Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Oku’yarak güçlenmek; Kadir...

610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde Hz. Muhammed, Hira’da düşünmeye daldığı sırada Melek O’na: “Oku” dedi. “Yaratan Rabb’inin adıyla oku.” Nedir okumak? Derin düşünebilmek, incelikleri kavrayabilmek, hikmetli konuşabilmek, doğruyu yanlışı ayırt edebilmek okumakla mümkündür...

610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde, Hira’da düşünmeye dalmış olduğu bir sırada, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu Hz. Muhammed. Allah’ın Selamı Onun üstüne olsun. Başını kaldırıp etrafına baktı; kimseyi göremedi. Bu sırada her tarafı ansızın bir ışık kaplamıştı, karşısında vahiy meleğini gördü. Melek O’na: “Oku” dedi. “Yaratan Rabb’inin adıyla oku.”

Nedir okumak?

Ve

Nedir Yaratan Rabbinin adıyla okumak? Derin düşünebilmek, incelikleri kavrayabilmek, hikmetli konuşabilmek, doğruyu yanlışı birbirinden ayırt edebilmek okumakla mümkün olabilir.

Yunus Emre dizelerinde okumanın ne olduğunu sormuş ve cevabını şöyle vermiştir:

“Okumaktan mana ne?

Kişi hakkı bilmektir.

Çün okudun bilmedin

Ha bir kuru emektir.”

Muhammed İkbâl’e göre insan çevresinde bulunan öteki varlıklardan daha fazla bir hakîkât derecesine sahiptir. Bütün yaratılmışlar arasında Hâlik’ın yaratıcı hayatına şuurlu bir şekilde iştirâk etmeye muktedir olan yegâne varlık insandır.

Okuyunca anlarız...

Yaratan Rabbimizin adıyla okuduğumuzda evrende hiçbir olayın tesadüf olmadığını anlarız. Kendimizi, diğer insanları ve yaşadığımız olayları yargılamayız, anlayışla çözüm arayışına gireriz. Her insan ve her olay bir öğretmendir bizim için. Peygamberimizin “Rabbim beni terbiye etti ne güzel terbiye etti” sözünde olduğu gibi. Öğretmen gözü ile bakılan bir şey kişiyi kızdırabilir mi, bunalımlara sürükleyebilir mi? İmkanlarımızı en iyi şekilde değerlendirir, önümüze konmuş her şeyin tadını çıkarabilir, olmayan bir şeyin hasretini de çekmeyiz. Acılarımızı gelişme fırsatına dönüştürürüz.

Üzüntüden kurtulmak...

Yapılan çalışmalarda, insanların kurtulmak için en fazla çaba sarf ettikleri ruh hallerinin başında üzüntü geldiği ve kederden kurtulmaya çalıştıkları sırada, çok daha varoluşlarını keşfettikleri bulgulanmıştır. Bir kaybın verdiği üzüntünün değiştirilemeyen bazı etkileri vardır. Eğlenceye, zevk alınan şeylere karşı ilgimizi keser, dikkati kaybedilen şeye odaklar, en azından bir süreliğine yeni girişimler için gereksindiğimiz enerjiyi tüketir. Bu durum kişiyi hayatın meşgalelerinden uzaklaştırıp, derin düşüncelere yöneltir. Kaybımızın yasını tutabilmemiz, anlamını derinlemesine düşünebilmemiz ve sonuçta hayatımızı devam ettirmemizi sağlayacak gerekli psikolojik ayarlamalarla yeni planlar yapabilmemiz için, bizi askıya alır.

Duygusal zeka açısından umutlu olmak; kişinin zorlu engeller veya yenilgiler karşısında bunaltıcı kaygıya yenik düşmemesi anlamına gelir. Umut besleyebilen kişiler, hedeflerine doğru ilerlerken diğerlerine oranla daha az kaygılı ve duygusal açıdan da daha az sıkıntılı görünür. Umut teknik anlamda her şeyin er geç yoluna gireceğine inanan aşırı iyimser görüşten öte bir şeydir. Hedefe ulaşmak için gerekli irade ve yönteme sahip olduğumuz inancıdır umut.

Kadir gecesinde Rabbimizin adıyla okuyalım hayatı, umutlarımız yeşersin…

PROF. ÖZNUR ÖZDOĞAN'DAN ÖRNEK HAYATLAR

KUR’AN-I KERİM HAYATIMIZA DOKUNDUĞUNDA…

İnsan, “Rabbin seni ne terk etti ne de sana darıldı” ayetini okuyunca bütün düşünceleri, alt üst oluyor. Ben bu ayet sayesinde kendimi hiçbir zaman çaresizlik ve yalnızlık içerisinde hissetmiyorum. Çünkü biliyorum ki beni terk etmeyen, beni dinleyen Allah var...

Aşağıdaki satırlarda Kur’an’ın insan hayatına dokunuşlarını, insanların kendi ifadeleriyle okuyacaksınız. “İslam dini açısından Kur’an-ı Kerim, Allah’ın nasihatlarıyla, ümitlendirmeleriyle kıssalar anlatılmasıyla, insanları yardımlaşmaya ve toplumsal huzura ve sağlıklı kişiliklere yöneltmesiyle “Rabb” sıfatını gerçekleştirdiği bir metindir. Ben, Kur’an-ı Kerim’in ve dolayısıyla Allah’ın “Pişmanlık tevbedir” prensibinden her an etkilenen biriyim. Çünkü insanoğlu hatalı bir varlık. Önemli olan hata yapmamak değil, onda ısrar etmemektedir.

Ümitsiz ve karamsar değilim...

Yani çoğu zaman hata yapıyorum ama hiç bir zaman ümitsiz ve karamsar bir insan değilim. İnanıyorum ve diliyorum ki her gün daha güzele doğru ilerliyorum. Belki hiçbir zaman mükemmel olamayacağım ama, olsun. Allah’ın ümitlendirmesi ve tevbeleri kabul etmesi (hatta pişmanlık bile yeterli) beni ümitli ve kendimle barışık bir insan haline getiriyor.”

Her ayet yeni pencere açıyor

“Kutsal kitaptan insanın etkilenmemesi mümkün değildir. Allahu Teala zaten bu kitabı insanlara göndermiş. İnsanlara değer vermiş ve insanı kendisine muhatab almıştır. Kitabın gönderilişi gayesi insanın iç ve dış gözlemini yapması, kendini tanıması, anlaması ve duygularını tanımlayabilmesi içindir. Biz her ayeti okuduğumuzda ayetlere kendi penceremizden bakmalı ve kendimize uygun almamız gereken dersi ondan çıkarmalıyız. Ben bu şekilde ayetleri okuduğum zaman bende her defasında yeni pencereler açılabiliyor. Hangi duygu potansiyeli içinde olursam Allah okuduğum o ayetle benim bu yönümü dengeliyor, düzenliyor. özellikle bir ayet söylemem gerekirse beni en çok etkileyen kendimi bulmamı sağlayan ayet şudur:

Rabbin seni terk etmedi!

Allah duha suresinde kuşluk vaktine ve birçok şeye yemin ettikten sonra “Rabbin seni ne terk etti ne de sana darıldı.” Bu ayeti insan okuduğu zaman gerçekten bütün düşünceleri, altüst oluyor. Ben bu ayet sayesinde kendimi hiçbir zaman çaresizlik içinde, yalnızlık içerisinde hissetmiyorum. Çünkü biliyorum ki beni terk etmeyen, beni dinleyen ve bana güvenen bir Allah var. Böyle düşününce ben de ona güveniyor ve çabalıyorum. İnsan hayatta bir çok engelle karşılaşıyor. Birçok insandan olumsuz tavırlar görüyor. Ama Allah böyle değil o bizim en olumsuz anımızda bile yanımızda. Bütün insanlara karşı hoşgörülü sevecen olabiliyor. Çünkü bu durumda insan özünü yakalamış ve kendisiyle barışık olmuş oluyor. Bu ayet beni çukurlara düşmekten kurtarıp, istikrarlı bir hayat sürmemi sağlıyor. Kur’an’ı bu yüzden çok seviyorum.”

Yazının devamı...

Mümin olmadıkça Cennete giremezsiniz... Birbirinizi sevmedikçe de Mümin olamazsınız

Sevgi imanın davranışında kendini gösterir, onu canlı tutar, güçlendirip zenginleştirir. Salt kalpte yaşayan, insanı eyleme geçirmeyen bir iman, eksik bir imandır. Böyle bir mümin ise iman kavramını henüz özümseyememiştir. İlahi aşk, iman eyleminin en üst basamağıdır...

İman kelimesinin sözlük anlamı; huzur ve korku karşısında emniyettir. İslam düşünce sistemindeki anlamı; Allah’a, Resulüne ve risaletin muhtevasına inanmak ve güvenmektir. İman sadece ‘sözel olarak ifade edilmemekte, davranışı da kapsamaktadır. Allah’a güveni kişiliğiyle bütünleştirerek ilişkilerine yansıtmak ve güven toplumunu oluşturmak demektir.

İman eylemlerle zenginleşir ve büyür yürekte. Mümin gönüllülükle yaptığı güzel işlerle, ibadetlerle Allah’a yaklaşır. İmanıyla birlikte sevgisi de artar. Öyle bir noktaya gelir ki, inancı onun hayat tarzı oluverir. Her eylemi Allah’a yaklaştıran bir adım, her sevinci O’nun sevgisini yüreğinde yücelten, kökleştiren bir adım olur. Her varlık, O’nu, O’nun güzelliğini, yüceliğini anımsatır. Bu yüzden tüm yaratılanı sever, Yaratan’dan ötürü. Hucurat suresi 10. Ayette şöyle buyrulmaktadır: “Şu bir gerçek ki, müminler sadece kardeştirler. O halde kardeşleriniz arasında barışı sağlayın ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki, O’nun rahmetine-sevgisine erişesiniz .”

Taze bir başlangıç

İbranice’de sevecen sözcüğü, döl yatağı (rahim) sözcüğü anlamına gelen reechen sözcüğünden türetilmiştir. Bundan çıkan sonuç, sevecenliğin, yeni bir doğum ya da taze bir başlangıcı düşündüreceğidir. Bu taze başlangıç, beraberinde daha derin anlayışı ve beklentileri getirir. Kızgınlık ve kin olmaksızın sevme gücü umudumuzu yeniler.

Sevgi imanın davranış boyutunda kendini gösterir, onu canlı tutar ve güçlendirip zenginleştirir. Salt kalpte yaşayan, insanı eyleme geçirmeyen bir iman, eksik bir iman; böyle bir mümin ise iman kavramını henüz özümseyememiş bir mümindir. İlahi aşk, iman eyleminin en üst basamağıdır. İnsan hayatının amacı olan, ‘kendini ve Yaratıcıyı bilme’nin zirvesidir. Ve insan, iman ve sevgiyi kalbinde birlikte taşıdığında ve bu birlikteliği hayatına yansıttığında olgun insan olabilir.

Tolstoy, “Eğer yüreğinde sevgi yoksa, hiçbir yere kımıldama. Kendini eşyalarınla, kendinle, istediğin herhangi bir şeyle oyala; fakat insanlarla değil. Yaşamak için, sadece acıktığın zaman yemek yiyebilirsin. İnsanlara yararının olması için, sevgiyi hissettiğin zaman onlarla ilişki kurmalısın.” diyor.

Müminin olgunu...

İmanın olgunluğu ahlakın güzelliği ile ilgilidir Hz. Ayşe anlatıyor: Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “İman yönünden müminlerin en olgunu ahlâkı en güzel olanlarıdır.”

İman emn kökünden gelmektedir. Kendimize ve başkalarına güvenmek demektir. Mümin, kendisine, Yaradanına, hayata güvenen ve kendisine güvenilen insan demektir. Bu güven sevgiyle beslenmektedir. Yunus Emre’nin dizelerine yansıdığı gibi;

“Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim

Dünya kimseye kalmaz.”

ÖRNEK HAYATLAR

İSLAMIN GÜZEL SESİ BİLAL HABEŞİ

Bilal Habeşi, yanık sesiyle Ezan-ı Muhammedi’yi okumaya başlayınca, sadece insanlar değil adeta tüm kâinat dinlerdi. Mekke fethedildiğinde Hz. Muhammed’in emri ile Kâbe’nin üzerinde ilk kez ezanı da o okumuştu.

Yazının devamı...

Bedenim zihnim ve gönlümle bir bütünüm...

Hz. Muhammed, kalbin/gönlün, insan varlığındaki önemini, “Dikkat ediniz bedende bir et parçası vardır; o iyi olunca insan sâlih olur; o fesâda uğrayıp bozulunca insan da bozulur. Bu et parçası insanın kalbidir” diye ifade etmektedir...

Gönül, insanın kişiliğini besleyen özdür. Hz. Muhammed Allah’ın selamı Onun üstüne olsun, hadisinde kalbin/gönlün, insan varlığındaki önemini, “Dikkat ediniz bedende bir et parçası vardır; o iyi olunca insan sâlih olur; o fesâda uğrayıp bozulunca insan da bozulur. Bu et parçası insanın kalbidir” şeklinde ifade etmektedir.

Nuru hisseden gönüldür

Kur’an’da Yüce Allah’ın arşa istivâsından bahsedilmektedir. İlahî nuru ağırlayan ve hisseden insanî özellik gönüldür. Gönül, bu yönüyle sûfî ıstılahında “arş-ı ekber” olarak görülmektedir. “Ben yere, göğe sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım” kudsî hadisi de bu hususa işâret olarak yorumlanmıştır. Yunus Emre bu bakış açısını şöyle dizelerine yansıtmıştır:

Ben gelmedim dava için

Benim işim sevi için

Dostun evi gönüllerdir

Gönüller yapmaya geldim

Gönül, sûfilere göre insanın en derin akıl ve irfânını içeren bir bilme gücüne sahiptir. Basiret, lübb veya gönül gözü gibi isimlerle atıfta bulunulan gönlün bu irfânı sayesinde insan, idrâkinin erişemediği boyutları algılar. Basireti, Tehânevî şöyle tanımlamaktadır: “Gönlün bir kudretidir ki ilahî nurla aydınlanır ve eşyanın ebedi ve değişmez özellikleri, onun sayesinde bilinip fark edilir. Varlığın dış yüzünü görmeye yarayan gözün, iç âlemdeki karşılığı olup iç dünyamızın gözüdür.”

Mevlana’ya göre gönül gözü

Mevlânâ, gönül gözünün insan için önemini şöyle ifade eder:

“Ey gözü açık kişi, bu iki göz, sana yüzlerce anadır, yüzlerce baba!

Hele gönül gözü yok mu? O, bu göze nispetle yetmiş kat azizdir, yetmiş derece kuvvetlidir, bu iki göz, onun nimetiyle geçinmededir.”

Kim can gözüyle görürse gözü, her şeyi apaçık görür.

“Can halkın tevatürüyle kanaat etmez, inanç, gönül gözünden meydana gelir.”

Mevlânâ, insan varlığının ve şahsiyetinin temelini teşkil etmesi bakımından gönlü, ağaç köküne benzetir:

“Kişinin sırrı, ağacın köküne benzer. Yaprakları, o kökten feyz alır da kupkuru gövdesinden çıkar, yeşerir.

Kök, gizlice ürer, kök verir ama ‘Eseri, yüzlerinde görünür’ (Burada Fetih suresi 29. ayete işaret edilmektedir.) yaprağı yemyeşildir. Yücelmiş dal, o kökün zehirden, şekerden ne yediyse, yediklerini bağıra, bağıra ilan eder.

Kökte bir maya bir sermaye yoksa daldaki bu yeşil yapraklar nedir?

Toprak, kökün ağzını mühürlese bile el ve ayak dalları tanıklık eder.”

ÖRNEK HAYATLAR

Yazının devamı...

Kur’an-ı kerim’in temel kavramlarından takva

En yüksek anlamda takva, tamamen mecz olmuş ve bütünleşmiş insan şahsiyeti ve bütün olumlu parçaların birleştirilmesi ile meydana gelen ‘kararlılık, sebat’ demektir...

Fazlur Rahman’a göre, bütünleşmiş ahlakî davranıştaki nazik dengeye Kur’an “takva” adını vermiştir ve belki de Kur’an’ daki en önemli kavram budur. En yüksek anlamda takva, tamamen mecz olmuş ve bütünleşmiş insan şahsiyeti ve bütün olumlu parçaların birleştirilmesi ile meydana gelen “kararlılık, sebat” demektir. Ona göre “orta yol” sadece en iyi yol değil, aslında tek yoldur, ondan başka kurtuluş yolu yoktur. Kur’an’ın tarif ettiği “orta”, olumlu, yenilik getiren ve bütün bir ahlakî yapıdır. Bunun içindir ki orta yol, otomatik olarak elde edilebilen bir yol değildir. Aksine orta yolun elde edilebilmesi için, insanın, bütün dikkat ve gücünü bir araya toplaması gerekir. Bunun için akıl, farkındalık ve bilinç güçlerinin aktif olması gerekir. Orta yol, her iki aşırı tarafın en belirgin şekilde kayıp değil, hazır olduğu; parçalandığı değil, bütünleştiği dengeleme anıdır.

İman; vicdani duygulara da seslenir

Fikir, tefekkür, istidlâl, kıyas, mantık, zekâ ve zihin gibi kavramlar akıl ve düşünce yönümüzü ifâde ederler. Bir de heyecan, cezbe, vecd, sevgi, aşk gibi kavramlar vardır ki bunlar da his ve duygu dünyamızı ifâde ederler. Bu iki yön ne kadar güçlü ve dengeli ise, davranışlarımız da o oranda tutarlı ve mükemmel olacaktır. Sadece hisseden, duyan, fakat düşünmeyen; ya da sadece düşünen, fakat his ve duygusu körelmiş olan insan tipleri genelde normal davranışlar sergilemezler. Bu iki yön, biri diğerinin yerini tutmayan, birbirinin tamamlayıcısı olan önemli iki unsurdur. Fıtrat her ikisine de ihtiyaç duyar. Bu fıtratın Yaratıcısı, Kur’an’da, îmân konusunda sadece aklı esas almamış, aynı zamanda vicdanî duygulara da seslenmiştir.

Takvanın yeri: Kalp...

Mevlana’ya göre, takva sahibinin yaptığı ibadetler sadece şekilden ibaret değildir. Yapılan her ibadetin, zahiri görüntüsünün ardında derin bir anlamının olduğunu savunur. Oruç ibadetini üç kısma ayırır. Bunun birinci kısmı yeme içmeyi terk etmek. İkincisi ise birincisiyle beraber vücuttaki bütün arzuların da şiddetli bir perhize tutulmasıdır. Orucun üçüncü kısmı masiva’dan geçmeyi ancak takva ehlinin yapabileceğini söyler. (Masiva, dünya, kainat, tasavvufta alem, Allah’tan başka her şey demektir.)

Hac suresi, 32. Ayette takvanın yeri kalp olarak belirtilmekte ve şöyle açıklanmaktadır.

“Kim Allah’ın nişanelerini yüceltirse, şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.”

ÖRNEK HAYATLAR

DOST HZ. EBU BEKİR SIDDIK...

İslâm’dan önce de saygın, dürüst, putlara tapmayan “hanif” bir tüccar olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz. Peygamber’den hiç ayrılmamıştır. Peygamberimizin İslâm’ı tebliğe başlamasından sonra ilk iman eden hür erkektir

Yazının devamı...

Kıssaların diliyle değerler, gerçek kahramanlarla insanlara sunulur

Peygamberler, bilgeler insanların kalplerini duygunun dilinden konuşarak, meseller, masallar, öykülerle fethetmişlerdir. Aynı zamanda onların sundukları öğreti insanın manevi yönünü beslemiş, güçlendirmiştir...

“İlahi öğretinin içeriğinde duyguların tanınması ve yönetimi konusu büyük yer tutar. Özellikle kıssalar bu konuda önemli görev üstlenmiştir: Bu hikayelerle değerler hayatın içine, ilişkilere, yaşantılara dönüşmüştür.

Duygusal Zekanın işleyişi

Daniel Goleman, Duygusal Zeka adlı kitabında, duygusal zihnin işleyişinin çağrışımsal olduğunu, bir gerçekliği simgeleyen ya da onun bir anısını çağrıştıran , o gerçekliğin aynısı olarak kabul ettiğini açıklamaktadır; teşbih, mecaz ve tasvir, aynen roman, sinema, şiir, şarkı, tiyatro, opera sanatları gibi, doğrudan duygusal zihne hitap ederler. Peygamberler, bilgeler insanların kalplerini duygunun dilinden konuşarak, meseller, masallar, öykülerle fethetmişlerdir. Aynı zamanda onların sundukları öğreti insanın manevi yönünü beslemiş, güçlendirmiştir. Hem dünyayı olabildiğince anlamaya, hem de ona bağlanmayıp, insanın aşkın yanına, sonsuzluğa dikkat çekmişlerdir. Kıssa tarihin derinliklerinde kaybolmuş, unutulmuş veya birtakım izleri insanlığın hafızasında varlığını koruyabilmiş, evrensel gerçeklerin, değerlerin, başka kıssalarda bulunmayan bir şekilde, Allah tarafından muhataplarına anlatılmasıdır. Ancak olaylar anlatılırken Kuran tarih kitabı olmadığından detaylardan çok sadece Kur’anın hidayet rehberi oluşuna uygun bir şekilde, muhataplarını irşad edip, aydınlatacak kısımlarını anlatmıştır. Bu anlatma şekli de Yaradanın her şeyi kuşatan ilmiyle adım adım izlenerek olayın aslında herhangi bir değişiklik yapılmadan muhatapların tefekkürlerine sunulmasıdır.

Önünde olmuş gibi...

Kıssalarda olaylar gözlerimizin önünde gerçekleşmişcesine anlatılır. İnsanın özünde, yaradılışında var olan psikolojik ve sosyal nitelikleri göz önünde tutarak anlatım ve ifadede canlı ve etkili bir takip edildiğini görmekteyiz. Kıssaların diliyle değerler yaşanan olaylarla ve gerçek kahramanlarla insanlara sunulur. Böylece kıssaların verdiği mesajlar zihinlere ve gönüllere yerleşir. Birey kendi yaşantılarıyla bağ kurarak öğrendiklerini içselleştirir ve yaşamında uygulamaya başlar.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki bazı öğretim üyeleri ve yüksek lisans öğrencilerine “kıssaların hayatınızdaki yeri nedir, değerleri öğrenmenizde ve yaşamanızda kıssalardan yararlandınız mı, bu nasıl oldu” sorusu sorulmuştur. Örnek Hayatlar bölümünde bazı cevapları bulabilirsiniz.

Sevgi, adalet, güven ve barış

Araştırmanın sonucunda, değerlerin, peygamberlerin ve örnek kişilerin şahsında etkileyici ifadelerle sunulmasının, insanın hayatına olumlu yansımaları olduğu görülmüştür. Çalışmaya katılan bireyler özellikle Hz. Yusuf ve sevgi değeri, Hz. Eyüp ve sabır değeri, Hz. Süleyman ve yüksek anlayış-empati değeri, Hz. Zekeriya ve dua değeri, Hz. Yunus ve adalet değeri, Hz. İbrahim ve sözünde durma-doğruluk ve güven değeri, Hz. Muhammed ve barış değerini vurgulamışlardır.

ÖRNEK HAYATLAR

Kıssaların insan hayatına yansımaları

Bir şey tamamen imkansızlaşmadıkça bana göre her zaman bir umut var demektir. O nedenle, yaşama çoğunlukla pozitif gözle bakmayı tercih ederek geçmişten çok geleceği olumlu kurgulamaya gayret ederim...

Yazının devamı...

Özümüzün gürleşmesi; özgürlük

İslamiyet, insanlara doğruyu ve yanlışı göstermiş; fakat hiçbir zaman onları inanma konusunda zorlamamıştır. Kimsenin kimseye baskı kuramayacağını belirten İslam dini, herkesi eylemlerinde özgür bırakır. Bu durum Kur’an’daki Bakara suresinde şöyle dile getirilmiştir: “Dinde zorlama yoktur…”

Hayatın en temel değerlerinden biri özgürlüktür. Hem iç dünyamızda hem de dış dünyada özgür olabilmek insan olmanın vazgeçilmez gereklerindendir. İç özgürlüğümüzü, özümüzün gürleşmesi olarak da anlayabiliriz. Yani Yaradanımızın bize üflediği ruhumuzu daha çok fark edip yaşayabilmek iç özgürlüktür.

İslam inanma konusunda zorlamaz!

İnanmak, insanın doğasında var olan bir değerdir. İnanç ilkelerini bünyesinde barındıran İslam dini, insanlara doğruyu ve yanlışı göstermiş; fakat hiçbir zaman onları inanma konusunda zorlamamıştır. İslam dini, her zaman insanın özgürleşmesine katkıda bulunmuştur. Çünkü, insanların barış, huzur ve kardeşlik içinde yaşamalarını ister. Kimsenin kimseye baskı kuramayacağını belirtir ve herkesi eylemlerinde özgür bırakır. Bu da insanın özgür olmasını sağlar. Bu durum Kur’an’da şöyle dile getirilmiştir:

“Dinde zorlama yoktur…” (Bakara suresi, 256)

“Gerçek Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin…” (Kehf suresi, 29)

Yaradanımız, insanlara seçme hürriyeti vermiştir. Bu nedenle Hz. Muhammed’e şöyle bildirmiştir:

“Resule düşen vazife ancak duyurmaktır.” (Maide suresi, 99)

“O halde Resulüm, hatırlat, öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin, hatırlatıcısın. Onlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin.” (Gaşiye suresi, 21-22)

“Eğer Rabb’in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederdi. O halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yunus suresi, 99)

Hz. Muhammed sevgiyi seçti...

Özgür olan yanımız, esas anlamda ruhumuzdur. Mevlana’nın dediği gibi:

“Hadi, ben bensiz geleyim, sen sensiz gel” sürecini yaşayabilmek, egodan kurtulmak gerekir. Ego özgürlüğün önündeki en büyük engeldir. Eğer zihnimiz, önyargılarla, ve korkuyla doluysa düşünme yeteneğini gittikçe kaybedebilir ve sonuçta önyargıların, korkuların esiri olarak özgürlüğünü yitirebilir. İnsanlar bir şeylerden ya da başka insanlardan korktukça mutluluk olmaz. Oysa, egolarımızı aşacak tek yol sevgidir.

Hz. Muhammed, Allah’ın selamı Onun üstüne olsun, yaşamının hiçbir döneminde insanlara karşı zor kullanmamış, yöntemi hep sevgi olmuştur. Mekke fethedildiği ve insanların telaş içinde olduğu bir zamanda o, Mekkelilere şöyle seslenmiştir:

“Bugün hiçbir şekilde hor görülmeyeceksiniz. Haydi şimdi dağılın. Hepiniz hür ve serbestsiniz.”

Hz. Muhammed, “sizin dininiz size, benim dinim bana” diyerek Mekkelilerin inançlarına saygı göstermiş, özgürlüklerini kısıtlamamıştır.

İnsan özgürse mutlu olabilir...

İnsan, özgür olduğu sürece mutlu olabilir. Özgürlük, onurlu bir varlık olan insanın yaşamındaki en büyük erdemdir. İnsanın insanca yaşayabilmesinin garantisidir. Mevlana bunu şöyle ifade etmiştir:

“Ayran kasem önümde durdukça,

Vallahi kimsenin balını düşünmem.

Azıksızlık ölümle kulağım bursa bile,

Hürriyeti köleliğe satmam ben.”

ÖZGÜRLÜK VE PEYGAMBERLER

Yusuf peygamber ‘Hür’ olmayı, sadece bedenin hürriyeti olarak algılamadı. Asıl hürriyetin ‘asl’ olanın hürriyeti olduğunu, yani ruhun hürriyeti olduğunu sergiledi. Dışarıda esareti yaşamaktansa, hapishanede özgürlüğü ve iffetli olmayı tercih etti

Kıssa, Arapça k-s-s kökünden türetilen bir kelimedir: Anlatmak, haber vermek, sözü nakletmek, hikaye etmek, izlemek, kesmek anlamlarına gelmektedir. Kutsal kitaplarda tarihi olayların, anlatılmasıdır. Kıssalar insanların hayatına çok erken yaşta girmektedirler.

Kıssalardaki edebi yön...

Kıssalarda kullanılan kelimeler ve kavramlar olayları insanların zihinlerinde canlandırmalarına ve kahramanlarla empati kurmalarına imkan vermektedir. Kıssalarda görülen önemli bir tema edebi yöndür: İnsanın özünde, yaradılışında var olan psikolojik ve sosyal nitelikleri göz önünde tutarak anlatım ve ifadede canlı ve etkili bir takip edildiğini görmekteyiz. Kıssalarda olaylar gözlerimizin önünde gerçekleşmişçesine anlatılır. Kıssaların diliyle yüksek dini değerler yaşanan olaylarla ve gerçek kahramanlarla insanlara sunulur. Böylece kıssaların verdiği mesajlar zihinlere ve gönüllere yerleşir. Birey kendi yaşantılarıyla bağ kurarak öğrendiklerini içselleştirir ve yaşamında uygulayamaya başlar.

Rüya yorumlama ilmi verildi

Yusuf peygamber, dışarıda hata yapmaktansa zindanda olmayı tercih etmişti. Kurtuluşunun bunda olduğunu fark etmişti. Zindanda bulunduğu sürede Yüce Yaradanımız ona hem rüyaları yorumlama ilmini öğretmişti. Yusuf peygamber hapishanedeki arkadaşlarına öğrendiği ilimle eğitim verdi. “Hür” olmayı, sadece bedenin hürriyeti olarak algılamadı, böylece hayatın sadece bedenden ibaret olmadığını gösterdi. Asıl hürriyetin “asl” olanın hürriyeti olduğunu, yani ruhun hürriyeti olduğunu sergiledi. Dışarıda esareti yaşamaktansa, hapishanede özgürlüğü ve iffetli olmayı tercih etti.

Yunus Peygamber örneği...

Yunus peygamberin yaşadığı deneyimde, balığın karnında günlerce kaldıktan sonra, oradan kurtulmasına sebep olan şeyin döktüğü pişmanlık gözyaşları olduğunu hatırlayalım. Yunus’un adalet anlayışı henüz sevgiyle bütünleşmemişti. Görevini yapmamak için kaçarken kendini bir balinanın karnında bulması, burada sevgisizliğinin ve dayanışma duygusundan yoksunluğunun onu sürüklediği soyutlanma ve hapsolunma durumuyla simgelenmektedir. Karanlıktan aydınlığa, onu, isyan değil, tövbe kavuşturmuştu: “Ben kendime zulmettim, sen merhametlilerin en merhametlisisin…” diye tövbesini ifade etmişti. Yunus peygamberle aynı adı kullanmasının tesadüf olamayacağını düşündüğüm Yunus Emre’nin de, fiziksel olarak hür olmasına rağmen, Yunus peygamberin balığın karnındaki karanlığını, kendi ruh dünyasındaki karanlığa benzetmesi özgürlüğün mekanlarla sınırlı olmadığını gösteren güzel bir örnektir. Ancak, ruhu özgürlüğe kavuştuğu zaman kendisini özgür hissedebilmiştir. Elbette bu bir bakış açısıdır. Bu bakış açısını Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın bir sözüyle vurgulamak istiyorum.

“Görenedir görene

Köre nedir köre ne?”

Şer gibi görünen şeylerde hayır olabileceği (Bakara suresi 216) düşüncesiyle hayatı algıladığımızda, yaşadığımız deneyimlerin hikmetini, anlamını fark eder, olumsuz olarak algıladığımız deneyimlerin kurtuluşumuza vesile olabileceğini anlarız.

Yazının devamı...

İnsanın kendine yabancılaşması; Manevi yoksulluk

İnsan; içinde manevi gücü barındıran bir varlıktır. O halde, o, her ne pahasına olursa olsun, içindeki gizil güçleri sadece kendini gerçekleştirmek için kullanmalıdır. Aksi davranışlar, onu, kendi olmaktan, yani insan olmaktan çıkarır...

Kuran-ı Kerim’e göre insan; Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. (Bakara suresi, 30) Dolayısıyla bütün varlıklara ve yeryüzüne karşı sorumludur. Her insan diğerlerinden farklıdır ve kendine özgü özellikleri bakımından da tektir. Hiçbir insan diğerinin aynı değildir. (İsra suresi 84)

Nermin Akça’nın incelemesi...

Nermin Akça “Vahiy geleneğinde A-b-d kökünün semantik açıdan incelenmesi” başlıklı doktora tezinde Kur’an’ın odak kavramlarından olan “ibadet”in doğru çözümlenebilmesi için “a-b-d” kökünün anlamını incelemiştir. Zariyat suresi 56. ayette Yüce Yaratıcımız insanın yaratılış amacını şöyle sunmaktadır: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”. “İbadet” kelimesine çok çeşitli anlamların verildiği ayetlerden biri olan bu ayeti, Akça şöyle açıklamaktadır:

Allah insana güç vermiştir...

Allah insanı yarattığında ona ruhundan üflemiş ve kendi güçlerinden vermiştir. İnsanlar sahip oldukları güçleri kuvveden fiile dönüştürmek için yeryüzüne gönderilmişlerdir. Yani bütün insanlar potansiyel olarak birçok şeyi yapabilecek güçlerle donatılmışlardır. Bu güçleri varlık sahasına çıkarmak ve yeryüzünü ıslah ederek herkesin huzur ve barış içinde yaşayabileceği bir hale getirmek için yaratılmışlardır. Güçlerini varlık sahasına çıkarabilmeleri arınmışlık derecelerine bağlıdır.

Kişiyi arındıran araçlar

Namaz, oruç, zekat, hac, tövbe, dua ve Allah’ın yapılmasını istediği her şey, kişiyi arındırmaya yönelik eğitim araçlarıdır. Çünkü insan, iyiliği de kötülüğü de yapabilecek güce ve iradeye sahiptir. İbadetler, insanın iradesinin kuvvetlenmesini sağlayarak fıtratına uygun olarak iyi yönde kullanmasını kolaylaştırır. Allah’ın kendisine verdiği potansiyel güçlerini fiile dönüştüren insan, yaptığı çalışmalarla daha da gelişir ve kendisini de toplumunu da ileriye götürür. Yeryüzüne halife tayin edilen insanın amacı bu olmalıdır. Bu amaç gerçekleştiğinde insanın yaratılış amacı da gerçekleşmiş olur. Kur’an’da Allah “bana ibadet edin” derken, insandan bunu istemektedir.

Engellemelere karşı koyun!

Madem ki insan içinde manevi gücü barındıran bir varlıktır, o halde, o, her ne pahasına olursa olsun, içindeki gizil güçleri sadece kendini gerçekleştirmek için kullanmalıdır. Aksi davranışlar, onu, kendi olmaktan, yani, insan olmaktan çıkarmaktadır. Şu halde, insanın insan olarak kalması, kendi olmasına, kendine yabancılaşmamasına bağlıdır. Ancak, insanın insan olması, olmaya devam etmesi azim gerektirir; çünkü kendi dışındaki dünya, onu, o olmaktan engellemek için elinden geleni esirgememektedir. Ama insan, insan olarak kalmak istiyorsa, bütün engellemelere, karşı koymak durumundadır. Aksi halde insanlığını yitirir; yani ilahi kaynak ile olan bağlantısını yitirir. Bu manevi bir yoksullaşmadır.

Kendini bulma yolculuğunda insanı keşfeden düşünürümüz; Mevlana...

Mevlana’ya göre insanda iki türlü ‘Ben’ vardır. ‘Özel Ben’ ve ‘Aşkın Ben.’ Özel ben, herkeste ayrıdır. Herkesin mizacı, tutkuları ve yapısı değişiktir. Ancak ‘Aşkın ben’ ilahi bir yetenektir. O herkeste ortaktır. Aşkın ben bilincin derin halidir

Mevlana’nın felsefesinde insanın bilinçli bir varlık olması önem taşır.

Kendinden yola çıkar, kendi varlığında insanı anlamaya çalışır: “Kimim ben? Neden oradan oraya sürüklenip duruyorum? Fezalardaki yıldızlardan birisi miyim ki, burçtan burca geçer, uğursuzluklara ağlar, mutluluklara gülerim? Göklerdeki burçlarda alçalış ve yükselişlerde bazen rüzgârlarla sürüklenir, bazen de kayıtlarla bağlanırım. Bazen yanan ateş, bazen coşan sel olurum. Ne asıldanım, ne fasıldanım, hangi pazarlarda satılırım? Bazen gulyabanîlerin yolunu bile keserim. Bazen içi daralmış ve hüzünlüyüm. Bazen bu iki halden de uzağım ve en yüksek nesnelerden yükseğim”.

Aşkın ben: Dinin gerçek alanı

Mevlana’ya göre insanda iki türlü “Ben” vardır. Biri “Özel Ben”, öteki “Aşkın Ben”dir. Özel ben herkeste ayrı ayrıdır. Herkesin ayrı bir özelliği vardır. Herkesin mizacı, tutkuları ve yapısı değişiktir. Ancak “Aşkın ben” ilahi bir yetenektir. O herkeste ortaktır. Aşkın ben bilincin derin halidir. Aşkın benin alanında varlığın hikmeti düşünülür. Bedenin tutkuları dizginlenir. Yaratıcı sevilir. Barış, sevgi, dostluk ve evrensel duygular egemendir. Bu alan, felsefenin, sanatın ve dinin gerçek alanıdır. İnsan hayatına aşkın benin buyrukları egemen olursa, davranışlar erdemli olur. Geniş ölçüde bedenin tutkularına bağlı olan özel ben, insana egemen olursa davranışlar kötü yönde gelişir. O halde insanı yücelten asıl unsur aşkın bendir. Bu da herkeste ortaktır. Ancak bilincin derin halini yaşamak da her zaman kolay değildir. Mevlâna şöyle söylüyor:

İnsanlar çoktur ama iman birdir...

“İnsanlar sayılıdır, çoktur ama iman birdir. Cisimleri çoktur ama canları birdir. Hayvani canlarda birlik yoktur. Sen bu birliği rüzgârın ruhunda arama. Bu hayvani can ekmek yese, insanî ruhun karnı doymaz. Bu yük çekse, o sıkıntı çekmez. Hatta onun ölümüyle hayvani ruh neşelenir, sevinir... İnsani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de kıskançlığından ölür. Kurtların, köpeklerin canı hep ayrı ayrıdır. Bir olan Allah’ın arslanlarının canlarıdır. Canları diye çoğul sigasıyla söyledim. Çünkü o bir tek can, cisme nisbetle yüz olur. Gökteki bir tek güneşin bir tek ışığı da ev içlerine vurunca yüzlerce ışık olur ya! Fakat ortadan duvarı kaldırdın mı hepsinin de ışığı bir olur.”

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!

Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir...”

diyen Mevlana’ ya gönüllerimizi açmak dileğiyle.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.