Şampiy10
Magazin
Gündem

En hürmet edilen mescid; Mescid-İ Haram

Hürmet, benliğimizden başlayarak evrene yayılan bir hal olunca, her varlığın sevilmesi demek olan merhameti doğuruyor.

Birliğe ulaştıracak yol hürmet yoludur. İlme hürmet, geçmişimize hürmet, birbirimize hürmet… İnsan olarak büyük - küçük, kadın - erkek, fakir - zengin hep birbirimize karşı hürmet borçluyuz. Hürmet, benliğimizden başlayarak evrene yayılan bir hal olunca, her varlığın sevilmesi demek olan merhameti doğuruyor. Hürmetle iletişim kurduğumuz zaman, zihnimizi ve yüreğimizi yeni olanaklara ve yeni seçeneklere açmış oluyoruz.

Haram kelimesi ‘hrm’ kökünden gelmektedir. Anlamlarından biri hürmettir. Gerçekte Yaradanın emirleri ikna içeriklidir. Bedenimize, zihnimize hürmet ettiğimiz için zararlı maddelere, eylemlere yönelmeyiz.

Umre ve hac ibadetinde, ihrama gireriz; dikişsiz ve özel bir elbisedir ihram. Bu kelime de aynı kökten gelmektedir. İhramlıyken kendimiz dahil hiçbir varlığa zarar vermemeye, gönül kırmamaya özen gösteririz. Bu süreç hürmet eğitimidir bizim için.

Bu noktada ilk umre ziyaretime hazırlayan süreci ve umre yaşantısının iç dünyama katkılarını paylaşmak istiyorum:

“İnsanın, başkalarının yaşantısına derin anlamı olan katkılarda bulunma yeteneğine sahip olduğu gerçeğine olan inancımla, 2002 Temmuz ayında, Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğüne bir proje sundum. Hata yapmanın ve hatada ısrarın, insanın öz niteliklerini yaşayamamasından kaynaklandığı düşüncesiyle; tema odaklı grup toplantılarıyla ve ikili görüşmelerle; tutuklu ve mahkumların, kendilerini tanımalarına, sevmelerine, affetmelerine, kendini gerçekleştirme düzeylerini yükseltmelerine, psikolojik ve manevi açıdan güçlenmelerine ve böylece aynı hatayı tekrarlamamalarına yardımcı olmayı ve topluma sağlıklı bireyler olarak kazandırılmalarına katkıda bulunmayı amaçlıyordum. Kadınların çoğunun evli ve çocuklu olduğunu biliyordum. Cezaevi sonrası yaşantılarına, anne ve eş olarak, sağlıklı, bilinçli ve güçlü dönebilmelerine yardımcı olmayı da hedefliyordum.

Kısa sürede Ulucanlar Cezaevi kadın koğuşunda çalışmanın yapılması konusunda izin verildi. 13 Ağustos 2002 tarihinde projeye başladım.

Altı ay boyunca, kadın mahkumları yüksek anlayışla dinlemek; onların iç dünyalarına tanık olmak; yaşam anlayışlarında hangi bilgilere ve değerlere ihtiyaçları olduğunu belirlemek ve bunları uygun yöntemlerle sunmak, benim için, bir yandan muhteşem bir deneyim olurken, bir yandan da yüreğimde bir türlü atamadığım bir ağırlık oluşturmuştu. Bu sırada, anneme umre ziyaretine giderken eşlik etmem gerekti. Kutsal topraklarda, kelimelere dökemeyeceğim yüksek deneyimler yaşadım.

Türkiye’ ye döndüğümde yüreğimdeki o ağırlığın yok olduğunu, gerçek sevgi ve güvenle dolduğumu fark ettim. Aslında, bu çalışmanın ve emeğin ödülünü çoktan almıştım. Farkındalığım ve sevme gücüm artmış olarak, projeye devam ettim.”

Yazının devamı...

İman insanın düşüncelerini, eylemlerini ve sorumluluklarını da içerir...

İman; kendine, Yaradan’ına ve hayatın akışına güvenmek demektir. Ayrıca inanan insan kendisine güven duyulan insandır...

İman ve inanç kavramları arasındaki fark psikolojik bir nitelik taşır.

İnanç daha çok statik bir kavramdır ve inanılan obje veya fikre karşı güçlü pozitif duygusal bir tutumu içermez. İman daha dinamik bir kavramdır. O, sıcak hatta tutkulu bir bağlılığı doğurur ve sonucunda insanı eylem üretmeye motive eder. İman bilişsel bir içeriğe sahiptir ve iradenin eylemidir. Allah’a iman sadece kelimelerle dile getirilmiş bir Allah inancını ifade etmez, inanan insanın düşüncelerini, eylemlerini ve sorumluluklarını da içerir.

Yaşantının iki boyutu

İman Arapça emn kökünden gelmektedir. Emn güven demektir. Dolayısıyla iman kendine, Yaradan’ına ve hayatın akışına güvenmek demektir. Ayrıca inanan insan kendisine güven duyulan insandır.

Manevi yaşantının hem düşünsel hem de duygu boyutu vardır. İnanan kimsede duygular, ilahi olan ile duygusal bağın ifadesidir. İnsan-Allah ilişkisi bütünüyle duygusal değildir, fakat bu ilişki duygular içinde var olur.

Allah, özü biliyor...

Aşağıdaki satırlarda lisanstan kız öğrencimin dilinden insanın Yaratıcısı ile olan bağının kelimelere yansıyan boyutuna tanık olacaksınız: “Şu anda bana bu satırları yazdıran, bana kendini anlattırandır inandığım Allah. Gizlesem de, gizlemesem de sinemin özünü bilen, hatta beni benden iyi bilendir. Ondan hiç bir şeyi gizlemedim, gizleyemem. O halde belki de tek gerçek dostumdur inandığım Allah. O beni seviyor. Sevmeseydi beni seçip yaratır mıydı? Sahip olduğumu zannettiğim her şeyi bana veren ve aslında belki de sahip olduğum tek şey olandır benim inandığım ve her şeyimle teslim olduğum Allah. O beni hiç unutmaz. Nankörlük de yapsam bana nimetini sunmaktan vazgeçmez. Yüzümü güldürür, içimi ısıtır... Ciğerlerime doldurduğum hava Onun eseri, gözlerimi çevirip baktığımda gördüğüm O, kusursuz sanat Onun eseri. Sormuş bana Mülk suresinde çevir gözlerini bak etrafına hiç düzensizlik görebiliyor musun? Çevirdim baktım gözlerimi... Hayır! Gerçekten de göremedim bir düzensizlik Rabbim! İçime sevgi vermiş, kendi sevgisinden benim içime de yerleştirmiş. Bana insanları sevdirmiş, aşk vermiş, dost vermiş, umut vermiş, hayal vermiş, inanç vermiş, huzur vermiş, gönül vermiş, akıl vermiş, gökyüzünü ve yeryüzünü ayaklarıma sermiş... Tüm bunların kıymetini bileyim diye acı vermiş, elem vermiş, hayal kırıklığı, düşman ve yanılgılar... Kimse beni anlayamadığında beni anlıyor, bana yardım ediyor. Baktığım her şeyde onu görüyorum. Dokunduğum her şeyde onu hissediyorum. Kokladığım her çiçek bana Onu hatırlatıyor. Tattığım her şey Ondan bana armağan. O her şeyim, sevdiğim, sebebim...

Yazının devamı...

Hepimizin içinde var olan bir cevher...

Maneviyat insanın var edenle olan bağıdır ve ilahi kaynaklıdır. Kur’an’da Yaradanımız “insanı yaratırken kendi ruhundan üflediğini” söylediğine göre, insan kendisiyle, yani özüyle iletişime geçtiğinde, ilahi olanla da iletişime geçmiş olur...

Maneviyat… Yaşama sevincimizin kaynağı. Kendimizi tanımayı sağlayan ışık. Özgürlüğümüzün gıdası.

Hem psikoloji bilimi, hem İslam dini, hem de Anadolu kültürü insanın yaradılışının üstün bir nitelikte olduğunu söylüyorlar. Bu yaratılış kalitesini fark edebilecek ilk değer de insanın Yaratıcısıyla iletişim içinde olduğu, aşkın benidir. Manevi boyutudur.

Maneviyat insanın var edenle olan bağıdır ve dolayısıyla ilahi kaynaklıdır. Çünkü özü, ilahi olanın niteliklerini taşımaktadır. Kur’an’da Yaradanımız “Ben size kendi ruhumdan üfledim.” (Hicr, 29) dediğine göre, insan kendisiyle, yani özüyle iletişime geçtiğinde ilahi olanla da iletişime geçmiş olur. İnsanın böyle yaşaması onu içsel olarak güçlendirir. Türkistan’ın yetiştirdiği maneviyat büyüklerinden biri de Bayezidi Bistamî bir duasında şöyle diyor:

“Rabb’im, seninle olunca kendimi dünyanın en kuvvetli insanı olarak görüyorum, sensiz olunca da tam aksine dünyanın en âcizi, biçaresi oluyorum.”

Maneviyattan uzaklaştık

Bugün teknolojide muhteşem gelişmelere rağmen bunu bütünleyen manevi yaşantımızda tam tersi bir durumla karşı karşıya kaldık. İlahi öğretilerin, peygamberlerin ve bilgelerin bizlere sunduğu bu maneviyat ilkelerinden biraz uzaklaştık, ama hiçbir şey için geç değildir. Bunu telafi edebiliriz. Çünkü bunun için hepimizin kendi içimizde ve kültürümüzde var olan ve hemen ulaşabileceğimiz kaynaklarımız var. Bu kaynaklardan biri olan ve Anadolu kültürünün yetiştirdiği düşünürümüz Mevlana’ ya kulak verelim:

“Çocuklar gibi ne zamana dek şu topraktan yaratılmış dünyada eteğimizi tozla toprakla, taşla çakılla dolduracağız. Toprağı elden bırakalım da gökyüzünün yücelerine uçalım. Bir bak da gör. Topraktan yaratılmış beden seni nasıl çuvala koydu. Çuvalı yırt da başını çıkar hele.”

İnsan; Küçük bir kâinat

Maneviyat farklılıklardan beslenir. Zaten farklılık nedir ki? “Ne varsa âlemde örneği var âdemde.” İnsan küçük bir kâinat değil midir? Kâinatta her şey ahenkle, birlikte yaşamaya devam etmiyor mu?

Tıpkı birçok farklı kültüre ev sahipliği yapmış ve yapmakta olan Anadolu gibi.

“Anadolu” kelimesinin manası “güneşin doğduğu yer” demek. Tarihimiz Anadolu’da doğan güneşlerle dolu. Ateşin bile yakmadığı Hz. İbrahim gibi bir mana güneşi de bu topraklarda yaşamadı mı? Mevlanalar, Yunuslar, Hacı Bayramlar, Hacı Bektaşlar, Fatihler, Mustafa Kemaller yine birer mana güneşi gibi bu topraklarda var olmadılar mı?

Birbirimizi yargılamadan, anlayışla, farklılıklarımızdan güç alarak, birbirimizi tamamlayarak yaşayalım yaşatalım.

Yazının devamı...

Arınma ve öze dönüşün adı; tövbe

Kur’an Terminolojisinde, insanların davet edildiği yeni yaşayış tarzına “tövbe” adı verilmektedir. Kur’an tövbe konusundaki yaklaşımını sergilerken, insanın hem hata yapmaya, hem de hatalarından vazgeçebilmeye eğilimli olduğu fikrinden hareket etmektedir. Çünkü o, bir yandan hatanın olumsuz sonuçlarını belirtirken, bir yandan da insanlara hatalarından kurtuluş yollarını göstererek, hatalarından sıyrılmaya ve olumlu bir yaşayış tarzına dönmeye davet etmektedir.

“Ey inananlar! Samimi bir tövbe ile Allah’a dönün.” ayetiyle tövbenin içtenlikle yapılmasına yani kalıcılığına dikkat çekmektedir. (Tahrim,8) Kararlılıkla gerçekleştirdiğimiz tövbe, doğru insanlarla bir arada olduğumuzda ömür kazanır.

Ayrıca Kur’an hata yapan insanın bir daha yapmamak üzere tövbe etmesini önerirken insanın hatasını tekrarlayabileceğini belirterek, tövbesini bozanlara Allah’ın yeniden tövbe etme olanağını verdiğini söylemektedir:

“Rabbiniz içinizi bilir. Eğer siz iyi kimselerden olursanız,

Allah daima kendisine dönenleri bağışlayıcıdır.” İsra, 25)

Bu ayette, Yüce Yaradanımız bizim iç dünyamızı, zaaflarımızı, henüz olgunlaşmamış, güç kazanmamış yönlerimizi bildiğini hatırlatarak, fark ettiğimiz ve yapmama kararı aldığımız her hatamız için, tekrar dönüşüm fırsatını vurgulamaktadır.

Kur’an, tövbesini kararlılıkla devam ettiremeyen insanların bilgisizlikleri nedeniyle hata işledikleri anlayışını şu ayetle sunmaktadır:

“Allah katında geçerli olan tövbe, bilmeyerek hata yapıp sonra çok geçmeden tövbe edenlerin tövbesidir.” (Nisa, 17)

Hatalarımız bizi özümüzden uzaklaştırmaktadır. Özümüzle iletişimimiz olmayınca, Yaradanımızla da bağ kuramamış oluruz. Kur’an, tövbesini bozanların yeniden tövbe edebileceğini belirtirken, hiç tövbe etmeyenleri, hatalarında ısrar edenleri uyarmaktadır:

“…Tövbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Yüz çevirirlerse elem dolu bir azap onlar içindir. Artık onlar için yeryüzünde gerçek bir dost ve yardımcı yoktur.” (Tevbe, 74)

Ayette, hatamızda ısrar ettiğimizde mutsuz olacağımız hatırlatılmaktadır.

Tövbe, işlenmiş hatalardan kurtulma ve bağışlanma aracı olarak ele alındığı için, tövbenin silemeyeceği hiçbir hata yoktur.

Çünkü Kur’an, insanoğlunun hiçbir hatasını Allah’ın bağışlayıcılığından daha güçlü saymamaktadır. Bu prensip Kur’an’da çok net bir biçimde ortaya konmuş ve şöyle denmiştir:

“(Tarafımdan onlara) de ki: Ey benliklerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün hataları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan çok esirgeyendir.” (Zümer, 53)

Tövbe insanın Allah’a yönelişi, hem de Allah’ın kendisine yönelen insana bağışlayıcılık vasfıyla dönmesi, yani her iki tarafın birbirine yaklaşmasıdır. İnsanın Yaratıcısıyla olan ilişkisinde sürekli varolan bir mekanizmadır.

Yazının devamı...

Tövbeye götüren yaşantı; istiğfar

İnsanı tövbeye götüren ve onu motive eden “affedilmenin istenmesi” yani istiğfar yaşantısıdır. İstiğfar, bireyin Allah’tan yardım dilemesi anlamına gelirken, tövbe, insanın kendi çabasının ürünüdür

Tövbe ile istiğfar kavramları içerik olarak farklıdır:

“İstiğfar kelimesi, Arapça “GFR” kökünün, istek bildirme kalıbından türemiş bir isimdir. Kök anlamı, bir şeyin üstünü örtmek demektir. Bu açıdan Kur’an’da Allah’ın gafur olarak isimlendirildiği birçok ayette O’nun hataları örten ve affeden olduğu açıklanmaktadır. (Ali İmran,135; Yusuf, 98)

Din Psikolojisi alanında Erdoğan Fırat’ın “Şahsiyet Gelişiminde Tövbenin Fonksiyonu” ve Asım Yapıcı’nın “İslamda Tövbe ve Dini Yaşayışdaki Rolü” başlıklı çalışmasında tövbe kavramı işlenmiştir.

İnsanı tövbeye götüren ve onu motive eden “affedilmenin istenmesi” yani istiğfar yaşantısıdır. İstiğfar, bireyin Allah’tan yardım dilemesi anlamına gelirken, tövbe, insanın kendi çabasının ürünüdür. Bu anlamda istiğfar bireyin Allah’tan kendisini tövbe konusunda başarılı kılmasını istemesidir. Bu nedenle, ayetlerde çoğu zaman istiğfar tövbeden önce kullanılmaktadır.

Elmalılı Hamdi Yazır, “Rabbinizden af talep edin ve sonra O’na tövbe edin” (Hud, 3) ayetini aynı surenin bir başka ayetiyle bağlantı kurarak açıklar: “Allah’tan bağışlanma isteme, inanç ve salih amel, insanın özbilincinden doğan kendine ve başkalarına yararlı, üretici eylemlerle olacaktır. Bundan dolayı, kalpte hissedilmeyen kuru bir af isteğiyle kalınmamalı ve O’na tövbe edilmelidir,” diyerek istiğfar ile tövbenin mutlaka beraber bulunması gerektiğini ifade eder.

Tövbe ile istiğfarın birbirinden ayrı yaşayışlar olduğuna şu ayette de işaret edilmektedir:

“…Hem kendinin, hem de mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahlarının bağışlanmasını dile, istiğfar et.” (Muhammed, 19) Ayetten anlaşıldığı gibi, istiğfar, hem kişinin kendi şahsına hem de başkalarına yönelik olarak yapılabilmektedir. Çünkü istiğfar bireyin kendisinin veya başkalarının hatalarının bağışlanmasını içeren bir dua çeşididir.

Kişinin hatasını Allah’ın huzurunda itiraf ederek ondan af talep etmesi istiğfarı, olumsuz davranışlarını tekrar yapmamak üzere kararlı bir şekilde terk etmesi tövbeyi oluşturmaktadır.

Bir kutsi hadis şöyledir:

“Allah der ki; Ey insan: Sen bana tövbe edip, benim affetmemi ümit ettikçe, ne kadar hata işlemiş olsan da aldırmam. Seni affederim. Ey insan: Senin günahın gökyüzünün bulutları kadar bile olsa, sen benden af dilediğin müddetçe, günahının çokluğuna bakmam, seni affederim. Ey insan: Bana yeryüzü dolusu hata ile gelsen, sonunda hiçbir şirk koşmaksızın bana kavuşsan seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım. (Buhari, Sahih IV, s. 2563-2564) Bu hadis “…Allah çok tövbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever” (Bakara, 222) ayetiyle de bütünleşmektedir.

Yazının devamı...

Dünyada ve ahirette güzellik ver

Ahiret inancı; hayatın bu dünyayla sınırlı olmadığına inanmak, anlam ihtiyacımıza cevap veren önemli

bir inançtır.,

Bakara suresinin 201. ayetinde şöyle söylememiz önerilmektedir. “Rabbimiz bize dünyada da hasene - iyilik ve güzellikler, ahirette de hasene - iyilik ve güzellikler ver…”

Bu ayeti birçok ibadetimiz sırasında okuruz. Kabe’yi tavaf ederken bu ayeti okuruz hatta bu sırada anadili farklı Müslümanların okumalarını da dinleriz. Dünyanın en güzel yerinde en güzel duygular içinde, ahirette de güzellikler yaşamayı arzu ederiz.

Yaşamı sürdürmeye yönelik sebepler ve bunun kişiye sağladığı anlam ve amaç duygusu önemlidir. Kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdüleyici güçtür. İnanç insana, yaşamaya dair anlamlar sunabilmektedir. Bu anlam kimi zaman kişisel anlamlardan daha üst bir düzeyde olabilir. Ahiret inancı; hayatın bu dünyayla sınırlı olmadığına inanmak, anlam ihtiyacımıza cevap veren önemli bir inançtır. Bu inanç acıyı bir insan başarısına dönüştürmeye, kişinin, kendisini daha iyiye yönelik olarak değiştirme fırsatını kazanmasına ve yaşamın geçiciliğinden, sorumlu bir tavır almaya yönelik girişim gücü kazanılmasına olanak verir. Bunlara ek olarak, iyiliklerin ve kötülüklerin bir karşılığının olması, insanın zorluklar karşısında daha güçlü ve daha güvenli durmasını sağlayabilir. Geçici olan sıkıntılara sabretme güç ve becerisi kazandırabilir. Boşluk, yalnızlık ve çaresizlik hissinden korur. İnsanın yaşamını onurlu ve sağlıklı bir şekilde devam ettirmesini öneren Şeyh Galip, yaratılmışlar içinde en şerefli varlık olduğunu vurgulayarak, insanın yaratılışındaki hikmeti kavraması ve ona göre düşünüp hareket etmesi gerektiğini savunur. O, insanın bazen kendisini çok zayıf, güçsüz, umutsuz ve yılgın hissettiğini ifade ederken bu durumda insanı yıkık bir viraneye benzetir. Ancak insanın özünde böyle olmadığını, sadece içindeki gücü henüz keşfedemediğini savunur. Yine hazinelerin viranelerde bulunduğuna da gönderme yapar. Şeyh Galip, zatına hoşça bak derken, insanın varoluşu üzerine derin düşünmesi gerekliliğinin yanısıra, ümitsizliğe düşmenin, dünya dertlerinin altında ezilip kalmanın, mücadeleden vazgeçmenin insan onuruna yakışmadığına ve yaşama daha güzel bir gözle bakılması gerektiğine işaret eder:

Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen.

(Kendine dikkatlice bak, sen alemin özüsün.)

Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen.

(Sen varlıkların gözbebeği olan insansın)

Varoluşumuzun, özbenliğimizin bilinciyle yaşayarak hayatımızı güzelleştirelim. Kendimizi güzelliklere layık görelim ve güzel işler yapalım. Rabbimize güzel armağanlarla kavuşalım.

“Allah güzeldir, güzeli sever”.

Yazının devamı...

En güzel örnek...

Yüce Allah sevgisiyle insanları sadece ne fıtratlarına kazınmış yeteneklerine ve ne de hareketlerine hakim olan sağduyu gücüne bırakmıştır. İnsanoğlunu, gerçeği görmesini sağlayan “Kutsal mesajlarla” ve bu ilkeleri yaşayarak örnek olan peygamberlerle desteklemiştir.

İnsanın benliğinde var olan sağduyu gücü onu yönlendirir. İnsan bu güce göre sorumluluk taşır. Kim bunu kendisindeki yetenekleri geliştirmede kullanırsa, o kişi kurtuluşa ermiştir. Kim de bunu karartır, köreltir ve cılızlaştırırsa, zarara uğramıştır.

Yüce Allah sevgisiyle insanları sadece ne fıtratlarına kazınmış yeteneklerine ve ne de hareketlerine hakim olan sağduyu gücüne bırakmıştır. İnsanoğlunu, gerçeği görmesini sağlayan “Kutsal mesajlarla” ve bu ilkeleri yaşayarak örnek olan peygamberlerle desteklemiştir. Böylece insanın önünde yol hiçbir kuşku ve karanlığa yer kalmadan apaçık olarak belirir. O zaman sağduyu kendi seçtiği ve üzerinde yürüdüğü yönün gerçek niteliğini bilerek ve kavrayarak hareket eder.

Peygamberlerin hayatları bize devamlı ilham verir...

Peygamberlerin hayatları yeni kararlar vermemize yardım eder. Motivasyon sağlar ve bize devamlı ilham verir. Bizi yoğunlaştırır. Bizi ileriye götürür ve engellerin üstesinden gelmemizi sağlar. Kahramanca eylemlerle, kahraman kişinin eylemlerini ayırmak önemlidir. Dünyada çoğunlukla kahramanca eylemler vardır. Aldanmalarımız, düş kırıklıklarımız, umutsuzluklarımız, bunların ayrımına varamayışımızdan doğar. Peygamberler Yaratıcının onayladığı örnek insanlar oldukları için yanıltmazlar bizleri. Ayrıca bu ayırt etme gücünü kazanmak için onların hayatlarından yardım alabiliriz.

Tatlı dilli, güler yüzlü, alçak gönüllü affedici...

Yüce Yaradan Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed’in Allah’ın selamı Onun üstüne olsun, ahlakından bahsetmiş ve onu övmüştür. Hz. Muhammed, insanlara bildirdiği bütün ahlak ilkelerini, öncelikle kendisi uygulamış ve davranışlarıyla herkese örnek olmuştur. Etrafındakilere her zaman tatlı dilli ve güler yüzlü, alçak gönüllü ve affedici olmuştur. Hz. Muhammed’in şefkatli oluşu yaşamının her döneminde açıkça görülmüş, insanlar arasında kadın, erkek, büyük, küçük, renk, din, dil ve ırk ayrımı yapmamıştır. İnsanlara sevgiyle yaklaşmış, kimseden intikam almayı düşünmemiştir. Hz. Muhammed çevresindeki tüm insanlara değer vermiş, onların daha iyi yaşayabilmeleri ve kendilerini geliştirebilmeleri için çalışmıştır. O kendini hiçbir zaman başkalarından üstün görmemiş, kendisiyle konuşmak isteyenleri dikkatle dinlemiştir. Bir yere konuk olarak gittiğinde kendisi için ayağa kalkılmasını istememiş, boş olan bir yere oturmuştur. Hz. Muhammed’in başlıca özelliklerinden biri de cesaretli olmasıdır. O, yaşamı boyunca inanç, adalet ve insan hakları için mücadele etmiştir. Güçsüzleri ve kimsesizleri savunmuş, zorluklar karşısında hiçbir zaman yılgınlık göstermemiştir.

Başkalarına duyarlı olmayı becerebilmeliyiz

Peygamberimizin örnek yaşantısından beslenerek, başkalarının da ihtiyaçlarına duyarlı olmayı, onların haklarına saygı göstermeyi becerebilmeliyiz. Sevdiğimiz kişiye sevgimizi ifade ederken, ihtiyacı olan ‘hayat alanı’nı da tanımayı bilebilmeliyiz.

Yazının devamı...

Hastalıklar misafirinizdir. Tedavi olun!

Hz. Muhammed Allah’ın selamı O’nun üstüne olsun, hastalıkları misafir olarak tanımlamakta ve şifaya odaklanmak gerektiğini vurgulamaktadır.

Günümüzde sağlık konusunda bütüncül yaklaşımlar önemsenmektedir. Yaşam sürecinde hastalıkla baş edebilmek veya tedavi sürecini huzurlu geçirebilmek için, dinimizin hayata ve insana bakış açısıyla, kültürümüzün manevi değerleri bütünleştirilip, hastalara sunulabilir.

İnsanın temel ihtiyaçları yanında manevi ihtiyaçları da vardır. Bunlar arasında inanma, bağlanma, dayanma, güvenme, korunma, dürüstlük, iyilik, doğruluk, adalete sahip olma vb. ihtiyaçları görmemek mümkün değildir. Bu yönelimler bireyi, bilgiye, sevgiye, anlama, umuda, aşkınlığa, bağlanmaya ve şefkate ulaştırır. Maneviyat acıları öğrenmeye, düşmanlığı işbirliğine, kayıtsızlığı sevgiye dönüştürür. Derin bir bütünlük duygusu, bağlanmak ve sonsuza kendini açmaktır.

Dinimizin ve kültürümüzün yaşamaya ve yaşatmaya ilişkin değerlerinden şifa sürecinde yararlanılabilir.

Niyazi Mısri aşağıdaki dizelerinde yaşadığımız deneyimlerin gerçekte bize şifa olduğunu açıklamaktadır.

“Derman arardım derdime

Derdim bana derman imiş”

Günlük hayatta ortaya çıkan her oluşum, anlamlandırma sürecinin aktifliğini zorunlu kılar. Evlilik, ayrılık, hastalık, ölüm gibi önemli değişimler, ilişkileri ve hedefleri açısından insanı hayatla yeniden hesaplaşmaya davet eder. Her olayda kişisel anlamlandırmaya uygun fırsatlar her zaman bulunur. Birey bir yandan hayatın kendisine sunduğu imkanları değerlendirerek, diğer yandan da güçlükler karşısında çözümler geliştirerek anlam bulabilir.

Bu yaklaşım dinimizde, “hikmet” kavramıyla karşılanmaktadır. Yaşadığımız olayların bir hikmeti vardır. Bir hastalığın ardından yaşam tarzını tümden değiştiren, bir anlamda ‘yeniden doğmuş’ gibi olan insanlar vardır. Onlar, hastalığın neyin habercisi olduğunu anlamış, bunun sonucunda da dönüm noktasına ulaşmış kimselerdir. Bir hastalık bizi birkaç gün, birkaç hafta, ay ya da daha uzun bir süre alışılmış yaşam tarzından ayrı düşürebilir. Hiçbir şey eskisi gibi değildir artık. Bilinçsiz olarak kendimizi yaşamaya zorladığımız bu dinlenme sürecini, yeni bir başlangıç için gerekli bir fırsat olarak görelim. Hayatımızda neleri değiştirmemiz gerektiğini düşünelim. Aşırılıklarımızdan kurtulalım ve yenilenip, arınalım. İçinde bulunduğumuz durumu kabullenelim. Dönüşüm ancak ‘şimdi’yi onaylamakla, mümkün olabilir.

Hz. Muhammed Allah’ın selamı O’nun üstüne olsun, hastalıkları misafir olarak tanımlamakta ve şifaya odaklanmak gerektiğini vurgulamaktadır. “Ey insanlar tedavi olun! Allah nerede (ne zaman) hastalık yaratmışsa tedavi de yaratmıştır, öyleyse tedavi arayın. Zira Allah bir tanesi hariç tedavisiz hastalık yaratmamıştır. O da ihtiyarlıktır.”

Hastalıklar aslında bizler için bir gelişme basamağı; olgunlaşma sürecinde ilerlememiz için farkındalık noktalarıdır…

Allah nerede hastalık yaratmışsa tedavi de yaratmıştır. Hz. Muhammed

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.