Şampiy10
Magazin
Gündem

En güzel imkanlara sahip morg

…..

Grizu tehlikesi nedeniyle elektrikli aydınlatma yok bu tünelde. Ölümün ağzı gibi zifiri karanlık. Daha ilk adımımda düşmekten son anda kurtuluyorum. Zemin ıpıslak. İrili ufaklı her taşı, lastik çizmelerimin ince tabanında hissediyorum. Bazıları çok keskin. Ayaklarımı acıtıyor. Ne var bunda, ayıp ediyorsun, birkaç saatliğine girdiğin bu ocakta binlerce işçi yıllardır çalışıyor, diyorum kendime. Arkama dönüyorum. Soluklaşan ışıkla, hayatla vedalaşıyorum sanki. Grizuyu düşünüyorum. Sağır eden bir patlamanın ardından gelen bir ateş topu, beni de savurur mu? Tam da bu anda kırmızı alarmlar bağırmaya başlıyor. İrkilmemle kendimi sığınma cebinde bulmam bir oluyor.

Aşağıya malzeme taşıyan bir vagon yaklaşıyormuş meğer. Terden sırılsıklamım. Henüz 600 metre ilerlemişiz. Bir o kadar sonra yerin 380 metre dibinde olacağım. Salim, en önde. Ezbere attığı adımları hiç teklemiyor. Arayı açmamaya dikkat ederken, neyin içinde ilerlediğimi merak ediyorum. Başımı sağa sola çevirip baretimdeki lambanın aydınlığına dikkat kesiliyorum. Sağda, maden taşıyan dar bir bant çalışıyor. Solda, 50 metrede bir sığınma cepleri ve gaz sensörleri. Yukarıda, ocağa hava götüren kalın bir boru hattı. Dehlizin iki yanında yüzlerce yarım daire demir destekler yanyana. Rahatlıyorum. Binlerce tonluk toprağı, devasa pençeler gibi kavrıyorlar. Yarım saat sonra yolun eğimi artıyor. Ve anadamarın üstündeyiz. Salim, “Yukarı bakın, 25 metre kalınlığında linyit var” diyor. Lambalarımızın ışığı vurdukça yıldız sağanağına dönüşüyorlar. Kara elmas dedikleri buymuş, diyorum. Kömürün acı tadı dişlerimde çıtırdıyor. Kirpiklerim gözlerimi korumaya yetmiyor. Mendilimi çıkarıp burnuma götürüyorum, simsiyah.

Aradan geçen bir buçuk saat, bir gün gibi geliyor. Yerin yüzlerce metre altında olmak, gürültü ve kömür tozu dayanılacak gibi değil. Salim, çıkışa kadar bize refakat ediyor. 19 derecelik yokuş bize sarp dağ yamacı gibi geliyor. Dehlizin ucundaki ışık git gide büyüyor. Dışarı çıkınca başımı göğe kaldırıyor, derin bir nefesle ciğerlerimi dolduruyorum.

(Gülden Aydın, 23 Mayıs 2010, Hürriyet Gazetesi)

.....

Gülden Aydın, tam 4 yıl önce, yine bir mayıs günü Soma’ya gitmiş, kömür ocağına girmiş ve bir maden işçisiyle röportaj yapmıştı. Ben o röportajı unutamamıştım. Bugün, arşivlerden çıkmış, yeniden konmuş siteye…

Yeniden okudum, yeniden gözlerim doldu. Bir madencinin günlük hayatı, bizim ancak kabuslarımızda gördüğümüz şeyler.

“Her gün helallik alıyorum karımdan” diyor bir yerde. Girmek var çıkmamak var diye… Ve işte 245 maden işçisi dün çıkamadı.



Öldürmeyen, patlamayan, çatlamayan enerjilere ihtiyacımız var derken işte tam da buydu demek istediğimiz.

“Halkı anlamıyorsunuz, fantezi dünyasındasınız, temiz enerji lüks bize” diyenler acaba utanıyor mu şimdi?

ABD’de bir milyon ton kömür üretimi başına en fazla 6 kişi hayatını kaybederken Türkiye’de bu sayı 900 kişi. Çalışamaz hale gelenler 12 bin.

Çin (bile) bizden çok daha iyi durumda.

Kömür sektöründe iş kazası dünya rekoru açık arayla Türkiye’nin.

Gelişmiş ülkeler bunun çaresini uzun zaman önce buldu.



Akılda kalan:

“En güzel imkanlara sahip morg” lafı.

Ne mutlu bize!

Yazının devamı...

Girit’te Konya’yı aramak

Girit’e geldiğimden beri düşünüyorum: “Hanya’yı Konya’yı görürsün” lafının kökeni ne acaba?

Ne zaman Facebook veya Instagram’da (@gezginsincap) Hanya’dan bir fotoğraf paylaşsam bir takipçi “Anlarsın Hanya’yı, Konya’yı” lafıyla ile ilgili bilgi veriyor.

Kimi kendi ailesinden referans göstererek “Hanya’ya Konya’dan gelen Türkler yerleştirilmiş. Kandiye’ye de (İraklion) Gebze’den gelenler. Bizim ailenin yarısı Gebze kökenli Giritli, yarısı Konya kökenli Giritli. Laf buradan geliyor” diyor.

Kimi ise lafın esasının “Görürsün Hanya’yı Kandiye’yi” olduğunu söylüyor.

Ama en ilginç iddia şu: Lafın esasının “Hanya’yı Gonya’yı görürsün” şeklinde olduğu.

Gonya?? Evet Gonya. Öyle bir köy varmış Girit’te.

Türkçe sağlam bir şey bulamayınca Yunanca başlıyorum aramaya. Wikipedia’da iki madde çıkıyor karşıma: Gonia Manastırı ve Asigonia.

Gonia Manastırı, Osmanlı’nın adaya ilk çıkartma yaptığı nokta. Hanya’nın 26 kilometre batısında bir koyun kenarında kurulu görkemli bir manastır. Osmanlı topları 1645’te manastırı yerle bir etmiş. Elbette yeniden yapılmış ama daha sonra Girit isyanı sırasında da yine fena tahrip edilmiş. Bu arada bayağı bir katliam da olmuş tabii.

“Asigonia” ise Hanya ile Resmo (Rethimno) arasında, dağlarda bir köy. Başındaki “Asi” Osmanlı tarafından konulmuş. Bildiğiniz isyancı manasında. Silahları her daim ellerinde, Osmanlı’ya her fırsatta isyan eden bir köymüş. 1821’de başlayan Girit isyanı sırasında da aktif bir rol oynamışlar. Muhtemelen Müslüman Türkleri katleden çetelerin çıktığı köylerden biri.

“Anlarsın Hanya’yı (G)Konya’yı” deyimi hangisini kastediyor bilmiyorum. İç Anadolu’daki Konya olması zayıf olasılık gibi geliyor bana.

Peki olumsuz tınısı niye? Neden bu iki yeri görmek dünyanın kaç bucak olduğunu görmek manasına geliyor?

Bir iddia Girit’in sürgün yeri olmasından kaynaklı imiş. Yani “söyle sen o lafı da gör bakalım seni nasıl sürüyorlar Hanya’ya, Gonya’ya” anlamında.

Öbür iddia (bu daha çok Yunan tarafının iddiası) çok fazla katliam yaşanan iki bölge olduğu için “katliam gibi bir felaket gelir başına” manasında söylendiği...

Hanya’da beş minare

1700’lerde Hanya neye benziyormuş da sürgün yeri olmuş (ve bundan üzülüyorlarmış) bilmiyorum ama şu an bildiğim çok çok güzel bir şehir olduğu.

Minicik nefis bir limanı var. Venedikliler inşa etmiş. Hem mendireği, hem deniz fenerini hem de kıyısındaki binaları. O yüzden de adı Venedik Limanı. Mendireğin üzerindeki deniz feneri şimdiye kadar gördüğüm en güzel, en zarif fener. Ve dünyanın ayakta kalmış en eski fenerlerinden. Limanda bir de Küçük Hasan Paşa Camii var. Veya daha çok bilinen adıyla Yalı Camii. Şimdiye kadar gördüğüm en tuhaf camilerden biri. Kocaman bir ahtapot gibi görünüyor. 1923’ten beri kullanılmıyor. Minaresi daha önce yarımmış. Derken hepten yıkmışlar. Sonra binayı restore etmişler ve Yunanistan’daki her cami gibi o da halk sanatları müzesi/sergi salonu olmuş. Fakat daha ilginci şu: Minareyi yeniden dikmeye karar vermişler! Yunanistan’da Batı Trakya dışında ayakta minare pek göremezsiniz. Girit’te ise minareler yeniden yapılıyor!

Limanın etrafı daracık sokaklarıyla tarihi Hanya şehri. İnsanı mutlu eden bir yer. Denize sırtınızı dönerseniz sağ tarafı Türk, sol tarafı Rum mahallesiymiş. Türk mahallesinin eski adı: Tophanas! Yani Tophane! Hanya’nın bir başka mahallesinin de adı “Kumkapı” iyi mi!

Türk turistler buraya henüz akın etmediği için mönüler Türkçe olmamış daha. Ama yakındır... Garsonlar ufak ufak Türkçe konuşmaya başlamış bile...

Yarın: Girit’te Maldivler’den bir köşe: Balos

Yazının devamı...

Girit’in kalbine doğru

2006’dan beri sık sık Yunanistan’a gidip geliyorum galiba en heyecan verici yer: Girit! Çok başka, çok etkileyici… Her bakımdan…

Bir kere inanılmaz bereketli bir yer. Tam Akdeniz. Yer gök zeytin ağacı. Dağ taş kekik. Bazen portakal ağacı ormanları içinden geçiyorsun, bazen palmiye ormanları, bazen üzüm bağı deryası içinden. Dağı başka güzel denizi başka güzel. İnsanlar neden 7 bin yıl burada yaşamış, neden burada büyük uygarlıklar kurmuş, Venedik’ten Ceneviz’e, daha sonra da Osmanlı’ya kadar her “benim” diyen devlet neden burayı ele geçirmeye çalışmış, insan doğasına bile bakıp anlayabiliyor. Dünya yıkılsa, Giritli kendini doyurabilir…

Sonra çok sıkı bir tarihi var. Türk için de Türk olmayan için de. Hiçbir zaman sıradan bir ada olmamış Girit. Sadece devletlerin çekişme alanı olmamış. Aynı zamanda devletlerden kaçanların da sığınma ve serpilme yeri de olmuş.

Sıradan olmamasının en büyük nedeni hiçbir zaman tek kültürlü bir ada olmaması… Bizans, 1200’lerdeki Haçlı seferleri sırasında yıkılınca ada Venediklilerin olmuş. Bir süre Cenevizliler ele geçirmiş. Venedikliler adaya yeniden dönmüş ama bu sefer de Osmanlı İstanbul’u alınca (ve Bizans ikinciye yıkılınca) İstanbul’un önde gelen papazları, asilleri, yazarları, sanatçıları Girit’e kaçmış. Adada Helen, Bizans ve Venedik karışımı ilginç ve renkli bir kültür ortamı oluşmuş.

Türkler için de Girit başka bir yere sahip. Osmanlı adayı 1645’ten itibaren kısım kısım fethetmeye başlıyor ama Girit nedeniyle başı çok derde giriyor. Venediklilerle 40 yıl sürecek amansız bir çekişmeye giriyor. Sonunda fetih tamamlanıyor ama zararın ziyanın haddi hesabı olmuyor.

Fakat esas ilginç olan bu değil. Esas ilginç olan fetihlerden sonra buraya yerleşen Türk Müslümanların adanın kültürüne şaşırtıcı bir şekilde katılmaları. Şaşırtıcı bir şekilde oralı olmaları. 200 yıl sonra adayı acılar içinde terk etmek zorunda kaldıklarında konuştukları dil Rumca idi, Türkçe değil. Eğitimleri ve görgüleriyle İstanbul’daki Müslüman Türklere bile fark attıkları, o nedenle uyum sağlamakta uzun süre zorlandıklarına dair yüzlerce anı anlatılır durulur. Türkçe’de göçle ilgili en çok kitap muhtemelen Girit’e dair yazılmıştır.

(Ben Ayvalık sokaklarına Girit göçmeni iki yaşlı Müslüman kadının aralarında Rumca şöyle konuştuklarını duydum: “Ti kanis? Kala ise?” “Kala elhamdülillah” (“Nasılsın iyi misin?” “İyiyim elhamdülillah”)

Şunu anladım ki Girit’i ve Giritliyi anlatmak hiç kolay bir şey değil. Ufacık bir bilgi için internete bakayım diyorum ve karşıma tonlarca bilgi çıkıyor. Anlıyorum ki Girit bizler için herhangi bir yer değil. Ama Yunanlar için de değil…

“Hanya’yı Konya’yı görmek” deyiminin nereden geldiğine dair araştırmalarım da devam ediyor.

Yazının devamı...

Hayatımızı ne şekillendirir?

Hayallerimiz mi? Tutkularımız mı? Hırslarımız mı? Zekâmız mı? Çalışkanlığımız mı?

Benim gibi basit bir insansanız cevabınız da yine çok basit olur: Tanıştığımız insanlar.

Selanik’ten Hanya’ya uçarken bunları düşünüyordum. Yanımda İrini oturuyor. Türlü türlü tesadüfler sonucu İstanbul’da tanıştığım Giritli bir arkadaşım. Daha önce yazmıştım. Yunanistan’dan İstanbul Bebek’e gelip “Brusko” adında bir Girit lokantası açtı. Çok da iyi işliyor. Vedat Milor bile gelip program yaptı geçen haftalarda.

İrini ile zaman içinde arkadaş olduk. Birbirimize gidip geldik. Dertlerimizi paylaştık. Özel günlerimizi unutmadık.

Bir sabah mesaj attı. “Girit’e gidiyorum. Gelmek ister misin?”

Benim için müthiş bir teklifti. Girit en merak ettiğim yerlerden biri. Bilhassa da İrini’nin memleketi Hanya’yı görmeyi istiyordum...

Fakat daha da ilginci şu: İrinilerin ailesi mübadil. 1924’te Urla’dan göç etmişler. Hanya’ya yerleştirilmişler. Yerleştikleri ev de bir Türk evi!

Hep tersini bildiğim için bu bilgi bana daha da heyecan verici geldi.

Düşünsenize, yüzyıllık bir Türk evinde kalmak, o günlere dönebilmek, değişimleri görmek... Ne müthiş bir şey olacaktı!

Hemen kabul ettim. Önce Selanik’e arabayla gidecektik, sonra oradan Hanya’ya uçacaktık.

Öyle de yaptık nitekim... Biraz meşakkatli oldu ama sonunda Hanya’ya vardık...



Hiç ummadığım kadar soğuk bir hava karşıladı bizi. Yanıma kışlık montumu almadığım için bin pişman oldum. Ama doğa elbette çoktan uyanmış, güler yüzünü göstermiş. Akdeniz’in bu en ortasındaki yalnız ada, şu an milyonlarca çiçekle kaplı...

“Yazın her yer sarıkuru olacak. Sen en güzel mevsimde geldin: Yemyeşil hâlini görüyorsun” diyor İrini. Sonra uzaktaki karla kaplı dağları gösteriyor. “Lefka Ori (Akdağlar) diyoruz biz onlara. Tepeleri her zaman beyazdır...”

Ama küresel ısınmanın etkilerini görmemek mümkün değil. Bu kış çok az kar yağmış. “Akdağlar” yazık ki “Gridağlar” olmaya doğru gidiyor... Bütün diğer dağlar gibi...



İrini’nin babasının (her Giritli gibi) hafif manyakça sürdüğü arabada arkada oturmuş etrafa bakarken gülüyorum kendi kendime...

İrini Giritli değil de Vanuatulu olsaydı ne olacaktı? Şimdi de orada mı olacaktın?

Devam ediciiiz elbette...

Yazının devamı...

Selanik’te Türkçe propaganda!

Buzzz gibi Selanik’ten sevgiler, yaa suu’lar, kalimera’lar...

Gezgin sincap yazarınız, sezonun ilk seyahatini yine Yunanistan’a yaptı.

Muhtemelen bilmediğiniz gibi Yunanistan’da da yerel seçimler yaklaşıyor. Yunan halkı 10 gün sonra belediye başkanlarını seçecek. Ve tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Yunanistan’da da yerel seçimden ziyade genel seçim havası var.

Atina ve diğer şehirler hakkında doğrusu pek bir şey bilmiyorum. Beni ilgilendirmiyor da. Beni ta başından beri ilgilendiren şehir: Selanik. Ve dört yıldır başkanlık yapan Yannis Butaris.

Dikkatli okurlarım hatırlayacaktır. Dört yıl önce de yazmıştım hikâyesini. Yannis Butaris ilginç bir adam. Şu an 78 yaşında. Çok meşhur bir şarap üreticisi ailenin ferdi. Başkan olmadan önce de çeşitli nedenlerle ünlü olmuş bir adam. Sıkı solcu. Tedavi olmuş bir alkolik. Aynı zamanda ateist. Ve doğal olarak kilise karşıtı. 2010’da seçildiği zaman Selanik Metropoliti (başpiskoposu) az daha “icazet” vermeyecekti. (Evet! Demokrasinin beşiği Yunanistan laik bir ülke değil! Burada siyasetçiler seçildikleri zaman İncil’e/Kur’an’a/Tevrat’e el basıp yemin ediyorlar, metropolitler, müftüler, hahamlar da icazet veriyor!) Butaris hayatı boyunca o kadar kilise aleyhtarı beyanatlar veriyor ki seçilince bağnazlığıyla meşhur Selanik Metropoliti ne yapacağını şaşırıyor! Önce “ben ona dua mua vermem” dedi ama sonra bir şekilde “kutsadı”. Tabii bu Butaris’in mi Metropolit’in yenilgisi midir tartışılır.

Eski kafadan bıkanlara!

Butaris’in bizi daha çok ilgilendiren kısmı şu: Başkan, klişe deyimle büyük bir Türk dostu. Eğer bugün Selanik kapı komşumuz olduysa bunda Butaris’in payı çok büyük. 2010’da başa geldikten sonra Türkler ve Yunanlar arasında geçmişten gelen düşmanlıkları sürdürmenin manasız olduğunu söylemiş, şehir halkını da Türklerle dost olmaya teşvik etmişti. Nitekim 2010’dan beri Selanik’i ziyaret eden Türklerin sayısında anormal bir patlama oldu, rekor üstüne rekor kırdı. Selanik’in Beyoğlu’su “Ladadika”da bazen Türkçeden başka dil duyulmuyormuş. (Beyaz Kule içindeki şahane şehir müzesinde oto rehber cihazına Türkçe de eklenmiştir umarım. 2012’de yoktu.)

2014 seçimlerinin en güçlü adayı yine Yannis Butaris. Hem çok düşmanı var hem de çok seveni. Ama beni esas şoke eden seçim kampanyası oldu. Neredeyse Türkçe!!!

Burada bir ara bilgi verelim. Türkçe Yunanca arasında 5000 ortak kelime var. Ve iki taraf da Yunanca veya Türkçe konuştuğunun farkında değil. İki dili de biliyorsan, bunu keşfetmek çok eğlenceli oluyor. Ve: Yunancadaki küfürler ekseri Türkçeden ithal. Bizim h....tir şeklinde dediğimiz küfür Yunancaya “ay..htir” şeklinde geçmiş. Amma bizdeki kadar edepsiz kaçmıyor. Zira söz konusu fiilin anlamını bilmiyorlar. Daha çok “başlarım haaa” “yeter be” “bas git” manalarında kullanıyorlar.

Kampanya, sokak röportajlarından oluşuyor. Öfkeli bir erkek veya kadın “Ays*htir! Tabii ki Butaris” veya “E heralde Butaris! Gerisini ays*htir” diyor. Arka arkaya duyunca gülme krizine girdim. Yunan TV’sinde Türkçe! Üstelik parti propagandası olarak!

Bu kadarla kalsa yine iyi. Spotun sonunda dış ses bir de şunu diyor: “Eski kafa siyasetçilerden bıkanlar Butaris’e oy versin.” Fakat bıkmak kelimesi için “buhtisa” kelimesini kullanıyor. “Buhtisa” Türkçe “bıkmak” lafının değişime uğramışı ve çekilmişi. Yunanistan’ın sadece kuzeyinde kullanılan, Atinalıların falan biraz dalga geçtiği bir laf.

Selanik’te Tsimiski Caddesi üzerinde seçim bürosunu ziyaret ettiğimde Butaris basın toplantısı yapıyordu. Kalabalık bir grup dikkatle izliyordu. Zaten kamuoyu yoklamaları da Butaris’in açık farkla kazanacağını gösteriyor.

Yazının devamı...

Günlüklerin acı şahitliği: Delila

Tarihi kazanalar yazar.

Daha da fenası, kazanan “erkekler” yazar.

Peki ya kadınlar yazsaydı?

Savaşan, kaybeden, acı çeken kadınlar kaleme alsaydı “tarihi”?



Günlükleri her zaman çok daha ilginç, çok daha güvenilir bulmuşumdur.

Tolga Örnek ve Feza Toker, Çanakkale Harbi’ni askerlerin mektuplarına ve günlüklerine dayanarak yeniden yazıp belgeselini yaptıklarında (Gelibolu, 2005) hafif çaplı bir deprem olmuştu Türkiye’de hatırlarsanız. Vay efendim sen kahramanlık destanımızı nasıl “çift taraflı” (ANZAC askerlerinin de mektup ve günlükleri kullanılmıştı çünkü) ve insanî açıdan anlatırsın diye...

Belgesel, tek kelimeyle müthiş bir çalışmaydı. Feza Toker’in daha sonra çıkardığı “Gelibolu: Çanakkale Savaşı Gerçeği” (Ekip Film Yayınları, 2005) kitabı da olağanüstüydü. Acılı bir savaş olduğunu biliyordum ama çok çok acılı olduğunu görmek, farklı.

Ne bir tarihçi ne bir siyasetçi bana bu “hüznü” geçirebilirdi...



Bugünlerde yine bir “günlük” okuyorum.

“Delila: Bir genç kadın gerillanın dağ günlükleri”

Çıkalı bir iki ay oldu. Sağda solda yazıldı. Ama ben geç okudum diye es geçmeye kıyamadım...

Gerilla... Terörist... Bölücü... Vatansever... Hain...

Bunlara takılmanın artık manası yok.

Hangi sıfatı verirsen ver, “Delila” kod isimli PKK’lı Şenay artık “yok” zaten.

Şenay, Silvanlı.

Dağa çıkmış. PKK’ya katılmış.

Dağda günlük tutmuş.

Sonra bu günlük gazeteci Hasan Cemal’in eline geçmiş.

Hasan Cemal günlükten çok etkilenmiş. Delila’nın hikâyesinin peşine düşmüş. Dağa çıkmadan önceki hayatını araştırmış. Ailesiyle, yakınlarıyla görüşmüş.

Çoğu Kürt gibi Delila’nın da akrabaları, arkadaşları ya öldürülmüşler ya işkenceden geçmişler ya da bir gece ansızın kaybolmuşlar...

Uzaktan baktığın zaman, liseli bir genç kızın günlüğü sanırsın. El yazısı, ifadeleri, dinledikleri, Türkçesi... Nasıl da tanıdık... Nasıl da düzgün düzgün yazmış. Nasıl da özenmiş o kareli harita metot defterine... Nasıl da süsler yapmış ara ara...

Okurken düşünmeden edemiyorum. Silvanlı olmasaydı, Kürt olmasaydı, mesela benim mahallemde, Arnavutköy’de doğup büyüseydi... Senin benim büyüttüğüm, Tarkan dinleyen kızlarımızdan en ufak bir farkı olmayacaktı aslında. Onlar kadar umutlu, onlar kadar umutsuz, onlar kadar hayalci, onlar kadar duygusal, onlar kadar genç, onlar kadar delikanlı...

Üstelik şarkı söylüyor. Şarkı söyleyen gerillaya çıkmış adı. “Dağların Sezen Aksu’su” da demişler...

Ölü bir terörist olarak değil de bir şarkı yarışmasında yetenekli bir Kürt kızı olarak görecektik onu belki de...

Peki bir Kürt kızından bir terörist nasıl çıktı?

İşte herkesin sorması gereken bu.

Delila’nın doğduğu Mescit Mahallesi’ne “terörist mahallesi” dermiş polis. 90’larda yüzlerce faili meçhul cinayet işlenmiş bu mahallede. Delila, amcasını, kapı komşularını, okul arkadaşlarını faili meçhullerde kaybetmiş. Her gün bir başka ölüm, her gün bir başka cinayet görmüş. Faili meçhul tabii lafın gelişi. Failin derin devlet olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz...

Devletin sunduğu tek hediyenin “ölüm” olduğu bir yerde büyümek pek kolay olmasa gerek. Silah sesleriyle, ölüm acısıyla, kan ve gözyaşıyla büyüyen bir çocuktan uslu bir vatandaş olmasını bekleyebilir miyiz?

Delila’nın günlüğünü hakikaten okumak gerek. Şimdiye kadar yazılmışlardan çok farklı. Bu seferki çok başka bir açıdan. Bu seferki en derinden...

Yazının devamı...

Söylemesem olmazdı

Geçen Perşembe günü Koruyucu Ailelikle ilgili konuşmak için Gülben Ergen’in Show TV’deki programına davetliydim.

Şimdi ben kendimce bir misyon edindim ya. En az bin çocuğu “ailelendireceğim” ya… Koruyucu aile olmayı teşvik edeceğim ya… O yüzden nereye çağırırlarsa, tarzı bana uysun uymasın gidiyorum.

Gülben Ergen de sevilen, geniş bir kitleye hitap eden bir insan. Koruyucu Aileliği tanıtmak için harika bir fırsat diye düşündüm.

İki gün önce beni arayan program editörü hanım ile çok da içten bir telefon görüşmesi yaptık.

Programda benimle birlikte bir çocuğu evlat edinmiş bir aile daha vardı. 10 yıllık bir uğraşıdan sonra hamile kalamayınca bir çocuğu evlat edinmişler ama daha sonra bir mucize gerçekleşmiş, Dilek hanım hamile kalmış ve ikinci çocukları olmuş. Programa da dünya tatlısı iki çocuklarıyla katıldılar.

Programda çok manasız bir gerginlik yaşadık.

Benim anlatmak istediğim çok basit bir şeydi. İnsanlar doğurmak istiyorlarsa elbette doğursunlar. Buna kim ne diyebilir? Ancak Türkiye’de evlat edinmek konusunda bana göre yanlış ve kalp kırıcı bir algı var: Evlatlık (veya koruyucu ailelik) en son düşünülen bir şey. Yani ancak çaresizliğin dibine vurunca binlerce tereddüt, kaygı ve gönülsüzlükle gidilen bir yol… Özellikle de erkeklerin istemediği sürekli duyduğum bir şey…

Bir başkasının çocuğunu büyütmek istememeyi de anlarım. İstemez istemez! Ne yapacaksın yani? Sevaptır da desen ikna olmaz, kendi çocuğundan bir farkı olmuyor da desen ikna olmaz.

Ancak sen sürekli olarak “çaresizlerin son çaresi” diye lanse edersen farkında olmadan şu algıları da desteklemiş olursun:

- Doğurmak kutsaldır.

- Doğuramadım, ben eksiğim, ben zavallıyım.

- Evlatlık çocuk almışlar eksiktir, zavallıdır

- Evlatlık 2. kalite çocuktur.

Bir evlatlık olsanız kalbiniz kırılmaz mıydı? Bir evlatlığı büyütmüş bir ana olsanız burulmaz mıydınız?

Bana programda şu soruyu sordu Gülben Ergen: “Yalnızlığını paylaşmak için mi aldın Piti’yi?”

Ki program başlarken de şu cümlemi etmiştim: Ben imkanlarımı paylaşmak, birine faydalı olmak istedim. Yani yalnızlığımı değil kalabalığımı paylaşmak için. Yazdığım birmilyonyüzyirmialtıbin yazım da bunun üzerineydi.

Ancak ikna etmek bir türlü mümkün olmadı. Sonraki sorunun da “doğuramadığın için mi aldın” olacağından endişe edip rejiyi uyardım. Zira ne koruyucu aile olmak için ne evlatlık almak için böyle şartlar gerekli değil. İnsan sadece ve sadece kimsesiz bir çocuğa sahip çıkmak için de bu yola gitmiş olabilir.

Gelişmiş ülkelerde kendi çocuğun başkasının çocuğu kavramları her geçen gün sınırlarını yitiriyor. Doğurabildikleri ve doğurdukları halde evlat edinen, koruyucu aile olan binlerce çift var. Madonna, Angelina Jolie, Brad Pitt bu konuda müthiş örnek olan ünlüler…

Türkiye’de de eskiden böyleydi. “Ben başkasının çocuğuna bakmam” kafası yoktu. Ne oldu da biz bu kadar “illa kendi genimizden, kendi kanımızdan” der olduk bilmiyorum…

Ama dediğim gibi kimseyi ikna etmek gibi bir derdim yok. Benim öncelikle derdim bir: evlatlık veya benzer statüde olan insanların kendilerini kötü hissetmemeleri. İki: bu çocukların anne babalarının “çaresizdi de ondan böyle yaptılar” damgasını yememeleri. Ve en önemlisi bu yola baş koymak isteyenlerin bu tip algılar nedeniyle kararlarından vazgeçmemeleri.

İşte anlatmak istediğim buydu. Fakat “doğurmak bir haktır” “kim daha iyi anne” “koruyucu aileliğe karşıyım çünkü ölürüm de çocuğumu vermem (sanki ben vermek istiyorum) ” “göğsümden süt geldi/gelmedi” tartışması içinde izleyiciler tarafından anneliği sorgulanan, gıcık entel bir tip oldum çıktım.

“Çok iyi programdı ama o kim olduğunu bilmediğimiz bayan olmasaydı daha iyi olurdu” twitiyle de ağzımın payını aldım. Programı geren insan olarak da anneler günüm elbette ki kutlanmadı.

N’apalım... Herkesin canı sağ olsun ama söylemeden edemeyecektim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.