Şampiy10
Magazin
Gündem

Sevenler içinde en çok seven

Bu sabah bayram namazında tekbirler getirildi; Allahu ekber: Allah en büyüktür, en yücedir. Aslında hayatımızda Yaratıcımızla ilişkimize öncelik verdiğimizde, O’nunla sağlıklı bağ kurduğumuzda gerçek bayramımızı yaşıyoruz. Bu bağ varoluşumuzu besliyor, bizi özümüze yaklaştırıyor. Kendimizle barışık oluyoruz ve barışı destekleyen işler; salih ameller yapıyoruz. Bu bağın sağlıklı olabilmesi için sevgi temeli üzerine kurulması önemli. Korktuğumuzda kendimizi bırakamıyoruz teslim olamıyoruz Rabbimize.

Son günlerde cezalandıran, korkulan bir Yaratıcı inancı baskın olan insanların psikolojik sorunlarla karşılaştıklarına tanık oluyorum. Aslında bu inanç beni ta çocukluğuma kadar götürüyor. Allah taş eder sözünü çok duyardım. Bir anımı paylaşmak istiyorum. 3 ya da 4 yaşlarındayken arkadaşlarımla oynarken kırmızı gül yapraklarından tırnaklarımıza yapıştırmıştık. Bir büyüğüm tırnaklarınız cehennemde kerpetenle kökünden sökülecek demişti. Çocukluğumuzdaki somut zekamızla olayı gözümüzün önünde canlandırıp ürpermiştik. Ama içimin sesinin söylediklerini hiç unutmadım. “Bizim Yaradanımız böyle yapmaz.”

Bu durum beni Kuran-ı Kerim’de “korku” özellikle “Allah’ dan korkmak” olarak tercüme edilen kelimelere yöneltti.

Kuran’da korku olarak tercüme edilen haşye, takva gibi kelimeler, aslında sıradan hayatımızda hissettiğimiz anlamda korku olarak algılanamaz. İnsanın Yaratıcısıyla iletişiminde sevginin devam etmesine yönelik bir çaba olarak yorumlanabilir. Mesela “haşye”, hayranlık duygusuyla ürpermek, adeta hücrelerinde Allah’ın varlığını hissetmektir.

Takva “gösterişten uzak, halis ve kâmil işler ve ibadetler” anlamında kullanılmıştır. İnsanın eylemlerine anlam kazandıran esas öz, takvadır. Kur’an-ı Kerim’de kurbanla ilgili olarak “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır…” Hac suresi, 37 buyrulması, bu gerçeği anlatan ilahi mesajlardandır. Yine Kur’ân-ı Kerim’de, “…Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder” Maide suresi, 27, buyrulmaktadır.

Muhammed Esed “takva” kelimesini “Allah’a karşı sorumluluk bilincini canlı tutmak” şeklinde tercüme etmiş ve gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Muttaki” kelimesinin “Allah’tan korkan” şeklinde alışılagelen çevirisi bu ibarenin olumlu içeriğini yeterli biçimde yansıtmaz. Yani Allah’ın her zaman ve her yerde hazır olduğunun farkında olmayı ve kişinin bu farkında oluşun ışığı altında kendi varlığını biçimlendirme, oluşturma arzusunu yansıtmaz. Öte yandan bazı çevirmenlerce benimsenen “Kötülükten sakınan” veya “sorumluluğu konusunda dikkatli olan” şeklindeki çeviri ise “ilahi sorumluluk bilinci” kavramının sadece belirli bir yönünü yansıtır.

Ahmet Hamdi Yazır’ a göre takva, kendini sağlama almaktır. Güçlü bir koruma alanına girerek korunmaktır. Her türlü kötülükten sakınmaktır. Bunun için insanın kendisini, Allah’ın korumasına bırakması ve iyiliklere sarılmasıdır.

Din psikolojisi alanında yapılan çalışmalarda inancın , umut, dayanma gücü ve anlam duygusu sağlayarak kişilerin psikolojik sağlığına katkıda bulunduğu görülmüştür. Yaradan algısının seven, adil ve destekleyici olması daha iyi psikolojik sağlık ve daha düşük anksiyete ile ilişkili bulunmuştur. Korkunun baskın olduğu Yaradan algısınasahip olanların benlik değerlerinin daha düşük ve öfke düzeylerinin daha yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

Hz. Muhammed Allah’ın selamı Onun üstüne olsun, hicret yolunda Sevr’ de Hz. Ebubekir Mekkelilerin yaklaştıklarını söylediğinde “korkma Allah bizimle birlikte” diyerek Yaratıcısına olan sonsuz güvenini ve güçlü bağını dile getiriyordu. Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, bu yaşantıdan aldığı ilhamla yazdı İstiklal Marşımızı;

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak

O benim milletimin yıldızıdır parlayacak

O benimdir, O benim milletimindir ancak.

Güzel vatanımızda nice güzel bayramlara…

Yazının devamı...

Paylaşma kültürü

İnsanoğlu kendisini diğer canlılara göre üstün kılan pek çok meziyetinin yanında paylaşma kültürüne, ahlakına sahip olmasıyla da özel bir konuma sahiptir.

Paylaşmak bir ahlaktır, kültürdür, bir anlayıştır, idraktir. Mutluluk, güzellik de paylaşmayı bilmektir. Demez miyiz, “Paylaşılınca mutluluklar artar, sıkıntılar azalır.” Dinler insanoğluna zengin olmayı, çok kazanmayı öğütlemekten çok, dünya hayatının hep geçici olduğunu vurgulayarak gerçek saadetin paylaşmaktan geçtiğini, bir erdemlilik olarak varlığı da yokluğu da paylaşmayı öğütler. Bunu toplumlar için sistemleştirir. Dinimizdeki zekat ve fitre paylaşmanın gereğidir.

Ünlü düşünürümüz Mevlana, “Başkasından istesen, o da verse yine de veren Allah’tır. Onun avucuna cömertlik meylini Allah vermiştir.” diyerek, verme eylemindeki alan ve veren ayrımını kaldırıyor, bütün nimetlerin kaynağı olan Yaratıcıya dikkatimizi çekiyor.

Adalet ve paylaşmayı öneren, zulmü yasaklayan Yüce Yaratıcımız Kur’an-ı Kerim’de “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri fenalık ve azgınlığı da yasaklar.” (Nahl suresi, 90) ayetiyle de toplumsal barış için uyulması ve uyulmaması gereken davranışları gösteriyor.

Hak sahibine hakkını vererek, düşmanlık yapmayarak, insan ile hayvan, birey ile toplum, beyaz ile siyah tüm alanlarda barışın sağlanması için Yaradanımız bizlere adaleti ve doğru bir şekilde şahitlik yapmayı öneriyor:

“Ey İman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhine de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. Zengin olsunlar fakir olsunlar Allah onlara daha yakındır.” (Nisa135)

İslam dini, toplumu, en temel ihtiyaç olan yiyecek ve giyecekten sorumlu tutuyor; “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” diyor peygamberimiz.

Yunus Emre de dizeleriyle bu sorumluluğu ne güzel ifade ediyor:

Bir hastaya vardın ise

Bir içim su verdin ise

Yarın anda karşı gele

Hakk şarabın içmiş gibi

Bir miskini gördün ise

Bir eskice verdin ise

Yarın anda karşı gele

Hakk libasın giymiş gibi

Birliğe ulaştıracak yol hürmet yoludur. İlme hürmet, geçmişimize hürmet, birbirimize hürmet. İnsan olarak büyük küçük, kadın erkek, fakir zengin hep birbirimize karşı hürmet borçluyuz. Hürmet benliğimizden başlayarak evrene yayılan bir hal olunca, her varlığın sevilmesi demek olan merhameti doğuruyor.

Anadolu birçok kültüre ev sahipliği yapmaktadır.Birbirimizi yargılamadan, anlayışla farklılıklarımızdan güç alarak, birbirimizi tamamlayarak barış güneşini Anadolu’dan doğduralım hayat bayram olsun.

Yazının devamı...

İletişim ve mutluluk

Bir ilişkiye, bireyler, ayrı geçmişleri ve deneyimleriyle girerler. Bunu, birlikte yaşayarak ve yeni deneyimleri paylaşarak, yeni dünyalar kurmak umuduyla yaparlar. Oysa, bu kolay değildir. Çünkü hepimiz geçmişlerimizin gölgesinde, onun oluşturduğu korku, beklenti ve geleneklerimizin etkisi altında kalıp yoğrulmuşuzdur. Hepimiz birbirimizden farklı olduğumuza ve kimse de mükemmel olmadığına göre, böylesine yeni dünyalar, anlaşmazlığa düşmeden pek seyrek olarak kurulabilir.

“İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman, görürsün ki seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dostun oluvermiştir. (Fussilet suresi, 34)

“Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; biz onların nitelendiregeldiklerini en iyi bilenleriz.” (Mü’minun suresi, 96)

Yukardaki iki ayette de vurgulandığı gibi karşı tarafın olumsuz bir davranış sergilemesi, kişinin, kendisinin de olumsuz davranması için gerekçe değildir. Her insan yaptıklarından tek başına sorumludur.

Hz. Muhammed: Allah’ın selamı Onun üstüne olsun bizlere şöyle seslenmektedir:

“Hiçbiriniz: “Ben insanlarla beraberim. İnsanlar iyilik yaparsa ben de yaparım, kötü davranırsa ben de kötü davranırım” diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın!’ Aksine insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötülük yaparlarsa, haksızlık etmemek için kendinizi terbiye edin.”

“Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize kin tutmayınız, birbirinize çirkin sözler söylemeyiniz, birbirinize sırtlarınızı dönmeyiniz, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin. Allah’ın kulları kardeşler olunuz.”

Karşımızdakinin duygularını anlayıp, paylaşmayı öğrenince; bizim de insan olduğumuzu ve hata yapabileceğimizi düşününce; karşımızdakini tam anlayamadığımızda hoşgörülü davranınca; kişinin temel iyilik özelliklerine inanınca; sevecenlikle yeniden iletişime hazır oluruz.

İyi insanların kötü davranmalarına neden olacak koşulları değerlendirmeye çalışmak gerekir. Ancak sevgiyle değerlendirerek, onların da bizler gibi duygulu ve incinmeye hazır, zayıflıkları, korkuları ve zaafları olduğunu anlayabilir ve böylece sağlıklı iletişim kurabiliriz. Sevgiyle anlayış göstermemiz, kişileri akıl ve gönlümüzle tanımamız, aramızdaki duvarları aşıp geçmemizi sağlayan ilk adımlardır

İletişimdeki kalitenin özü, farklılıklara değer vermektir. Birbirimize saygı göstermek, ilişkiyi güçlü yanlarımız üzerine inşa etmek ve zayıf yanlarımızı telafi etmektir.

Öz, farklılıkların, çeşitliliğin sinerjisinden yararlanır. Farklı görünenlerin uyumunun mümkün olabileceğini düşünür. Onun için iş hayatında farklı yetenekleri mükemmel biçimde bir arada tutar.

Ego farklı sözlere, farklı insanlara kafayı takmıştır. İnsanları iyi-kötü, güzel-çirkin, zengin-fakir, inançlı-inançsız diye ayırır durur. Adeta gerilimden haz alır. Yenilikler, ona göre değildir.

Olgun bir insanda, algısal sınırlılığını anlayacak, diğer insanların yürekleri ve zihinleriyle etkileşim kurulduğu zaman elde edilen zengin kaynakları takdir edecek, bir alçakgönüllülük ve duyarlılık vardır. Farklılıklara değer verir, çünkü o farklılıklar bilgisinin artmasına, gerçeği kavramasına katkıda bulunur.

Yazının devamı...

Bağışlamak özgürlüğün anahtarıdır!

Bugün sevgi günü, bağışlama günü, buluşma günü, kaynaşma günü.

Bağışlamak; koy verme, serbest bırakma, yatıştırma, iyileştirme, yeniden birleştirme ve oluşturma güçlerini akla getirir.

Yüce Yaratıcı kullarını “bağışlayıcı” olmaya, şöyle çağırmaktadır: af yolunu benimse, İyiyi ve güzeli bildir ve cahillerden yüz çevir. (Araf suresi,199)

Allah bağışlayandır...

“... affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nur suresi, 22)

“... Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, şefkatli olandır.” (Tegabun suresi,14)

Bağışlar, ama incindiğimizi, gücendiğimizi ve duygusal yönden kırıldığımızı belleğimizden çıkarmazsak, bu kırgınlıkların gölgesinde gerçek bağışlama oluşamaz. Bağışlama ve unutmama hakkında, “Bir baltayı toprağa gömüp sapını dışarda bırakmak” denildiğini duymuştum. Gerçekten bu durum, bir bekleme ve gelecek bir savaş için hazır olma durumuna benzetilebilir.

Yanlışlardan öğrenmek...

Bizler unutmaktan korkarız; çünkü, unutmayla, haksızlık ya da kötü davranışın silinip atılacağına, bunlara göz yumulmuş olunacağına ve karşı tarafın kötü davranışının sorumluluğunu bizim yükleneceğimize inanırız. Hatalı olan karşı tarafı, pişmanlığı ya da cezalandırılması olmaksızın bağışlamak zorunda kalışımıza üzülürüz. Oysa, bağışlama yanlışlara göz yummak anlamına gelmez. Bağışlamanın akla getirdiği anlam, yanlışlardan bir şeyler öğrenmek ve ondan sonra daha akıllı davranarak bunları bir kenara itip, yarınlara doğru ilerlemektir.

Şu anki ve gelecekteki olayları karşılamak için geçmişi anımsamak çoğu kez boşuna zaman harcamak olup, insana pek az yarar sağlar. Bu, olayları kişinin zihninde evirip çevirmesi ve yanlışlıkları ya da haksızlıkları yeniden yaşamasıdır. Genellikle rahatsızlığımızı artırdığı, bizi sürekli tedirgin ettiği, kızgınlığımızı ve gücenikliğimizi kışkırttığı ve kuşkularımızı uyanık tuttuğu görülmektedir. Oysa sevginin, yanlışların hesabını tutmadığı çok iyi bilinir. İçimizde kini taşımak, nefreti barındırmak, intikam yolları aramak hep kendi kendimizi yaralayan davranışlardır ve bizi bir yerlere götürmezler. Ne insanı doyuma ulaştırır ne de iyileştirirler. İlerlememize, olgunlaşmamıza ve yeni başlangıçlar yapmamıza engel olurlar. Olumlu enerjimizi olumsuz hareketlere çevirerek, yalnızca, yorulmamızı ve tükenmemizi kolaylaştırırlar. Bizi, yeniden insanlara güvenme konusunda duraksatır ve kuşkucu yaparlar.

En çok ödüllendiğimiz an...

Bağışlama sürecinde unutmayı besleyen, süreci kolaylaştıran tutum, yaşadığımız deneyimden ders aldıktan sonra olayı veya kişiyi Allah’a bırakmak, havale etmektir. Affetme deneyiminde süreci biz başlatırız Allah tamamlar.

Gerçekten bağışlayabildiğimiz ya da bağışlandığımız andan daha çok ödüllendiğimiz “kişisel an”ımız yoktur. O anda gerçekten özgür olur ve insan olarak tüm işlevlerimizle özgürce geleceğe doğru hamle yapabiliriz.

Yazının devamı...

Sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır

Sevginin olmadığı yerde; öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuzluklar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnızca seven bilir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost gerçek sevendir...

Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Allah ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir. Yeterince aydınlanmamış, Yüce Yaratıcının ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost gerçek sevendir. Dost daha derin bir anlamda Yaratıcımız’dır, kişinin gönlünde ışıyan özdür.

Peygamberler, bilgeler bize O dostu, Yaratıcımızı hatırlatmışlar, bizlerin kalplerini duygunun dilinden konuşarak, fethetmişlerdir. Aynı zamanda onların sundukları öğreti çoğumuzun manevi yönünü beslemiş, güçlendirmiştir. Hem dünyayı olabildiğince anlamaya, hem de ona bağlanmayıp, aşkın yanımıza, sonsuzluğa dikkat çekmişlerdir.

Hz. Muhammed Allah’ın selamı Onun üstüne olsun, hayatının başlangıcından itibaren zorlu deneyimler yaşamaya başladı. Babasını hiç görmedi. Annesi o altı yaşında iken hakkın rahmetine kavuştu. Çok sevdiği dedesi de iki yıl sonra vefat etti. Yani Hz. Muhammed sevdiklerinden ayrılmayla erken yaşlarında tanışmıştı. Ama O hep ileriye baktı. Yeteneklerini ve ahlakını geliştirmeye çalıştı. Güzellikler üretmeye devam etti. Yaratıcısını dost edindi.

En iyi sadaka: Gülümsemek

“Verecek bir şeyin yoksa gülümse, gülümsemek en üstün sadakadır” diyerek, vermenin, sahip olmakla ilgili olmadığını vurguladı.

Vereceğimiz şey koşulsuz sevgi olduğunda, verecek bir şeyimizin olması bizi iyileştirir ve yaşamak için güçlü bir neden oluşturur. İyi işlerde yarışan insanların olduğu bir toplumda barış kökleşir.

Kur’an-ı Kerim’ de Yüce Yaradanımız “Kendileriyle huzur bulacağınız eşinizi yarattım” diyor.

Eşimiz bizi anlayandır...

Yani bizim gerçek eşimiz bizi yaradılış olarak anlayan, yargılamayan, seçimlerimizde destekleyen ve bize güvenen insandır. Böyle bir ilişkide huzur vardır. Hz. Hatice bir peygamber eşi olarak Hz. Muhammed’in en ihtiyaç duyduğu anlarında ona huzur ve mutluluk yaşatmıştır. Onu görevinde yüksek sevgi ve anlayışla desteklemiş ve yüreklendirmiştir.

Hz. Muhammed’in Mekke’ den Medine’ ye göçü sırasında yaşadıklarından, eğer inanır ve iyi işler yaparsak Yüce Yaradanımızın bizi koruyacağını ve hiç tahmin edemeyeceğimiz yardımlar edeceğini öğreniyoruz. Aslında hepimizin hayatında hicretler olabilir. Hayatımızın zor dönemlerinden daha aydınlık dönemlerine beklemediğimiz anlarda geçiş yapabiliriz. İnanıp güzellikler üretmeye devam ederek umudumuzu hiç yitirmeyelim.

ÖRNEK HAYATLAR

Yazının devamı...

Evladın mutluluğu, anne ve babasına duyduğu saygıdadır...

Yüce Yaradan Nisa sûresinin 36. ayetinde; kendisine ibadet edilmesini ve hiçbir şeyi ortak koşmamayı önerdikten sonra ana-babaya iyilik edilmesini önermiştir...

İnsan, Allah’ın en güzel biçimde, dengede yarattığı, sayısız nimetlerle donattığı, yeryüzünde kendisine temsilci seçtiği bir varlıktır.

Bu varlığın iyi bir insan olmasında, doğumundan toplum içerisine katılışına kadar hayatının her devresinde, beslenip büyütülmesinde, yetiştirilmesinde ve terbiyesinde ana-babanın çok büyük gayreti ve emeği vardır.

Annelik ve babalık yalnız çocuğu dünyaya getirmelerinden, onu büyütüp beslemelerinden ibaret değildir. Anne ve baba çocuğun iç ve dış dünyasının, manevi aleminin mimarlarıdır.

Ana-babaya iyilik edin!

İnsanın dünyada var olmasına hizmet eden anne ve babasıyla saygı ve sevgi dolu iletişimi ilahi öğretinin temel önerilerinden olmuştur. Gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse hadislerde çoğunlukla Allah’a kulluk görevinin hemen ardından ana-babaya karşı saygılı olma ve iyi davranmanın önemine dikkat çekilir.

Yüce Yaradan Nisa sûresinin 36. ayetinde; kendisine ibadet edilmesini ve hiçbir şeyi ortak koşmamayı önerdikten sonra ana-babaya iyilik edilmesini önermiştir.

Ana-babaya ‘Öf’ bile deme

İsra suresinin 23. ve 24. ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır: “Senin Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilik etmeyi emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara şefkatlle alçak gönüllülük kanadını ger ve de ki: “Rabbim! Onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse sen de onlara öylece merhamet et.”

Meryem sûresinde Hz. İbrahim ile babası Azer arasındaki bir diyaloğu aktaran ayetler ( 41-48 ), evladın ebeveynine karşı tavrının nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Burada Hz. İbrahim babası Azer’e her sözünün başında “babacığım” diye hitap eder; babası şirk içinde olmasına, son derece kaba ve tehditkar ifadeler kullanmasına rağmen yine de saygısını koruyarak “selam olsun sana, Rabbimden senin için (mağfiret) dileyeceğim” der. Kur’an-ı Kerim’de ana-babaya iyilik emredilirken onların mümin olmaları şart koşulmamıştır. Ana-babaya saygı ve iyilik sırf ana-babalık vasfını taşıdıkları içindir.

Ana-babaya dua edin...

Hakka göçtükten sonra da onlara iyilik yapabiliriz. Bir adam “Ey Allah’ın Resûlü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkanı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?” diye sordu. Hz. Muhammed Allah’ın selamı Onun üstüne olsun,”Evet var” dedi ve açıkladı:

“Onlara dua, onlar için Allah’tan hatalarının affedilmesini talep etmek, onlardan sonra vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-ı rahim yapmak, anne ve babanın dostlarına ikramda bulunmak.”

HUDEYBİYE BARIŞ ANTLAŞMASI

Hz. Muhammed’in yaptığı bu barış antlaşmasının sürecinden, barışı tercih etmenin bir insan ve bir millet için yararlı olacağına tanık oluyoruz. Bütün baskılara rağmen barışı tercih eden Hz. Muhammed, “En kötü şartlarda yapılan barış, en iyi şartlarda yapılan savaştan daha hayırlıdır” dedi...

Hz. Muhammed Allah’ın selamı Onun üstüne olsun, Medine’ye hicret edeli 6 yıl olmuştu. Mekkeli Müslümanlar, doğup büyüdükleri ve her şeylerini bırakıp ayrıldıkları yurtlarını çok özlemişlerdi. Her namazda yöneldikleri kutsal Kâbe’yi altı yıldan beri ziyâret edemiyorlardı. Kâbe’yi ziyâret, bütün Müslümanların en büyük ortak özlemleri olmuştu. Hicretin altıncı yılı, Hz. Muhammed hep birlikte Kâbe’yi ziyâret edeceklerini ashâbına müjdeledi. Hazırlıklar tamamlandı. Savaş yapılması yasak olan aylardan Zilkade’nin ilk pazartesi günü, yerine Ümmü Mektûm’u vekil bırakarak, ashâbından yaklaşık 1400 kişi ile Medine’den ayrıldı. Amacı savaş olmayıp, yalnızca Kâbe’yi ziyâret etmekti. Mekkelileri telâşlandırmamak için, ashâbının silah taşımalarına izin vermemiş, sadece yolcu silâhı olarak birer kılıç almışlardı.

Mekkeliler, Hz. Peygamber ‘in Kâbe’yi ziyâret için yola çıktığını duyunca telâşlandılar. Müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Uzun müzâkere ve tartışmalardan sonra kabûl edilen antlaşmanın bazı şartları şunlardır:

1 - Müslümanlar bu sene Kâbe’yi ziyâret etmeden geriye dönecekler, bir yıl sonra ziyâret edecekler.

2- Müslümanlar Kâbe’yi ziyâret için geldiklerinde, Mekke’de üç günden çok kalmayacaklar ve yanlarında birer kılıçtan başka silah bulundurmayacaklar.

3- Müslümanların Mekke’de bulunduğu günlerde, Kureyşliler Mekke dışına çıkacaklar, Müslümanlarla temâs etmeyecekler.

4- Mekkelilerden biri Müslümanlara sığınırsa, Müslüman bile olsa, geri verilecek; fakat Müslümanlardan Mekkelilere sığınan olursa, geri istenmeyecek.

5- Kureyş dışında kalan diğer kabileler, iki taraftan istediklerinin himâyesine girmekte ve anlaşma yapmakta serbest olacaklar.

6- Bu anlaşma on yıl geçerli olacak, bu müddet içinde iki taraf arasında savaş olmayacak.

Barış şartları Hz. Muhammed, Hz. Ali’ye yazdırdı.

Antlaşmanın başına “Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm. Bu anlaşma, Allah’ ın elçisi Hz. Muhammed ile Kureyşin elçisi Süheyl arasında yapılmıştır” diye yazılmasına Süheyl itiraz etti. Hz. Muhammed, mutlaka barışı sağlamak istiyordu. Bu sebeple, bütün bu ağır şartları kabûl etti. Fakat müslümanlar son derece üzgündüler. Büyük bir ümit ve heyecanla gelmişlerdi. Oysa şimdi Kâbe’yi ziyâret edemeden döneceklerdi.

Anlaşma ile devlet oldular

Hudeybiye Barışı’nın hemen bütün şartları, Müslümanların aleyhine görünüyordu. Fakat Hz. Muhammed barışın Müslümanların yararına ve sonucun lehlerine olacağını biliyordu. Bu sebeple, barışı sağlamak için, aleyhlerinde görünen en ağır şartları kabûl etmişti. Gerçekten Hudeybiye anlaşması, Müslümanlığın Medine dışında yayılmasına bir başlangıç oldu. Mekkeliler o zamana kadar Müslümanlara, dağılıp yok olmaya mahkûm, derme-çatma bir topluluk gözü ile bakıyorlardı. Bu anlaşma ile Müslümanları bir devlet olarak tanımış oldular. Hudeybiye Barışı 2 yıl devâm etti. Anlaşmayı Kureyş bozdu. İki yıl sonra Mekke, Müslümanlar tarafından fethedildi.

Barış hepimizin görevi

Hz. Muhammed’in gerçekleştirdiği bu barış antlaşmasının sürecinden, barışı tercih etmenin bir insan ve bir millet için yararlı olacağına tanık oluyoruz. Hz. Muhammed, üzerindeki bütün baskılara rağmen barışı tercih etti. Ve bunu şöyle ifade etti: “En kötü şartlarda yapılan barış, en iyi şartlarda yapılan savaştan daha hayırlıdır.”

“Hudeybiye Barış Antlaşması”nın hepimizin hem şu andaki hayatımıza hem de geleceğimize ışık olması dileğiyle, dünyada barışı gerçekleştirmenin hepimizin görevi olduğunu hiç unutmayalım.

Yazının devamı...

Değerlerle yaşamak...

Yüce yaratıcımız; Hz. Muhammed’i bizlere olan sevgisinin açılımı ve sevgi pınarı olarak göndermiştir. O, sevgiyi kendine zorunlu kılmıştır; öyle ki, O’nun sevgisi herşeyi kuşatmıştır. Çünkü O, sevenler içinde en çok sevendir. 99 ismi içinde O’nu betimleyen isimleri el-Vedûd, er-Rahmân, er-Rahîm, yani çok seven, sevgisi çok yoğun olan, çok şefkatli olandır...

Hayatımızı en anlamlı kılan değer peygamberlerin, bilgelerin, filozofların, mistiklerin, edebiyatçıların evrenin özü olarak bizlere sundukları sevgidir. Böylesine yaşamsal bir değerin Kur’ân’da vurgulanmasından daha doğal bir şey olamaz. Yüce yaratıcımız Hz. Muhammed’i bizlere olan sevgisinin bir açılımı ve bir sevgi pınarı olarak göndermiştir. O, sevgiyi kendine zorunlu kılmıştır; öyle ki, O’nun sevgisi her şeyi kuşatmıştır. Çünkü O, sevenler içinde en çok sevendir. Doksan dokuz ismi içinde Onu betimleyen isimleri el-Vedûd, er-Rahmân, er-Rahîm, yani çok seven, sevgisi çok yoğun olan, çok şefkatli olandır. Eğer O’nu gerçekten sevecek olursak, O’nda yaşamış oluruz. O’nda yaşayabilmek için de öncelikle kendimizi ve yakınımızda bulunan insanları sevmemiz gerekir.

Şahlık güzelliğinin aynası

Bu noktada Mevlana Celaleddin Rumi’yi dinleyelim:

“Ey, Tanrı kitabının örneği insanoğlu, Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık. Her şey sensin. Alemde ne varsa senden dışarıda değil. Sen her ne ararsan kendinde ara. Çünkü her varlık sende.”

Ego yani benliğimiz özgürlüğün önündeki en büyük engeldir. Eğer zihnimiz, önyargılarla, korku ve kör inançlarla doluysa düşünme yeteneğini gittikçe kaybedebilir ve sonuçta önyargıların, kör inançların, korkuların esiri olarak özgürlüğünü yitirebilir. Egolarımızı aşacak tek yol sevgidir. Eğer sevgiyi tanımıyorsak, hiçbir zaman başkalarını düşünüp ilgilenen, başkalarını incitmemeye çalışan insanlar olamayız.

“Eğer yalınayak dolaşan insanların geçtiği yolda sivri bir taş görürseniz onu kaldırın. Sizin böyle yapmanızı istedikleri için değil de içinizde hiç tanımayacağınız, hiç rastlamayacağınız kimselere karşı bir duygu olduğu için yapın” diyor düşünürümüz Mevlana.

Sufilere göre ‘kamil insan’

Birbirimizden farklı ortamlarda bulunsak ta, farklı genlere sahip olsak ta hepimizin hayatını değerler anlamlı ve mutlu kılar. Değerlerle hayatımızı ne kadar donatırsak o kadar insanlığımızı yaşarız.

İnsan, peygamberlerin yolundan giderek özünü, yaradılışını potansiyelden gerçeğe dönüştürebilir. Sufi düşünceye göre, “gerçek anlamıyla insanunvanı sadece “kamil insan”ın hakkıdır. Kamil insan bütün varlıkları benliğinde toplar. Onda sadece birlik vardır.

Mevlana kamil insanı “hak eri” olarak isimlendirir. Hak eri olgunluğa ulaşmış bir benliktir.

Rabbinin sevgisinden umut kesme...

Değerlerle yaşamak bizi sonsuzluğa taşıyacaktır. Böyle olunca umut yüreğimizi sarıp sarmalayacak, hayatın iniş çıkışlı akışında bizi dimdik ayakta tutacaktır. Tıpkı Hicr suresi, 56. ayette olduğu gibi: “Rabbinin sevgisinden dalalette olanlardan-sapkınlardan başka kim umut keser ki?”

MÜKEMMEL DEĞİLİZ!

Hepimizin kendimize has kusurları var. Yaradanımızın büyük planında hiç bir şey ziyan edilmez. O nedenle, kusurlarımızdan korkmayalım. Onları sahiplenelim. Kusurlarımızda gerçek gücümüzü bulursak, biz de güzelliklere sebep olabiliriz...

Mahkumlara anlattığım, onları derinden etkileyen ve mektuplarında yakınlarıyla paylaştıkları “KUSURLARIMIZ” başlığını taşıyan aşağıdaki hikayeyi, sevgi gücümüzü büyütmemizde ve olumlu bakış açısı geliştirmemizde yararlı olacağına inandığım için burada da paylaşmak istiyorum:

Sucunun ilginç hikayesi

Hindistan’da bir sucu, boynuna astığı bir sopanın ucunda taşıdığı iki kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova, her seferinde patronun evine uzanan yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova, içine konan suyun sadece yarısını ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca böyle devam etmiş. Sucu patronun evine sadece bir buçuk kova su götürebilmiş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getirmekten dolayı büyük utanç duyuyormuş.

Çatlak kova çok utanmış...

İki yılın sonunda çatlak kova sucuya seslenmiş: “Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.” Sucu, “neden?” diye sormuş. Niçin utanç duyuyorsun? Kova cevap vermiş. Sen bu kadar çalışıyorsun ve benim kusurumdan dolayı emeklerinin karşılığını alamıyorsun.” Sucu şöyle demiş: “Patronun evine dönerken, yol kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum.”

Kusurundan yararlandım!..

Gerçekten de tepeye tırmanırken, patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş, fakat yolun sonunda suyunun yarısını kaybettiği için, yine kendisini kötü hissetmiş ve sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş: “Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını fark ettin mi? Bunun sebebi, benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır, ben bu güzel çiçekleri toplayıp patronun masasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın, o evinde böyle güzellikleri yaşayamayacaktı.”

Kusurlarımızdan korkmayalım...

Hepimizin kendimize has kusurlarımız var. Aslında hepimiz bir bakıma çatlak kovalar değil miyiz? Yaradanımızın büyük planında hiçbir şey ziyan edilmez. O nedenle, kusurlarımızdan, eksik yanlarımızdan korkmayalım. Onları sahiplenelim. Kusurlarımızda gerçek gücümüzü bulursak, biz de güzelliklere sebep olabiliriz.

Olumlu bakış açısı, inançla güçlenen bir yaşantıdır ve ilahi öğretinin ilkeleriyle de açıklanmıştır. Yaratıcımız “Sizin şer diye bildiklerinizde hayır, hayır diye bildiklerinizde şer olabilir” diyor. İnanırsak ve dolayısıyla hayata güvenirsek, her ne yaşarsak yaşayalım yüce iyiliğimiz için olduğu bilincini canlı tutarsak anı yaşayabiliyoruz. Anı yaşadığımızda taptaze bir enerjiyle besleniyoruz, zihin ve beden sağlığımızı korumuş oluyoruz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.