Şampiy10
Magazin
Gündem

Başkanlık sistemine dair kritik detaylar

Herhangi bir siyasi parti; 7 Haziran 2015 seçimlerinde, Anayasa’yı tek başına değiştirecek (ya da en azından referanduma götürebilecek) Meclis çoğunluğunu elde ederse...

Ve Haziran’da oluşacak yeni Parlamento Anayasa’yı (direkt kendisi ya da referandum yoluyla) değiştirir ve Türkiye başkanlık sistemine geçerse...

1.) Bu gelişme bir ‘yeni Anayasa’ ile mi olacak yoksa mevcut Anayasa’nın değiştirilmesi yoluyla mı?

Bu önemli; çünkü her şeyden önce yepyeni bir Anayasa’yı yapmak için halktan onay alınması ve bunun bir Kurucu Meclis eliyle yapılması gerektiğini savunan hukukçular var. Ve karşılarında, “Buna gerek yok, yeni seçilecek Parlamento bir ‘yeni Anayasa’ yapabilir” diyenler de...

a) Velev ki, öyle ya da böyle, yeni seçilen Meclis bir ‘yeni Anayasa’ metni hazırladı ve bunu kabul etti. Bu metnin yürürlüğe girmesi için - Meclis’ten kaç oy ile geçerse geçsin - referanduma sunulup halk tarafından kabul edilmesinin şart olduğunda bütün hukukçular hemfikir.

b) Başkanlık sistemi, mevcut Anayasa’nın içinde yapılacak değişiklikler yoluyla getirilirse; o zaman süreç, mevcut Anayasa’nın 175’inci maddesinde yer alan hükümler çerçevesinde işleyecek. Bu nokta da açık.

***

2.) Başkanlık sisteminde Anayasa Mahkemesi’nin akıbeti ne olacak?

Bu da önemli; çünkü mesela Yüksek Mahkeme’yi mevcut işlevleriyle ortadan kaldıran bir düzenleme olursa...

a) Bu düzenleme, ‘Anayasa değişikliği’ yoluyla getirilirse, değişikliğin Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi hâlinde ortaya nasıl bir tablo çıkacak?

b) Anayasa Mahkemesi’nin bu şekliyle olmayacağı bir sistemin bir ‘yeni Anayasa’da yer alma ihtimali de hukukçuları ikiye bölüyor: “Bu durumda da Anayasa Mahkemesi’ne götürülebilir” diyenler ve “Yeni Anayasa’da olmayacak bir denetim organına götürülemez” diyenler şeklinde...

***

3.) Başkanlık sistemine geçilmesi halinde, mevcut Cumhurbaşkanı’nın durumu ne olacak?

Hukukçuların çok büyük çoğunluğu, öyle bir durumda, yeni ya da değiştirilecek Anayasa’ya bir geçici madde koyulmasıyla bu sorunun yanıtını bulacağı görüşünde.

Recep Tayyip Erdoğan ‘başkan’ değil ‘cumhurbaşkanı’ olarak da olsa, zaten halk oyuyla seçildiği için, “Görev süresinin sonuna kadar ‘Devlet Başkanlığı’ görevini sürdürmesi”ni öngören bir geçici maddenin muhtemel tartışmaların önüne geçmeye ve durumu netleştirmeye yeteceği konuşuluyor.

Bu nokta, her şeye rağmen tartışılmaz mı?

Muhtemelen tartışacaklar olacaktır ama hukuk camiasındaki hakim kanaat bu yönde.

***

Bütün bunları konuşmak için çok erken olduğunu düşünebilirsiniz.

Ama burası Ankara.

Kaldı ki, şahsen erken olduğunu düşünmeyenlerdenim.

Yukarıda sıraladığım noktalar şimdiden konuşuluyor, tartışılıyor Ankara’da.

Şimdilik sadece kulislerde tabii. Siyasetin ve yüksek yargının kulislerinde.

‘Genel’i zaten halen tartışılıyor ama bahsettiğim ‘özel’ ve kritik başlıklar kamuoyu önünde masaya yatırılınca oluşacak tartışma ortamını tahmin etmek zor değil.

Tabii bu koşullarda, genel seçim propaganda sürecinin gündemini de öyle...

Yazının devamı...

Trafikte kapışmanın sonu

Dün sabah saatleri...

Ankara’da, Çankaya Caddesi üzerinde, direksiyon başındayım...

Atakule’den Çankaya Köşkü yönüne ilerlerken, trafik yoğunlaştı. Solda İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği, sağda Abdullah Cevdet Sokağın girişi...

Araç trafiğinin o bölgede sıkışması şaşırtıcı değildi.

Biraz ileride Başbakanlık Konutu vardı zira.

“Başbakan’ın konvoyu çıkıyorsa, trafiği kesmişlerdir” diye geçirdim aklımdan yavaş yavaş ilerlerken.

Konuta yaklaştığımızda ise gördüğüm manzara endişe vericiydi. Sıkışıklığın sebebi büyük bir trafik kazasıydı. Başbakanlık Resmi Konutu’nun tam önünde.

***

Konutun çevresinde bir tur atıp, uygun bir yere park ettim otomobilimi. Fotoğraf makinemi alıp, kaza yerine koştum hemen.

Henüz birkaç dakika olmuştu kaza meydana geleli.

Bizim meslektaşlar henüz yoktu ortada.

Kazazedeler şoktaydı.

Başbakanlık Konutu’nun personeli, korumalar ve bölgedeki trafik polisleri kazaya karışan 3 araçta bulunan ve hafif yaralananların yardımına koşuyordu.

***

Kazada, kaldırıma savrulan ve bir başka araca çarpıp, Başbakanlık Konutu’nun duvarına sadece bir metre kala duran otomobilin sürücüsü kadın isyan ediyordu. Diğer aracın sürücüsü için “Beni sıkıştırdı” diyordu...

Hava yastığı patlamış direksiyonun hemen yanında, sağ ön koltukta biri daha vardı.

Yardıma koşanların neredeyse hepsi ona yöneldi bir anda.

Hamile bir kadındı çünkü ön yolcu koltuğunda hareketsiz bekleyen. Görüntüsünden anlaşıldığı kadarıyla, hamileliğinin son dönemindeydi. Sakince bekliyordu... Yüzünde, acıdan ziyade, doğacak bebeğinin sağlığından duyduğu endişeden kaynaklı bir ifade vardı.

***

Başbakanlığın sağlık ekibi müdahale etti hamile kadına.

Boyunluk takıldı, damar yolu açıldı...

O sırada, iki ambulans geldi olay yerine.

112 acil servis personeli devraldı yaralıyı.

Birkaç dakika sonra da iki itfaiye aracı ulaştı kaza mahalline.

İtfaiye erleri ve ilk yardım görevlileri, dikkatlice, olması gerektiği şekilde, sedyeye alıp ambulansa taşıdılar hamile yaralıyı.

Eşi de ulaşmıştı bu sırada müstakbel annenin yanına. Heyecan içinde elini tuttu sedyedeki karısının.

Ambulans ile hastaneye götürüldü hemen hamile kadın.

***

İki de araç çekici geldi Başbakanlık Konutu’nun önüne. Görgü tanıklarıyla konuşuyordum ben de o sırada...

Kazaya, Atakule yönünden yan yana ve hızla gelen iki otomobil yol açmıştı anlatılanlara göre.

İki kadın sürücü - trafik jargonuyla - kapışmışlardı geniş caddede. Karşılıklı gerginlik içinde seyir halindeydiler yani... (Hamile arkadaşı ile birlikte kaza geçiren sürücü de, diğer otomobilin şoförünü suçlamıştı bir kaç dakika önce, “Beni sıkıştırdı, kaldırıma savurdu” sözleriyle.)

***

Bölge MOBESE kameralarıyla dolu. Eminim polis, kamera görüntülerini izleyip rahatlıkla anlayacaktır neyin nasıl olduğunu ama diyeceğim şu...

Trafikte hepimizin her gün defalarca yaşadığı bir durum aslında bu.

Herhangi bir nedenle, bir başka sürücüyle itişip kakışmak yani.

El kol hareketleriyle, hakaret ve küfürlerle birbirine bağırmalar çağırmalar...

Sonra yol boyu kapışma manzaraları... Hızlanıp yavaşlamalar, birbirinin önüne kırmalar, üstüne sürmeler...

Ve işte artık sıradanlaşan bu sahnelerden birinin sonucuydu dün sabah Ankara’da yaşanan.

***

Kazazedeler şanslıydı.

Sadece hafif yaralarla atlattılar kazayı. Üstelik tam Başbakanlık Konutu’nun önündeydiler. Başbakanlık ekibi hemen müdahale etti, ambulanslar ve itfaiye de sadece birkaç dakika içinde ulaştı yanlarına. Hepimiz, her zaman onlar kadar şanslı olamayabiliriz. Çoğunlukla da olmuyoruz zaten. Trafikte birbirinizle ‘kapışırken’ bu yazıyı bir hatırlayın lütfen.

Yazının devamı...

İlkbahar kritik

KCK Yürütme Konseyi Üyesi sıfatıyla görüş bildiren PKK’lı Sabri Ok, örgütün Avrupa’daki yayın organı Sterk TV’ye konuştu.

Ok’un çözüm süreciyle ilgili sözlerine bir bakalım önce:

“Bırakın çözümü, henüz müzakerelere başlanmamıştır. Zaman geçiyor. Bu zihniyetle çözüm olmaz. Çözüm için AKP’nin adım atmasını ve sürece dürüst yaklaşmasını bekledik. Biz Şubat ayının başından başlayarak Mart ayının sonuna kadar çözüm olmasını istedik. Biz AKP’nin çözüme gelmesini istedik ancak süreç yürümüyor. AKP bu zahmete katlanmıyor. Bu niyetle çözüm zor görünüyor.”

***

Şu cümlenin altını çizelim:

“Biz AKP’nin çözüme gelmesini istedik”.

Anlayış bu.

Karşınızdakinin; sizin ‘çözüm’ünüze gelmesi.

Hem böyle düşüneceksiniz hem de “Süreç yürümüyor, çözüm zor görünüyor” diyeceksiniz. Sorun nasıl çözülecek o zaman?

***

Devam ediyor Sabri Ok. Kürt güçlerin, Kobani’de IŞİD’e karşı aldığı sonucu örnek göstererek...

“Bizim iki alternatifimiz vardır. Ya müzakere ile ya da mücadeleyle Kürt halkını özgürleştireceğiz. Görünüyor ki müzakereyle olmuyor.”

Yani?

Yanisi, yine silah kullanma, kan dökme tehdidi.

***

Sorun şu...

İlkbahar yaklaşıyor.

PKK’nın kırsaldan, dağlardan; ilçe ve kent merkezlerine güç kaydırdığı sır değil.

Devletin güvenlik güçleri, bu gerçek doğrultusunda önlem alıp hazırlıklarını gözden geçirdiğinde hemen o bildik sesler yükseliyor, “Asker bölgeye yığınak yapıyor”, “T.C. yine askeri tedbirlere başvuracak” vs, vs...

Ve tabii, “Ankara çözüm istemiyor, hükümet çözüm sürecinde samimi değil” vs, vs...

***

Merak ettiğim şu:

Sadece Sabri Ok’un yukarıda aktardığım sözleri bile, hazırlıkları gözden geçirmek, muhtemel sıkıntılara, her türlü ihtimale hazırlıklı olmak için yeterli bir neden değil mi?

Gül aday olmayacak gibi

Yazının devamı...

Gül milletvekili adayı olacak mı?

Başlıktaki soru, Adalet ve Kalkınma Partisi içinde soruluyor.

Hemen baştan not düşeyim: Bu sorunun ardında bir maksat aramak yersiz.

Soruyu soranlar, ‘Davutoğlu karşıtı’ ya da ‘Gül’cü’ vs değil.

Yani, soru belirli bir mesaj ya da hedef içermiyor.

Ama öyle de olsa, Abdullah Gül’ün partiye dönüp dönmeyeceğini merak eden çok var AK Parti’de.

**

Gül’ün yeniden aktif siyaset yapıp yapmayacağını merak edenler, eski Cumhurbaşkanı’nın görevinden ayrılmadan önce yaptığı net açıklamaları hatırlatıyorlar.

“Cumhurbaşkanlığı görevim bittikten sonra benim partime, politik kimliğime dönmemden daha doğal bir şey olamaz. Bunu söyledim. Tecrübelerimi, birikimlerimi devletime, milletime, içeride, uluslararası faaliyetlerde aktarmak için bundan sonra da bu şekilde hareket edeceğim.”

Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 20 Ağustos 2014 tarihinde, Çankaya Köşkü’nde verdiği veda resepsiyonunda işte böyle konuşmuştu.

**

Gül aynı resepsiyonda, AK Parti’ye yeniden üye olup olmayacağına ilişkin soruya da şu yanıtı vermişti:

“Şöyle söyleyeyim. Allah rahmet etsin, Ertuğrul Bey, son Osmanlı şehzadelerinden. Vefat edeli iki-üç sene oldu. Ertuğrul bey, çok uzun süre Amerika’da, Venezuela’da yaşıyordu.

Ertuğrul Bey’in pasaportu yoktu. Ben Dışişleri Bakanı olduğumda New York’ta Ertuğrul Bey ile buluştuk bir otelde.

Bana arkadaşlar, Türk vatandaşlığına geçmediğini ve pasaportu olmadığını, hala seyahat belgesi ile dolaştığını söylediler.

‘Bu nasıl olur, cihanşümul bir devletin kurucu ailesine mensupsunuz siz. Geçmişte yanlışlar olmuş olabilir ama ondan sebep neden pasaportunuzu almıyorsunuz?’ dedim.

Bana, ‘Almak için müracaat etmek ve Türk olduğumu söylemek gerekiyor. Ben hepinizden daha çok Türküm’ dedi.

Sonra öğrendik ki kendisi müracaat etmeyi kendine yediremiyormuş. Sonradan talimat verdim, onun bilgilerini biz doldurduk. O şekilde tekrar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. Pasaportu da aldı ve geldi. Burada söylemek istediğim, formaliteler önemli değil, yani. Gidilir de, doldurulur da, edilir de. Nihayette ben partinin kurucusuyum.“

Gül, veda ederken “Ben hepinizden daha çok AK Partiliyim” mesajını bu sözlerle vermiş ve ‘dönüş için davet beklediğini’ böyle ifade etmişti.

**

Sordum, soruşturdum; dün itibariyle AK Parti’ye herhangi bir üyelik başvurusu yok Abdullah Gül’ün.

Bu yönde bulunulmuş başka bir girişim de yok. Zaten üyelik için formlarını başkası doldursa bile, sonuçta Gül’ün imzası gerekiyor.

Ancak bu noktada, önemli bir ayrıntı var. O da şu...

Herhangi birinin, bir siyasi partiden milletvekilli adaylığına başvurması için, o partiye üye olması şart değil. Parti, o kişiyi aday gösterirse, üyelik o aşamada otomatik olarak gerçekleşiyor. (Aday adaylığı değil, ‘adaylık’ aşamasında.)

Yani, Haziran seçimlerinde, kurucusu olduğu partiden milletvekili adayı olmak için başvurur, AK Parti yönetimi de kendisini aday gösterirse; Abdullah Gül’ün partiye yeniden üyeliği konusu, rutin bir imzadan ibaret hâle geliyor ve formaliteye dönüşüyor.

Partideki merak sürüyor.

Gül cephesindeki sessizlik de öyle.

Yazının devamı...

Basit yaşamak

“Basit yaşayacaksın.

Mesela susayınca su içecek kadar basit.

Dört çıkacak, ikiyi ikiyle çarptığında.

Tek düğmesi olacak elindeki cihazın;

tek bir düğme, tek bir cümle gibi;

sevince lafı dolandırmadan söylediğin

‘ seni seviyorum ‘ gibi.

Basit bir öpücük yetecek sana;

basit sıcak bir öpücük

ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.

O öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,

o öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.

Kabak çekirdeği verecek sana

rakamların veremediği mutluluğu.

El yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak

en değerli kağıdın;

hep yanında taşıdığın,

atmaya kıyamadığın.

İki harekette giyiniverecek,

iki harekette soyunuvereceksin.

Kısacık olacak uyanman

ve yola çıkman arasında geçen süre;

kısacık olacak

sıcacık kollara dolanman

ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.

Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;

bakışların bile anlatabilecek kendini.

Beklentilerin de basit olacak.

Kaf Dağı’nın önünde bekleyecek mutluluklar.

Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;

ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana

en ucuz aşk romanını.

Pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.

Zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

Bir kaşarlı tost olacak aradığın

nasıl oturacağını bilemediğin sofrada;

parmakların olacak en kıymetli çatalın.

Yine, aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.

İskender’in kılıcı duracak avukat rehberinin yanında.

Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana

kontrplak bir gitarda, doğru basılmış bir

‘ fa diyez ‘ in mutluluğunu.

Makyajın ilk ‘a’ sına kadar bilmen yetecek.

Temizlik kokacak en pahalı parfümün

‘ Bilmiyorum ‘ diyebileceksin bilmediğinde

ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.

Tek dereden su getirmen yetecek,

bir ‘ istemiyorum ‘ diyebilmeye.

Ne durduğu fark etmeyecek abanın altında.

Saatin, sadece saati gösterecek;

Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın.

Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.

Basit yaşayacaksın, basit.

Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi

basit... “

***

Nazım Hikmet Ran ya da Can Yücel’e ait değil bu meşhur şiir.

Yalçın Ergir’in mısraları bunlar. Haziran 2002’de Çınar Yayınları’ndan çıkmış ‘Düş Hekimi - 2’ kitabında yer alıyor.

***

Pekiyi ne reden çıktı şimdi Ergir’in ‘Basit Yaşa mak ‘ şiiri? Gayet ‘basit’ !

Ankara’da siyasetçisinden gazetecisine, iş dünyasından sanat camiasına herkes el birliği etmiş, zorlaştırmaya uğraşıyor hayatı da ondan.

Sadece saydığım alanlarda var olanlar değil, herkes. Hepimiz...

Ve sadece Ankara, sadece Türkiye’de de değil.

Dünya böyle bir yer. İnsan dediğimiz varlık böyle.

***

Felsefe yapmak, ahkâm kesmek değil maksadım.

Bir durup düşünün istiyorum sadece.

İki dakika düşünün. Ne şairin naif ifadelerindeki kadar ‘basit’ bu hayat; ne yaşadığımız kadar ‘zor’ aslında. Esas olan görebilmek, neyin ne olduğunu.

Yazının devamı...

ÇiprIglesi-as

Yunanistan‘da iktidara gelen Syriza...

Lideri Aleksis Çipras.

41 yaşında.

Aktif politikaya, daha lise öğrencisiyken girmiş.

Komşu’nun ‘Che’-pras’ı.

H H H

İspanya‘da iktidar adayı Podemos...

Lideri Pablo Iglesias Turrion.

Henüz 37’sinde.

Adını, Pablo Iglesias olarak tanınan, İspanyol sosyalizminin temel taşı Paulino Iglesias Tosse’den almış.

***

İkisi de aileden solcu...

İkisi de sosyalist gelenek içinde yoğrulmuş...

İkisi de genç...

Güler yüzlü...

Enerjik...

Spor giyiniyorlar...

Evli değil, hayat arkadaşları ile birlikteler.

***

Akdeniz’in iki ucundaki iki ülkede, gündemi bu iki genç adam belirliyor.

Çipras ile Iglesias, Avrupa’nın yeni politikacı modelinin yaratıcı temsilcileri.

Birlikte hareket ediyorlar.

Söylemleri, mesajları, ekonomik, sosyal, siyasi vaatleri örtüşüyor.

Hedefleri ortak: “Daha iyi bir Avrupa.”

Yani, ‘Yeni Avrupa’yı birlikte yaratmayı düşlüyorlar.

Arkalarında, yaşlı Avrupa’nın, arayış içindeki heyecanlı gençlerinin yarattığı rüzgar var.

Ve bu nedenle, sadece kendi ülkelerinin değil, aslında üyesi oldukları Avrupa Birliği’nin gündemini de şekillendiriyorlar.

Avrupa’nın bu iki ‘yenilikçi’ solcu lideri, aynı Avrupa’nın ‘gelenekçi / ak saçlı’ liderlerini tedirgin ediyor.

***

Atina - Madrid hattında doğan ve ezber bozan bu gücün kıta Avrupasında, özellikle de yakın gelecekte, etkili ve belirleyici olacağına şüphe yok.

Ancak ‘ÇiprIglesi-as’ın işi, medyanın görmeyi ve göstermeyi tercih ettiği kadar kolay değil.

‘Podemos’un kelime anlamı ‘Yapabiliriz’. Yapabilecekler mi, yapamayacaklar mı göreceğiz.

Avrupa Birliği’nin siyasi ve ekonomik bütünlük kriterleri bir yanda...

FransAlmanya gerçeği ile İngiltere faktörü diğer yanda.

ABD - AB eksenindeki yeni denge, Rusya‘nın son dönem hamleleri...

Avrupa’nın yaşamakta olduğu terör gerçeği...

Bu durumun da etkisiyle, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının ulaştığı nokta...

İki genç liderin çıktığı yoldaki ‘engeller’ listesi uzun.

***

Ve tabii Türkiye...

Komşu‘daki yeni yönetimin, ‘özel’de Türk - Yunan ilişkilerine muhtemel yansımaları ayrı bir konu başlığı; onu şimdilik bir yana bırakıp, ‘genel’e bakıyorum.

“Kürt diye bir şey yok. O sözcük, ‘kart - kurt’tan türemiş” diyen devletten; Diyarbakır’da Kürtçe konuşup “Kürtçe öğrenmeye başladım” diyen başbakanın görevde olduğu günlere gelen Türkiye...

‘Yeni Avrupa’ hedefiyle yola çıkan ‘ÇiprIglesi-as’ rüzgarı, ‘Yeni Türkiye’de nasıl bir esintiye yol açar? Ya da açar mı?

İlk bakışta, birilerinin hemen aralarında bağlantı kurmasına bakmayın...

Çözüm sürecindeki Türkiye’nin siyasetinde kritik bir merkeze dönüşen ‘Kürt politik hareketi’, gerçekten İspanya ya da Yunanistan’daki bu iki ‘yükselen değer’ örnekleri ile benzeşiyor mu sizce?

Ve bu soru üzerine öncelikli olarak kafa yorması gerekenler kimler sizce?

Yazının devamı...

2 turist, 1 bira, 1 İstanbul

“2014 yılında ülkemizi ziyaret eden yabancı sayısı, 2013 yılına kıyasla yüzde 5 nokta 5’lik artışla, 36 milyon 837 bin 900 kişiye yükseldi. İstanbul, 11 milyon 821 bin ziyaretçiyle ilk sırada yer alıyor. Bir önceki yıla göre artış yüzde 12 nokta 73.”

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik‘in açıkladığı, 2014 yılı turizm verileri hem önemli hem olumlu.

***

İstanbul her alanda olduğu gibi özel ve lider. Hükümet politikalarındaki yeri de ayrı. Cumhurbaşkanı bir İstanbul sevdalısı.

Başbakan, daha geçenlerde İstanbul hakkındaki düşüncelerini gayet net ifade etti.

Bakan, İstanbul’a apayrı bir mesai veriyor.

Çifte menü İstanbul’a zarar verir

Bu girişin ardından, bakın ne anlatacağım size.

Devasa İstanbul için, ‘İncir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük’ görebilirsiniz ama bence aynı zamanda ‘Bir çuval inciri berbat etme’ riski olan bir haber...

İki İngiliz turist... İstanbul’da kaldıkları otelin restoran müdürüne, “Yemekten sonra şöyle güzel bir yere gidip birkaç bira içmek istiyoruz. Beyoğlu’nun adını çok duyduk. Tabii Boğaz’ın manzarasını da... Bize tavsiye edebileceğiniz, manzarası ve ortamı güzel bir bar ya da restoran var mı” diye soruyorlar.

Otel yetkilisi, hem Beyoğlu’nda hem de manzarasıyla ünlü bir yere gönderiyor konuklarını.

Turistler ayrılıyor otelden.

Aradan bir saat bile geçmiyor, birer karış suratla otele dönüyor iki İngiliz.

Müdür şaşkın, “Ne oldu” diyor. “Hani eğlenecektiniz?”

İngiliz turist soruya soruyla cevap veriyor:

- Sizde bir bira kaç lira?

- En pahalısı 12.

- Bizi yolladığınız yerde 40 liraydı !

- Mümkün değil. Bir hata olmalı. Ya da siz menüdeki başka bir içeceğin fiyatına bakmış olabilirsiniz yanlışlıkla.

- Hayır hata yok. Garsona da sorduk, şişe değil sürahi mi acaba diye. Bir şişe bira 40 lira. İnanılır gibi değil. Dünyanın neresinde 11 pounda bira var?

***

Misafirlerine mahcup olan müdür, ertesi gün turistlerin şikayet ile döndükleri mekana gidiyor. Yabancı bir turist gibi... İngilizce konuşuyor. Oturuyor, garson menüyü getiriyor.

Müdür açıp bakıyor ve biranın karşısında “40 TL” yazdığını gözleriyle görüyor.

Garsona dönüp, “Bu ne kardeşim, bir bira 40 lira olur mu” diyor; Türkçe...

Müşterisini o ana kadar yabancı zanneden garson şaşırıyor.

“A, siz Türk müydünüz? Niye söylemediniz? Pardon, bir dakika... Bir yanlışlık olmuş...” diyor ve apar topar menüyü alıp uzaklaşıyor masadan.

30 saniye içinde de, elinde yine bir menü, geri geliyor.

Müdür açıp bakıyor, menü aynı menü. Ama ürünlerin karşısındaki fiyatlar farklı. Bira 18 TL yeni gelen listede.

Yemeklerde de benzer farklar var. İlk menüde 70 TL olan bir yemek mesela, ikinci menüde 45 Lira.

***

Yerli müşteriye 18 TL (6 buçuk Euro) olan bir şişe bira, yabancı turiste 40 TL, yani yaklaşık 15 Euro !

Çifte menü gerçeği bu işte. Ve korkarım, tek uygulayan o mekan değildir bu yöntemi.

Bunu turistlerin öğrenmemesi mümkün mü?

Münferit bir örnek üzerinden, “İstanbul’da turistler böyle kazıklanıyor” diye yayılmaması mümkün mü bu haberin?

İstanbul’un değerine değer katmak için, İstanbul’a bir turist fazla çekebilmek için uğraşanların emeklerine yazık değil mi?

Malûm... Eğitim şart.

Denetim de öyle.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.