Şampiy10
Magazin
Gündem

İnsanlık gerçeği ve kanserli hücreler...

Hayat boyunca yaptığınız iyi ve kötü şeyler mutlaka size geri dönerler... Bazen; “benim başıma zaten gelen geldi; bundan sonra düşmanlarımın başına gelsin; görsünler günlerini“ psikolojisine girer; bazı insanlar...

***

Oysa insan denilen varlık; “evren üzerindeki mucizevi dünyanın, hücreleri gibidir...”

Nasıl insanın milyarlarca hücresi varsa;

İnsanoğlu da, çok daha büyük, etkin gücün hücreleri halinde yaşmaktadır...

***

İnsanoğlunun içinde yaşayan, çoğalan ve ölen hücrelerin de her birinin içinde hafızası ve canlı türü bir yaşamı vardır...

İnsan yaşamı da; daha büyük bir düzlemin içinde, “kendi içinde hücrenin Matruşka’sıdır...”

Bu gerçeği bilmeyenler, “yaşamlarını kendilerinden ve yakınlarından ibaret görürler“, onların yaşamları ve ölümleriyle hayatın başladığını ve bittiğini düşünürler...

***

Hayatı kendinden ve en yakınlarından ibaret gören anlayış; “insanın içindeki milyarlarca hücrenin kendini dünyada tek canlı zannetmesi“ gibi çarpıtılmış bir algıdır...

İnsan da çoğu zaman, o hücreler gibi nerede yaşadığını ve neyin bir parçası olduğunu bilmez, görmez...

***

Tıpkı insanların içindeki hücrelerin kanserli olanları gibi, insanların yaşadığı evrenin içinde de; bazı insanlar (aslında onlar da devasa bir boyutun içindeki hücrelerdir) kanserli hücrenin davranışlarını gösterirler...

Etrafına zarar verir ve diğer hücreleri yok etmeye yönelirler...

***

Nasıl vücut kanserli ve zararlı hücreleri kendi sağlığı için yok etmeya çalışırsa; “evren ve dünya üzerindeki mucizesi olan bizim ilahi gerçekliğimiz de“ aynı yolu benimser...

Zararlı hücreler; “o Bir’e ve Bütün’e zarar verdiği için bir süre sonra BÜTÜN tarafından yok edilirler...”

Not: Bu yazıda söylediklerimin oluşumu esnasında birçok düşünürün ve yazarın çalışmasından yararlandım...

Elbette kutsal kitaplardaki ilham’lar bana “ışık” oldular...

Bu yazıdaki satırlar ve geliştirdiğim sonuçlar ise benim kişisel özgün yorumlarım...

Bir alıntı değil...

Alıntı olmaması, etkisini azaltır mı artırır mı bilmiyorum...

Ancak yararlandığım tüm yazar ve düşünürlerin aydınlatıcılığına müteşekkirim...

Aydınlatıcı bir yolda ortak çabanın ışığını tutmaya çalıştığımı hissediyorum...

Yazılarıma, çalışmalarıma ve sonuçlarını paylaşmaya devam edeceğim... (RM)

*****

GALATASARAY’I TEBRİK ETMEK DÜŞER BEŞİKTAŞ’A...

Gazetecilik mesleğinde; bir şeyi önceden görmek, mesleki bir yetenek...

Olacakları olmadan söyleyebilmek bir kabiliyet...

Olayları gerçeğe yakın tahlil edip; olabilecekler üzerine doğru öngörülerde bulunmak bir meziyettir...

***

Gazetecilik mesleğinde; zaman zaman doğrular, zaman zaman da yanlışlar yaparsınız...

Doğru tahminlerde bulunduğunuzda, olacaklar hakkında gerçekçi tespitler yaptığınızda; “Ben yazmıştım bunu” dersiniz gazeteci-yazar olarak...

Bir mesleki öngörünün haklı bir gururudur yaşadıklarınız...

Bunu belli belirsiz bir övünç meselesi yapmaktan mutluluk duyarsınız...

***

Otuz beş yıllık gazeteciliğin sonunda geçenlerde; Deniz Seki cezaevinden bana bir mektup gönderdiğinde şöyle demiştim;

-“Bu mektuba; artık eskiden olduğu gibi bir gazeteci muamelesi çekemiyorum... ‘Manen destek olmaya çalıştığım bir mahkuma’ dayanışma duygularından öteye bir mesleki duygu hissetmiyorum...”

***

Söylediğimin anlamı şuydu;

“Deniz Seki olayını bir haber olarak görmüyorum... Deniz Seki olayını, acı çeken bir mahkum kadın sanatçıya; manen destek olmanın duygularından ibaret bir saflık içinde yaklaşıyorum...”

***

Gazetecilik bitip; olayı haberci duygularıyla değil, sahici duygularınızla görme dönemi başladığında; her şey çok değişiyor...

Pazar günü Beşiktaş-Galatasaray maçı öncesi; “Galatasaray’a yenilmemesi için; Beşiktaş’ın kadrosunun bence nasıl olması gerektiğini” yazıyorum...

Yazı iddialı bir yazı...

Ama bir gazeteci yazısı değil... Sahici bir Beşiktaş’lı yazarın yazısı...

***

Eskiden spor yazarlarının yaptığı gibi kendi takımını saklayıp; objektifmiş gibi görünüp, el altından takımına destek olan sahtekar kalemlerden olmayı utanç verici buluyorum... Kimi tuttuğumu, kime yol göstermeye çalıştığımı söylüyor; herkes için nasıl bir fair play arzuladığımı saklamadan yazıyorum...

Ben bir Beşiktaş’lıyım...

Beşiktaş’a yol göstermeye çalışmamdan daha doğal ne olabilir?..

Eğer Galatasaray’a yol gösteriyorum diye el altından onun kuyusunu kazıyorsam; “utanç” verici bir iş yaparım...

Beşiktaş’ı tutuyor ve onun için yol göstermeye çalışıyorsam değil...

***

Aslında yazıyı yazarken, Beşiktaş için söylediğim kadronun “maça çıkartılmayacağını” biliyorum; tahmin ediyorum...

Yine de son bir umut; Pazar günü yazarak, son dakikada bir değişiklik olmasına çaba harcıyorum...

***

Hayatta yapılabilecekleri yaparsınız;

Sonra oturur seyredersiniz...

Zorlamazsınız hayatı...

Dikte ettirmeye çalışmazsınız yaşamı... Ben de öyle yapıyorum...

Daha fazlasını dert etmeden, maçın kadrosunu ve kendisini beklemeye koyuluyorum...

Sonra öngördüklerimin hepsi teker teker oluyor... Galatasaray aynı Fenerbahçe’nin yaptığını ne eksik ne fazla aynı şekilde Beşiktaş’a yapıyor ve üç puanı 2-0’lık skorla alıyor...

Her şey o kadar aynı ki; Beşiktaş’ın

1-0’dan sonra 10 kişi kalması hali bile değişmiyor...

***

Aynı filmi iki ayrı rakiple aynı doksan dakikada görüyor Beşiktaş...

Galatasaray güçlü bir rakip...

Galatasaray’a karşı kendi kontrollü oyununu yok edip, bütün silahlarını baştan sahaya sürüyor;

Savunma güvenliğini riske ederek...

Galatasaray takımın fizikman en güçlü olduğu maç başlarında; beklendiği gibi Beşiktaş’ın silahlarını etkisiz hale getiriyor;

Sonra da gollerini atıp gidiyor...

Olan bu...

Olay göz göre göre geliyor...

***

Şimdi ne yazık ki bu yazıyı;

“Bir gazetecilik gururu”;

“Bakın ben demiştim nasıl çıktı” türü sefil bir böbürlenme tezahürü olarak yazmıyorum...

Bir Beşiktaş’lı olarak büyük bir üzüntüyle kaleme alıyorum bu yazıyı...

Bir Beşiktaş’lı olarak, haklı çıkmaktan duyduğum derin üzüntüyle başbaşayım şimdi...

Nihayet;

Beni bu üzüntüye sevk eden; Galatasaray futbol takımını, antrenörünü ve camiasını; sporun kardeşliği ve fair-play ruhu adına can-ı gönülden tebrik ediyorum...

Yazının devamı...

45 yıldır Beşiktaş'ın onbirini maçtan önce kafamda yazarım...

Beşiktaş'ın ilk takım kadrosunu yaptığımda 10 yaşındaydım...

İlkokul üçüncü sınıfın sonları mıydı dördüncü sınıfın başları mı tam kestiremiyorum...

Fakat; ilkokuldaydım henüz ve ortaokula geçmemiştim...

Beşiktaş bütün maçlara çıkmadan önce, tek tek futbolculara bakar; kafamda olması gereken en ideal onbiri sahaya sürerdim...

Birisi gelip bana sorsa;

-"Yaşamınızın en uzun ve en değişmeyen hobisi nedir?.." diye...

Ona şu cevabı verirdim;

-"Her maç öncesi Beşiktaş'ın onbirini kafamın içinde yapmak... Kırkbeş yıldır hiç değişmeyen hobim bu... Gayr-ı ihtiyari olur; bir çeşit ezberdir bu benim için..."

***

Beşiktaş'ın hiçbir teknik direktörü; kafasında Beşiktaş takımının ilk onbirini kırkbeş yıl boyunca yapmadı...

Hepsi geldi, Beşiktaş'ı yönetti, takım yaptı, takım bozdu, bir süre sonra mukavelesi bitti, ya da feshedildi gitti...

Ben ve benim gibilerin durumu ise hiç değişmedi...

Eski teknik direktörler bırakır, yeni teknik direktörler göreve gelirken, biz takımın onbirini kafadan yapmaya hep devam ettik...

***

Bugün büyük gün...

Beşiktaş Galatasaray derbisi günü...

Hafta başından beri, bir sürü kanalda, bir sürü yorumcuyu özellikle dinliyorum...

Bakayım ne diyecekler diye?..

Beşiktaş muhabirleri dışında; bir tane "Beşiktaş takımını doğru düzgün ezberine alan" bir yorumcu çıkmadı ki; Atiba'nın yokluğunda; "Beşiktaş'ın oyun sistemini bozmadan hangi onbirle oynayabileceğini" söyleyen...

***

Hepsi sözbirliği etmişcesine Oğuzhan-Sosa ikilisinin beraber oynayacağını anlatıyor...

Bu ikilinin dönüşümlü olarak Veli'nin yanına gelip, bir çeşit ön libero gibi yardımcı olacağını ve top alacağını söylüyor...

Oysa Beşiktaş; Galatasaray gibi dev bir rakip karşısında maça böyle başlarsa oyun sistemini altüst eder...

Altüst edilen oyun sisteminin maçta ne getireceği ise "kumar"dır...

*****

BEŞİKTAŞ'TA GALATASARAY'A KARŞI ATINÇ, ERSAN SAVUNMADA, FRANCO ORTADA OYNAMALI...

Önce Beşiktaş Galatasaray derbisinin hangi şartlarda oynandığına bakalım...

Beşiktaş Galatasaray'ın üpuan önünde...

Kendi sahası gibi görünen, ama kendi sahası olmadığını kendisinin de bildiği Olimpiyat stadında oynuyor...

Bu stat kendi evi değil...

Nitekim "evi" olmadığını Fenerbahçe derbisini 2-0 kaybederek gördü...

***

Öyleyse nasıl başlamalı derbiye Beşiktaş dev rakibi karşısında...

Hem üç puan önünde olduğu için hem de öyle gerektirdiği için kontrollü...

Kontrollü ne demek?..

Dörtlü savunmanın önünde kendi oyun sisteminde olduğu gibi, savunma ağırlığı yüksek çift ön liberolu sistemle oynamak demek...

Önüne Sosa, Gökhan ve Olcay'ı koyacaksınız...

Forvete de Ba'yı...

***

Ön liberolardan biri Veli...

Burada sorun yok...

Ancak diğer ön libero yerinde medya bütün bir hafta Beşiktaş'ta Oğuzhan'ı oynattı... Oysa pres gücü olmayan Oğuzhan'la oyuna başlamak, Beşiktaş'ı Galatasaray gibi güçlü orta sahası olan ve futbol kalitesi çok yüksek isimlerden oluşan takıma karşı, hiç akıllıca bir hamle değil...

***

Galatasaray'da Melo ve Selçuk var ön ikilide...

Önlerinde de Sneijder gibi bir uluslararası usta...

Hangi form düzeyinde olursa olsun; Fenerbahçe'ye son derbide ne yaptığı tescilli Sneijder'in...

Buna karşı Beşiktaş'ın savunma ve orta sahasının pres gücü yüksek, savunma gediği vermeyen bir futbolcuyla başlaması gerek...

***

Beşiktaş'ın gerçek yeri ön libero olan iki futbolcusu var Atiba'dan başka...

Biri Necip...

O son iki güne kadar takımla beraber çalışamadı...

Ne durumda bilmiyorum...

O yoksa, esas yeri ön libero olan, formda ve ilk onbirde oynayan bir futbolcusu var siyah beyazlıların...

Kim o futbolcu?..

Elbette Franco... Franco'nun esas yeri stoper değil, ön libero...

***

Franco'nun Atiba'nın yerine, gerçek yerinde ön liberoda oynaması Beşiktaş'ın savunma ve orta saha güvenliğini eski haline getirir...

Soruyu duyar gibiyim şimdi...

-"Franco'nun boşalttığı stoper mevkiinde kim oynayacak peki o zaman?.."

Bu; Beşiktaş'ı ve futbolu bilen birisi için sorulacak soru bile değildir...

Ersan'ın yanına uzun boylu; hava hakimiyeti yüksek Atınç'ı bu maçta oynatmayacaksınız da kimi oynatacaksınız?..

Burak'ın hava toplarındaki etkisini, Atınç kesmez mi?..

Önünde Franco; yanında Ersan; bu maç için biçilmiş kaftan Atınç değil mi?..

Sevgili spor yorumcuları!..

Siz Beşiktaş'ı biliyorsanız...

Ben de...

*****

GALATASARAY'IN EN DOĞRU ONBİRİ NE?..

Galatasaray'ı; Beşiktaş kadar iyi bilmiyorum...

Ama Galatasaray'ın olabilecek en güçlü dizilişiyle çıkmasını yazacak kadar adil ve dürüst bir Beşiktaş'lıyım...

Beşiktaş'lı olmak;

Haksız bulduğun penaltıyı kendin için verilmiş olsa bile atmamak...

Rakip futbolcuya yanlış gösterildiğine inandığın kırmızı kart için hakeme itiraz edip, kırmızı kart kararını değiştirmek demek...

***

Öyleyse Galatasaray'ın Beşiktaş karşısına çıkabileceği en güçlü onbiri söylemek boynumun borcu... Bildiğim gerçek şu;

Form durumları ne olursa olsun, Galatasaray takımının itici güçleri Melo, Selçuk İnan ve Sneijder ilk onbirde mutlaka yer almalı... Sabri; Melo gibi bu takımın ateşleyici futbolcularından biri...

Beşiktaş karşısında Galatasaray'ın; Melo'nun yanısıra Sabri'nin ateşlemesine ihtiyacı olacaktır...

***

Bu takımın form durumu ne olursa olsun olmazsa olmazı, rakip takımı her durumda kilitleyecek futbolcusu Burak'tır...

Umarım "haksız yere penaltı çaldırtmaya uğraşmaz Burak..."

İyi oynamasını ve futbolu güzelleştirmesini can-ı gönülden diliyorum...

Bu durumda Galatasaray'ın onbiri şöyle oluyor:

Muslera- Sabri, Chedjou, Semih Kaya, Telles- Melo, Selçuk İnan, Emre Çolak, Sneijder- Burak, Umut...

***

Beşiktaş'ın ideal ilk onbiri de şöyle...

Tolga- Serdar, Atınç, Ersan, Motta- Veli, Franco- Sosa, Gökhan, Olcay- Dem Ba...

65. dakikada Oğuzhan'ın fizikman düşecek Galatasaray'a karşı onikinci futbolcu olarak çıkması da ideal kadronun olmazsa olmazı...

Yazının devamı...

Şehirler ve kadınlar...

Şehirleri gezmek güzeldir...

Ama şehirleri gezerken, şehrin öz kadınlarını gezmeniz gerekir...

Kiralık aşklar değil...

Kirasız gerçek; sahici sevgililer edinmeniz beklenir...

***

Cite-Universitaire’de, bohem bir öğrenci odasında kalmayan bir erkek; Paris’li bir kadını tanımış olmaz...

***

Ambelokipi’nin arka sokaklarında gecenin bir yarısından sonra adres aramayan bir adem; kendisini Atina’yı yaşamış da sayamaz...

***

Balat’ta otantik bir dükkanda, İstanbul’lu iki kadın tarafından intim bir akşama davet edilmeyen bir erkek, kendini İstanbul’lu addedemez...

***

Bir şehri bir erkeğe içselleştiren...

Şehri kendi şehri yapıp sevdiren;

O şehirde rastlayacağı, onunla kendi şehrini paylaşacak; o kadındır...

***

O ‘kadın’ı tanımadan; şehri tanıyamaz erkek...

Hayatında; “şehirden gelen o kadın olmamışsa“ o şehir erkeğin şehri mertebesine erişemez...

***

Islak bir Londra akşamında; muşambalarla kaplı soğuk bir evde ısınmamışsa bir erkek; Londra’yı kendi şehri olarak addedemez...

***

Kimona’nın katlarını sevgilisinin üzerinde görmemiş, sevgilisinin üzerinden çıkartmamış bir erkeğin; Tokyo’su sanaldır...

***

Tokyo’da randevu evlerine Türk Hamamı denir...

Japon sevgili yerine Türk Hamamı’na giden bir erkek; Japon sevgiliyi değil randevu evini görür...

***

Londra’da telefonla telekız çağırmak “sosyete tarafından revaçta bir trenttir...”

Bunu yapan erkek; İngiltere’den çok, kapitalizmin vardığı son noktayı deneyimler...

O nokta Londra değildir...

O nokta uluslararası kadın borsasıdır...

***

Likavitos tepesinde “sevgilinin sıcak evi ve kokusu yerine“, Voukurestiou’da Mavi Pansiyo’nun kadınlarını; dolar karşılığı kiralayan erkek; Yunanistan’ı değil, kadın pazarlayan; randevu evi borsasını tanır...

***

Bois De Boulogne’de; arabayla seyir halinde talep edilen “vizite”li kadın; Pont Neuf üzerinde Paris’li sevgiliyle yapılan öpüşmenin sıcaklığından uzaktır...

Bois De Boulogne caddelerindeki şişme bebekler “şişirilmiş güzellikleri“ sunsa da, “sevişmenin sahici ruhsal doyumunu“ veremezler...

***

Berlin; Kurfürstendamm ya da kısa adıyla Ku’damm’da; yol boyu müşteri arayan randevu evi kadınlarıyla “cazibeli bir turistik resim” verebilir...

Ama Platz Der Luftbrücke’deki bira festivalinde bulunur sahici ve gerçek Berlin’li kadınlar...

Uzun zaman sonra yakınlaştığınız; o kadınlardan birinin anısı sizde saklı kalır; Berlin’i sizin şehriniz haline getirir...

***

Şehirler gerçektirler...

Gerçek insanlarla; sahici ilişkilerle; hakikat haline gelirler insan ruhunda...

Hayatı ve şehirleri randevu evi kadınlarıyla görmeye çalışanlar;

Hakikati ıskalar...

Gerçeği yaşamaz...

Kenti özümsemez...

Ülkeyi fark etmez...

Kültürü görmez...

“Kadın”ı, “ruh“unu ve hayatın mozaiğini çözemezler...

Sahici yaşayanlar “sahi” olanı bulurlar...

“BÜTÜN YOLLAR ROMA’YA ÇIKAR...”

“Bütün yollar Roma’ya çıkar...

Yılmaz Karakoyunlu bu sözü “tarihin en çapkın“ (kimine göre en hırslı) kadını Messalina’ya kocası Claudius tarafından söylendiğini yazıyor...

İmparator Claudius, bayındırlık hizmetlerine meraklıydı...

Bütün yolların Roma’nın merkezine ulaşması talimatını vermişti...

***

Roma’da Adalet Sarayı’nı inşa ettiriyordu Claudius...

“Bütün yollar Roma’ya çıkar” diyerek, her şeyin “hukuk”a göre belirlenmesini istiyordu...

***

Claudius’un çapkın eşine “bütün yollar Roma’ya (Adalet Sarayı’na) çıkar“ demesi ise manidardı...

Karısının neyinden bezip de “hukuk”a sığınmak yoluna gidiyordu Claudius bilmiyorum...

Fakat son zamanlarda bende, çok gittiğim halde; çok fazla şehrim haline gelmeyen Roma önün geçemediğim bir çekim merkezi haline geliyor...

***

Roma’ya gitmeyi...

Roma’ya gitmesem de Roma’yı gitmeden Roma’yı yaşamayı...

Federico Fellini’nin şehrini iliklerimde hissetmeyi...

Maestro’nun cazibesindeki “İtalyan’ın anlamını özümsemeyi...”

Ruhumu “Bir miktar İtalyan esintilere bırakmayı“ arzuluyorum...

***

Hep Paris’ten estetik...

Hep İstanbul’dan varoluşçu bir kimlik... Hep Atina’dan “bohem bir Akdeniz’lilik“ içime işledi durdu...

Son zamanlarda fark ediyorum ki; Yemekte “al dente” bir tadın...

Yaşamda “genişinden bir ailevi“ hazzın...

Şarapta “kırmızıdan ibaret“ bir masanın...

Kadınlarda “İtalyan’lara mahsus bir cazibe standartı“nın...

Giyim kuşamda önüne geçemediğim “marka”larının...

***

Nihayet;

Godfather’de Al Pacino’nun; Mafya Bala’lığından ince ince aile babalığına geçen çizgisinin...

Roberto Benigni’nin “Hayat Güzeldir” filmindeki muhteşem baba’lığının... Federico Fellini’nin “Nine” filmindeki, inişli çıkışlı bohem’inin... Maestro Fellini’nin annesinden başlayarak;

hayatındaki kadınlarla, yumuşak ve duygusal hesaplaşmalarının...

Etkisi ve dejavu’su altındayım...

***

Uzun zamandır İtalyan kelimesi “Kelebek Etkisi“ gibi bir etki yaratıyor üzerimde...

“Bizi ayakta tutan ailelerimiz var...” der İtalyan’lar...

Kadınları...

Şarkıları...

Estetiği...

Sineması...

Şarabı...

Giyimi...

Kuşamı...

Markaları...

Ve aurasıyla, hak ede ede geliyor İtalyan etkisi kalbimin üzerine...

Yazının devamı...

Yılbaşı gecesi notlarım...

Bir düzlemden; bir başka düzleme geçiyoruz...

Yılbaşı da bunun bir parçası farkındayım...

Yılbaşı olgusu giderek sönükleşiyor Türkiye’de...

***

Giderek sıradanlaşıyor...

Giderek olağanlaşıyor...

Giderek herhangi bir “tatil gecesi kıvamına” geliyor...

***

Arife günü öğle saatlerinde alışverişe çıkıyorum...

Şişli Belediyesi Nişantaşı’nda kutlama yapmıyor bu sene...

Niye?..

“Yılbaşı kutlamaları için harcayacak bir bütçemiz yok...” diye...

Şişli Belediyesi CHP’li...

Başında İsmet İnönü’nün torunu var...

İsmet İnönü de “elinin sıkılığı ile” ünlü bir politikacı idi...

Torununun belediye için elinin sıkılığını anlıyorum...

***

Ne ki “yılbaşı kutlaması yok edilmeye doğru giden bir gelenek...”

Böyle bir geleneğin CHP’li bir belediye tarafından “bütçe yok” diye yok farz edilerek geçiştirilmesi; üzüyor insanı...

Çocukların Aralık sonunda bir hafta tatili oluyor ...

Onları Paris’e götürüyorum...

Ama yılbaşını Paris’te geçirmek istemiyorum...

İstanbul’a gelmek istiyorum;

Kendi şehrimde, çocuklar anneleriyle...

Ben kendi annem babamla...

Çocuklar büyükanneleri ve büyükbabalarıyla kutlasınlar istiyorum yılbaşını...

*****

YILBAŞI PAPYONU

Yılbaşı kutlamasını ve ritüelini kendim için değil, çocuklar için yapıyorum...

Oğluma papyon alıyorum...

Kendim papyon takıyorum...

Oğlum; babasıyla yılbaşı gecesi aynı örnek giyinmekten, mutlu oluyor...

Papyonu seviyor; içselleştiriyor...

Kızıma özel giysiler alıyorum o gece için...

Alışverişi onunla yapıyorum...

Gecenin olağandışı özelliğine vurgu yapıyorum...

***

Oğlum ve ben papyonumuzla, babam ise “hayatında papyonu hiç içselleştirmediğinden” siyah takım elbisesi ve kravatıyla katılıyor yılbaşı gecesi yemeğimize...

Hayret;

İlk kez bulunduğum restoranda, hiçbir masada “papyonlu erkeğin” olmadığını fark ediyorum...

Son dönem dünya trendi, kravatsız gömlek tercihi; hemen bütün restorana hakim...

Bir iki kravatlı var masalarda...

Onun dışında herkes açık yaka beyaz gömlekli ve koyu renk ceketli...

Ne papyon, ne kravattan eser var...

***

Yedi yıl önce;

Anne baba çocuk; üç kişilik aile olarak kutladığımız Viyana’daki yılbaşı gecesi yemeği geliyor aklıma...

Tüm masalardaki erkeklerin papyonlu, smokinli olduğunu hatırlıyorum...

Yemekte neredeyse tek kravatlı kalan kişinin babam olduğunu anımsıyorum...

Viyana ve İstanbul...

Bu şehirler hiçbir zaman birbirlerine çok benzemiyorlar...

Ancak son yıllarda;

Yılbaşı gecesinin, benim alıştığım gecelerden de farkı olmaya başladığını hissediyorum...

Bir sıradanlık var artık gecede...

*****

SEVGİ DOLU BİR YILBAŞI GECESİ

Yılbaşı ritüelini çocuklara aktarmaya çalışırken;

Bir başka yılbaşı ritüelinden gittikçe uzaklaştığımı fark ediyorum...

O ritüel;

İhtişamlı mekanlarda, dünyanın dört bir yanında kutlanmaya çalışılan “yılbaşı gecesi ritüelini” değiştiriyorum...

***

Yılbaşından günlerce öncesinden; çocuklara soruyorum “nerede kutlamak isterler yılbaşını” diye...

Birkaç yer ismi söylüyorum...

Onlar ise en çok sevdikleri yeri, en alışık oldukları yeri söylüyorlar...

-“Da Mario’da kutlayalım” diyorlar...

***

Da Mario Etiler’de çocukların, annelerinin ve benim; çekirdek aile hayatımızın en önemli kavşak noktalarının buluştuğu bir mekan...

Televizyon programı için anneleriyle bu mekanda buluşup tanışıyorum...

Ayrıldıktan sonra; fırtınalı geçen bir dönemin ardından çocuklarla ilk ortak aile yemeğimizi de bu mekanda yiyoruz...

Zor bir süreçten sonra, ortak avukatımızla; çocukların geleceğini belirleyen protokolü bu mekanda hazırlıyoruz...

***

Kısaca çocuklar için yaşamsal önemi olan bir mekan Da Mario restoran...

Onun için;

-“Da Mario’da kutlamak istiyoruz...” dediklerinde hiç itiraz etmiyorum...

-“Hadi orada kutlayalım...” diyorum...

*****

85 VE 90 YAŞINDAKİ ANNE BABANIN DOĞUM GÜNLERİ...

Yılbaşı gecesinin bir başka özelliği daha var...

Annemle babamın doğum günlerini doğdukları tarih yerine; 1 Ocak olarak yazdırıyorlar...

Annemin Koç burcu olduğunu sanıyorum...

Babamın ise Balık...

Yani gerçek doğumları önümüzdeki iki üç ay içinde...

Fakat kesin doğum günleri bilinmediğinden, yılbaşlarını onların doğum günleri olarak kutluyoruz...

***

Önceki gece annem doksan yaşına basıyor...

Babam seksen beş...

Elli altı yıldır evliler onlar...

Altmış yıldır da beraberler...

Anneme doksan yaşına bastığını söylüyorum...

Bana kızıyor...

-“Ne doksanı...” diyor;

-“Ben doksan değilim... Yanlış yazmışlar...”

***

İlk ağır hastalığını 1975 yılında geçiriyor...

İkincisi 1999’un sonu; 2000’in başı...

O yıl; onları karşıdan alıyor; yanımdaki eve taşındırıyor ve yan yana yaşama kararı alıyorum...

Yılbaşı gecesi bu kararın onbeşinci yılını “şükür” içinde kutluyorum... Annemin 90; babamın 85. yılı için ise hep birlikte kadeh kaldırıyoruz...

***

Çocuklar öğleden sonra anneleri ve anneannelerine gidiyorlar...

Orada oyunlar oynuyorlar, keyif yapıyorlar...

Gece o gün için aldığımız özel kıyafetlerini giyiyorlar...

Poyraz; ben pantolonu giyerken, pantolonu, papyonu takarken papyonu takıyor...

Gece yemekte hiç sıkılmıyorlar...

Eğleniyorlar...

Onları ve anneyi babayı videoya kaydediyorum...

Sıcak sımsıcak bir yılbaşı geçiyor...

Bu kez çocuklar ve anne baba için yardımcı almıyorum yemeğe yanıma...

***

Daha bir samimi, daha bir sıcak ve sevecen geçiyor yılbaşı gecesi yemeği...

Yılbaşı’na beş dakika kala; hayatın mucizesi kendini gösteriyor...

“Indila” çalmaya başlıyor...

“Derniere Danse...”

Indila’nın Paris’te klip çektiği tepede günlerini geçiren çocuklar; Derniere Danse’ı söylüyorlar Indila’yla birlikte...

Yeni yıla Paris’li Indila’yla giriyoruz...

Yazının devamı...

‘Gittiğin kadar değil; hak ettiğin kadar unutulursun...’

"O beni her halde sevmiş...

Oysa ben onu her halde sevmiştim...

Cemal Süreyya

***

En anlamlı bakış bir çift ıslak gözde saklı...

Çok şey anlatır...

Çünkü dil bağlanır; yürek konuşur...

Milan Kundera

***

Alim bazı şeyleri bilir...

Cahil her şeyi!..

Ahmet Hamdi Tanpınar

***

Unutma sana ışık tutanlara sırtını dönersen;

Göreceğin tek şey kendi karanlığın olur...

Descartes

***

Bilmem ki karşılaşsak bile;

Hatırlayabilir miyiz birbirimizi yeniden?..

İkimiz artık başka birisiyken...

Murathan Mungan

***

Bin defa mazlum olsan da...

Bir defa zalim olma...

Hz. Ali

***

Bazen önemli olmamalı...

Gidecek olan; ya da gelmeyen...

Çünkü bazen başlamam gerekir...

Her şeye yeniden...

Nazım Hikmet

***

Bir fincandaki kahve gibidir hayat...

Bazen tatlı bazen değildir...

Önemli olan kahvenin tadı değil...

Onu kiminle içtiğinizdir...

Bob Dylan

***

Dünyanın sorunu;

Akıllı insanlar şüpheyle doluyken...

Aptalların özgüvenle dolu olmasıdır...

Bukowski

***

Bazı insanlar nereye gitse mutluluk getirir...

Bazıları ise ne zaman gitse...

Oscar Wilde

***

Geldiğin kadar değil...

Göründüğün kadar mutlusun...

Ve sakın unutma...

Gittiğin kadar değil;

Hak ettiğin kadar unutulursun...

Can Yücel

***

Edepli edebinden susar...

Edepsiz 'ben susturdum' zanneder...

Mevlana

***

'İyi geceler canım' derdin...

Gecenin iyiliğinden çok; canım olma düşüncesi yeşerir dururdu içimde...

Özdemir Asaf

***

Doğru söz etkili olabilir...

Ama hiçbir söz vakitli bir suskunluk kadar etkili olamamıştır...

Mark Twain

***

İnsan çok sevdiği halde;

Neden her defasında terk edilir?..

Ve beklenenler;

Neden hep vazgeçildikten sonra gelir?..

Oğuz Atay

***

Bakmayın etrafımda çok insan olduğuna...

Sırılsıklam yalnızım aslında...

Edip Cansever

***

İnsanı en çok acıtan şey;

Hayal kırıklıkları değil...

Yaşanması mümkünken...

Yaşayamadığı mutluluklardır...

Dostoyevski

***

Arzu ettiğin şeyler beklemekten vazgeçtiğin anda gerçekleşir...

Bu hayatın sen bakarken; soyunamıyorum deme şeklidir...

Shutter Island

***

Seni sevmek devrim gibidir...

Yenilikler getirir...

Senin gitmen darbe gibidir...

Her şeyi bitirir...

Yılmaz Güney...

***

Yalnızlığım ve ben;

Seni çok bekledik...

Cemal Süreyya

***

Kendini çok beğenme...

Kul katında ne kendini beğenmişler var...

Toprak altında...

Mevlana

***

Gariptir;

Sevdiğimiz insanın her yalanında bir doğru...

Sevmediğimiz insanın her doğrusunda bir yalan ararız...

Dostoyevski

***

Kim ne derse desin;

Tek bir gerçeği vardır aşkın...

Karşındakinin adam olup olmadığını...

Aşıkken değil ayrılırken anlarsın...

Ece Ayhan

***

Ki ben senin;

İlkokul yıllarında durmadan düşürdüğün;

Kurşun kalem gibiyim...

Dışı sapasağlam...

İçi paramparça...

Cemal Süreyya

***

İnsanı ateş değil...

Gurur yakar...

Mevlana

***

Aşk bazen yeni çıkan bir filmin fragmanı gibidir...

Görebileceğin tüm güzellikler;

Yalnızca tanıtımda verilir... D. Noel

***

İncitme...

İncittiğin yerden incinirsin...

Mevlana

***

Ya farkına vardığında:

Farkın kalmamış olursa?..

Özdemir Asaf

***

Sen aklım ve kalbim arasında kalan...

En güzel çaresizliğimsin...

Cemal Süreyya

***

İnsanın sevdiğini kaybetmesi;

dişini kaybetmesi gibidir...

Acısını o an yaşar...

Yokluğunu ömür boyu...

Necip Fazıl

***

Düşmanın en büyük hilesi;

Dostluğudur...

Sadi Şirazi

***

Aldanma diye bir şey yoktur...

Sadece biraz fazla güvenmek vardır...

Ve insanı aldandığı değil...

En çok güvendiği aldatır... Maksim Gorki

*****

‘ÖYLE BİR HAYAT SÜR Kİ...’

"Büyüdüğüm yıllarda babamın benimle paylaştığı Sanskritçe'den çevrilmiş şu dizeleri hiç unutmam...

'Evlat doğduğunda sen ağlarken herkes gülümsüyordu...

Öyle bir hayat sür ki;

Öldüğünde herkes ağlarken...

Senin yüzünde bir gülümseme olsun...'

***

Hayatın anlamını unuttuğumuz bir çağda yaşıyoruz...

Ay'a birisini kolayca gönderebiliyoruz...

Ama sokağın karşısında oturan komşumuzla tanışmak konusunda sıkıntı yaşıyoruz...

Sürekli iletişim halinde olabileceğimiz bir teknolojiye sahibiz...

Ama yine de pek çok bakımdan;

İnsanlık tarihinin en az iletişim kurulan dönemindeyiz...

***

Her zamankinden daha fazla şey biliyoruz...

Yine de gerçekten iyi bir insan olmanın ne demek olduğunu bilmiyoruz..."

Robin Sharma

Yazının devamı...

Karda mahsur kalan aşıklar...

“Dışarıda kar ve tipi var...

Aşıksan sevgilinle beraber olmanın planını yapacaksın...

Mırıl mırıl öpüşe sevişe sevgiliyi yudumlayacaksın...

Orgazmı tadacaksın...

Sevişip, acıktığında;

Dünyanın en lezzetli yemeğini yiyeceksin...

***

Sevgiliyle beraber pişirip...

Beraber yediğin;

Beraberlikten sonraki ilk yemek...

Sana Amerikan filmlerindeki aşık çiftleri hatırlatacak...

***

Onlara benzemenin keyfini yaşarken...

Özendiğinin hayatın gelmesi; mutlu edecek seni...

Hayatın kahramanı olmak keyif verecek...

Kendi filminin kahramanlığına terfi edeceksin...

***

Kadınsan;

Sevdiğin erkeğin gömleğini giyeceksin...

Üstündeki gömlek beraberliğin...

Yakınlığın, aşkın ve sevişmenin...

Biraz önce erkeği içine almanın vermiş olduğu bütünlüğün;

Bir erkeğe gömleğini giyecek kadar güvenmenin...

Ve daha önemlisi ona duyduğun bir nevi aidiyetin sembolü olacak...

O sembolde filmlerde izlediğin kahramanlarla özdeşleşecek...

Kendini “kadın” gibi hissedeceksin...

***

Erkeksen;

Sevgilinin giydiği gömlekte “erkekliğini” göreceksin...

Sevdiğin kadının gömleğini giymesindeki incelik erkekliğini okşayacak...

Sana usul usul özgüven aşılayacak...

Karizma sunacak...

Ruhunu huzura kavuşturacak...

İçini barıştıracak...

***

Sevilmenin hazzında...

Beğenilmenin gururunda;

Erkekliğin tavan yapacak...

Birlikte hazırlanan bir yemek;

Yapılan bir omlet ve kızarmış ekmek...

Aşkınızı abideleştirecek...

Resim haline getirecek...

İçilen bir kadeh kırmızı şarap... Resimdeki armoniyi estetikleştirecek...”

Dışarıda kar var...

İçeride sevgiliyle mahsur kaldınız...

Hayatın dışarıda değil,

Esasen içeride yaşandığını işte o an fark edeceksiniz...”

(Karda Mahsur yazısının, her yıl bir yenilediğim hali...)

‘NEŞENİZİ KONTROL ALTINA ALMAYIN...’

“Amaçlarınıza, hedefleriniz ve hayallerinize giden yolda keyif alın...

Kontrol altına alınmayan bir neşenin önemini unutmayın...

Yaşayan şeylerdeki muazzam güzelliği gözardı etmeyin...

***

Bugün şu an, siz ve ben bir hediyeyi paylaşıyoruz...

Heyecanlı, meraklı ve neşeli kalın...

İşinize odaklanın ve karşılık beklemeden verin...

Bunun yanı sıra yolunuz üzerinde harika zamanlar geçirin...

Çünkü hayatınız kutlanması gereken bir hazinedir...”

YILBAŞINI ŞÜKREDEREK GEÇİRECEĞİM...

Önceleri; öylesine söylenmiş fazla geçerliliği olmayan palavradan bir tekerleme sanırdım...

-“Yılbaşına nasıl girerseniz... Yeni yılınız da öyle geçer...” derlerdi...

Oysa lafın, pek de palavra bir söz olmadığını, önemli gerçekleri ihtiva ettiğini zamanla anladım...

***

2009 yılına girerken eşim hamileydi...

Yeni yıla çok mutlu, umutlu ama zor girdim...

2009 yılı çok mutlu, umutlu, ama bir o kadar da zor geçti...

2010 yılına, bir arkadaşımın gecemi mahveden bir esprisiyle çok kötü bir halet-i ruhiyede girdim...

2010; yılbaşı gecesi gibi hayatımın en zor ve kötü olaylarıyla karşı karşıya kaldığım yılı oldu...

Yılbaşı gecesi yaşadıklarım mı olayları tetiklemişti; yoksa bu olayları yaşayacaktım da yılbaşı gecesi bunun haberciliğine mi soyunmuştu bilmiyorum...

Sonuçta, yılbaşı gecesini andıran bir yıl geçti...

***

Yılbaşında eğleniyordunuz...

Yılbaşında eğlendiğiniz için, bütün bir yıl eğlenmiyordunuz doğal olarak... Fakat yılbaşı gecesinin ruh halindeki zikzaklar, mutluluklar, karamsarlıklar, zirveler, dipler, o yılın geneline paralel biçimde damga vuruyorlardı...

Fazlasıyla keyifli geçen yılbaşıların ardından o yıl, genelde keyifli olaylarla, keyifli saadetlerle, olumsuzun ağır basmadığı zamanlarla geçiyordu...

***

Buna karşın eğlenmeye çalıştığınız yılbaşı eğlencesinin içinde bile canınızı sıkan şeyler oluyorsa, o yıl canınızın sıkılacağı olaylara delalet ediyordu yaşadıklarınız...

***

Bunlara fazla bir etkide bulunmak mümkün değildi...

Fakat esasen değişen önemli bir yılbaşı ritüelim vardı artık...

Yılbaşı gecesi, eğlence sürerken, masada havaya girerken; bir sonraki yılın hedefleri, amaçları, işleri de akıllara gelirdi eskiden ara ara...

Kararlar alınır, uygulamaların eskizleri çıkarılır, bir mental hazırlık yapılırdı...

Artık yılbaşılarda her şeyden önce “şükür hissi” geliyor bana...

Bu gece da öyle olacak...

Teşekkür edeceğim...

Şükredeceğim...

Yaşadıklarıma...

Kazanımlarıma...

Kuşaklar öncesinden başlayarak aileme... Çocuklarıma...

Yakınlarıma... Bana bugünleri gösteren Allah’a...

***

Sonra, mutluluğunun resmini eskizler halinde yapmaya çalışacağım...

Nazım’ın; “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?..” dediği gibi...

Ben de mutluluğun resmini yapmaya çalışacağım ailemle...

Anı yaşamaya, anı hissetmeye, anı mutlu kılmaya çalışacağım...

Bu yılbaşı şükretmeye çalışacağım...

Başka bir şey yapmak gelmiyor fazlaca içimden...

Çünkü “şükür”; aslında her şeyden de fazlası demek...

Yazının devamı...

Kendimi daha çok sevmeye başladığım için sigarayı bırakabildim...

Bir öğle üzeriydi...

Ankara'da Sakarya Caddesi'nden; Mithatpaşa Caddesi'ni dikey keserek, Kolej'e doğru giden ana caddeye paralel tenha bir arka sokak vardı...

Sakarya Caddesi'nde öğle yemeğini yemiş, yakın arkadaşımla okula dönüyorduk...

Yemek sonrası her zaman yaptığı gibi havalı havalı iç cebinden Amerikan sigarasını çıkardı...

Beyaz paketiyle Kent sigarasıydı içtiği...

İzmir Caddesi'ndeki Amerikan Pazarı'ndan alırdı sigaralarını...

***

-“Yemekten sonra bir sigara çok güzel gidiyor... Çek iki nefes istersen...” dedi...

Birkaç defa daha söylemişti...

Oralı olmamıştım o zamanlar...

Annem, babam sigara içmezdi...

Ben de sigaraya karşı "bir yönelim"e girmemiştim...

Davetini reddetmiştim önceleri...

***

Ne ki; artık lise ikinci sınıfın sonlarına geliyordum...

Yeni bir kişilik oluşturmaya çalışıyor, çevrede yeni kişiliğimle kabul görmeye uğraşıyordum...

Ailenin "çalış" telkinlerinden bunalmış, dersleri "boşlamaya başlamıştım..."

Tembel, beceriksiz ve pısırık görünecek halim yoktu...

"Çalışkan bir öğrenci olmanın" yerine yeni şeyler "ikame etmem" gerekiyordu...

***

Ağzımda sigara...

Dersleri asmaya meyyal...

Dışarıda kızlarla kafe, pastane buluşmalarından havalı...

Erkeklerle kahvehanelerde okey, king ve bilumum kahve oyunlarını iyi oynamaktan reşit...

'Solcu; hayatı ve düzeni' değiştirmeye hevesli karizmatik bir gençlik portresine doğru hızla yol alıyordum...

***

Sigara bu kontekstte; "pek yakında vizyona girmekte olan filmin kaçınılmaz görsel efekti"ydi...

-"Ver bakalım..." dedim arkadaşıma...

-"Madem öyle diyorsun deneyelim, yemek sonrası sigarayı..."

Sigara "tadından zevk aldığım bir keyif maddesi değil, yeni kimliğimin ve oturtmaya çalıştığım taze gençlik figürünün özenti dolu görsel efektiydi..."

***

Bir iki ay içinde, kırk yıllık sigara tiryakileri gibi günde bir paket sigara içmeye başlamış, lacivert Kolej ceketinin iç cebinde uzun kırmızı Marlboro'yu taşır olmuştum...

Ciğerlerim değil, parmaklarım ve ruhum arzuluyordu sigarayı...

Eksik olan şeyleri parmağımdaki sigara tamamlıyordu görsel ve ruhsal doping olarak...

Henüz buna yapacak bir şeyim yoktu...

Çok gençtim...

Kendimi hayatta daha sahici şeylerle doldurmak ve tatmin etmek konusunda tecrübesizdim...

***

Otuz yıl, parmaklarımı doldururken; ruhumun eksik taraflarını doldurmakla başlayan sigara; akciğerlerimi pis dumanıyla doldurdu durdu...

Bırakmayı aklımdan geçirdiğim zamanlarda;

Her seferinde gözümün önüne; sigara firmalarının etkili reklamlarının bilinç altıma işlediği vaz geçilmez görüntüler geliyordu...

Al Pacino'nun acar bir dedektifi oynarken, emerek kendisiyle bütünleştirdiği sigara sahnesi;

Alain Delon'un kısa beyaz filtreli Gitanes sigarasını çıkartırken üzerinde beliren karizmatik ruh hali;

Gözümün önüne geliyor; bunların varlığı beni sigaraya bırakmaya ruhen ikna etmiyordu...

Sigaraya devam ettim...

Ruhumu dolduracağım diyerek akciğerlerimi dumanla doldurmaya son vermedim otuz yıla yakın bir süre...

***

On yıl önce, her gün yazı yazmaya başladığımda; durumun yavaştan değişmekte olduğunu fark ettim...

Arada bir değil, her gün yazmak,

yazı işini esas iş haline getirmek;

Bir süre sonra beni kendimle barıştırdı...

Sabah gazetesinin üst katındaki ufacık odamda, "yazı" için bilgisayarla başbaşa kaldığım saatlerde;

"Ruhumun eksik kalan taraflarının" dolduğunu...

İçimdeki kavgalı bir ruh hali çizen fırtınaların dinginleştiğini...

"Anlaşılamamış olduğunu düşünmenin" verdiği "hırs"ın uyuşmadığını fark ettim...

***

Sigarayı on yıl önce böyle bir ortamda;

Hiç beklenmedik bir zamanda;

Hiç beklenmedik bir ahvalde;

Hiç beklenmeyen bir kararlılıkla...

Hiç beklenmeyen bir sebatla...

Hiç tahmin edilemeyecek bir "desteksiz yalnız modelde" bırakıverdim...

Bir Cumartesi sabahıydı...

Gazete güne yeni yeni uyanıyordu...

Bense çoktan uyanmış; yeni bir hayata merhaba demiştim bile...

***

Sigarayı bıraktığım günlerde, alkolü fazla içkilerden de içemez olmuştum...

Yerine biraz kırmızı şarap içiyordum...

Beş yıl sonra da, onu da "içmeyecek noktada nadir bir sosyal içicilik" haline dönüştürecektim...

***

On yılda, hayatım baştan sona değişmişti...

Yepyeni bir insan olmuştum...

Onbeş yaşından kırkbeş yaşına kadar sürdürdüğüm "sigaralı ruhsal tatmin", kendini "daha sahici ve gerçekçi tatminlere" bırakmıştı...

Sigarayı bıraktığım için mi çok şey değişmişti?..

Yoksa çok şey değişmeye başladığı için mi sigarayı bırakmıştım?..

Sanırım ikisi de gerçekti...

Kesin olan "kendimi daha çok sevmeye başladığım için" sigarayı bırakabildiğimdi...

TERCİH ETTİĞİMİZ HAYATTAKİ KAVŞAK NOKTASI...

"Gerçek yaşamanıza giden yolda ilerlerken; kalabalıktan ayrılıp kendi değerlerimizin, inançlarımızın arzularıyla yaşamaya başladığımızda, arayış içindeki birisi olarak 'bir tercih noktasına varacağız...'

Bu kavşakta nasıl bir tavır alacağımız; geri kalan hayatımızın nasıl devam edeceğini belirleyecektir..."

Yazının devamı...

Ağlamamak için gülmeyi öğrenen adamın hikayesi...

Nobel ve Pulitzer ödüllü çok ünlü bir oyun yazarı babası Eugene O’Neill, “kendisinden 37 yaş büyük ünlü adamla evlenirse” kızını evlatlıktan reddedeceğini söyledi...

17 yaşında çok güzel ve çekici olan kız babasını dinlemedi...

Kendisinden 37 yaş büyük adamla ilişkisini kesmedi...

New York sosyetesinin tanınan isimlerinden biriydi annesi...

Genç kız annesine; “54 yaşındaki adamdan başka kimseyi sevemeyeceğini“ söyledi...

***

Erkek o güne kadar iki kez çok genç kızlarla evlenmiş boşanmış, yine bir genç kadınla yaptığı evlilikte de aradığını bulamamış bir adamdı...

Adam bir genç kadının hakkında açtığı babalık davasıyla mahkemelerle uğraşıyordu...

Her şey 17 yaşındaki genç kızın bu aşktan vazgeçmesini söylüyordu...

***

Siyasi olarak da “rejim açısından sorunlu bir adamdı,” sevdiği erkek...

Rejime muhalifti; ona “komünist“ diyorlardı, o ise sadece “hümanist“ olduğunu söylüyordu...

Rejimin, kabul görmüş toplumsal ahlak kurallarının ve Hollywood düzeninin “linç etmeye yemin ettiği“ bir adamdı o...

Genç kız yine de “Nuh diyor Peygamber demiyordu...”

***

Londra’nın kenar mahallelerinden çıkıp gelen, mazlum bir serseriydi aslında adam...

Dokunaklı ve komik bir öyküsü vardı...

1889’da Londra’da doğmuştu...

Babası alkolikti...

Annesi dengesizdi...

Charlie 3 yaşındayken babasını kaybetti...

Annesi babasının ölümünü kaldıramadı ve sinir krizi geçirip hastaneye kaldırıldı...

***

Yalnız kalmıştı...

Erkek kardeşi Syd’le parklarda yattı, çöp kutularındaki kırıntılarla karnını doyurdu...

Sonunda kardeşiyle bir yetimhaneye gönderdiler onları...

Ağlamamak için gülmeyi o sırada öğrendi...

Pandomim ve komikliklerle dolu kendi hayal dünyasını yarattı...

Ağlamasını gülerek örtmesini ve güldürmesini öğrenince; Londra’nın tiyatro izleyicisi ona “gülmeye“ başladı...

Charlie Chaplin’di onun adı...

*****

REJİMİN “KOMÜNİST” DİYEREK İTİBARSIZLAŞTIRDIĞI ROMANTİK MAZLUM SERSERİ...

Onun aşkıyla yanıp tutuşan 34 yaş küçük, reşit olmamış genç kız; çok ünlü ve başarılı bir babanın kızı olmasına karşın, onun babası gibi, alkolik bir babanın kızıydı...

Babaannesi uyuşturucu bağımlısıydı...

Parlak bir bilgin olan erkek kardeşi banyo yaparken intihar etmişti...

Diğer erkek kardeşi intihara teşebbüs etmiş bir eroin bağımlısıydı...

Genç kız bunlardan hiçbirisi gibi değildi ve böyle bir kaderi olsun istemiyordu...

17 yaşında Hollywood’u gördüğünde “Ya bir yıldız olacağım ya da bir yıldızla evleneceğim” demişti...

***

Ailesindeki bu hastalıklı durum genç kıza; babalık davası, sorunlu evliliği, geçmiş mutsuzlukları ve kirli denilen özel yaşamıyla anılan Charlie Chaplin’i kendisine yakın hissettirmişti...

Kaderin ve “tutku“nun önüne geçilemiyordu...

Genç kız bütün Amerika’nın ve Hollywood’un tepkisine rağmen inandı...

***

Charlie’nin genç kadınlara ilgisi vardı...

Evlendiği ilk eşi Mildred Harris sadece 16 yaşındaydı...

İkinci eşi Lita Grey de aynı yaştaydı...

Aslında söylentilere göre, Lita’yla sadece küçük yaşta bir kızı baştan çıkarma konusundaki ahlaki kuralları yıkmak için evlenmişti...

Üçüncü eşi çekici Paulette Godard onlar kadar çocuk değildi, ama o evlilik de yürümemiş boşanmayla sonuçlanmıştı...

Şimdi de genç ve güzel oyuncu Joan Berry, Charlie’nin doğmamış çocuğunun babası olduğunu iddia ediyordu...

***

Oysa kan testi durumun böyle olmadığını söylüyordu...

Genç oyuncu Charlie Chaplin’den hamile kalmamıştı...

Ama o yıllar Amerika’da Soğuk Savaş’ın devam ettiği yıllardı...

Ve Charlie Chaplin “komünist” olarak bilinen ve rejim tarafından istenmeyen adam ilan edilen bir sanatçıydı...

Böyle insanlara, “hayatın zindan edilmesi, sadece o günlerin Soğuk Savaş Amerika’sında değil, bugünlerin çağdaş sanılan dünyasında da pek revaçta bir uygulamaydı...”

Genç kadın; masum, komik, gariban görünümlü romantik serseriye inanmıştı...

Yapacak bir şey yoktu...

*****

GÜVERCİN ADIMLI ADAMIN HAYALİ...

17 yaşındaki genç kızın ismi Oona’ydı...

1943 yılında; daha 17 yaşındayken 54 yaşındaki Charlie Chaplin’le evlenerek bütün dünyaya, sevdiği adama inandığını deklare etti...

Mahkeme kan testinin aksi sonuçlarına rağmen Charlie Chaplin’in “baba” olduğu görüşünü kabul etti ve; çocuk için 21 yıl boyunca para ödemesine karar verdi... Hayat her zaman acımasızların... Rezillerin...

Kan emicilerin...

Ahlak bekçilerinin...

İnsanlık suçu müsebbiplerinin...

Soğuk savaş akrobatlarının...

Empati kurmayan insanlık yoksunlarının...

Ve o günlerde Amerika’yı kasıp kavuran derin operasyon merkezlerinin arzuladığı gibi gitmez...

***

Bazen iyi olanlar ya da iyi olmaya çalışanlar birbirlerini bulurlar...

Her şey onlara karşı gözükse de, onlar bir yolunu bulurlar; birbirlerine destek olarak, onları öldürmeye çalışan hayatı cennete çevirebilirler...

Üç kuşaktan alkol ve uyuşturucu bağımlısı bir aileden gelen 17 yaşındaki çekici güzel kız Oona, kendisi gibi alkolik bir babanın oğlu olan ve 3 yaşından beri annesiz babasız, yetimhanelerde büyüyüp, dünyanın en ünlü aktörü haline gelen, masum ve berduş görünümlü, romantik ve komik serseri istediklerini verdi ve onu mükemmel bir adam haline dönüştürdü...

***

Amerika’da Mc Carthy rejimi muhalif olan, insanlıktan ve barıştan yana davranan Şarlo’yu Amerika’da istemiyordu...

Şarlo da hayatı kendisine cehennem eden; ahlak bekçisi kisvesindeki operasyon merkezlerinden, rejim muhafızlarından ve Soğuk Savaş cellatlarından kaçıp kurtulmak istiyordu... Oona’yla İsviçre’ye sürgüne gittiler birlikte...

Orada çok mutlu bir hayat sürdüler...

Çocuk üstüne çocuk yaptılar...

Geraldine, Michael, Josephine, Victoria, Eugene, Jane, Anette ve Christopher, aşklarının meyvesi olarak doğdular büyüdüler...

8 çocuk, hepsi de inanılmaz biçimde annelerine benziyordu...

***

Hollywood’a girmesi yasaktı; ama o bütün dünyada oynayan filmlerinden yılda yaklaşık 11 milyon dolar para kazanıyordu...

İsviçre’de Genova yakınlarında, bir villada yaşadılar genç karısıyla...

Hayatın, onlara alkol ve uyuşturucu yüklediği genetik mirasa inat, 37 yıllık yaş farkına aldırış etmeden mutlu bir yaşam geçirdiler...

***

Soğuk Savaş cellatları, insanlıktan nasibini alamamış iftiracı güç odaklarına karşı, tam 34 yıl İsviçre’de yaratıcılık dolu bir hayatları oldu...

“Çocuklarımız için yaşıyoruz... Onları şımartmamaya çalışıyoruz...” diyordu Oona...

***

-“Filmlerde göstermek istediğim adam; romantizme karşı inanılmaz açlığı olan bir adamdır... Sonsuza kadar aşkı aramak istiyor, ama ayakları ona izin vermiyor...” derdi...

Filmlerinde oynadığı “romantizme aduyan“ adam aslında kendisiydi...

İzin vermiyor dediği ayakları ise “Şarlo“yu dünya durana kadar unutulmayacak olan “güvercin adımlı yürüyüşüydü...”

***

“Hayatta utangaç bir saygı ve yumuşak bir bağlılık” aradığını söyleyen; komik ve berduş adam 1977’nin Noel’inde öldü...

88 yaşındaydı...

Filmlerinde yarattığı “güvercin yürüyüşü“ mazlum ve masum karakterinin simgesi olarak dünya durdukça titrek siyah beyaz karelerde onu ölümsüzleştirecekti...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.