiyata girmeye, sadece insana yönelmeye, sinemadan, müziğe, romandan, öyküye insanın estetik duygularına yönelik denizlere açılmaya çalışıyorum...

35 yıllık gazetecilik bitti...

Artık sadece yazarlık var hayatımda...

Kendimi gazeteci gibi değil;

Sadece yazar olarak adlandırıyorum...

Yazının devamı...

Aşk ve zayıflama..

-“Ben neden yemek yiyorum?..”

-“Hangi açlığı doyurmak için kendimi ve bedenimi taciz ediyorum?..” diye soruyor Dr. Gönül Ateşsaçan...

-“İçimizdeki boşluğu doldurmak için yiyoruz...

Bu boşluk hep başarısızlık ve mutsuzluğun boşluğu mu peki?..

Bazen bu boşluk başarıdan sonra gelen aşırı rahatlamayı da temsil eder...” diyor; Gönül Ateşsaçan, “Neden Açım; Neden Şişmanım” isimli çalışmasında...

***

İki; ikibuçuk yıl kadar önce, yakın arkadaşıma; “aşk anlamında varolan duygusal boşlukların ve hayatımızda doyurucu ilişki eksikliğinin”, “bünyede duygusal boşluk yarattığını ve yemek yeme duygusunu tetiklediğini” söylemiştim...

Üzerinde çalıştığım bir gözlemdi...

Dış dünyadan gelen “gerginlik dolu fırtınalara” karşın, yapmış olduğum bu gözlemin konsantrasyonuyla üç-dört ay gibi kısa bir sürede yirmi beş kilo vermiştim...

***

Hiçbir yardım almamıştım...

Sonra araya başka olaylar girdi...

Hayatım değişti...

Ben yeni şeylerin peşinde koşmak; başka zorunluluklara yetişmek durumunda kaldım...

Bu konudaki konsantrasyonumu kaybettim...

Verdiğim yirmibeş kilonun sekiz dokuzunu geri aldım...

Yirmibeş kilo yerine onbeş kilo vermiş olarak; hayata devam ettim...

O günden sonra; yeni bir döneme ne zaman başlayacağımı ara ara düşünür oldum...

***

Dün gazeteden gelen kargoda; Dr. Gönül Ateşsaçan’ın çalışmasını görünce; bu olay aklıma geldi...

-“Ruhsal ve fiziksel gevşemeyi nasıl oluşturabiliriz?..

Vücudumdaki oksitosini artırarak...

Oksitosin nedir; nasıl artar?..

Oksitosin, orgazm sırasında salgılanır...

Duygusal bir bağın kurulmasını sağlar...

Aynı zamanda doğum ve emzirme döneminde salgılanır...

Doğum eylemindeki kasılmalar, oksitosin hormonu olmadan başlamaz...” diyor Gönül Ateşsaçan ve ekliyor;

***

“Oksitosin sakinleştirir...

Endişe ve stresi azaltır...

Sarılmayı ve göz temasını arttırır...

***

Bu hormon ayrıca;

Aile içinde, ya da dini ayinlerde topluluk aidiyeti içinde olma duygusu ve zevki yaşanırken...

Meditasyonda...

Hipnoz esnasında salgılanır...

***

Oksitosin hormonunun sağlıklı düzeyde salınabilmesi için her gün 6 ile 8 kişiye sarılmak gerekir...

O kişinin gözlerinin içine bakarak...”

***

“Gereğinden fazla yemek yediğimizde, sağlıksız beslendiğimizde; bedenimize ‘korku’ yayılır...

“Kilo vermek sorun değil; ancak geri almak çok hızlı ve kolay oluyor...” diyorsanız, ‘korkunun yerini sevgi almamış demektir...”

Herkes herhangi bir nedenle; kendisiyle bağlantısını keser...

Bedeni değişmeye başlar...

Sonuç kilo almak şeklinde tezahür eder...

Ne yazık ki; Diyet kilo almaktır...

Zorlamalar kısıtlamalar, olumsuzluklar bilinçaltı tarafından algılanmaz...

Olumsuz şeyleri bilinçaltı parçalar; anlamsızlaştırır...

***

Örneğin kilolu birisine; ‘Yeme kilo alırsın’ derseniz, karşınızdaki kişi ‘yeme komutunu’ almaz...

Sadece ‘kilo’yu yaşamında var eder...

Doğru olanı; ‘Sağlıklı besleniyorsun ve her gün için inceliyorsun’dur...

Düzenli olumlu telkin sonuç verir...

“HER İKİ KİŞİDEN BİRİ; TESELLİ İÇİN ATIŞTIRIR...”

“Çocuklar buldukları her şeyi ağızlarına götürürler... Yemek yemek, yaşamın ilk evrelerinde sevgi, yakınlık, güven ve değer algısı ihtiyacının karşılanmasını sağlar...

Bu ihtiyaçların yeterince karşılanmaması; ya da çok abartılarak çocuğa kapasitesinin üstünde bir yük bırakılması...

Çocuğun hem beden; Hem de psikolojik sınırlarının ihlali, ya da ihmali; Yaşamın diğer dönemlerinde sürekli yiyerek bedensel dille iletilen bir mesaja dönüşür...

***

Yaşamın acı verici ya da stres yaratan koşullarında, acıdan uzaklaşmak ve mutluluğa ulaşmak için gidilecek liman bellidir... En temel mutlulukların ilk haz kaynağı olan ağız bölgesinin yarattığı hazza sığınılır...

***

Olumsuz duyguları ve düşünceleri bertaraf etmek için yiyecekler, başka bir amaç uğruna alınmaya başlanır...

Ancak ne kadar yersek yiyelim yetmez...

Çünkü asıl açlık gerçekte fiziksel açlıktan kaynaklanmaz...

***

Oysa bize bilinen ve doğru olan tek yol buymuş gibi görünür...

O yüzden sevgilimiz bizi terk ettiğinde;

Patronumuz bize kızdığında;

Birine öfkemizi dile getiremediğimizde...

Çikolata kutularına koşarız...

Sevilmediğimizi hissettiğimiz ilk anda yiyeceklere sarılıp, kendimize değerli olduğumuzu hissettirmeye çalışırız...

Merak etmeyin yalnız değilsiniz;

Dünyada her iki kişiden biri; teselli için atıştırmaya yönelir...”

“ANNE SÜTÜNÜN HAYATIMIZA ETKİSİ...”

“Dünyaya geldiğimizde yaşamın kıyısında dururuz...

Bizi yaşama çeken ve ilk uyaran şey; anne sütü; yani beslenmedir...

Sütün olmadığı, besinin verilmediği birinin hayatta kalma şansı yoktur...

İnsan söz konusu olduğunda, yemek yemenin yalnızca fizyolojik bir ihtiyacı gidermediği açıktır...

***

Bizler sütü içimize çekip; bedenimizi fiziksel olarak beslerken, sadece sütü içimize almakla kalmayız...

Sütle beraber ebeveynimizin yaydığı tüm enerjiyi, sevgiyi, değeri, mutluluğu...

Ya da tersi durumlarda;

Kaygıyı, korkuyu istenmemeyi, değersizliği içimize çekeriz...

***

İçimize aldığımız bu duygularla, benliğimize kişiliğimize ilişkin bir anlam üretmeye başlarız...

‘Ben doyuyorum; doyurulmaya, sevgiye değerim... Bana bu besini verene, kendime güvenebilirim... İçine yerleştiğim dış dünya ve kendi bedenimin içine yerleştiğim bu alan, yaşamaya ve sevilmeye değer...”

***

Beslenmenin aşırı...

Ya da yetersiz olduğu durumlarda ise;

‘Ben sevilmeye değer değilim...

Dış dünya ve benim yakınımda duran kişiler güvenilir değil...

Burası korkutucu bir yer...

Bana ‘ben’ olmam için yer yok...

Otoriteye (başta çoğunlukla anne baba, sonrasında diğer kişiler) karşı gelemem...

Benim varlığımın bir anlamı yok... Değersizim...’ gibi pek çok olumsuz duygu ve algı kişiliğin ana çekirdeğinin üzerine oturur...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.