Bethooven; “çocukluk aşkının karşısında ilk yıkılış...”
.
“Seni sevdiğimi de nereden çıkarıyorsun?.. Bir kere sen daha çocuksun... Yaş olarak kastetmiyorum... Kafa bakımından... Aptalın birisin... Üstelik de çirkinsin...”
Bunu Bethooven’a söyleyen genç kadın; onun evlenmeyi ilk düşündüğü kadındı...
Magdelena... Bethooven, çocukluğunu beraber geçirdiği Saray Koro’sundaki Magdelena, sayesinde “çocukluk yıllarını anlamlı kılmıştı yüreğinde...”
Onun sayesinde Bonn’daki eğitimi gözüne güzel görünmüş, Magdelena sayesinde “kendi çocukluğunu sevmişti...”
Genç kadın; “aptalın birisin üstelik çirkinsin“ diyerek; onun bütün çocukluğunu kendi gözünde oracıkta katlettiğinin farkında mıydı bilinmez, ama Bethooven kadınlarda karşılık bulamadığı aşklarının acısını müzikten çıkarmaya o gün orada başlar...
***
Kadınlar bu tür aşağılamaları erkeklere karşı ilk gençlik yıllarında çokça yaparlar...
Yaşıtlarını “aşağılayarak onlardan uzaklaşmak“ ve onları ne yapacağını bilemez halde bırakmak; genç kadınlığın ilk “rüşt ispat yöntemleri“ arasında görülür...
Magdelena da Bethooven’a aynısını yapıyordu...
Yalnız kalan Bethooven profesyonel müzik hayatına; Magdelena’dan yediği bu acı tokatla başlayacaktı...
BETHOOVEN’IN AYIŞIĞI SONATINI YAZDIĞI KADIN...
Yaratıcılıkla aşk arasında nasıl bir korelasyon var acaba?..
İyi bir aşık mı; yaşamında büyük yaratıcılıklara imza atar;
Yoksa tam tersi midir?..
Aşkta aradığını bulamama...
Reddedilme...
Beğenilmeme...
Takdir edilmeme...
Sevilmeme...
Tercih edilmeme midir; insanda yaratıcılığı besleyen, tetikleyen, ilham suyunu körükleyen...
***
Sorunun cevabını tarihçiler; psikologlar, sosyologlar uzun uzadıya tartışabilirler...
Ancak bu tartışma “Bethooven için tamamen geçersizdir...”
Bir “dahi“ olduğu tarihsel olarak kuşku götürmeyen ünlü bestecinin; müziğindeki dehasının boyutlarındaki “taşma“yı, “kadınlar tarafından“ hep reddedilmesinden alır...
O aşkların en büyüğü en acıklısıdır...
Hayatına en fazla yön vermiş olanıdır...
İlk yediği genç kadın sillesinden sonra, genç bir erkek olarak tam ayağa kalkmak üzereyken; bir daha hiç kalkamayacak biçimde yere serildiği “kroşe“dir...
***
Guilietta Guiccardi;
Milano’da doğan, dört başı mamur bir sanat kültürüyle yetişmiş, 17 yaşında gençliğin bütün özelliklerini yansıtan çekici bir kızdı...
İnsanı sarsacak kadar saf, temiz ve duru bir yüze sahipti...
İri koyu mavi gözleri, gür, parlak saçları, uzun boyu ve biçimli vücudu bir erkeğin aklını başından alacak kadar cazibeliydi...
İçinde bulunduğu her ortamda, insanların ondan etkilenmesi, erkeklerin onu arzulaması kaçınılmazdı...
***
Çocukluk aşkından “sen çirkin ve aptalsın“ şeklinde ağır bir sille yiyen Bethooven; üzerinden geçen bunca yıl sonra kendini bir parça toparlayabilmiş, müziğine dev adımlarla sarılmış; 30 yaşını geride bırakmış 31’inden gün almaya başlamıştı...
Yıllar boyu; içinde biriken boşluk duygusunu, müziğine aktarmış ve ünü gittikçe artan bir besteci olmuştu...
***
Ders vermeye ihtiyaç duymayacak kadar, besteleri ve müziğiyle ilgiliydi...
Ne ki Guilietta Guiccardi isimli bu güzel genç sanatçı kızın “ders alması“ teklifini reddedemedi; hemen kabul etti...
***
-“Şimdi yaşamım biraz daha hoş bir hava içine girmiş bulunuyor...
Ara sıra topluluklar içine karışmayı göze alıyorum artık...
Bu sevindirici değişiklik, genç ve güzel bir kızın eseri... Onu seviyorum... O da beni seviyor...”
Tarihler 16 Kasım 1801’i gösteriyordu... 31 yaşındaydı Bethooven ve arkadaşı Begeler’e umutla bu mektubu yazıyordu...
***
Guiletta Guiccardi’ye ateşli ve tutku dolu nice mektup yazıyordu bu günlerde...
-”Ah Guiletta; Hayatlarımızı temelli birleştirebilseydik; yaşadığımız
bu acıları çekmezdik...”
İşin güzel tarafı; genç kadın da Bethooven’ı seviyor; ya da sevdiğini sanıyordu...
O da Bethooven’ın ateşli mektuplarına cevap vermekte sakınca görmüyordu...
***
Bethoveen’ın arkadaşına “mutlu olduğunu“ yazdığı mektuptan tam iki yıl sonra 3 Kasım 1803’te; Guiletta hiç beklenmedik bir şekilde; bale müziği bestecisi kont Venceslas Gallenberg’le evlendi...
Bethooven haberi duyduğunda yıkıldı...
Dünyayla ve insanlarla kurduğu ilişki çöktü... Ölüm düşüncesi içini kemirmeye başladı... Yemeden içmeden kesildi, ölümü bekler bir halet-i ruhiyeye büründü...
***
Bugünlerinde, Bethooven’ı ayağa kaldıracak yegane güç; “onu hayata bağlayan tek şey olan müzikti...”
Müziğe duyduğu aşkın, yaşamasına yeteceğini düşünerek ölüm fikrinden bir nebze uzaklaşabildi...
Bundan sonraki 20 yıl boyunca Guiletta’ya duyduğu aşkı tek başına yaşadı Bethooven...
Sonra sağırlığı dayanılmaz bir hal aldı...
Hayatının sonraki yıllarında; onu biraz etkileyen bir kadın daha oldu ancak, o ilişki de “yarım kaldı...”
Dikiş tutmuyordu hayatı artık...
***
Kardeşinin ölümünden sonra; onun çocuğuna bakarak; hayatını anlamlandırmaya çalıştı...
Yaşamı boyunca hep arzu ettiği ancak gerçekleştiremediği evliliğe referans yaparcasına;
-”Ben evli değilim... Karım yok... Ama ben de babayım...” diyordu, arkadaşına yazdığı mektupta...
***
Ancak o da fayda vermedi, hastalığı gittikçe ağırlaştı ve 26 Mart 1827 günü hayata veda etti...
Son mektuplarından birinde;
-”Zavallı Bethooven... Zavallı Bethooven’cik... Bu dünyada senin için mutluluk yok... Huzuru ve mutluluğu sen ancak kafanın içindeki dünyada bulabilirsin...” diyordu...
BETHOOVEN’IN ÖLÜMÜ...
Öldüğü gün, Schubert dahi besteci için şöyle dedi masada toplanan arkadaşlarına:
-“Bethooven’in ve bir de içimizden onun arkasından ilk gidecek olan kişinin şerefine kadehimi kaldırıyordum...”
Hayatının kadını Guiletta kendisini terkedip evlendikten uzun yıllar sonra “kendisiyle evlenmesine ailesinin karşı çıktığını öğrendi...”
Bu durum onu teselli etmedi ne yazık ki...
Öldüğünde, dolabının gizli bölmelerinden Guiletta Guicciardi’nin kendisine yazdığı aşk mektupları çıktı...
Ölümsüz aşkı anlatan mektuplardı onlar...
Ama esas başka bir şey daha kaldı o kadından...
Çağlar boyu etkisini ve muhteşemliğini yitirmeyen “Ayışığı Sonat’ı...
Ayışığı Sonat’ı; onun aşkının müziğe dönüşmüş haliydi...
Yarım kaşmış aşkına karşılık; ona ithafen yazmıştı Beethoven o sonatı...
Artık tartışmanın anlamı yoktu...
Yarım kalmış aşklar; yetenekli insanlarda resme, romana, öyküye; sanata ve yaratıcılığa dönüşüyordu...
Sanat denilen şey; aşkın bir tezahürüydü...