Paris’te Fransa Cumhurbaşkanı’nın restoranında yediğimiz yemek...
Paris’e gittiğimde; İstanbul’daki Papermoon’un muadili bir restoran karşıma çıkar...
Bu restoranın ismi L’Avenue’dür...
Avenue Montaign’in üzerinde, stratejik bir köşeye konuşlanan restoran, civarda bulunan lüks otellerle, Prada, Bulgari, Armani gibi crem de la crem müşterilere hizmet veren mağazaların yanıbaşındadır...
Paris’in kalburüstü kitlesi menzilindedir restoran... İstanbul Papermoon’da “ana akım konuklar” kimlerse, L’Avenue’de de aynı isimler dışarıdaki masalarında karşınızda arz-ı endam eder...
***
Bayramlarda ve yılbaşlarında; restoranın konuklarının önemli bir bölümünü kalburüstü Türkler oluşturur...
Diğer müşteriler; zengin Arap’lar, Şah döneminden Fransa’ya iltica eden, saray aristokrasisinin üçüncü kuşak Fars mensupları, her çeşit uluslararası CEO’lar ve civarda alışveriş yapan on milyonlarca dolarlık servetin sahibi ailelerdir...
***
Paris’i tatillerde mesken tutan zengin ve kalburüstü Türklerin Paris’te, zaman geçirdikleri ilk adres L’Avenue’dür...
İkincisi de yine aynı grubun işlerin inanılmaz iyiye gitmesinden sonra açtığı Saint Germain Meydanı’ndaki La Societe...
***
L’Avenue’nün dışındaki masalarında oturan Türkler; “kendilerini Paris’in zirvelerini fethetmiş bir kumandan” olarak hissederler... İşte Paris işte zirvesindeki L’Avenue’dedirler onlar... Pürolarını tüttürürken; hayatta zafer kazanmış mağrur tavırları hareketlerine yansır...
***
Benim gibi; Paris’i kuzeydeki semtlerinden başlayıp, güneyin ve Saint Germain’in cıvıltılı tınısına, oradan Champs Elysee bölgesinin kaçınılmaz cazibesine, rota tutmuş, kuzeyden güneye, batıdan doğuya Paris’in bütün egzantrikliğini ve bohemini yaşamış biri L’Avenue’yü bilmemek, L’Avenue’de zaman geçirmemiş olmak imkansızdır...
***
Paris’te film galalarına gittiğim günlerden, kişisel tarihimin egzantrik örneklerine kadar, L’Avenue bir zamanlar benim de menzilime girmişti...
Müşteri profilinden dolayı pek zevk almam, ancak yine de “arada bir uğramaktan kaçınmadığım” bir mekan olarak yerini alır arşivimde...
***
İstanbul’da Paper Moon’a gitmiyorum üç yıldır... Gitmeme nedenim; bir davranışa bozulmaktan çok; oralardaki “süper ego enerjilerin mağrur ve her şeyi kendileri yaratmış havalarını” yaşamak istemediğimden kaynaklanıyor...
Paper Moon gibi Paris’teki L’Avenue de aynı tipten bir “güç gösterisinin ve enerjisinin” mekanı...
Çocuklarla beraberim ve sıcak sımsıcak bir tatil geçiriyorum...
Hiç gideceğim yoktu oraya...
Ne ki bir gün önünden geçerken, çocuklar bir şey istedi “hadi oturup biraz ısınalım” dedim...
***
Bir üst katta yer gösterdiler, çocuklar beğenmediler orasını, çıktık mekandan...
Birkaç gün sonra, bir akşam “isterseniz orada yemek yiyebiliriz...” dedim çocuklara...
Her gün farklı bir mekanda, farklı şeyler tecrübe etmelerine uğraşıyordum...
“Babalarının bir zamanlar değişik vesilelerle gittiği yeri” görsünler diye düşündüm... Hay düşünmez olaydım...
***
Çocukların üst katta rahat etmediklerini bildiğimden otele rezervasyon yaptırmasını söylerken;
-“Üst katta çocuklar rahat edemiyorlar... Lütfen dışarıda veya aşağıda bir yer varsa oturalım... Yer yoksa önemli değil...” dedim...
Rezervasyon yapan kızcağız, biraz sonra telefon etti; -“Yeriniz hazır... Üst katta olmayacak not aldılar...” dedi...
***
Çocuklarla beraber restorana gittik...
Baktım sorumlu şef; görevli kıza yukarısını işaret ediyor...
Kibarca rezervasyonumuzun dışarısı için olduğunu söyledim...
-“Burada böyle bir şey yazmıyor...” dedi görevli...
-“O zaman otele açıp sorun...” dedim...
-“Vaktim yok...” dedi...
Böyle anlarda “haşlama” alışkanlığımı henüz terk etmedim...
Bir süre sonra onu da terk edeceğim biliyorum... Fakat L’Avenue’deki görevlinin bu şansı yoktu...
Ağır bir “haşlama”ya muhatap oldu...
***
O hızla mekandan çıktım...
Çocuklara şöyle söyledim;
-“Bir şey olmuyorsa üzülmeyin... Eğer içinizde kötü niyet yoksa, kalbiniz temizse, mutlaka daha iyisi olacaktır... Sadece bekleyin...”
On dakika kadar yürüdük...
O güne kadar hiç gitmediğim bir Paris restoranın önünde durdum...
“Özel ve kaliteli bir yer olduğu” belliydi...
Rezervasyonum yoktu; fakat hiç önemsemedim... Girdim restorana ve şefe çocukları gösterdim...
-“Onların rahat edeceği bir yer verirseniz oturacağız...” dedim...
Sıcak, sevecen ve “insan gibiydiler...”
Köşede, restoranın longue bölümünde özendikleri bir masayı bize verdiler...
***
Ne yiyeceğimizi, ne içeceğimizi bilmeden... Kimliklerimizi bilmeden, önemsemeden, üç çocuklu bir babanın salt sıcaklığına binaen...
Cam kenarında, sımsıcak, sempatik, çocuklarla başbaşa olacağımız, “onların sesinin başka yerlerden duyulmayacağı” bir masaydı...
***
Oturduk... Paris’te yediğim belki de en güzel “levrek”i orada yedi çocuklar...
Ben de olayın güzelliğinden mutlu; yarım şişe kırmızı Bordo şarabı ısmarladım şefe... Bir süre sonra çocukların oturduğu kanapenin arkasına gitti gözüm...
Üç pirinç levhada üç isim yazıyordu kanapenin üzerinde...
Paris restoranlarında bu uygulama vardır... Ünlü bir sanatçı ya da lider o restoranda yemek yemişse, yediği yerin üzerine pirinç ya da bakır bir levhada adı yazılır...
-“Sanatçının veya liderin o masada yemek yedi“ğini anlatmak istercesine...
***
Çocukların oturduğu yerde Jacques Chirac ismi yazıyordu...
Fransa’nın iki dönem; oniki yıl Cumhurbaşkanlığı’nı yapan lideri...
Öncesinde de Fransa’da Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı yapmıştı...
***
L’Avenue restoranda “güç gösterisi” sona ermiş; on dakika sonra Fransız Cumhurbaşkanı’nın yemek yediği kanapede, çocuklarla sıcak, sımsıcak bir yemek bizi karşılamıştı...
L’Avenue bir “güç gösterisi” mekanıydı...
Güç gösterisinin masalardan taştığı restonlar “çocuklar”ı ve “insan”a ait şeyleri önemli saymazlar...
***
Mekanda öyle bir hava yaratırlar ki;
-“Siz çocuklarınızla bu restora gelmeseniz daha iyi edersiniz...” havası verirler...
-“Burada güç, iktidar, zenginlik ve püro geçerlidir... Bu görüntülerin gerisi bizim için önemli değil...” demek isterler...
-“Burada zenginler ve güçlüler birbirlerini görerek sosyalleşiyor ve yalnız olmadıklarını hissediyor, sınıflarının aidiyetini yaşıyorlar... Bu görüntünün bozulmasına izin veremeyiz...” dercesine...
***
Gittiğimiz balık restoranı Paris’in en mükemmel ve kaliteli balık lokantalarından biriydi... Marius et Janette...
Fransız Cumhurbaşkanı’nın kanapesinde oturan 5.5 yaşındaki çocuklarıma gitti gözüm...
-“Kalbiniz iyi olsun... Niyetiniz temiz kalsın... Bir şey olmadı diye üzülmeyin... En güzel şeyler kısa bir süre sonra karşınıza çıkar... Kibirden sakının... Güç gösterisinden, zengin ukalalağından uzak durun...
İnsanları; insan yerine koyun...
Sonra keyfinize bakın... Hayatın mucizesini yaşayın...”
Böyle dedim...
***
Paris’e veda etme vaktimiz geliyor galiba... Sihirli kenti terketme havasına giriyoruz... Çocuklar çok sevdiler Paris’i...
Babalarına mı çektiler nedir bilmem...
Ama sanki “içim onlara geçmiş gibi...”
Paris; Elveda yok...
Hoşçakal şimdilik...