Şampiy10
Magazin
Gündem

Kadınların içgüdüleri yüzde 88 doğruyu söyler...

Eğer “değer“lerini, “diğer“lerinden ayıramıyorsan “meğer“lerini bir cebine koy; “keşke“lerini öbür cebine...

***

ABD’de yaşanan dev kasırgalara, “ev, araba ve ne varsa götürdüğü için” kadın isimleri verilir...

***

Revolver şöyle der:

En büyük düşman; kendi algımız, kendi cehaletimiz, kendi egomuzdur...

***

İyi hissettiren insanlar bağımlılık yapar...

***

Seni doğru adrese; hislerin, cesaretin ve kararlılığın götürür...

***

Bir insanın kafatasını kırmak için, yaklaşık 230 kiloluk baskı gerekir...

Kalbini kırmak için ise “tek kelime...”

***

Osmanlı İmparatorluğu 192 defa savaş yapmıştır... Bu savaşların 26’sını kaybetmiş, 11’inde netice alamamış, 155’ini kazanmıştır...

***

Çocuklar hiçbir şeyde; her şeyi bulurlar...

Yetişkinler her şeyde hiçbir şey bulamazlar...

***

Sınavlara geç çalışmaya başlamak; size zaman yönetimini öğretir...

Acil durumlarla başa çıkma yeteneğiniz gelişir...

***

Fazla ısrar etmeyeceksin... Elinden geleni hakkıyla yapıp, bekleyeceksin...

Vazgeçeceğin noktayı iyi bileceksin...

***

Afrika’nın güneyinde 20 milyon tonluk petrol rezervi bulundu...

Afrika’ya her an “demokrasi!” getirilebilir...

***

Pahalı parfümleri bir kenara bırakın...

İnsan “güven” kokmalı...

***

Akıllı bir erkek dünyanın en güzel kadınını değil; en güzelleştiren kadınını sever...

***

Freud’a göre, sinirlenince ağlayan insanlar, daha içten ve güvenilirdir...

***

Kadınların içgüdüleri yüzde 88 oranında doğruyu söyler...

***

Dünyayı 3 “elma” değiştirdi...

Havva’nın elması... (Sonun başlangıcı)

Newton’un elması (1687)

Steve Jobs’un elması (1976)

***

Dünya tuhaf bir yer...

Biri acı çeker...

Diğeri o acının fotoğrafını çeker...

Milyarlarca insan o acıyı sadece izler...

***

En güvendiğiniz insanın yaşattığı hayal kırıklığını, affedersiniz...

Ama unutamazsınız...

***

Victor Hugo’ya göre;

İyi bir kadınla iyi bir erkek hiçbir zaman birlikte olmaz...

Çünkü kadınlar kötü erkeklere aşık olup; iyi erkeklerle dertleşirler...

***

Sizi sürekli başka birisine dönüştürmeye çalışan bir dünyada; kendiniz olabilmek büyük bir başarıdır...

***

İnsanların kirletemediği tek şey;

İyilerin kalbindeki ‘vicdan’dır...

***

Geçmişteki acılarına gülümseyerek baktığın an “büyümüşsün” demektir...

***

İstatistiklere göre, kadınlar sordukları soruların yüzde 70’inin cevabını biliyor...

Bu yüzde bir kadın size soru soruyorsa; doğruları söyleyin...

***

Bir insanın en çok acı çektiği an; içten içe üzüldüğü, ama bunu kimsenin fark etmediği andır...

***

7 tepeli şehir İstanbul’da...

Bahsi geçen tepeler;

Sarayburnu...

Nur-u Osmaniye...

Beyazıt...

Fatih...

Edirnekapı...

Sultanselim...

Ve Kocamustafapaşa’dır...

***

Amaçsız insanlar...

Enerjinizi tüketir...

Vizyonunuzu daraltır...

Motivasyonunuzu azaltırlar...

***

Sevdiğiniz birine sarıldığınızda vücut oksitoksin hormonu salgılar...

Bu hormonun eksikliği depresyona girmenin en belli başlı nedenidir...

***

Aldatmak ve yalan söylemek bağımlılık yapan davranışlardır...

Bir kere aldatan veya yalan söyleyen insan devamı getirecektir...”

***

(Her gün 1 Yeni Bilgi profilinden ironik ve

muhteşem sözler)

*****

ZENGİNLİK

Zenginlik sabahları poğaça yiyebilmektir...

Zenginlik merdivenleri yardımsız çıkabilmektir...

Pencereden bakıp, yoldan geçenleri görebilmektir ve hissedebilmektir...

Her akşam kendi kapını kapatabilmek... Saçının okşandığını hissedebilmektir...

Kolundaki saatin şimdiyi göstermesidir...

Güzel günler yaşayabilmek, güzel günler bekleyebilmektir...

Bazen bir tabak makarna...

Bazen iki tane domates; bir taze ekmektir...

Zenginlik varlığından mutluluk duyabildiğin her şeydir...

BABAM

“0-6 yaşında

Babam her şeyi biliyor

***

10 yaşında

Babam çok şeyi biliyor...

***

15 yaşında

Ben de babam kadar biliyorum...

***

20 yaşında

Şu muhakkak ki, babamın öyle çok fazla bildiği yok...

***

30 yaşında

Bir kere de babamın fikrini sorsam fena olmayacak...

***

40 yaşında

Ne de olsa babam bazı şeyleri biliyor...

***

50 yaşında

Babam her şeyi biliyor...

***

60 yaşında

Babam hayatta olsaydı da kendisine danışabilseydim...”

*****

TÜRK ERKEKLERİNDEN DUYAMAYACAĞINIZ SÖZLER...

“Maç önemli değil...

Hadi diziyi seyredelim...

***

Birlikte alışverişe çıkmayı özledim...

***

Sadece salata yiyeceğim...

***

Galiba yanlış yola saptım; birine soralım...

***

Hazır ayaktayken, sana da bir çay koyayım...

***

Seninle sohbet etmek varken; niye gazete okuyayım ki?..

***

Karar veremiyorsan ikisini de alalım...”

Yazının devamı...

Bethooven; “çocukluk aşkının karşısında ilk yıkılış...”

“Seni sevdiğimi de nereden çıkarıyorsun?.. Bir kere sen daha çocuksun... Yaş olarak kastetmiyorum... Kafa bakımından... Aptalın birisin... Üstelik de çirkinsin...”

Bunu Bethooven’a söyleyen genç kadın; onun evlenmeyi ilk düşündüğü kadındı...

Magdelena... Bethooven, çocukluğunu beraber geçirdiği Saray Koro’sundaki Magdelena, sayesinde “çocukluk yıllarını anlamlı kılmıştı yüreğinde...”

Onun sayesinde Bonn’daki eğitimi gözüne güzel görünmüş, Magdelena sayesinde “kendi çocukluğunu sevmişti...”

Genç kadın; “aptalın birisin üstelik çirkinsin“ diyerek; onun bütün çocukluğunu kendi gözünde oracıkta katlettiğinin farkında mıydı bilinmez, ama Bethooven kadınlarda karşılık bulamadığı aşklarının acısını müzikten çıkarmaya o gün orada başlar...

***

Kadınlar bu tür aşağılamaları erkeklere karşı ilk gençlik yıllarında çokça yaparlar...

Yaşıtlarını “aşağılayarak onlardan uzaklaşmak“ ve onları ne yapacağını bilemez halde bırakmak; genç kadınlığın ilk “rüşt ispat yöntemleri“ arasında görülür...

Magdelena da Bethooven’a aynısını yapıyordu...

Yalnız kalan Bethooven profesyonel müzik hayatına; Magdelena’dan yediği bu acı tokatla başlayacaktı...

BETHOOVEN’IN AYIŞIĞI SONATINI YAZDIĞI KADIN...

Yaratıcılıkla aşk arasında nasıl bir korelasyon var acaba?..

İyi bir aşık mı; yaşamında büyük yaratıcılıklara imza atar;

Yoksa tam tersi midir?..

Aşkta aradığını bulamama...

Reddedilme...

Beğenilmeme...

Takdir edilmeme...

Sevilmeme...

Tercih edilmeme midir; insanda yaratıcılığı besleyen, tetikleyen, ilham suyunu körükleyen...

***

Sorunun cevabını tarihçiler; psikologlar, sosyologlar uzun uzadıya tartışabilirler...

Ancak bu tartışma “Bethooven için tamamen geçersizdir...”

Bir “dahi“ olduğu tarihsel olarak kuşku götürmeyen ünlü bestecinin; müziğindeki dehasının boyutlarındaki “taşma“yı, “kadınlar tarafından“ hep reddedilmesinden alır...

O aşkların en büyüğü en acıklısıdır...

Hayatına en fazla yön vermiş olanıdır...

İlk yediği genç kadın sillesinden sonra, genç bir erkek olarak tam ayağa kalkmak üzereyken; bir daha hiç kalkamayacak biçimde yere serildiği “kroşe“dir...

***

Guilietta Guiccardi;

Milano’da doğan, dört başı mamur bir sanat kültürüyle yetişmiş, 17 yaşında gençliğin bütün özelliklerini yansıtan çekici bir kızdı...

İnsanı sarsacak kadar saf, temiz ve duru bir yüze sahipti...

İri koyu mavi gözleri, gür, parlak saçları, uzun boyu ve biçimli vücudu bir erkeğin aklını başından alacak kadar cazibeliydi...

İçinde bulunduğu her ortamda, insanların ondan etkilenmesi, erkeklerin onu arzulaması kaçınılmazdı...

***

Çocukluk aşkından “sen çirkin ve aptalsın“ şeklinde ağır bir sille yiyen Bethooven; üzerinden geçen bunca yıl sonra kendini bir parça toparlayabilmiş, müziğine dev adımlarla sarılmış; 30 yaşını geride bırakmış 31’inden gün almaya başlamıştı...

Yıllar boyu; içinde biriken boşluk duygusunu, müziğine aktarmış ve ünü gittikçe artan bir besteci olmuştu...

***

Ders vermeye ihtiyaç duymayacak kadar, besteleri ve müziğiyle ilgiliydi...

Ne ki Guilietta Guiccardi isimli bu güzel genç sanatçı kızın “ders alması“ teklifini reddedemedi; hemen kabul etti...

***

-“Şimdi yaşamım biraz daha hoş bir hava içine girmiş bulunuyor...

Ara sıra topluluklar içine karışmayı göze alıyorum artık...

Bu sevindirici değişiklik, genç ve güzel bir kızın eseri... Onu seviyorum... O da beni seviyor...”

Tarihler 16 Kasım 1801’i gösteriyordu... 31 yaşındaydı Bethooven ve arkadaşı Begeler’e umutla bu mektubu yazıyordu...

***

Guiletta Guiccardi’ye ateşli ve tutku dolu nice mektup yazıyordu bu günlerde...

-”Ah Guiletta; Hayatlarımızı temelli birleştirebilseydik; yaşadığımız

bu acıları çekmezdik...”

İşin güzel tarafı; genç kadın da Bethooven’ı seviyor; ya da sevdiğini sanıyordu...

O da Bethooven’ın ateşli mektuplarına cevap vermekte sakınca görmüyordu...

***

Bethoveen’ın arkadaşına “mutlu olduğunu“ yazdığı mektuptan tam iki yıl sonra 3 Kasım 1803’te; Guiletta hiç beklenmedik bir şekilde; bale müziği bestecisi kont Venceslas Gallenberg’le evlendi...

Bethooven haberi duyduğunda yıkıldı...

Dünyayla ve insanlarla kurduğu ilişki çöktü... Ölüm düşüncesi içini kemirmeye başladı... Yemeden içmeden kesildi, ölümü bekler bir halet-i ruhiyeye büründü...

***

Bugünlerinde, Bethooven’ı ayağa kaldıracak yegane güç; “onu hayata bağlayan tek şey olan müzikti...”

Müziğe duyduğu aşkın, yaşamasına yeteceğini düşünerek ölüm fikrinden bir nebze uzaklaşabildi...

Bundan sonraki 20 yıl boyunca Guiletta’ya duyduğu aşkı tek başına yaşadı Bethooven...

Sonra sağırlığı dayanılmaz bir hal aldı...

Hayatının sonraki yıllarında; onu biraz etkileyen bir kadın daha oldu ancak, o ilişki de “yarım kaldı...”

Dikiş tutmuyordu hayatı artık...

***

Kardeşinin ölümünden sonra; onun çocuğuna bakarak; hayatını anlamlandırmaya çalıştı...

Yaşamı boyunca hep arzu ettiği ancak gerçekleştiremediği evliliğe referans yaparcasına;

-”Ben evli değilim... Karım yok... Ama ben de babayım...” diyordu, arkadaşına yazdığı mektupta...

***

Ancak o da fayda vermedi, hastalığı gittikçe ağırlaştı ve 26 Mart 1827 günü hayata veda etti...

Son mektuplarından birinde;

-”Zavallı Bethooven... Zavallı Bethooven’cik... Bu dünyada senin için mutluluk yok... Huzuru ve mutluluğu sen ancak kafanın içindeki dünyada bulabilirsin...” diyordu...

BETHOOVEN’IN ÖLÜMÜ...

Öldüğü gün, Schubert dahi besteci için şöyle dedi masada toplanan arkadaşlarına:

-“Bethooven’in ve bir de içimizden onun arkasından ilk gidecek olan kişinin şerefine kadehimi kaldırıyordum...”

Hayatının kadını Guiletta kendisini terkedip evlendikten uzun yıllar sonra “kendisiyle evlenmesine ailesinin karşı çıktığını öğrendi...”

Bu durum onu teselli etmedi ne yazık ki...

Öldüğünde, dolabının gizli bölmelerinden Guiletta Guicciardi’nin kendisine yazdığı aşk mektupları çıktı...

Ölümsüz aşkı anlatan mektuplardı onlar...

Ama esas başka bir şey daha kaldı o kadından...

Çağlar boyu etkisini ve muhteşemliğini yitirmeyen “Ayışığı Sonat’ı...

Ayışığı Sonat’ı; onun aşkının müziğe dönüşmüş haliydi...

Yarım kaşmış aşkına karşılık; ona ithafen yazmıştı Beethoven o sonatı...

Artık tartışmanın anlamı yoktu...

Yarım kalmış aşklar; yetenekli insanlarda resme, romana, öyküye; sanata ve yaratıcılığa dönüşüyordu...

Sanat denilen şey; aşkın bir tezahürüydü...

Yazının devamı...

Yedi çocuğunun dördünü parasızlık yüzünden kaybeden adam... Karl Marx

Çocukken onun fikirlerinden korkardım...

Biraz büyüdüğümde her genç gibi bana “öcü” diye takdim edilen şeyi merak ettim...

“Korktuğum şeyin” içine girdim...

Arkadaşlarım onu anlattıkça...

Ben kitapları okudukça...

Hayatın eşitsizlikleriyle zulümlerini yüreğimde hisssetikçe “öcü”yü sevmeye başladım...

***

Komünizm kelimesi beni irite etse de Marksizm kelimesi çok sempatik gelmeye başladı bana...

Beyaz saçlı, beyaz sakallı şişman ve heybetli bir adamdı Karl Marks...

Her şeyi çözmüş, her şeyin üstüne çıkmış, sanki tanrı katıyla insanlar arasında kalan yükseklerde bir yerde oturmuş ve hayatı teorize etmiş bir “eda”sı vardı... Milyarlarca insanı etkiledi bu dünyada...

Rejimleri, savaşları, sınıfları, sistemleri...

***

16 yaşından itibaren hayatımda uzak veya yakın hep bir etkisini hissettim beyaz saçlı, gür sakallı, karizmatik adamın...

Uzun yıllar hiç bilmedim; karizmasına karizma katan “beyaz saçları”nın parasızlık sonucu 7 çocuğundan 4’ünü kaybetmesinmden kaynaklandığını...

Karl Marks’ın esasen, 8 yaşındaki oğlu Edgar’ı 6 Nisan 1855’te kaybettiği gece bir gecede bütün saçlarının beyazladığını...

Çok sevdiği oğlunda yaşadığı büyük dramın, dünya sosyalizminin teorisyeni ve isim babasını, bir gecede yaşlandırdığını...

*****

PARAYI HİÇ SEVMEDİ MARX...

Çocukları ona “Arap” derlerdi...

Esmer teninden ve simsiyah saçlarından dolayı...

Babası Yahudi‘ydi, ancak Hristiyanlığı seçmişti...

Paradan nefret etti hayatı boyunca...

Paraya ve paranın satın aldıklarına karşı savaş açtı... “Çirkinim ben, ama en güzel kadını satın alabilirim... Demek ki çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi ve iticiliği, para karşısında yok oluyor bu dünyada... Yani para sayesinde, insan yüreğinin isteyebileceği her şeyi yapabiliyorum... Oysa insanı insan olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle değiştirebilirsiniz...” diyordu...

*****

KARL MARX; POLİS GÖZETİMİNDE YAŞANAN BÜYÜK AŞK..

Babası danışma meclisi üyesi olan, aristokrat bir aileden gelen Jenny’ye aşıktı... 7 yıl boyunca onunla “gizli” olarak nişanlı kaldı...

Çünkü Jenny’nin ailesi parasız ve musevilikten dönme bir ailenin çocuğuyla evlenmesini istemiyordu...

“Kalbim zincirlenmişken derinden...

Gönlüm açıldı aydınlığa,

Ne umduysam karanlıklar içinden

Sende buldum sonunda...”

Böyle yazıyordu Jenny’ye Karl Marks o kavuşamadıkları günlerde...

***

Marx’ın defterler dolusu yazdığı şiirleri okuyan Jenny ağlıyordu...

Biraz da kıskanıyordu kendi aşkını kendisinden ve hayattan:

“Karl... Bugün sahip olduğum o çılgın aşkı koruyabilecek miyim?.. Senin aşkının güzelliğinden, sarsıntısından ve kucaklayışından yakınıyorum... Çünkü öyle güzel itiraf ediyorsun ki aşkını...

O coşku dolu anlatımınla bir başka kızın hayallerini süsleyebileceğini, mutlulukla doldurabileceğini düşünmemek elde değil...”

***

Jenny, kendisinden dört yaş küçük olan Marks için her şeyi yapmaya hazırdı... Ve bütün hayatı boyu, onun için her şeyi yaptı... Aristokrat ailesinin olanaklarından vazgeçti...

Parasız, aç ve ülkeden ülkeye sürgün biçiminde geçen hayatı kabul etti...

7 çocuğunun 4’ünü gözleri önünde ekonomik olanaksızlıklar yüzünden kaybetti... Bir kez olsun “gık” demedi...

***

19 Haziran 1843’te evlendiler... Marx, Köln’de çalıştığı Rheiniche Zeitung gazetesinin iktidara muhalif tutumları nedeniyle kapatıldığından işsiz kalmıştı... Paris’e gittiler...

Marks burada Duetsch Fransosche Jahrbüher isimli derginin yayıncılığına girişti... Almanya’da hakkında tutuklama kararı çıkmıştı... Böylece Paris’teki hayatı resmen bir sürgün halini almıştı...

Çok geçmeden iki yıl içinde Paris’ten de Brüksel’e sürgün edildi Marks...

***

Hayatlarında o sırada 1844’te doğan Caroline vardı... İkinci kızları Laura ve Marks‘ın çok sevdiği oğlu Edgar arka arkaya Brüksel günlerinde dünyaya geldi...

***

Ev dünya sosyalist hareketinin, merkezi gibiydi ve elbette Belçika hükümeti Marks’a ülkeden gitmesi için kapıyı gösterecekti... Jenny şöyle anlatır Belçika’dan kovuldukları o gece yaşadıklarını:

***

“Gece yarısı iki adam kapıya dayandı... Karl’ı görmek istediler... O görünür görünmez kendilerini polis olarak tanıtıp, tutuklama kararını gösterdiler... Arama yaptılar ve onu geceleyin götürdüler... Çok kaygılandım ve onları izledim...

Ne olup bittiğini öğrenmek için gece tanıdığım tüm etkili kişileri aradım... Gecenin karanlığında bir evden ötekine koşuyordum... Birden bir muhafız gelip beni yakaladı ve bir zindana attı...

Zifiri karanlık bir odada geceyi geçirdikten sonra, sabah aşağıdaki odalarda Karl’ın askeri bir kıta eşliğinde götürüldüğünü gördüm... Beni sorguladılar, bir şey söylemedim... Akşam serbest bıraktıklarında beni bekleyen üç zavallı çocuğuma ulaşabilmiştim...

Biraz sonra haber geldi...

Hemen Brüksel’i terketmek koşuluyla Karl’ı serbest bırakıyorlardı...”

*****

KARISINI KAYBETTİĞİNDE...

Wilhelm Liebknetch şöyle anlatır Edgar’ın ölümünü:

-”Ölü çocuğun üzerine eğilmiş sessizce ağlayan anne... Onun yanında ayakta durmuş hüngür hüngür ağlayan bakıcı... Her türlü teselliyi sert hatta ürkütücü bir telaş içinde savuşturmaya çalışan Karl Marks... Cenazeyi gömerken, bir ara Marks’ın kendisini oğlunun yanına atacağından korktum... Öyle bir ruh hali içindeydi...”

***

Kızı Eleanor “Şimdiye kadar yaşamış en neşeli, en canlı insan... Yürekten kahkahası herkesi saran şakıcı haliyle şaka yapmadan duramayan babam...” diye tanımlardı Karl Marks’ı...

Diğer çocukları sakalı ve esmerliğinden dolayı “Arap” derlerdi Marx’a...

***

2 Aralık 1881’de Jenny’yi kaybetti Marks... Sonra yaşadıkları hayatın girdaplarında 38 yaşında derin bir bunalıma giren kızını kaybetti... Bu arka arkaya kaybettiği 5. çocuğuydu Marks’ın...

Karısı ve kaybettiği 5 çocuğu...

Sürgünlerle ve mücadelelerle dolu bir hayatın karşılığıydı bunlar...

Kalbi karısının ve kızının ölümüne dayanamadı ve birkaç ay sonra 14 Mart 1883’te hayata veda etti Karl Marks...

***

Das Kapital ya da Türkçesiyle “Kapital” para üzerine yazılmış dünya ekonomi klasiklerinin en önemlilerinden biridir. Engels’e şöyle yazar:

“Das Kapital’den gelen para, kitabı yazarken içtiğim tütünün parasını bile karşılamadı”

***

(5 Eylül 2010 tarihli köşe yazımdan derlendi)

*****

OĞLU ELLERİNDE ÖLÜNCE; SAÇLARI BEMBEYAZ OLDU KARL MARX’IN...

Brüksel’den Paris’e, Paris’ten yine sürgün edilerek Londra’ya gönderildiler Marx ve eşi Jenny çocuklarla birlikte...

Bu kentler güzel görünebilir...

“Ne güzel sürgünmüş bunlar... Keşke biz de böyle sürgüne uğrasak...” diyebilir birçok kişi...

Oysa Marks’ın hayatı ise, bütün bu sürgünler boyunca beş parasız, sefil bir şekilde geçiyordu...

Sık sık elbiselerini rehin bıraktığı için evden dışarıya bile çıkamaz haldeydi o günlerde...

Haftalar ve aylar boyunca çocukları patates ve ekmek dışında yemek yiyemediler...

Jenny şöyle diyordu o günlerde yazdığı mektupta:

“Paramız olmadığı için iki icra memuru geldi ve elimde kalan son birkaç şeyi; yatakları, ipek örtüleri, elbiseleri, hatta çocukların oyuncaklarını, alıp götürdüler... Çocuklar ağlamaya başladılar...

***

Para ödenmezse iki saat içinde ne var ne yok gelip alacaklarını söyleyerek tehdit ettiler...

Ben orada çıplak döşemenin üzerinde titreyip duran çocuklarım ve ağrıyan göğsümle kalakaldım...”

Çocuklar bir süre sonra bu hayata fiziksel olarak dayanamaz hale geldiler...

Heinrich Guido 19 Kasım 1850’de bir yaşındayken zatürreden öldü...

14 Nisan 1852’de bu kez Fransizka 1 yaşındayken annesinin kucağında ölüverdi...

Paraları yoktu Marx ve Jenny’nin...

Kefen parasını ve cenaze masraflarını bir göçmen dostları onlar adına ödedi...

Birer yaşında ölen çocuklar, aileyi derin bir acıya sokmuştu...

***

Fakat 8 yaşına gelen Edgar’ın evin içinde gözlerinin önünde ölümü bir yıkım oldu onlar için...

Erkek çocuğu çok seviyordu Karl Marx...

-”Büyük devrimler görecek onlar” diyordu...

Çocuğun mide rahatsızlığına ve günbe gün zayıflamasına, parasızlıktan çare bulamamış, gözünün önünde ölmesine hiçbir şey yapamamıştı...

***

Edgar günbe gün eriyor, annesine, ip gibi kalan ellerini ve parmaklarını göstermemek için ablasına şöyle diyordu:

-”Annem yatağıma geldiğinde üstümü ört abla... Görmesin ne kadar zayıf olduğumu...”

Karl Marks’a çok özel bir sevgiyle bağlıydı Edgar...

Jenny “O benim sevgili Karl’ımın bütün neşesi, bütün gururu, bütün umudu...” diyordu...

Edgar babasının kucağında 6 Nisan 1855’de öldü...

O gece Karl Marks’ın siyah olan saçları bir gecede bembeyaz oldu...

Yazının devamı...

Hamza Hamzaoğlu Fatih Terim’in habercisi...

Cesare Prandelli’nin görevine son verileceğinin kesinleştiği günlerdi...

Mancini’nin görevine kolay kolay son veremeyen yönetim; Prandelli konusunda çok rahat davranıyordu...

Bunu fark ediyordum...

***

Oysa tribünlerin tezahüratlarındaki sınırsızlığının aksine; yönetimler antrenör gönderme konusunda bu kadar kolay ve rahat haraket edemezler...

“Doğru düzgün bir alternatif bulmadan, yapılacak bir antrenör değişikliğinin bir süre sonra kendi yönetimlerine yol su elektrik olarak döneceğini bilirler...”

Yeni teknik direktörden ‘evet‘ alınmadan, genelde halihazır teknik direktöre ‘gidiyorsun‘ denmez...

Özellikle sezon ortasında...

***

Galatasaray’da veya başka bir kulüpte göreve yeni gelen yönetim, “yenisinin doğru seçim olacağını bilmediği“ bir teknik direktörü, Prandelli’nin yerine sezon ortasında apar topar getirmez...

Nitekim Trabzon yönetimi de aynısını yapıp Vahid Hallilhodziç’i göndermeden “Ersun Yanal’dan okey almıştı...”

Hiçbir yönetim bu konuda kumar oynamazdı...

***

Galatasaray yurt dışından bir teknik direktör getirmiyordu...

Yurt içindeki iddialı alternatiflere ise yönelmiyordu;

Zaten Mustafa Denizli gibi isimler sezon ortasında birkaç ay için görev almaya istekli değillerdi...

Hikmet Karaman mı acaba derken; Ali Dürüst ve Abdurrahim Albayrak hiç beklenmedik bir karar alıyorlar;

“Hamza Hamzaoğlu’nu Galatasaray’ın başına getiriyorlardı...”

***

İlk anda karar anlaşılır gibi değildi...

Hamza Hamzaoğlu; büyük bir kulüpte teknik direktörlük yapmamış, ismi büyük bir kulüpte teknik direktörlük potasında bile geçmemişti...

Galatasaray’ın “olmazsa olmaz efsanevi futbolcularından birisi“ değildi...

Birkaç yıl Galatasaray’da oynamış sonra İstanbulspor ve başka kulüplerde görev yapmıştı...

***

Futbolu bilen futboldan gelen Ali Dürüst ve Abdurrahim Albayrak ikilisi; “nasıl olup da hiçbir soru işaretine mahal bırakmadan, daha ilk günden Hamza Hamzaoğlu isminde karar kılmışlar, bunu da Başkan’a kabul ettirerek, hiç vakit kaybetmeden kamuoyuna açıklamışlardı?..”

Neydi Hamza Hamzaoğlu’nun bilinmeyen sırrı?..

***

Bunu çözebilmek için, Galatasaray’ın futboldan sorumlu iki yöneticisinin bir yıl önce başlarına gelen son operasyona ve ilişkiler ağına bakmak gerekiyor...

Ali Dürüst ve Abdurrahim Albayrak; Galatasaray’da “seçimler yenileniyor bahanesiyle apar topar yönetimden uzaklaştırılıyorlardı...”

Ünal Aysal son yönetimine onları almıyordu...

***

Galatasaray’ı yakından izleyenler biliyordu ki; Ali Dürüst ve Abdurrahim Albayrak; Galatasaray’ın Hoca’sı olan Fatih Terim’le yakın çalışmakta ve bu üçlü, kendi bildikleri biçimde Galatasaray’ın futbolunu yönetmeye çalışmaktaydılar...

Ünal Aysal ve ekibinin operasyonu zaten tam bu noktada işlemişti...

Fatih Terim’i göndermenin ilk aşamasının; Ali Dürüst ve Abdurrahim Albayrak’ı GS yönetiminden uzaklaştırmak olduğunu biliyordu Aysal ve çevresi...

***

Operasyon iki aşamalı olarak gerçekleşiyor ve Galatasaray’da ilk olarak Ali Dürüst ve Abdurrahim Albayrak; arkasından da Fatih Terim uzaklaşıyordu...

Bu bilinen “yakın tarih“ bugün tersiyle sahneye gelmeye hazırlanıyor...

***

O gün Galatasaray’dan yeni bir seçim bahanesiyle uzaklaştırılan iki yönetici bugün Galatasaray’ın futbol şubesinin tam yetkiyle başındalar...

Deyim yerindeyse operasyon yapılan ve uzaklaştırılan üçgenin sacayaklarından ikisi yeniden görevlerine döndüler...

***

Peki bu ikilinin kader ortağı olan ve Galatasaray’ı yeni bir kadro kurup, iki yıl üst üste şampiyon yapan, tam dördüncü yıldızı takmaya hazırlanırken uzaklaşmak zorunda kalan üçüncü sacayağı nerede?..

Milli Takım’ın başında...

Üçgenin iki sacayağı, yeniden göreve geldikleri bugünlerde; birlikte operasyona tabi tutuldukları Fatih Terim’siz bir Galatasaray düşünebilirler miydi?..

Hayır...

Peki şu anda Galatasaray’ın başına Fatih Terim’i getirebilirler miydi?..

Hayır...

***

Kimdi Hamza Hamzaoğlu?..

Milli Takım’larda Fatih Terim’in yardımcısı...

Hamza Hamzaoğlu’nu daha birkaç ay önce o göreve kim getirmişti?..

Fatih Terim...

Mayıs ve Haziran aylarında Galatasaray kulübünde ne olacaktı?..

Kongre...

Bu kongrede Duygun Yarsuvat kalacak mıydı?..

Hayır...

Ali Dürüst ve Abdurrahim Albayrak; Faruk Süren’li ya da Faruk Süren’siz; Galatasaray’ı yönetmeye talip olacaklar mıydı?..

Evet...

***

Kongreyi aldıktan sonra Galatasaray’da futbolun her şeyinin başına ilk hamlede kimi getirmeye çalışacaklardı?..

Kader arkadaşlarını; ya da üçgenin üçüncü sacayağını...

Kimdi o isim?..

Fatih Terim...

Altı ay sonra Fatih Terim’i getirebilmek için, bugünden futbol takımının geleceğe ait bütün planlamasını hangi teknik direktör üzerinden yapabilirlerdi?..

Fatih Terim’in yardımcısı Hamza Hamzaoğlu...

Hamza Hamzaoğlu ismini onlara verdiği kesin olan isim kimdi?..

Fatih Terim...

Ne demişti Fatih Terim?..

“Hamza doğru seçim...”

***

Fatih Terim sezon sonunda hangi göreve gelecekti bu durumda?..

Galatasaray’da; tüm futbolun başına...

Milli Takım’daki gibi...

İngiliz sistemindekinin aynısı... “Futbol Direktörü“ biçiminde...

Fatih Terim’in bu formülde, sahadaki A Takımı Hocası kim olurdu?..

Hamza Hamzaoğlu?..

***

Gizli gibi görünen plan bu kadar açık ve sarihti Galatasaray’da...

Fatih Terim; Milli Takım’ın Avrupa Şampiyonası’nda kaderi belli olduktan sonra, bu plana göre Haziran’da tam yetki ve sorumlulukla futbol direktörü olarak Galatasaray’ın başına geçecekti...

Milli Takım kararını da duruma, şartlara ve talebe göre o gün verecekti...

Büyük olasılıkla Milli Takım’dan ayrılacaktı...

Hamza Hamzaoğlu Galatasaray’da “Fatih Terim’in habercisiydi...”

Yazının devamı...

Sürekli 'iyi kalmak' için muhteşem öneriler...

HER ŞEYİ KENDİ AKLINIZ VE GÜCÜNÜZLE YAPMAYA, BAŞARMAYA ÇALIŞMAYIN...

O'nunla işbirliği yapın...

Ruhun derin hareketlerine kendinizi bırakmayı öğrenin...

Bu körü körüne bir teslimiyetçilik değil...

Bu daha çok evrensel zeka ile işbirliği yapmaktır...

***

Mucizelerin kendi hayatınıza akmasına izin verin...

Zihninizi sonsuz olasılıklara açık tutun...

***

"SİZ RUHSAL BİR VARLIKSINIZ..."

Sadece bedeninizden ibaret değilsiniz...

Ruhsal varlığınız sonsuz...

O ölmez, yaralanmaz ve zarar görmez...

O sizin aslınızdır...

***

Kendinizi sadece "beden" sandığınız sürece acı çekmeniz kaçınılmazdır...

Kendinizi şimdiki kişiliğiniz ile sınırlandırdığınız sürece yine acı çekeceksiniz...

Hele hele, kendinizi sahip olduğunuz şeylerle ifade ettiğinizde (mal, mülk, nam ün gibi), kaygılarınız sürüp gidecek...

***

HAYATI DENEMEK VE ÖYLECE ÖĞRENMEK İÇİN VARSINIZ...

Her şeyi bir kenara bırakıp, hayatı deneyimlemeye bakın...

Geriye sadece onlar kalacak; çünkü...

Denemeden ve yanılmadan öğrenemez ve gelişemezsiniz...

***

Bir yere veya bir şeye demir atıp yan gelip öylece yatmak için burada değilsiniz...

Öğrenip kendinizi geliştirmek için buradasınız...

***

Sizin için yararlı gördüğünüz ve bildiğiniz şeylere, sanki onlar sonsuzmuş gibi sıkı sıkıya sarılırsanız, kaçınılmaz olarak acı çekersiniz...

Esneyin, gevşeyin ve rahatlayın...

***

Her zaman bir öncekinin daha iyisini Tanrı size göndermek istiyor...

Bunu kabul edin; yeterlidir...

***

HER ŞEYİ KENDİ AKLINIZ VE GÜCÜNÜZLE YAPMAYA, BAŞARMAYA ÇALIŞMAYIN...

O'nunla işbirliği yapın...

Ruhun derin hareketlerine kendinizi bırakmayı öğrenin...

Bu körü körüne bir teslimiyetçilik değil...

Bu daha çok evrensel zeka ile işbirliği yapmaktır...

***

Mucizelerin kendi hayatınıza akmasına izin verin...

Zihninizi sonsuz olasılıklara açık tutun...

***

KİMSEYE KIZMAYIN, SUÇLAMAYIN... HATTA KENDİNİZİ BİLE...

Hoşunuza gitmeyen şeyler için suçlanacak kimse yoktur...

Ama bilin ki onlardan siz sorumlusunuz...

Sizin yaptığınız ya da yapmadığınız şeyler, onların olmasına neden oluyor...

***

Bunu fark edince öfke ve kızgınlık duygunuz tamamen yok olacak...

Olmasını istemediğiniz şeyleri değiştirmenin yolu, onların olmasına neden olan inanç ve tutumlarınızı değiştirmektir...

***

Örneğin etrafınızda hep kötü insanlar varsa, kendinizi iyi hissetmek için başka bir yol bulmanız gerekebilir...

***

HAYATINIZIN İŞİNİ BULMALISINIZ...

Yetenekli olduğun bir şey mutlaka var...

Onu bir kenara bıraktın unuttun...

Çünkü çevren onu onaylamadı...

Belki sesin güzeldi... Şarkı söylüyordun...

Ailen senin hukukçu olmanı istedi...

***

Belki de kalemin çok iyi idi... Yapmadın...

Şimdi de soruyorsun kendine:

-"Neden mutsuzum... Başarısızım..." diye... O halde yapman gereken şeyi yap... Yetenekli olduğun işi yap...

En iyi yaptığın şeyi yap...

***

Korkma... Başarı da gelecek arkasından... Bolluk da akacak...

Ama biraz sabretmen, direnmen gerekecek... Olsun...

Sonuç için buna değer; emin ol!..

***

ASLA KİMSEYİ KANDIRMA, YALAN SÖYLEME...

Yalan; en başta bedeninde tahribata yol açar...

Sonra da boşa koşar, boşu boşuna yorulursun...

yalan ilk başta kolay ve kazançlı gözükebilir...

Ama sonu hüsrandır ve yorucudur...

KENDİ VİZYONUN AYNI ZAMANDA TOPLUM İÇİN YARARLI OLSUN...

Ne sadece kendin içi yaşa...

Ne de sadece toplum için...

Öyle bir hedefin olsun ki;

Bir taşla iki kuş vurmuş ol...

***

O zaman evren sana destek olacak...

çünkü sen sadece bir kişinin hayrını taşımıyorsun...

Senin hedeflerine ulaşman birçok kişiyi olumlu etkileyecek...

O zaman; elin,yuvan bereketli olacak...

***

Yok eğer sadece kendine , çalışır ve yaşarsan, dibi delik bir ambara buğday yığmaya çalışıyorsun demektir...

HERKES ANCAK YAPABİLECEĞİNİN EN İYİSİNİ YAPAR...

Eğer daha iyisini yapabilseydi, onu yapardı... Oysa sen, kötülük yapanın bunu bilerek yaptığını zannedersin...

Peygamberimiz kendine olmadık kötülükler yapıp, görevini yapmasına engel olmaya çalışan adama ne demişti?.. Hatırla; "Cahil..."

***

Unutma ki, kötülük de iyilik de dönücüdür ve mutlaka yapana geri döner... Eğer bunu bilseydi, hiç kimse kötülük yapar mıydı?..

BÜTÜN ACILARIN ZANLARINDAN ÖTÜRÜDÜR... ZANLARIN FARKINA VAR... ACIN YOK OLACAKTIR...

Sen annenin, seni doğarken istemediğini 'zan'edebilirsin...

Oysa onlar sadece bir çocuk istememişlerdi muhtemelen; seni değil...

***

Sen belki de kimsenin sana yardım etmeyeceğini 'zan'ettin...

Bu yüzden de hayatında her şeyi kendin yapmak zorunda kaldın...

Sen bir kız çocuğu olarak doğdun...

Oysa ailen erkek bekliyordu...

Onların derdi ailenin ismini sürdürecek birine sahip olmaktı...

çünkü onlar kendi varlıklarının isimle devam edeceğini 'zan' etmişlerdi...

Bu yüzden sinirlisin ve haksızlığa uğrandığını 'zan' ediyorsun...

***

RASTLANTI DİYE BİR ŞEY YOKTUR...

Herkesin arkasında sen görsen de görmesen de bir amaç ve niyet vardır...

Sen görsen de görmesen de -ki insanların görebilme aralılığı çok sınırlıdır-;

İnsanların niyetleri ile,

Tanrı'nın evrensel yasalarının

havada uçuşup birbirlerini bulduklarını görebilirdin...

***

Rastlantılar sana her zaman yeni seçenekler sunmak için karşına çıkan işaretlerdir...

Rastlantı dediğin şeyleri bir mektup gibi okumaya çalış...

Eğer dünyada rastlantı diye bir şey olsaydı Tanrı olmazdı..."

(R. Şanal Kuantum İyileşme isimli çalışmasından...)

Yazının devamı...

Paris’te son dans...

Babası Cezayir kökenli...

Annesinin ise Hint, Kamboçya ve Mısır karışımı bir kökenden geldiğini söylüyor...

Paris’te doğdu 84 yılının Haziran sonlarında... Yengeç burcu...

Prodüktör ve şarkı yazarı Pascal Boniani Koeu ile evli... Babadan ve anneden, Beyaz Fransız değil...

Cezayir’li göçmen bir babanın, Hint, Mısır, Kamboçya kökenli bir annenin kızı o...

Fakat müziği 2014 yılında Paris’i ve Fransa’yı kasıp kavuruyor...

Listelerde ikinci sırada...

Şubat ayında çıkardığı albümün içindeki o sihirli parça; Paris’te bir göçmen ailenin ikinci kuşak Fransız kızının “yalnızlığını, hüznünü, beş parasızlığını, dansını, müziğini, bohemini ve özgürlük tutkusunu”anlatıyor...

Parçanın ismi Derniere Danse...

Türkçesi Son Dans...

Dinlerken ve klibi izlerken,şarkının sözlerine bir göz atın...

***

“Ah benim tatlı çilem.

çaren yok, yeniden başladın.

ben aslında önemsiz biriyimdir.

onsuz biraz kötüyüm...

tek başıma metroda dolaşırım

son bir dans...

büyük acımı unutmak için.

ah benim tatlı çilem...

***

dolaşırım gökyüzünde gündüz gece

dans ederim rüzgarla, yağmurla...

biraz aşk bir parmak bal...

ve dans dans dans dans dans ederim

gürültüden korkup kaçtım

sıram mı geldi

yine canım acıyor

Paris’te tek başımayım...

ve uçarım uçarım uçarım uçarım

(vole kısmı völ diye okunuyor)

bir tek umudum var,

yokluğunda çıktığım yolda...

sensiz hayatım tıpkı

vitrindeki önemsiz bir süs gibi...

***

ben bu çilem ile

kimin bedelini ödüyorum?..

dinle kalbim nasıl harika

ben dünyanın çocuğuyum...

***

Dolaşırım gökyüzünde gündüz gece...

dans ederim rüzgarla, yağmurla...

biraz aşk bir parmak bal...

ve dans dans dans dans dans ederim...

gürültüden korkup kaçtım;

sıram mı geldi...

yine canım acıyor...

Paris’te tek başımayım...

Ve uçarım uçarım uçarım uçarım...”

*****

PARİS... ŞARKININ RÜZGARINDA; İÇİME DÜŞEN YANSIMALAR...

Paris anadan babadan ve yedi kuşaktan Fransız doğanlara “nasıl bir özgürlük vaad eder” bilmem...

Ancak ‘demokrasisi nakıs, bireysel özgürlükleri kısıtlı coğrafyaların‘ aydın ruhlarına Paris; “bir özgürlükler cenneti gibi” görünür...

O ruhlar eğer bir parça romantik, bir miktar protest, az biraz rezistansiyalist, epeyce egziztansiyalist, sos baabında bir parça da anarşist ruh ve esansını taşıyorlarsa;

Paris onlar için bir şehir değil, “dini meçhul bir kıblenin yegane adresi” olup çıkacaktır...

***

Fransızların Milli Gün’üne denk düşen bir 4 Temmuz’da; ilk kez tek başına Paris’e gidiyordum...

21 yaşındaydım ve amacım “bir yolunu bulabilirsem Paris’te kalmak; okumaktı...”

Cebimde hepsi hepsi 250-300 euroya karşılık gelen döviz;

Ankara Siyasal’da birinci sınıfını bitirdiğim yarım kalmış istikbali meçhul bir üniversite hayatı vardı...

Taptaze Gazeteciliğime bile veda etmeye razıydım; Paris’te kalıp okuyabilmek için...

Indila gibi beş parasızdım elbette...

Kendimi onun gibi dünyanın çocuğu zannediyordum hararetle...

Tek başına; ya da kendim gibi yalnız ve çulsuz olan iki Polonya’lı kız arkadaşımla; metrolarda aylak aylak dolaşıyordum...

Bir yolunu bulur kalırım umuduyla...

***

“Uçmak, uçmak, uçmak istiyorum”; diyordu Indila; Paris’te...

Ne yazık ki uçamamıştık üç arkadaş o günlerde istediğimiz gibi Paris’te...

Onlar Varşova’ya, ben Ankara’ya dönmek zorunda kalmıştım...

Ne ki; Paris içime işlemişti ve bir daha hiç çıkmayacaktı...

34 yıl boyunca hayatımın bütün keskin virajlarında...

Tüm yaşamsal kararlarında...

Bütün duygusal alaboralarında...

Tüm nihai hesaplaşmalarında...

“Evrenden gelen kallavi bütün mesajlarda”, Paris benimle birlikte hayatın ortak öznesi olacaktı...

İçimdeki “Ben”le, kalbimdeki “Paris” birbirinden hiç ayrılamayacaktı...

***

Otuz yıl sonra sayısız ve sonsuz defalar gittiğim kentte bir gece şöyle aktaracaktım duygularımı Indila’ya taş çıkartırcasına:

“Ruhumun gizli kalmış tapınaklarıyla, kentin gizemli arka sokakları; akortu bozulmamış bir armoniyle dans ediyor içimde... Seine nehrinin iki yakasına kurulan kent; gizemli hüznü ve ruhumun dalgalı melankolisiyle birlikte, yağmur olup taşıyor içimden...

***

Alışılmış hüzünlü sokaklarından...

Solmuş sarı yapraklı geniş caddelerinden yürüyor...

Sokak lambalı dik merdivenlerden çıkıyordum...

Paris’in en çok bir Sonbahar kenti olduğunu o anlarda keşfediyordum...

Çiseleyen yağmur üzerimize değil, içimize yağardı Paris’te...”

***

Indila’yı izler ve dinlerken ‘Son Dans’ta; bu okumalara göz atarsanız; bir kentin bir yaşama nasıl egemen olabileceğini anlatacak o satırlar sizlere...

En hüzünlü mutlulukların;

En sevinçli huzursuzlukların...

En emprovize tiradların...

En cool dramların şehri;

Son Dans müziğinin romantik tınısında...

İkinci kuşak genç bir göçmen kızın, boğuk vurgusunda;

Rüzgarın ve fırtınanın ortasında...

Paris’i hissedeceksiniz...

***

Esasen; çokça “gurbette kalınır ve memleket özlenir...”

Memlekette kalınıp da gurbetin özlendiği dünyadaki ilk ve belki de tek şehirdir Paris... San Dans’ın; Son Metro’nun; ve Sonsuz Son’ların egemen olduğu tek “Son”dur Paris...

*****

UYANDIKTAN SONRAKİ İLK OTUZ DAKİKA...

“Güne başlama biçiminiz, günü nasıl geçireceğinizi belirler...

Uyandıktan sonraki ilk otuz dakikaya ‘Platin otuz dakika’ diyorum...

Bu zamanlar günümüzün gerçekten en önemli zamanlarını oluşturuyor...

Günün geri kalanı üzerinde derin bir etkisi oluyor... Eğer bunun olmasını sağlayacak bilgeliğe ve öz disipline sahipseniz, bu önemli zaman diliminde sadece en saf düşüncelere odaklanın...

Sadece en uygun hareketlerde bulunun...

Günlerinizin inanılmaz bir biçimde mükemmelleştiğini göreceksiniz...”

Robin Sharma

Yazının devamı...

Lig TV yayını kesince; Fenerbahçe maçını, Fenerbahçe TV’den dinledim!..

Pazar akşamı uzun bir gün geçiriyorum...

Sporla başlayan gün; çocuklarla kahvaltı, ailecek öğle yemeği; sinema, oyun parkı, roman ve kitap okuma faslı, büyük kızımla uzun sohbetler; akşam hamburger keyfiyle dolu dolu geçiyor...

Akşam 8’e doğru, çocukları annelerinin evine bırakırken; futbol dünyasından sevdiğim bir arkadaşımı arıyorum...

-“Fenerbahçe-Eskişehir maçını izleyemiyorum... Mümkün olursa ikinci yarısına yetiştiğim yerden izlerim... Sonra istersen dışarıda buluşalım... Sohbet eder laflarız...”

***

Maçtan sonra buluşmaya karar veriyoruz...

Ben de çocukları bırakıp; eve geliyorum, maçın son bölümünü izleyip; hazırlanıp çıkacağım...

Evde ve yanda oturan anne babamda bulunan toplam dört adet Digitürk’üm var...

Beşincisi de var da...

O nerede bilmiyorum...

Bunların hiçbiri, birbirine bağlı paket falan değil... Her biri ayrı bir Digitürk...

Her birinde Lig TV var doğal olarak...

Beş ayrı Lig TV yayınım var...

***

Televizyonun kumandasını alıyorum elime hızla;

Fenerbahçe-Eskişehir maçını izlemek için Lig TV’yi açmaya yelteniyorum... 77. kanala basıyorum...

Hayret çıkmıyor 77. kanal...

76 var; 78 var... 77 yok...

Şaka gibi...

***

O dakikada maçı izlemek için, hızla Digitürk yetkililerine ulaşmaya çalışıyorum...

İlk aramamda ulaşamıyorum...

Sonra aklıma geliyor...

-“Bizde bir sürü Digitürk var... Sorun yapma... Git başka odadaki Digitürk’ten seyret...” diyorum...

Geçiyorum başka odaya, salona, evin başka taraflarına...

77’yi çeviriyorum...

Önce 76 çıkıyor...

Bir atlıyorum...

Bu sefer 78’e geçiyor...

***

İki evde bulunan dört Digitürk’ün dördünde de; 77. kanalın uçtuğunu görüyorum...

Şok oluyorum...

Aradığım Digitürk yetkililerinden birisi bana geri dönüyor... Ona durumun felaketini anlatıyorum...

-“Size haber vermeden kesmeleri imkansız... Ne olduğuna hemen bakıp size dönüyorum...” diyor...

***

Uzun bir zaman geçiyor;

Kimse ne olduğunu bana söyleyemiyor...

Dört tane Digitürk ve Lig TV yayını olan bir tüketici olarak Fenerbahçe-Eskişehir maçını seyredemeyeceğimi anlıyorum...

76. kanalı açıyorum...

Fenerbahçe TV’den maçı canlı anlatımla, Fenerbahçe formalı moderatörden dinliyorum...

***

Durum gayet açık...

Aklı evvelin biri, benim adıma Digitürk’te Lig TV paketini kesiyor...

Para ödenmemiş olmasına imkan yok;

Çünkü banka otomatik ödüyor...

Zaten; kesmeleri de mümkün değil... Bildirimde bulunmaları gerekiyor...

-‘Paranız ödenmedi kesiyoruz’ diye...

Hayır bunların hiçbiri geçerli neden değil...

***

Birisi bir çıkıntılık, bir gayretkeşlik yapmış belli ama

kim bu?..

Onu bulmaya çalışıyorum...

-“Niye yapıldı, gerekçesi ne onu söyleyin...” diyorum...

Hayır cevapları yok...

Olayı saptırarak örtmeye çalışıyorlar akıllarınca...

-“Teknik bir arıza vardır evinizde, uydu alıcılarında... Teknik ekibimizi yönlendiriyoruz...” diyorlar...

-“Hayır...” diyorum...

-“Teknik ekip falan yönlendirmeyeceksiniz... Ben başka bir teknik ekip çağırıp tespit yaptıracağım... Alıcıyla vericiyle bir ilgisi yok bu kesintinin... Bütün Digitürk’lerde 77. kanalın uçmasının alıcıyla alakası olamaz...

Merkezden çıkıyor bu kesinti...

Merkezde yapılan kesintiyi; teknik ekip gönderip ‘yaptık’ deyip örtemezsiniz...”

***

Cevap yine yok...

Dün sabah birisi geliyor Digitürk’ten; teknik servisten...

-“Kontrol etmeye geldim...” diyor...

-“Kontrol edecek bir şey yok... Bana doğruyu söyleyin... Aptal yerine koymayın...” diye uyarıyorum... Zaten dışarıdan teknik servisi çağırdığımı görünce, apar topar merkezden 77. kanalı yayına açıyorlar önceki geceden itibaren...

Her nedense “Uçmuş olan Lig TV yayını, eve kimse gelmeden aniden yeniden yayına geçiyor?..”

Sanki Sevimli Hayalet Casper gelip de yayını yeniden bağlamış gibi...

***

Olan Fenerbahçe-Eskişehirspor maçını canlı izleyememe neden oluyor gibi görünüyor...

Oysa bu olay; o kadar basit değil...

Uzun zamandır, Digitürk yayınları, film paketleri, kanal içerikleri standartı düşürüyor...

Hiçbir yenilik yok, varolanlar da doğru düzgün çalışmıyor...

Film paketleri artık çok eski ve hiçbir ihtiyaca cevap vermiyor...

Bir süre önce bana bazı kaynaklar;

-“Digitürk bitti... Sanki onun bittiğini göstermeye, ispat etmeye çalışıyorlar...” diyor...

***

Böyle bir şeyi olabileceğine ihtimal vermiyorum...

Fakat yayın kalitesiyle, filmlerin güzelliğiyle, Avrupa’dan futbol ve tüm branşlardaki canlı yayınlarıyla zaten süper lig maçları hariç uzun zamandır D-Smart izlediğimi fark ediyorum...

Digitürk’te vazgeçmediğim tek kanal “Lig TV’deki süper lig maçlarının canlı yayını...”

O da “yayından uçmaya başlayınca” geriye Digitürk diye bir şey kalmıyor...

Bilinçli mi yapılıyor bilinçsiz mi?..

Taammüden mi, gayretkeşlik mi?..

Bilemiyorum...

Fakat çıplak gerçeğin geldiği noktadan ürküyorum...

Koskoca bir digital platform “elimden uçuyor sanki...”

*****

HAYATIMIN PARÇALARINDAN BİRİSİ..

Geçenlerde Kanyon D&R’ın, kitap, CD ve oyuncaklarla dolu dünyasında bütün aile her birimiz bir tarafta alışveriş yapıyorduk...

Parçayı o anda duydum...

Daha önce defalarca duymuştum...

Fakat bir türlü ismini, kimin söylediğini araştıramamış, üzerinde doğru düzgün bir etüt yapamamıştım...

Parçayı kişisel arşivimin kaydına alamamıştım...

O sihirli sesi ve tınıyı duymamla birlikte, solistini ve ismini öğrenebilmek için, mağazanın içinde görevlilere doğru koşmaya başladım...

***

Görevliler bana, CD’nin çalındığı bölümü işaret ettiler...

Bölüm mağazanın öbür tarafındaydı...

Oraya gidene kadar, parça bitmiş başka bir parçaya geçilmişti...

O parça da beş saniyede atlanmış bir başka parça gelmişti...

Görevli kıza koşa koşa gittim:

-“Biraz önce çaldığınız parçayı yeniden çalar mısınız?.. Ya da solisti kim; parçanın ismi ne söyler misiniz?..”

***

Görevli kız hangi parçadan bahsettiğimi anlamamıştı...

-“Biraz önce şu CD’yi çalıyorduk...” dedi...

Baktım o CD eski parçalardan oluşan bir CD’ydi...

Bu parça ise o parçaların tarihlerine göre çok yeniydi; ve o CD’de bulunmasına imkan yoktu...

-“Ne olur hafızanızı iyice bir yoklayın... Hangi parçaydı iki önce çaldığınız?..” diye üsteledim...

***

Söylediklerim görevli kız için hiçbir şey ifade etmiyordu...

Algısında yoktu, hatırlamıyordu...

Hiçbir cevap emaresi gözükmüyordu görevli kızın gözlerinde...

***

Çaresiz çıktım dükkandan...

Kim bilir ne zaman o parçayı bir daha dinleyip, kişisel arşivime kaydedecektim?..

Hayıflanıyordum...

Üzerinden birkaç gün geçti...

Cumartesi günü okulda veli toplantısı vardı...

Çocukları anneleriyle okula götürüyordum...

Annesi ikizlerin, dinleye dinleye muhteşem bir koreografiyle söylemeye başladığı parçayı cep telefonunda çalmaya başladı...

İki çocuğum da parçayı söylüyorlardı azar azar...

***

Parçaya baktım...

Benim iki hafta önce, D&R’da ismini bulmak için, görevliye; “Ne olur hatırla” diye yalvardığım Fransızca parçaydı...

Kızım ve oğlum; hayatımın bundan böyle klasiklerine girecek parçayı, annelerinde dinlemişler yavaş yavaş ezbere alıp söylemeye başlamışlardı...

Hayatın mucizesiydi bu...

Hafta sonunu üç çocuğumla hayatımın en büyük klasiklerinden biri olacağını bildiğim parçayı dinleyerek geçirdim...

Parçanın kimin olduğu;

Benim için ne anlamlar ifade ettiği...

Ve sözleri...

Hepsi yarına...

Yarın o sihirli parçayı anlatacağım sizlere...

Kısmetse...

Yazının devamı...

Tüm yapılanlar yol su elektrik olarak bize geri dönerler...

Hayatı gazetecilik mesleğinin kutsallığı...

Değişmez kuralları...

Öğretilen habercilik ilkeleri açısından değil...

Esasen;

İnsan ilişkileri...

“Başkalarına iyilik veya kötülük” olarak...

İnsanları rahatlatan ve mutlu eden şeyler yaparak ‘iyilik’ edenler...

Ya da onları korkutarak, ürküterek, zarar vererek, ruhları rahatsız ederek ‘kötülük’ edenler; olarak ayırdığımızda;

***

İster gazetecilik adı altında...

İster doktorluk...

İster avukatlık...

İster siyasetçilik...

Askerlik...

İstihbaratçılık...

Kulüpçülük...

Kooperatifçilik...

Patronluk...

Müteahhitlik...

Pazarcılık...

Kabzımallık...

Tezgahtarlık...

Polislik...

Memurluk...

Gibi akla gelecek gelmeyecek “insanlara katkı sağlama amacıyla oluşmuş tüm meslek gruplarında...”

***

Yahut insan ilişkilerinde...

Kadın...

Erkek...

Sevgili...

Anne...

Baba’lık görevlerinde...

***

Kime “iyi veya kötü” ne yapıyorsanız; bir süre sonra “yol su elektrik olarak” dönüyor size...

Hayatı bu perspektiften okuduğumuzda

Kendimize;

Mesleki...

Yurtsever...

Vatansever...

Dini...

Milliyetçi...

Laik...

Cumhuriyetçi...

Muhafazakar...

Pencereler biçerek, hayata baktığımız şeylerden çok daha “önemli“ olanın...

İnsanlara “ne yapıyoruzla” ilgili olduğunu anlayacağız...”

***

Biz mesleklerin aidiyetleri...

Ya da;

Vatanseverlik, dindarlık, milliyetçilik, muhafazakarlık, demokratlık, cumhuriyetçilik, laiklik gibi kavramların “öngördüğünü zannettiğimiz kalıpların...”

Kutsal;

İlkeleri...

Öğretileri...

İnanç sistemleri...

Vazgeçilmez değerleri...

Üzerinden hayatı okuduğumuzdan; “evrenin en basit ve en yalın“ ilkesini fark edemiyoruz...

“Neyi yaparsan; bir süre sonra aynısıyla karşına geliyor... Aynı duyguyu hayat sana yaşatıyor...

Bu sadece kötü olan şeyler için değil...

İyi veya kötü ne yaparsan buluyorsun karşılığını...”

***

Bir an için unutuverin mesleklerinizi...

Çıkartın eldivenlerinizi...

Bırakın bir an için kimin ne olduğunu ne olmadığını...

Ne görünüp ne görünmediğini...

Gerçekte ne yaptığına bakın...

Onu iyi izleyin...

İnsanlara...

Evrene...

Hayata...

Canlılara;

“Katkı mı sağlıyor?..

Yoksa katkı sağlıyorum adı altında; diğer canlıları rahatsız mı ediyor?..

Ruhlarına zarar mı veriyor?..

Hayatın doğal akışına ket mi vuruyor?..

Yaşamı mı huzursuzlaştırıyor...

Nefes almayı mı zorlaştırıyor?..”

***

Yakından izlediyseniz o insanları...

Bir süre bekleyin...

O hayatları yakından takip etmeye devam edin...

Bir müddet sonra;

Göreceksiniz ki;

Çevredeki ‘canlıları’ yani ‘ruhlar’ı, huzursuz eden...

Doğal gelişimlerine ket vuran...

Hayatın seyrini ‘zorla‘ değiştirmeye kalkan...

İnsanlara türlü yollarla ‘kazık atmaya çalışan...’

Onları yalan beyanlarla ‘aldatmaya kalkışan...’

Tüm canlılar;

Karma yasasının şaşmaz iradesiyle;

“Yaptıklarının çok benzeri eylemlerle; bu kez kendileri karşı karşıya kalıyorlar...”

Karşılaştıklar şeyin içinden çare üretmeye kalktıklarından;

Çaresizlik içinde kıvranıyor...

Ne yapacaklarını bilemiyorlar...

***

Bu yazıyı hiçbir somut konudan mütvellit yazmıyorum...

Yakınımda, çevremde ve dışımda bütün olaylar bana bu “olgunun şaşmaz işleyişini“ kural olarak gösteriyor...

Başlarına kötü şeyler gelenler;

Yaşadıkları olayla ilgili kimin sorumlu kimin sorumlu olmadığını kendi dillerince ifade etmeye çalışıyorlar...

Karşılaştıkları “şer“ gibi görünen olayın, tekil penceresinden hayatı okumaya ve ders çıkarmaya uğraşıyorlar...

***

Oysa herkesin başına gelen ‘şer ya da hayır‘ niyetine olaylar; “tekil bir vaka...

Müsebbipleri belli bir kaza” değil ki...

Bu olaylar esasen tekil değil...

“Kaza” hiç değil...

Pencereyi geniş tutmadan “neden”ini ve “niçin”ini görmek mümkün değil...

O dar çerçeveden; istikbali süzmek de mümkün değil...

İyi Pazarlar...

“BİRÇOK RUH EŞİNİZ VAR...”

“Tıpkı evinizden işinize gidebileceğiniz birçok yol olduğu gibi;

Sizi yaşamanız gereken o büyük hayata götüren de birçok yol vardır...

Oraya ulaşmak bir çeşit ‘yuvaya dönüş’tür...

***

Sizi kaderinize götürecek birçok mesleği seçebilirsiniz...

Aynı şekilde, her biri bünyesinde sizin için farklı bir dersi barındıran çok sayıda ruh eşiniz de vardır...

Hepsi içinizdeki büyümenize yardım etme, içinizdeki iyiliği açığa çıkarma becerisine sahiptir...

***

Unutmuş olduğunuz;

Mükemmellik...

Korkusuzluk...

Ve sevgi evine ulaşmak varoluş amacınızdır...

Seçtiğiniz yol uzun bir yolculuk anlamına gelebilir...

Bir başkasıyla düz bir yolda; bulutsuz mavi bir gökyüzü altında varacağınız yere giden ekspres yol da olabilir...

***

Geniş anlamda; bunun nasıl olacağı gün içinde aldığınız kararlarla belirlenir...

Siz yaşam hikayenizin yazıldığı metnin yardımcı yazarısınız...”

Robin Sharma...

HAYATIMDA YAPTIĞIM ÜÇ FARKLI MESLEK VE BAŞLAMAKTA OLAN DÖRDÜNCÜSÜ...

Ben kendimi bir süre öncesine kadar; sadece “gazeteci” olarak tanımlıyordum...

Bütün Türkiye beni öyle tanımlıyordu...

Çocuklarımın annesi bile beni anlatmak için “Gazeteci” isminde bir roman yayınlamıştı...

Ünümü, şanımı, şöhretimi, ekmeğimi, çevremi ve hayatımı “gazetecilikten kazandığımı” düşünüyordum...

***

Bu ilk bakışta doğru gibi gözükse de, esasen doğru ve gerçek değildi...

Evet ilk bakışta “iki ay içinde 35. yılını tamamlayacağım bir gazetecilik meslek yaşamım” vardı...

Oysa bu protokoler olarak öyleydi...

***

Gerçekte ben, yirmi yaşından otuziki yaşına kadar ilk mesleğimi icra etmiş...

Ankara’da, İstanbul’da, Atina’da ve dünyanın dört bir yanında gazeteci-muhabir olarak çalışmıştım...

Haber peşinde koşmuş, savaşların çatışmaların ve ülkelerin ortasında kalmış, haber kaynaklarıyla güvene dayalı ilişkiler kurmuş; yaşamımı “bir muhabirin gözünden, penceresinden zenginleştirmiş ve dersler çıkartmış” bir kişiydim...

***

Otuz iki yaşında Atina’dan İstanbul’a “sıfırdan başlar gibi döndüğümde”, aslında başka bir mesleğe adım atmıştım...

Televizyon programcılığı...

Televizyon programcılığı, gazetecilik veya televizyon muhabirliğinden çok farklı bir şeydi...

Milföy teorisine göre;

İlk işim olan gazetecilik ve muhabirlik; bu konuda bana çok yararlı olsa da, televizyon programcılığı; insanlarla ve geniş kitlelerle iletişim, izlenme, empati kurma, hayatı doğru montajlarla aktarma konularında yepyeni bir tecrübe, yepyeni bir mecra, yepyeni bir işti...

Gazetecilik ve muhabirlikten sonra benim ikinci işim, televizyonculuktu...

***

Kırküç yaşında ise esasen aktif televizyonculuğa nokta koydum...

Mesleğin ilk yıllarında içimde kalan; bir türlü gerçekleştiremediğime hayıflandığım; uğruna Atina’daki görevimi hiçe sayarak bıraktığım köşe yazarlığına geçtim...

Yine gazeteci gibi görünüyordum...

Ancak şimdi bir köşe yazarıydım...

***

Hayatı haber olarak değil; hayatı yorum olarak aksettiriyordum...

Eskiden bir haberi “nasıl yakalayacağım, nasıl paketleyeceğim, nasıl sunacağım” diye kafa yorardım...

Şimdi, hayatın ve haberin yorumuna kafa yoruyorum...

O yorumların doğru ve mükemmel olmasına çabalıyorum...

Onun dışında haberlerin nasıl yakalandığı konusuyla; “eğer gizli bir operasyonla sızdırılmamışsa” ilgilenmiyorum...

Bir zamanlar benimle çalışmış olan gazeteci ve televizyoncu kadrolar, bu işi şimdi mükemmel yapıyorlar...

Ben yaklaşık on yıldır sadece köşe yazarlığı yapıyorum...

Televizyonlarda da eskiden olduğu gibi moderatör olarak değil, köşe yazarlığından mütevellit yorumcu olarak yer alıyorum...

O da çok nadir olarak...

***

Köşe yazarlığı da bana; hayatın haberden veya televizyondan ibaret olmadığını, yaşamın yorumlanmasının, doğru okunmasının ve aktarılmasının önemini kavratıyor...

Hayatımı tahmin etmediği ölçüde zenginleştiriyor...

Keyiflendiriyor...

Sahicileştiriyor...

***

Sanıyorum bundan sonra, yazarlık devam ederken, nitelik de değiştirecek...

Hayatımın üç işinden sonra dördüncü işi de geliyor...

Daha baskın bir edebiyat yazarlığı mı bu?..

Yoksa sinema mı?..

Henüz hangisi önce olacak bilmiyorum...

Fakat yaşamımın dördüncü işinin gelmekte olduğunu bilmiyorum...

Görüyorum...

Hissediyorum...

Ama anlatamıyorum!..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.