Şampiy10
Magazin
Gündem

Paris’te Fransa Cumhurbaşkanı’nın restoranında yediğimiz yemek...

Paris’e gittiğimde; İstanbul’daki Papermoon’un muadili bir restoran karşıma çıkar...

Bu restoranın ismi L’Avenue’dür...

Avenue Montaign’in üzerinde, stratejik bir köşeye konuşlanan restoran, civarda bulunan lüks otellerle, Prada, Bulgari, Armani gibi crem de la crem müşterilere hizmet veren mağazaların yanıbaşındadır...

Paris’in kalburüstü kitlesi menzilindedir restoran... İstanbul Papermoon’da “ana akım konuklar” kimlerse, L’Avenue’de de aynı isimler dışarıdaki masalarında karşınızda arz-ı endam eder...

***

Bayramlarda ve yılbaşlarında; restoranın konuklarının önemli bir bölümünü kalburüstü Türkler oluşturur...

Diğer müşteriler; zengin Arap’lar, Şah döneminden Fransa’ya iltica eden, saray aristokrasisinin üçüncü kuşak Fars mensupları, her çeşit uluslararası CEO’lar ve civarda alışveriş yapan on milyonlarca dolarlık servetin sahibi ailelerdir...

***

Paris’i tatillerde mesken tutan zengin ve kalburüstü Türklerin Paris’te, zaman geçirdikleri ilk adres L’Avenue’dür...

İkincisi de yine aynı grubun işlerin inanılmaz iyiye gitmesinden sonra açtığı Saint Germain Meydanı’ndaki La Societe...

***

L’Avenue’nün dışındaki masalarında oturan Türkler; “kendilerini Paris’in zirvelerini fethetmiş bir kumandan” olarak hissederler... İşte Paris işte zirvesindeki L’Avenue’dedirler onlar... Pürolarını tüttürürken; hayatta zafer kazanmış mağrur tavırları hareketlerine yansır...

***

Benim gibi; Paris’i kuzeydeki semtlerinden başlayıp, güneyin ve Saint Germain’in cıvıltılı tınısına, oradan Champs Elysee bölgesinin kaçınılmaz cazibesine, rota tutmuş, kuzeyden güneye, batıdan doğuya Paris’in bütün egzantrikliğini ve bohemini yaşamış biri L’Avenue’yü bilmemek, L’Avenue’de zaman geçirmemiş olmak imkansızdır...

***

Paris’te film galalarına gittiğim günlerden, kişisel tarihimin egzantrik örneklerine kadar, L’Avenue bir zamanlar benim de menzilime girmişti...

Müşteri profilinden dolayı pek zevk almam, ancak yine de “arada bir uğramaktan kaçınmadığım” bir mekan olarak yerini alır arşivimde...

***

İstanbul’da Paper Moon’a gitmiyorum üç yıldır... Gitmeme nedenim; bir davranışa bozulmaktan çok; oralardaki “süper ego enerjilerin mağrur ve her şeyi kendileri yaratmış havalarını” yaşamak istemediğimden kaynaklanıyor...

Paper Moon gibi Paris’teki L’Avenue de aynı tipten bir “güç gösterisinin ve enerjisinin” mekanı...

Çocuklarla beraberim ve sıcak sımsıcak bir tatil geçiriyorum...

Hiç gideceğim yoktu oraya...

Ne ki bir gün önünden geçerken, çocuklar bir şey istedi “hadi oturup biraz ısınalım” dedim...

***

Bir üst katta yer gösterdiler, çocuklar beğenmediler orasını, çıktık mekandan...

Birkaç gün sonra, bir akşam “isterseniz orada yemek yiyebiliriz...” dedim çocuklara...

Her gün farklı bir mekanda, farklı şeyler tecrübe etmelerine uğraşıyordum...

“Babalarının bir zamanlar değişik vesilelerle gittiği yeri” görsünler diye düşündüm... Hay düşünmez olaydım...

***

Çocukların üst katta rahat etmediklerini bildiğimden otele rezervasyon yaptırmasını söylerken;

-“Üst katta çocuklar rahat edemiyorlar... Lütfen dışarıda veya aşağıda bir yer varsa oturalım... Yer yoksa önemli değil...” dedim...

Rezervasyon yapan kızcağız, biraz sonra telefon etti; -“Yeriniz hazır... Üst katta olmayacak not aldılar...” dedi...

***

Çocuklarla beraber restorana gittik...

Baktım sorumlu şef; görevli kıza yukarısını işaret ediyor...

Kibarca rezervasyonumuzun dışarısı için olduğunu söyledim...

-“Burada böyle bir şey yazmıyor...” dedi görevli...

-“O zaman otele açıp sorun...” dedim...

-“Vaktim yok...” dedi...

Böyle anlarda “haşlama” alışkanlığımı henüz terk etmedim...

Bir süre sonra onu da terk edeceğim biliyorum... Fakat L’Avenue’deki görevlinin bu şansı yoktu...

Ağır bir “haşlama”ya muhatap oldu...

***

O hızla mekandan çıktım...

Çocuklara şöyle söyledim;

-“Bir şey olmuyorsa üzülmeyin... Eğer içinizde kötü niyet yoksa, kalbiniz temizse, mutlaka daha iyisi olacaktır... Sadece bekleyin...”

On dakika kadar yürüdük...

O güne kadar hiç gitmediğim bir Paris restoranın önünde durdum...

“Özel ve kaliteli bir yer olduğu” belliydi...

Rezervasyonum yoktu; fakat hiç önemsemedim... Girdim restorana ve şefe çocukları gösterdim...

-“Onların rahat edeceği bir yer verirseniz oturacağız...” dedim...

Sıcak, sevecen ve “insan gibiydiler...”

Köşede, restoranın longue bölümünde özendikleri bir masayı bize verdiler...

***

Ne yiyeceğimizi, ne içeceğimizi bilmeden... Kimliklerimizi bilmeden, önemsemeden, üç çocuklu bir babanın salt sıcaklığına binaen...

Cam kenarında, sımsıcak, sempatik, çocuklarla başbaşa olacağımız, “onların sesinin başka yerlerden duyulmayacağı” bir masaydı...

***

Oturduk... Paris’te yediğim belki de en güzel “levrek”i orada yedi çocuklar...

Ben de olayın güzelliğinden mutlu; yarım şişe kırmızı Bordo şarabı ısmarladım şefe... Bir süre sonra çocukların oturduğu kanapenin arkasına gitti gözüm...

Üç pirinç levhada üç isim yazıyordu kanapenin üzerinde...

Paris restoranlarında bu uygulama vardır... Ünlü bir sanatçı ya da lider o restoranda yemek yemişse, yediği yerin üzerine pirinç ya da bakır bir levhada adı yazılır...

-“Sanatçının veya liderin o masada yemek yedi“ğini anlatmak istercesine...

***

Çocukların oturduğu yerde Jacques Chirac ismi yazıyordu...

Fransa’nın iki dönem; oniki yıl Cumhurbaşkanlığı’nı yapan lideri...

Öncesinde de Fransa’da Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı yapmıştı...

***

L’Avenue restoranda “güç gösterisi” sona ermiş; on dakika sonra Fransız Cumhurbaşkanı’nın yemek yediği kanapede, çocuklarla sıcak, sımsıcak bir yemek bizi karşılamıştı...

L’Avenue bir “güç gösterisi” mekanıydı...

Güç gösterisinin masalardan taştığı restonlar “çocuklar”ı ve “insan”a ait şeyleri önemli saymazlar...

***

Mekanda öyle bir hava yaratırlar ki;

-“Siz çocuklarınızla bu restora gelmeseniz daha iyi edersiniz...” havası verirler...

-“Burada güç, iktidar, zenginlik ve püro geçerlidir... Bu görüntülerin gerisi bizim için önemli değil...” demek isterler...

-“Burada zenginler ve güçlüler birbirlerini görerek sosyalleşiyor ve yalnız olmadıklarını hissediyor, sınıflarının aidiyetini yaşıyorlar... Bu görüntünün bozulmasına izin veremeyiz...” dercesine...

***

Gittiğimiz balık restoranı Paris’in en mükemmel ve kaliteli balık lokantalarından biriydi... Marius et Janette...

Fransız Cumhurbaşkanı’nın kanapesinde oturan 5.5 yaşındaki çocuklarıma gitti gözüm...

-“Kalbiniz iyi olsun... Niyetiniz temiz kalsın... Bir şey olmadı diye üzülmeyin... En güzel şeyler kısa bir süre sonra karşınıza çıkar... Kibirden sakının... Güç gösterisinden, zengin ukalalağından uzak durun...

İnsanları; insan yerine koyun...

Sonra keyfinize bakın... Hayatın mucizesini yaşayın...”

Böyle dedim...

***

Paris’e veda etme vaktimiz geliyor galiba... Sihirli kenti terketme havasına giriyoruz... Çocuklar çok sevdiler Paris’i...

Babalarına mı çektiler nedir bilmem...

Ama sanki “içim onlara geçmiş gibi...”

Paris; Elveda yok...

Hoşçakal şimdilik...

Yazının devamı...

Paris metrosunda baba çocuk ilişkisi...

Önceki gün ilk kez Paris metrosuna indi çocuklar...

Kendimin metroya ilk indiğim günü hatırladım Paris’te...

Yirmi yaşındaydım...

Kısa sürede metronun altını üstüne getirmeye başlamıştım...

Sanki benim için yaratılmıştı Paris metrosu...

Altını üstüne getiriyor; en tehlikeli semtlerin istasyonlarında, sörf yapıyor; kendimi Paris’liden çok Paris’li görüyordum...

***

Gerçek bir Paris protest boheminin metroda nasıl davranması gerektiğini hemen öğrenmiştim...

Bilet almıyorlardı Paris’in bohem protestleri...

Onlar arasında tanıdığım bir Fransız şöyle söylemişti bana:

-“Biz metro biletine para vermeyiz... ‘Devlet halkına bu olanağı sağlamalı...’ diye düşürürüz”

***

Her metro istasyonunda sayısı belirsiz görevli bulunuyordu...

Turnikelerden atlayarak geçenleri görmemeleri imkansızdı...

-“Nasıl yapıyorsunuz bu işi?..” dedim...

-“İki adım ötenizde metronun görevlileri cirit atıyor... Sizi yakalamıyorlar mı?..”

-“Hayır...” demişti genç Fransız protest...

-“Onların görevi bilet satmak, metroya göz kulak olmak... Biletsiz geçenler onların işi değil... O iş için özel görevli bilet dedektifleri yakalarsa sorun çıkar... Metrodaki normal görevliler gözlerinin önünden geçen ve turnikeden atlayan insanlarla hiç ilgilenmezler...”

***

Her gün onlarca gencin öldürüldüğü, daha fazlasının yaralandığı bir ülkenin üniversitesinden geliyordum...

Her sabah ölüm ve yaralanmalardan geniş bir payı benim okuduğum okul ve civarındaki fakülteler alıyordu...

Bizim için o günlerde, polis, idare, yönetim, görevli hiç fark etmezdi...

Hangisi karşımıza çıksa, çıkan, diğerinin görevini gönüllü ifa eder, sizi anında derdest ederdi...

Böyle bir kültürden gelen protest bohem, romantik bir gencin;

“Paris’teki metro görevlisiyle, bilet dedektifi arasındaki farkı anlaması imkansızdı...”

***

Yine de, müktesebat direnişten oluştuğundan, duruma çabucak adapte oldum... İki Polonya’lı kız arkadaşımla metrodan geçerken, çevik bir hareketle turnikelerin üstünden atlıyordum...

Kızlar bana ürkerek baktıkça; ben “Paris’te bile, rezistansiyalist protestliğinden vazgeçmeyen bir romantik olarak kendimle gurur duyuyordum...”

***

Üç beş kuruş parayla Paris’te kahramanlık yaptığım günlerdi...

O gün bilet dedektifleri metroda beni yakalasalar, bilet fiyatının yirmi otuz katı ceza ödemek zorunda kalacaktım...

Böyle bir param yoktu...

Bu durumda 48 saat nezarethanede yatıracaklardı...

Sonra da sınır dışı ederlerdi...

***

Hayatı ciddiyle almadığımız protest günlerdi o günler...

Türkiye’de buldozer gibi hayatlarımızın üzerinden geçmekteydiler...

Metroda “mütevazı bir bilet direnişinin” kime ne zararı olabilirdi ki?..

Yıllar sonra arkadaşlarım, dostlarım ve o günlerde birlikte olduğum dünyalar güzeli sevgilimle Paris’e gittim...

Metroya binmek gerekti...

Herkes bilet aldı...

Ben hiç oralı olmadım...

-“Siz alın...” dedim...

-“Ben bilet almam buralarda... Paris metrosunda benim gibiler, biletsiz geçerler... Biz Fransız devletinin; halkından metro parası almaması gerektiğine inanırız...”

***

Yüzüme garip garip bakıyorlardı...

Bense romantik protestliğimin mütevazı tezahürü, çevik hareketimi yapmaya yeltendim...

İki elimi turnikenin diskinin kenarlarına koydum, zıpladım ve hop deyip geçtim...

Havalı havalı yürüyordum ki;

İlk defa o gün metroda müşerref olacağım polis memuru çevirdi beni...

Nereden fırlamıştı anlayamamıştım...

Yanında iki memur daha vardı...

Metro biletinin otuz katı bir ceza ödemem gerektiğini söyledi bana...

-“Bunu ödememi nasıl beklersiniz?..” türünden bir direnişe yeltendim...

Oysa bunu söylerken ben bile direnişimin bir fayda vereceğine inanmıyordum...

***

Bir kere artık o eski romantik protestocu genç değildim...

O hayatı hiçe sayan, kendini, gençliğini, özgürlüğünü feda etmeye hazır davranan daha hiç darbe görmemiş, ihtilal yaşamamış, hayatın yüzlerce sillesini yememiş, Che Quevera tipli protestocu romantik genç değildim artık...

Artık televizyon programcısı olmuş köşe yazısı yazan, protestocu kimliğini çok başka düzlemlerde yaşayan ve arayan bir adamdım...

Paris metrosunda görevini yapmaya çalışan bir bilet dedektifi polisle “çatışmaya girmek“ benim için “utanılacak bir davranış”tı...

-“Neyse cezamız ödeyelim...” dedim...

Cezayı kesti, hiç bekletmeden ödedim ve yürüdüm...

***

Paris metrosundaki romantik direnişimin son eylemi bu olmuştu...

Yıllar önce, polis beni yakalasa ödeyecek param çıkmayacaktı...

Polis beni, ödeyecek paramın olduğu günde ve zamanda yakalamış, cezamı kesmişti...

Tüm geçmiş eylemlerime mahsuben, onların ücretini alırcasına...

Helalleşmiştik bir nevi Fransız devletiyle...

***

Çocuklarımın şen şakrak, metrodan büyük keyif aldıklarını fark ettim...

Genetik miydi acaba “metro sevgisi“ durumu?..

Ürktüm...

Dün oğlum baktım yeniden ısrar ediyor, -“Baba yerin altına trene gidelim...” diye... Ellerini sıkı sıkıya tuttum...

Büyük kızıma ‘Gözümün önünden ayrılma’ dedim...

Metro istasyonlarında dolaşmaya başladım...

Onlar zevk alıyordu...

Bindikleri hiçbir trenden inmek istemiyorlardı...

Bense “şu metro faslı bir bitse de gitsek” diye içimden dua ediyordum...

***

Yirmi yaşında “Ben korkmam, korkulacak olanlar benden korkarlar” dediğim günler çoktan geride kalmıştı...

Çocuklarının minik ellerini sıkı sıkıya tutan bir babanın evhamı vardı yürüyüşümde...

Metronun müzmin sakinleri, muhtemelen bunu fark ediyorlardı...

Eminim hiçbiri;

-“Bir zamanlar bu herif, bu metroda bizden beter salınarak yürür, istasyonlarda ıslık çalarak seğirtirdi...” diye aklından geçirmiyordu...

Bir ara çocuklara;

-“Metroda dikkatli olun buralar tehlikelidir...” diyecek oldum...

Kendimden ve geçmişimden utandım;

Söyleyemeden kelimeleri yutuverdim...

Babalar ve çocukları...

“Aman” diyorum içimden;

-“Ne yeraltını... Ne de yeraltından herhangi bir şeyi geçirmesinler akıllarından... Metro da dahil...”

PARİS’TE BUZ PATENİ...

Otel de dahil her tarafta buz pateni pistleri kuruluyor Paris’te...

Gençler, çocuklar dört bir tarafta buz pateni yapıyorlar... İstanbul’da Metro isimli AVM’nin üzerinde buz pateni pisti olduğunu söylüyorlardı... Burada her tarafta çocuklar ve gençler buz pateni yapıyorlar...

***

Her gün çatışmanın içinde birbirinden hesap sorarak yaşayan toplumlar ve kültürler; hayatta neyi ıskaladıklarının farkına varmazlar... Birbirlerine sürekli hesap sorup, birbirlerini hep bir ağızdan boğazlamaya çalışmaktan, “sevgi ve enerjiyle, estetik ve artistik güzellikler yaratmaya” yabancılaşırlar...

***

30 yıl önce; “değişik istihbarat servislerinin ve kontrgerillanın kurbanı olarak yıllar yılı birbirini boğazlayan gençlerin üzerinden tanklar geçmiş, bulduklarını içeri tıkmışlardı...” Karımla ben, gazetecilik yapıyor, hayata zor bela tutunmaya çalışıyorduk... Bir gün; -“Ben buz pateni yapmak istiyorum...” dedi...

***

Söylediği şeyi içselleştirmem saatlerimi aldı... O günlerin ortamında, insanlar içeri alınmış, hayat darbe görmüşken, buz pateni yapmayı içselleştirmem bile yeterince zamanımı almıştı... Buz pateni yapmaya gittik...

Karım yavaş yavaş kaymaya başladı...

Ben yaptığım işi, bir türlü içselleştiremiyor, paten üzerinde dengede bile duramıyordum...

-“Beni bırakın...” dedim bir süre sonra...

-“Ben böyle iyiyim... Sizi seyrederim...”

***

5.5 yaşındaki çocuklar bu hafta; yarım saat içinde buzun üstünde hiç bilmedikleri şeyi yapıyorlar ve kaymaya başlıyorlar... Babalarının saatlerce içselleştiremediği buz patenine inat, her gün buz pateni yapmak için yalvarıyorlar...

Türkiye’den ise her gün hesaplaşma haberleri gelmeye devam ediyor...

***

Yine 30 yıl öncesi gibi absürd bir kültürel ikilemin ortasında kalıveriyorum... Limonlu çay içiyor ve buz pateni yapan çocukları seyrediyorum... Onların buz üstündeki danslarından sonsuz romantik hayallere dalıyorum... Meçhul bir gelecekte artistik patinajdaki puanlarını hesaplıyorum...

Hayatı buz pateninin üstündeki hayallerde yaşıyorum... Gelmekte olduğum coğrafyaya ve kültüre inat... Yine ve yeniden romantik isyanlarımdan hayaller yaratıyorum...

La Vita e Bella...

Hayat Güzeldir...

Roberto Benigni öyle öğretti bu romantizmi bizlere...

Yazının devamı...

Dağılan bir aile hikayesi...

Ankara’dan aramıştı yakın dostum...

İzmir’deki mahkemenin sonucunu bildiriyordu...

-“Hayırlı olsun...” demişti...

“Eşinle ortak tuttuğunuz avukat, bugün duruşmaya girdi... Mahkeme ortak arzunuza binaen ilk duruşmada boşadı sizi... Hayırlı olsun...”

***

Atina’da evimin bir bölümü olan büromda haberleri hazırlamakla uğraşıyordum...

O akşam Batı dünyasının ailecek kutladığı ünlü bayramı Noel’in arefesiydi...

O gece evlerde hindi yenecek, aile birlikteliğine şükür edilecek, inançları çerçevesinde çam ağacının altından Noel babanın getirdiği hediyeleri, çocuklarına ve birbirlerine vereceklerdi...

Bizim Bayram ritüellerimizin Hristiyan dünyasındaki benzeriydi yaşanacak olan...

***

Arkadaşım o gün, beni arayarak “ailemin fiili olarak dağıldığını” haber veriyordu...

Noel benim bayramım değildi...

İstanbul’da veya Ankara’da olsam, bu tesadüfü sorgulamayacak, bilmeyecektim...

Tesadüf görünen şeyi anlamlı kılan olgu; Atina’da herkes Bayram kutlarken, benim ailesi yasal olarak parçalanmış kişi olarak kendimi alabildiğine yalnız hissetmemdi...

Neredeyse bir yıl olmuştu fiili olarak eşimden ayrılalı...

O gün Noel tesadüfüyle “hukuki olarak da yalnız olduğum” tescilleniyordu...

***

Dün sabah günlerdir kapısından döndüğümüz Eyfel Kulesi’ne üç çocuğumla çıkarken, yirmiyedi yıl önce yaşadığım bu ilginç Noel tesadüfü gözümün önündeydi...

O gün kendime verdiğim sözü tutmuş; günün bitimine kadar “yalnız” kalmıştım...

Sindirmek ve yeni bir hayata başlamak için...

Yirmi yedi yıl önce...

***

Dün sabah aynı arkadaşımı aradım...

Bana yirmiyedi yıl önce, “mahkemenin bizi boşadığını haber veren arkadaşımı...”

-“Boşanma haberini veriyorsun... Çocuklarla Eyfel’e çıkma haberini ise görmüyorsun...” diye esprili bir çıkış yaptım...

Güldü;

-“Hayat değişti...” dedi...

***

O olaydan iki yıl sonra yine bir Noel arefesinde Paris’e gelmiştim...

Yirmibeş yıl önce...

Cite Universitaire’de (Üniversite yurdunda) kalan kız arkadaşımla Noel’i ve yılbaşını geçirmek için Atina’dan Paris’e uçmuştum...

O gün kaldığı odaya bir televizyon almıştık...

Kendi televizyonumuzu kendimiz izleyelim diye...

İlk geceki yayında Alain Delon’la yapılan geniş bir söyleşi vardı Fransız televizyonunun ikinci kanalında...

***

Moderatör Alain Delon’a soruyordu;

-“Yılbaşını kimle geçireceksiniz?..”

Alain Delon şaşırmış gibi cevap veriyordu...

-“Ben mi kimle geçireceğim?.. Kimseyle elbette... Sadece köpeklerim olacak benimle... Başka kimseler olmayacak yılbaşı gecesi çevremde...”

Bu olayı yaşadığı hüznün yansıması olarak değil, yaşadığı hayata ve insanlara duyduğu belirgin bir tepkiyle söyler gibiydi...

***

“Hayatımda benimle yılbaşı geçirmeyi hak edecek kimse yok...” der gibiydi...

Üzerinde bir kırgınlık...

Bir kırıklık...

Eğilmek bilmeyen bir ego...

Dik durmaya çalışan bir gurur...

Gözlerde ise hüzün... Acı...

Ve anlaşılamamının verdiği bir gölge vardı...

Brigitte Bardot’dan; Romy Schenieder’e, Mirelle Darc’tan sonsuz ve sınırsız sayıdaki artistik güzellerle aşk yaşayan “20. yüzyıl erkek ikonu”nun hayatında köpeklerinden başka kimseler yoktu...

Ve o bunu; dik tutmaya çalıştığı gurur ve yalnızlığının gizlemeyemediği hüznüyle söylüyordu...

27 YIL SONRA GELEN AİLE...

Dün sabah sekiz gibi çocukları uyandırdım...

Günlerdir Eyfel Kulesi’ne gidiyor, kuyruğu görüp, ayazda 1.5 saat beklemeyi göze alamayarak, dönüyorduk...

-“Bu sefer kahvaltı yapmadan gidelim...” dedim çocuklara;

-“Eyfel’i gezdikten sonra kahvaltımızı keyifle yaparız...”

-“Peki...” dediler...

Sabah hazırlanıp çıktık;

Fazla beklemedik; saat 10 sularında Kule’ye çıkıyorduk...

***

Onlara bakarken; annem; babam ve üç çocuğumla aslında gayet geniş bir ailemin olduğunu fark ediyordum...

Arkadaşımın dediği gibi hayat 27 yıl içinde çok şeyi değiştirmişti...

Kendini “kahraman zanneden” yalın bir insandan...

Gazetecilik mesleğini hayatı anlamlandıran tek tutku olarak gören genç bir idealistten...

Annesine, babasına ve üç çocuğuyla, hayatı değerli kılmaya çalışan, bir yazara dönüşmüştü orta yaşlı adam...

***

Tek kişilik şizofrenik kahramanlık; “Üç çocuklu aile babalığı ile...

Tek çocuk sorumluluğunu taşıyan bir evlat olmanın” yarattığı kollektif bir mutluluğa dönüşmüştü...

Çevrede tek kişilik kahramanlık yerine altı kişilik bir mutluluk vardı...

Tek kişilik şizofrenik kahramanlık uzaklarda kalmıştı...

***

25 yıl önce Paris’te Noel arefesinde izlediğim; Alain Delon’la hayatımın örtüştüğü ve ayrıldığı noktaları saptamaya çalışıyordum...

Onun da farklı annelerden çocukları olmuştu...

Ancak 1989 Noel’inde; 1990’lı yıllarda doğan iki çocuğunun babası değildi henüz...

İlk doğan çocuğunu ise annenin kendisine emrivaki yaptığını düşünerek kabullenememişti...

Yalnızlığı ve egosunu yenemediği “gururlu hüznü” muhtemelen ondandı...

***

Elbette sevişerek, veya evlat edinerek herkes bir aile sahibi olabilirdi...

Ancak aile olmanın püf noktası, anne baba veya çocukların olmasında değildi ki...

Aile olmak;

Bireyler arası farklılıklara...

Değişikliklere...

Ego çatışmalarına...

Yanlış yetiştirmelere...

Birbirine karşı yapılan hatalara...

Zaman zaman açılabilen yaralara...

Çatışıyor görünen çıkarlara...

Gündelik hayatın getirdiği uzlaşmazlıklara...

Uyumsuzluklara...

Kavgalara, tartışmalara rağmen...

Sevgiyle “aile kimliği”nin içinde kalabilmekti...

Bir arada ayakta durmak, ayakta kalabilmek ve “aile olabilmek”ti...

***

Eyfel’e çıkmakta olan üç çocuğuma baktım...

İstanbul’da bıraktığım anneyi, babayı düşündüm...

O zaman bir aileyi sevgiyle bir arada tutmanın;

Çocukların sevgili olarak; çoktan ayrıldığım anneleriyle “anlayışla hayata devam etme” yeteneğini gerektirdiğini...

Kendi anne ve babanla bir hayat boyu süren “ilişkilerin günlük yıpratıcı etkisinden” kurtulabilme becerisini elzem kıldığını...

Hataları anlayışla karşılamayı...

Tölerans göstermeyi...

Sevgiyi en yüksek değer tutarak, bir aradalığı güçlendirmeyi...

***

Aile bireylerine;

“Her şeyin üzerinde oluşturulacak aile kimliğini; şemsiye gibi tutmayı;

Egoyu törpülemeyi...

“Aile kimliği”ni; sıcak bir battaniyeymişcesine herkesin üzerine sarmayı...

O battaniyenin altına aynı seviyle saklanmayı bilmeyi...”

Gerektirdiğini düşündüm...

***

Aile olabilmek “hayat”ta olabilmek demekti...

Sevmek ve gerçek sevgiyi gösterebilmekti...

Uzlaşmasını bilmek anlamına geliyordu..

Tölerans göstermeyi...

Hataları affetmeyi...

Aileyi mutluluk amacıyla birleştirmeyi...

Mutluluğu bir arada yaşatacak sinerji yaratmayı...

Hayatı anlamlı kılmayı bilmek demekti...

Kısaca “hayat” demekti “aile olmak...”

***

Bruce Willis’in sinematografisinin en iyi iki filminden biri The Kid’dir...

“İçimdeki Çocuk...”

Filmde; kırklı yaşlarını yaşayan başarılı ve yalnız bir adamın, evine bir gün “şişman bir çocuk girer...”

Kırklı yaşlarını süren adam, çocuğun kim olduğunu anlamaz...

Nereden geldiğini çıkartamaz...

Bir süre sonra çocuk davranışlarıyla kendisini belli eder...

Çocuk “başarılı ve yalnız adamın bizzat kendisi, kendi çocukluğudur...”

Büyümeden önceki çocuk halidir...

Küçük çocuk ilkokuldan başlayarak, işadamına hayatını ona yeniden yaşatır...

Kırılma noktalarını...

Kalbinin sesinden uzakta kaldığı anları teker teker hatırlatır...

Onu yeni baştan yaratmaya girişir...

Bruce Willis’in “tek kişilik şizofrenik kahramanlığı” başka bir mecraya sürüklenecektir...

Çok başka bir mecraya...

“İçimdeki Çocuk” geçmişten geleceğe uzanan insan hayatının muhteşem bir hayat köprüsüdür...

Yazının devamı...

Dünyayı ve Türkiye’yi kurtaran artistik programlar yok Paris’te...

Aylardır Türkiye’de yüzden fazla televizyon kanalı arasında; film, futbol, basketbol, hentbol, tenis dışında hemen hiçbir kanalı açmıyor ve izlemiyorum...

Bir tür protesto benimkisi...

Bana televizyon programlarıyla dayatılan “gündemi” reddediyorum...

Kendi gündemimi, inatla sürdürmeye devam ediyorum...

Çocuklarımın hayatının da bu hesaplaşma ve recm gündeminin esiri olmaması için, yıllardır tek başıma, kendi aileme, “sinerji, sanat, spor, sevgi, estetik ve yaratıcılık dolu bir gündemi yaşatma mücadelesi veriyorum...”

***

Etrafın tüm rüzgarları, başka yönde eserken, tek başına kendi gündemine tutunmak, hiç o kadar kolay bir uğraş değil...

Yalnız kalıyorsunuz...

Yapayalnız...

Çevrede öyle bir fırtına var ki, kimse kendi gündemini sürdüremiyor...

Fırtınanın estiği yönde, savuruluyor...

Televizyonda siyasi tartışma ve sohbet programlarının, bütün geceyi kapladığı kanal sayısı kırk-elli civarında bugün Türkiye’de...

***

Dünyada böyle bir ülke var mı bilmiyorum...

Üç gün önce Paris’e geliyorum...

Kaldığım otel Paris’in sayılı otellerinden biri...

Film kanallarını, özel yayınları bir kenara bırakıyorum...

Normal televizyon yayını yapan kanalları açıyorum...

Dünyanın dört bir tarafından tam 108 adet televizyon kanalı yayını bulunuyor kaldığım otelde...

Ne enteresan bir tesadüf ki; 108 kanal arasında Türkiye’den tek bir televizyon kanalının yayını bulunmuyor otelde...

***

Şaşırıyorum...

Bu önemli değil...

Ben zaten Türkiye’den bir televizyon kanalını seyretmek için gelmiyorum Paris’e...

Tersine o kanallardan ve tartışmalardan kaçmak için geliyorum...

Fakat esas başka bir şeye daha fazla şaşırıyorum...

Bu kadar televizyon kanalı arasında dünyanın dört bir tarafındaki ülkelerin hiçbirinin televizyon kanalında “bizdeki türden bir tartışma ve siyasi hesaplaşma programı” görünmüyor...

Tüm televizyon kanallarını dikkatli bir gözle üç kez tarıyorum...

Hayır yok...

Ne böyle bir tartışma programı var...

Ne de bu tür tartışmalara zemin hazırlayacak bir program formatı...

*****

NOTRE DAME’IN KAMBURU VE DÜNYA GÜZELİ ESMERALDA...

Herkes hayatın sinerjisini bir başka taraftan yakalamaya çalışıyor...

O sırada Garou gözüme çarpıyor...

Notre Dame de Paris müzikalinin, Quasimodo’yu oynayan ve Esmeralda şarkısını söylerken bütün dünyayı büyüleyen Kanada’lı şarkıcı Garou’nun “mini belgesel şeklinde sunulan hayatına” takılıyorum...

Quebec’li şarkıcıyla, Paris’te Bateaux Mouches’ın güvertesinde yapılan ışıklı söyleşiyi izliyorum gecenin bir vakti...

Esmeralda parçasını you tube’dan indirenler, Notre Dame’ın Kamburu Quasimodo’yu oynayan muhteşem şarkıcıyı tanıyacaklar...

Garou’nun; 40’ından sonraki hayatında, özgeçmişine yaptığı yolculuğun kilometre taşlarını izliyorum...

*****

FRANSIZ KADINLARINDAKİ ESTETİK VE İNCELİK...

Hiç tartışmasız çok cezbedici bir stili var Fransız kadınlarının...

Böylesine incelmiş bir fiziksel estetiği nasıl sağladıklarını düşünüyorum... Fransız mutfağının olmazsa olmazlarından biri “mayonez...” İkinci olmazsa olmazı, “peynir...” Şarabı hiç saymıyorum...

Makarnayı da hakeza...

***

Böyle bir mutfak kültüründen, bu kadar ince fizik ve estetik nasıl mümkün oluyor bilmiyorum...

Paris bir yürüyüş kenti...

Geniş bulvarlar, yürüme sporu için özel olarak inşa edilmiş gibi duran tretuvarlar, nehir, esinti ve dinginlik...

Şehrin özeti bu...

Her Paris’li günde ortalama 4-5 kilometre, kendiliğinden yürüyor...

Ya metroda, ya yollarda...

Bu yürüyüşlerin etkisi görülüyor; incelmiş fizikte ve cezbedici estetikte...

Yine de bu kadarı yeterli değil, böylesine bir “estetik mucizesi için...”

Ötesinin nasıl gerçekleştiği; Fransız kadınına mahsus bir muamma... O muamma cezbedici bir gizem veriyor kadınlara...

*****

PARİS; BURALARA YILBAŞI GELİYOR...

Paris her zaman olduğu gibi, keyifli ve ışıl ışıl... Buralara Noel ve yılbaşı geliyor...

Her taraf yeni yılın ve Noel’in heyecanıyla dolu...

Champs-Elysee’yi ve tüm Paris’i boydan boya süslüyor ağaçlar, ışıklar ve süslemeler...

Her taraf ışıklı...

Gece kentin üzerine muhteşem ambiyansını yayıyor...

***

Sadece yürümek ve geceyi hissetmek istiyor insan...

Her tarafı ışıldıyor şehrin...

Süslemelerden yayılan ışıklar sanki Paris’in soğunu ısıtıyorlar...

Işıklarla süslü, aydınlatılmış kentte yürürken soğuk etkisini yitiriyor...

Paris’te gündüz, ışıldayan geceden daha soğuk hale geliyor...

***

Aileler yoğun biçimde göze çarpıyor bugünlerde Paris’te...

Karı koca ve iki çocuklu Fransız aileleri başkentin dört bir yanında dükkanlardan alışveriş ediyorlar... Restoranlarda yemekler yiyorlar...

Noel ailelerin buluştuğu bir bayram Hristiyan dünyasında...

Amerika’da yapılan son araştırma Amerika’lıların yüzde 80’inin Noel ve yılbaşını aileleriyle geçirdiğini söylüyor...

Paris’teki oranın buna yakın bir yükseklikte olduğunu gözlemliyorum...

***

Ben yılbaşını kısmetse annem ve babamlarla İstanbul’da geçireceğim...

Yılbaşı öncesi Noel’i yaşayan Paris, girmekte olduğumuz yılı her şeyiyle hissettiriyor şimdiden...

Kavgasız, gürültüsüz, keyifli ve sinerji dolu bir hayat tarzı egemen buralara...

Yazının devamı...

Paris; “çocuklar nerede oynayacak?..”

Paris hayatımda iz bırakan en önemli şehir olmasa nasıl olurdu acaba?.. Çocukları buraya getirirken kendi kendimi çok sorguladım...

İki yıl önce küçükleri, Fransız anaokoluna verecekken, son anda bazı şeyleri görüp, direkten dönmüştüm...

Son yıllarda gittikçe lokalize olduğunu (yerelleştiğini) fark ettiğim Fransızca eğitim yerine; Kolej’e vererek, İngilizce eğitime ağırlık verdirmiştim...

***

Los Angeles’a giderken sorun yoktu...

Orada İngilizce konuşuyorlardı...

İngilizce anlaşıyorlardı...

Disneyland’dan, Hollywood çocuk kahramanlarına kadar her yerde tanıdık bir kültürün parçası oluyorlardı...

Paris ise (eğer özel olarak Disneyland’a gitmiyorsanız) öyle bir yer değildi...

Kışın bu vaktinde bu ayazda Paris’in dışındaki Disneyland’e gitmek de içimden gelmedi doğrusu...

Disneyland Fransız değildi bir kere...

Gideceksek oraya Amerika’da anavatanında giderdin...

***

Benim gibi biri için çok şey ifade etse de, şehir; mimari, sanat, kültür, müze ve gastronomi merkezli bir kentti...

Paris; Fransızca’yla haşır neşir olmayan çocuklar için ne kadar eğlenceli olacaktı; doğrusu pek emin değildim...

***

Çocuklar insana mucizevi bir biçimde “pratik” olmasını öğretiyorlar...

Çocuk büyüten kadınların neden bu derece gerçekçi ve pratik olduklarını; neden ideolojilerin bağnaz kalıplarından çok uzak olduklarını şimdi daha iyi anlıyorum...

Bir çocuk yetiştiriyorsanız; “ihtiyaçlara pratik ve gerçekçi” çözümler bulmak zorundaydınız...

Hayatı “şiir gibi okumak”, “bir miktar romantik takılmak”, “şartlı reflekslere bağlı” değerlendirme ve davranma hakkına sahip olmuyordunuz...

***

Farkındaydım ki;

-“Ben Paris’e çok severim... Çocuklar da çok sevecekler...” gibi, uçuk kaçık, sürrealist, klişe, şartlı reflekslerle örülmüş “yargı”ların bir geçerliliği yoktu...

Neyini sevecekti Fransızca eğitim almayan 5-6 yaşında çocuk Paris’in?..

Ketçap, hamburger ve patates kızartması yiyen çocuklar;

Tabakların ortasında tadımlık gelen gurme restoranları mı seveceklerdi?..

İce Tea’nin tadına alışkın damaklar, Bordo şarabının buruk lezzetinden mi haz alacaktı?.. Kidsmondo’da polis, itfaiyeci, doktor, dişçi olan minikler; Seine nehrinin kenarında geçmiş ihtişamı eskimiş mimarisiyle güne göz kırpan Kral’ın sarayından mı mimari bir keyif alacaklardı?..

Kovboy Woody’nin maceralarıyla; Tom and Jerry’nin kavgaları arasında mekik dokuyan yavrular; Louvre Müzesi’ndeki Mona Lisa tablosunda Mona Lisa’nın iki yanağının arasındaki farklılıktan mı derinlik arayacaklardı?..

***

Olmayacak duaya “amin” denmez...

Önceden, epey kapsamlı bir hazırlık yaptım...

Çocuklar için gidilecek görülecek oyun parkları, oyuncak müzeleri gibi, sıkılmayacakları alanlar yaratmaya çalıştım...

Paris’in çok şeyini biliyordum fakat, çocukların Paris’ini hiç bilmiyordum...

Biraz da geleneksel Fransız anlayışsızlığından mütevellit bir ruh haliyle “çocuklar mutsuz olmasa bari” düşüncesinin egemenliğinde Paris’e indim...

“Nerede oynayacak bu çocuklar” sorusu bütün şiddetiyle aklımı kurcalarken...

*****

ANNELERİNİN KALDIKLARI OTELDE...

Allah; “saf sevgi”nin, temiz kalmış iyi niyetin, istediğini mucizevi bir şekilde insanın önüne çıkarıveriyor...

Paris’te üç çocukla birkaç yıldönümünü birden kutlayacaktık...

Her bir yıldönümünün “aile tarihimizde” önemli yeri vardı...

Kalacağımız yer çok önemliydi...

Doğrusu, onların kişisel tarihlerinde, aile geçmişlerinde; rol oynayan “Paris’teki o özel otelde” kalmayı düşünmemiştim...

“Çocuklar küçük, otelin incelmiş estetiğini daha sonraki yıllarda yaşarlar” demiş, “o otel” için bir girişimde bulunmamıştım...

***

Rezervasyon talebinde bulunduğumuz iki otelin ikisinde de tamirat olunca, biraz zorunluluktan “o muhteşem otel”e yer sorduk... Son olarak 2008’de kalmış olduğum bilgisini verdi; otel arkadaşıma...

-“Evet bekliyoruz... Çok uzun zaman oldu gelmeyeli buraya kendisi...” demişler otelden... Rezervasyon haberi geldiğinde iki arkadaşımla öğle yemeğindeydim...

“O otel”e gidecek olmayı yine, evrensel, ruhsal ve ilahi bir mesaj olarak almış; çocuklar gibi sevinmiştim...

***

İki ünlü kadından üç çocuklu ailemin; ruhsal ve düşünsel embriyosunun oluştuğu oteldeyim işte...

Anlatım tarzımdan çoğu kişi oteli “çocuklarımın biyolojik tohumlarının atıldığı yer olduğunu” düşünebilir...

Hayır öyle değildi...

Ondan çok daha fazlasıydı...

Ruhsal ve düşünsel “çağrı”nın yapıldığı, “niyet’lerin evrene gönderildiği yerdi o otel... Şimdi üç çocuğuma dünyaya geliş mucizelerini göstermek istercesine “o otele gelmiştim”, pek de planlamadığım halde...

Her üçünün anneleriyle de kalmıştım o otelde...

Olay kesinleşince çocuklara hınzırca bir mesaj ilettim...

-“Annelerinize söyleyin... Babam o otele götürüyormuş bizi deyin...” dedim...

İki annenin de “bunu hiç tahmin etmeyeceklerini biliyordum...”

Hınzırlık ve çocukluk...

Buna “mutluluk” diyorum ben...

*****

PARİS’TE KADINLARI ANLAMAK...

Dedim ya hayat; Çocuklar varsa, şartlı refleksleri ve tepkileri değiştirtiyor...

Egonuzu törpülüyor...

Tepkilerinizi yumuşatır gibi gözükse de...

Esasen daha kararlı, istikrarlı ve cesur hale getiriyor... Oyun oynamıyorsunuz artık...

Alabildiğine gerçekçi, alabildiğine sonuça odaklısınız...

Bir canlının sorumluluğunu taşımak, yetişmesine katkı yapmak farklı bir şey...

***

Otele öğleden sonra saat 16 sularında girdiğimizde “odanın henüz hazır olmadığını, bir saat sonra hazır olabileceğini” söylüyorlar...

Tipik bir Parisien tavır bu...

Öğleden sonra da gelseniz, ünlü oteller odanın henüz hazır olmadığını söylerler, müşteriler da fazlaca bir tepki göstermezler...

Ben hariç... Anlamsız bulduğum bu talebi hiç kabul etmezdim geçmişte...

-On ya da on beş dakikaya kadar odaya girdim girdim...” diye kestirip atardım...

***

Otellerin Fransız snobluğuyla bezenmiş personeli, ne yapar eder odayı hazırlatırdı...

Bermutat yine aynı şey oldu başlangıçta...

Oda henüz hazır değildi... Bir saat sonra olacaktı... O sırada, hanım müdire bana ilginç bir şey söyledi... -“İsterseniz...” dedi...

-“Çocuklar otelde Noel ve Yılbaşı dolayısıyla açtığımız buz pistinde kayabilirler...”

***

Eskiden olsa, bu talebi duymazdım bile...

Sadece tek bir şeye fikslenir;

-“Çocuklar var... Onbeş dakika içinde hazır edin lütfen odayı...” der kestirip atardım...

Çocuk sorumluluğu farklı işte... “Kadınları onun için şimdi çok iyi anlıyorum”; İdeoleojik bağnazlıkların zerrece yanlarından geçmemesinin hikmetini şimdi kavrıyorum...

***

Otel müdiresine;

-“Ama bilmiyor ki çocuklar buz pateni yapmasını...” dedim... Güzel ve bakımlı bir hanım öğretmeni gösterdi bana... -“Şu karşıda gördüğünüz hanım, öğretiyor... İsterseniz hemen buz pateni yapabilir çocuklar...”

İçimden bir ses “Peki de...” diyordu...

Hiç tartışmadan “Peki” dedim...

Bir taraftan da “ben ne yapıyorum” burada diye içimden geçiriyordum...

Sonra...

Sonra ne mi oldu?..

Arkası yarın, ya da yarından sonra...

Yazının devamı...

“Elveda ülkem...” Adieu mon pays...

“(J’ai quittÈ mon pays),

Yurdumdan ayrıldım...

(j’ai quittÈ ma maison)

Evimden ayrıldım...

***

(Ma vie, ma triste vie)

Hayatım, hüzünlü hayatım

(Se traîne sans raison)

Sürünüp gidiyor sebepsiz...

***

(J’ai quittÈ mon soleil),

Güneşimi terkettim...

(j’ai quittÈ ma mer bleue)

Terkettim mavi denizimi...

***

(Leurs souvenirs se reveillent),

Hatıralar canlanıyor...

(Bien aprËs mon adieu)

Elveda dedikten çok sonra ben...

***

(Soleil, soleil de mon pays perdu)

Güneş... Kaybolan ülkemin güneşi...

(Des villes blanches que j’aimais),

Sevdiğim beyaz şehirleri...

***

(Des filles que j’ai jadis connu)

Bir zamanlar tanıdığım kızlar...

(J’ai quittÈ une amie),

Kız arkadaşımı terkettim,

***

(je vois encore ses yeux)

Hala gözlerini görüyorum onun...

(Ses yeus mouillÈs de pluie, de la pluie de l’adieu)

Yağmur ve vedanın çiselemesiyle ıslanmış gözlerini...

***

(Je revois son sourire...)

Gülümsemesini görüyorum yeniden...

(Si prËs de mon visage)

Yüzüme bu kadar yakın...

***

(Il faisait resplendir)

Işıldatırdı...

(Les soirs de mon village)

Köyümün akşamlarını...

***

(Mais du bord du bateau, qui m’Èloignait du quai)

Fakat beni rıhtımdan uzaklaştıran geminin güvertesinde...

(Une chaîne dans l’eau)

Bir zincir...

(a claquÈ comme un fou)

Çılgın gibi şıngırdadı suyun içinde...

***

(J’ai longtemps regardÈ)

Uzun süre bakakaldım...

(Ses yeux bleus qui fouillent)

Gittikçe uzaklaşan mavi gözlerine...

***

(La mer les a noyÈ)

Deniz boğdu gözlerini...

(Dans le flot du regret)

Pişmanlığın ve hüznün dalgasında...”

***

Bugün; üç çocuğumla (Ayşe Nazlı, Mina, Poyraz) Paris’e gidiyorum...

Hayallerimin şehri olarak başlayıp; hayatımın şehri haline gelen o ıslak kente...

Üç çocuğumu Paris’e ilk kez götürüyorum...

Ben de onların yanında Paris’i ilk kez görüyorum...

Anne babamı getirmiştim...

Çocuklarımla ilk Paris seyahati bu...

37 yıl önce babaları yalnız gelmişti bu ıslak kente...

Çiseleyen yağmurda; erken bir Paris sabahında alacakaranlıkta terk ederken ıslak şehri;

“Bir gün sana başka türlü kavuşacağım” diye içinden geçirmişti...

***

O gün bugün mü bilmem...

Ama Paris’e; ıslak şehre üç çocuğumla gitmenin vakti...

Her birinin doğumunun vesilesi olan bir şehir benim hayatımda Paris...

Büyük kızımın doğumuna tanıklık...

Küçük çocuklarımın hayata gelişlerine, işaret fişeği çakan bir şehir orası...

Kazandığım kariyerin, ekmek parasının imzalarının atıldığı...

Yaşadığım en keskin virajların savrulmalarını...

En geniş kavşakları ayıraçlarındaki

Yaşadığım bohem bu ıslak kent...

***

Adieu Mon Pays (Elveda Ülkem) bir

Cezayirli olarak doğan, genç yaşında Paris’e göç eden Enrico Macias’ın kendi hayatını anlattığı şarkısı;

Fransa’ya; oradan da tüm dünyaya damgasını vurdu bu şarkı...

Macias’ın bu şarkısını ilk dinlediğimde 15 yaşındaydım...

Otuz beş yıl önce Paris’e ilk geldiğimde bu parçayı mırıldanıyordum içimden...

***

Hayatın hüzünlü mucizesi ...

Otuz beş yıl sonra üç çocuğumla

Paris’in yolunu tutarken de...

Yine aynı hüzünlü parça, yüreğimde çalıyor...

Adieu Mon Pays...

Elveda ülkem...

Elveda parlayan güneşim...

Elveda mavi denizim...

Bu bir veda değil elbette...

Bir vedanın metaforu sanki...

***

Otuz beş yıl önceki gibi...

Kim bilir belki de yeni başlangıçların bir habercisi, bir istek parçasıdır, şimdi söylenen şarkı...

Çiseliyor yağmur şimdi Islak Kent’te...

Çiselemese bile çiseleyecek birazdan eminim!.. Salut (selam) demek yeterli olacak sanırım Paris’e...

Geride kalan memlekete, şehre, denize, güneşe;

Metaforik bir Elveda (Adieu) demenin ağırlığı;

Ancak “selam” (salut) kelimesi içindeki uçarılığın hafifliğiyle dengelenebiliyor...

***

Memlekete “veda”yı; metaforik olsa bile psikolojik olarak kaldırmak mümkün değil...

Islak Şehir’e gelsek bile durum değişmiyor...

Yine hüzün, yine sürgün...

En kötüsü neresi sürgün o belli değil...

Sürgün Paris’te mi; veda ettiğin kentte mi o müzmin biçimde otuz beş yıldır meçhul...

Biraz George Moustaki, biraz Enrico Macias; elbette Derniere Danse ve İndila...

Hepsi de koloni ülkelerden; Paris’e göç eden sanatçı kuşakların üyeleri...

Biraz melodramik bir filmi andırıyor sanıyorum Paris hepimiz için;

Biraz “Fado” müziğindeki trajediyi...

Biraz Rebetika’daki (Rembetika) ağıtı...

Biraz da Karlı Kayın Ormanı’nı; Yedi Tepeli Şehir’de aradığını bulamamayı...

Ruhumuzun ıslanma zamanı geldi sanırım...

Günaydın Islak Şehir!..

Yazının devamı...

Deniz Seki'nin cezaevi duvarına astığı; rutubet kokan; yeşil çalan mektubum...

Bir ay önce; kalan hapis cezasını çekmek için, cezaevine giren Deniz Seki'ye mektup yazıyorum...

“Cezaevinde Bana Umudu Anlat Deniz” dediğim bir yazı bu...

***

Birkaç gün sonra menajeri Özgür Aras telefon ediyor:

-“Mektubunuzu karşısındaki duvara astı... Her gün ona bakıyor, onu okuyor...”

İçimde sessiz bir yağmur çiselemeye başlıyor bu sözleri duyunca...

Cezaevindeki bir insanın, bir sanatçının hayatına dokunabilmenin kalbimde yarattığı ıslanma bu...

Yine de ses etmiyorum, teşekkür edip, umudumu diriltmiyor, hayata devam ediyorum...

***

Bir ay geçiyor...

Dün menajeri Aras telefon ediyor...

-“Size bir mektubu var Deniz Seki'nin” diyor...

Cezaevi yönetimince, yasalar uyarınca açılmış bir mektup... Benim de açık haliyle size göndermemde bir sakınca var mı?..

-“Yok elbette...” diyorum...

Deniz Seki'nin mektubunun telefonuma gelmesini bekliyorum...

O sırada geçen ay yazdığım mektuba göz gezdiriyorum...

Şöyle o mektubum...

*****

BANA UMUDU ANLAT DENİZ...

Cezaevinde şimdi ne yapıyorsun bilmiyorum...

Bir parça alışabildin mi; onu da kestiremiyorum...

İki kişilik koğuşta kaldığını söylediler... Önünde; çok verimli işler yapabileceğin iki ya da iki buçuk yıl var...

***

“Eğer fırsatı iyi kullanırsan”, bu zaman dilimi seni hayata ve sanata “Hiç olmadığı şekilde geri getirecek...

Bir mucize gerçekleşecek...”

Kim bilir bu mucize için belki de bu kadar uzun beklemeyeceksin...

***

Sen bir sanatçısın...

Suçluydum suçsuzdum tartışmalarını bir kenara bırak şimdilik... Onlarla avukatlar, onlarla hukukçular uğraşsın...

Sen sanatçısın...

Sen sanatın için varsın...

-“Benden bin beter olanlar özgür... Beni buldular içeri tıkmaya...” deme...

Bunu bir şans niyetine al;

Bu şansı kullanmayı dene;

***

Sanat için, sanatçı olduğun için... Deniz... Dışarıdan sana ahkam kesme; Hadsizliğine...

Düşüncesizliğine...

Duyarsızlığına...

Düşmeden bir iki söz söylemek istiyorum izninle...

***

Besteler yapmaya çalış oralarda... En acılı günlerin, en hüzünlü saatlerin süzgecinden; haykıran güfteler çıkart, nice besteye harman olacak...

Sevdalara katık, mahpustaki mahkumlara derman olacak...

***

İçerden türküler”, içerden şarkılar” yaz...

İçerden türküleri; içerden şarkıları” bas...

Onlar söylensin...

Onlar dillensin...

Onlar nakarat olsun, dünya alem dinlesin...

***

Sen bir sanatçısın...

Sanatçı hayatı yaşar, duyarlılığı hayatı yansıtır...

İçine duygularını katar; duygular taşar; insanlar ağlar...

İnsanları ağlat Deniz...

Bu bir son değil...

Bu bir başlangıç...

Bu bir tükeniş değil...

Bu bir diriliş...

Bu bir yıkılış değil...

Bu bir kalkış...

***

Bu “biten Deniz Seki” değil... Bu güneş gibi doğan bir Deniz... Sana bir türkü benden;

Kırk yıl öncesinin ilk gençlik yıllarından...

Söyledikçe duygulandığım;

Çaldıkça hüsran...

Okudukça hayran kaldığım bir mahsun türküden...

Ahmet Arif şairi...

Rahmi Saltuk’un yorumundan... Geçmişten geleceğe bir cezaevi kültürünün türküsü bu...

***

Koğuşta bulabileceğin bir gitar, bir saz ile mırıldanabilmen.

İlham alman...

Hayata başlaman...

Kendi şarkılarını yazman...

Kendi şarkılarını haykırman... Niyetine...

***

“Demir kapı...

Kör pencere...

Yastığım ranzam zincirim...

Uğruna ölümlere...

Gidip geldiğim...

***

Zulamdaki mahsun resim...

Haberin var mı?..

Görüşmecim yeşil soğan göndermiş...

Karanfil kokuyor cigaram...

***

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”

***

Bana artık aşkı anlatırsın belki şarkılarında Deniz...

Aşktaki hüznü...

Hüznündeki umudu...

Demir kapılar arkasında kalan aşkı... Demir kapılar arkasındaki umudu...

Resimlersin bunları birer birer Deniz...

***

Bana demir kapıları anlat...

Demir kapıları kıracak umudu...

Bana şarkılarını haykır...

Demir kapıların ardından...

Demirden taşarak...

Hayatı aydınlatacak olan...

Bize umudu anlat Deniz...

Kör kuyularda boğulup kalmayan...

*****

DENİZ SEKİ'NİN HAPİSHANEDEN GÖNDERDİĞİ MEKTUP...

Çok kıymetli Reha Bey;

Size umudu anlatmamı istemiştiniz ya hani; En büyük umudum suçsuz olduğumun ispat edileceği aklanacağım gündür benim için... Biliyorum "doğruyu söylemek değil, anlatmak güçtür..."

Benim durumum da aynen öyle... Ancak elbet bir gün anlaşılacaktır tüm gerçekler diyerek, buna yürekten inanarak, dimdik anca ayakta durabiliyorum...

***

Benim için köşenizde yazmış olduğunuz yazı şu anda koğuşumda duvarları rutubetten yemyeşil olmuş duvarlara; şahane bir duvar yazısıymış gibi duruyor; ordan bana bakıyor...

Her umut dolu günün sabahına sevdiğim yazıları böyle kesip asıyorum duvarlarıma... Hem bana iyi geliyor...

Hem yalnızlığıma...

Tez vakitte özgür günlerde buluşmak konuşmak dileğiyle...

"ATEŞ"i daima "SU" ile korkuturlar...

"SU"yu hiç "ATEŞ"le korkutabilirler mi?..

***

"Geçici ayrılık benimkisi...

İlkyaz çiçeğine gebeyim...

Ağıtlar yakmayın adıma...

Ben ölmedim ölmeyeceğim...

***

Sıcak saklayın gecelerimi

Karlar altından çıkıp geleceğim...

Düşlerinizin ateşinden

Ilık bir rüzgar gibi eseceğim...

***

Canım canlarım

Hazır mı koynunuzda yerim

Gün olur gecikmiş çocuk gibi

Bağıra çağıra koşar gelirim..."

(Selda Bağcan'ın nefis bir ezgisi)

Sevgi ve Saygılarımla

Deniz Seki...

*****

35 YILLIK GAZETECİLİĞİM BİTERKEN GELEN MEKTUP...

Hayret!..

Cezaevinden gönderilen kişiye özel mektuplar...

Hayatı anlamlandıran şarkılar, şiirler, sözler...

En keskin virajların paylaşıldığı bir özel ve intim ruh hali...

Bir zamanlar böylesi "özel mektupları, hayata damga vuran açıklamaları, durumun resmini çeken fotoğrafları" ulaşılması zor bir gazetecilik başarısı, yapılması imkansız bir habercilik klasiği gibi görürdüm...

***

Heyhat otuz beş yıllık gazeteciliğin sonunda, bugün bu mektuplardan arda kalan tek duygu, "paylaştığım bir çileli hayata, ortak olmaya azap dolu bir yaşama, vermeye umut taneciklerin"in varlığından ibarettir...

***

Ne özel mektup...

Ne gazetecilik...

Ne habercilik;

Hiçbiri ruhumun yanına bile yaklaşamıyor şimdi...

Bir umudun...

Bir dayanışmanın...

Cezaevindeki bir sanatçıyla beraber olmanın dışında;

Kariyere ve mesleğe ait hiçbir duygu kırıntısı yoklamıyor yüreğimi...

35 yıllık gazetecilik biterken ne enteresan bir tesadüftür! bu mektup...

Bana "otuzbeş yıllık gazeteciliğin bittiğini gösteriyor..."

Yeni başlayan yazarlık hayatımda "Dayanışmanın...

İnsanlığın...

Birlikteliğin muhteşem sinerjisiyle... Yaşamın umutlu ve taze gölgeleriyle dans ettiriyor beni..."

Bu dans hayatımın danslarından biri...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.