Şampiy10
Magazin
Gündem

3 karede memleketin özeti

Özelde kadına ve çocuğa yönelik olanı, genelde ise ‘şiddet’i konuşuyoruz günlerdir...

Şiddetin, tacizin, cinayetin bir ‘sonuç’ olduğunu...

‘İllet’i yaratanın ve dolayısıyla değişmesi gerekenin ‘zihniyet’ olduğunu...

Asıl derdin, ‘cehalet’ ile harmanlanan ve artık toplumun genel karakterine dönüşen ‘anlayış’ olduğunu...

***

İstanbul’dan gelen son cinayet haberiyle bir kez daha teyit edildi bu gerçek.

Kar topu oynayan bir yetişkin bıçaklandı bir başkası tarafından. Sırf dükkanının camına bir kar topu isabet etti diye.

Kar topu çocuk oyunudur ya !

İçindeki çocuğu yaşatmayı başaran bir insan...

Gazeteci Nuh Köklü, içindeki çocuk ile birlikte öldürüldü işte önceki akşam.

Dünyanın başka hangi ülkesinde vardır?

3 fotoğraf karesi var bugün önünüze koyacağım.

İlki bir hastane koridorundan...

Duvarda bir levha. Bir uyarı levhası...

“Sözel ya da fiziksel şiddete uğrayan sağlık personelinin hizmetten çekilme hakkı vardır. Sağlık çalışanlarına şiddet uygulayanlar yargılanmak üzere emniyete ve savcılığa bildirilecektir.”

Böyle yazıyor hastane koridorunun duvarında.

Aynı uyarı levhasından her katta en az bir tane var.

Şimdi soruyorum:

Dünyanın başka hangi ülkesinde böyle bir uyarıya ihtiyaç duyulur?

İşin bir adım ötesi... Hepimiz biliyoruz ki, bu uyarının bir işe yaradığı da yok. Sağlık çalışanları sürekli ve düzenli şekilde şiddete hedef oluyor bu ülkede.

Dumanlı hava sahası

Bu defa hastane binasının dışı... Kapının önü ve iki yanı, ‘Dumansız Hava Sahası’ olarak belirlenmiş, levhalar asılmış.

‘Dumansız Hava Sahası’ tabelasının altına iki bank koyulmuş. İnsanlar otursun diye. Önüne de bir çöp kovası...

Sigara keyfi için ortam da hazır, donanım da yani !

Vatandaş da gereğini yapıyor !

Kadını erkeği, genci yaşlısı fark etmiyor, sigarasını karşı kaldırıma geçip içme zahmetine katlanmıyor kimse.

‘Dumansız Hava Sahası’ndan dumanlar tütüyor.

‘Dumansız Hava Sahası’ duman altı...

Park yapılmaz ama...

Bir inşaat alanının hemen önü...

Yerde uyarı levhası: “Park Yapılmaz”.

Güzel... Güvenlik sebebiyle yerinde, hatta gerekli bir ikaz.

Peki, yasak uyarısının hemen üzerinde ne yazıyor?

“Lütfen aracınıza telefon numaranızı bırakınız.”

Güler misin, ağlar mısın !

Park yasağını koyan da biliyor yani kimsenin bu yasağa uymayacağını.

Gelenler - zaten dikkate almayacaklar ama - “Telefon numaranızı bırakın” mesajını görünce daha da bir rahat park ediyorlar otomobillerini ‘yasak alan’a.

Ve sonuç...

İdarenin zımni onayıyla yasak yere park ediliyor.

İdare aslında vatandaşa, “Sen zaten bu yasağa uymayacaksın, bari en azından ihtiyaç halinde arayabileyim diye telefon numaranı yazıp bırak” diyor.

Peki vatandaş?

Aracını yasak yere bırakıyor ama telefon numarasını bırakmıyor.

***

Sorun şu...

Bu üç örnekten sadece ilkinin bir ölçüde müeyyidesi var. O da tartışılır... Ama dumansız hava sahasında sigara içmenin de, yasak alana araç park etmenin de bir yaptırımı yok. Daha birçok konuda olduğu gibi...

Biri gelir uyarırsa... “Senin üstüne vazife mi kardeşim” !!!

Sonra? Sonrası şiddet !

Yazının devamı...

Darp yoksa, polis de yok mu?

Bir kadın... 40’lı yaşlarında görünüyor. Kıyafeti, saçı... Gayet temiz, bakımlı.

Sabahın 8’i... İş yerine gelmiş, mesaisine başlıyor...

“Günaydın” deyip, işlemimi yapması için elimdeki evrakı uzatıyorum.

Kafasını kaldırmadan alıyor kağıtları, “Günaydın” diyor ama bir garip...

Vücut dili, bir derdi olduğunu açıkça gösteriyor...

Bir ara başını kaldırıyor hafifçe. Bakıyorum, iki gözünde birer damla yaş asılı duruyor.

***

“İyi misiniz?” diyorum... “Belli ki gün kötü başlamış.”

Kafasını kaldırmadan, ürkek bir tavırla, mırıldanarak cevap veriyor:

“İyi başlayan günüm var mı ki...”

Memurenin sonraki cümlesi ile anlıyorum ki, karşımda ‘erkek mağduru bir kadın’ var.

“İnsanın eski kocası sabah sabah yolunu kesip sinirlerini alt - üst edince böyle oluyor işte !”

***

Kendimi tanıtıp soruyorum, dertli kadın cevap veriyor gözlerini kaçırarak.

- Konu sizin özel hayatınız ama eski eşinizin tavrı önemli. Bu halinizi görünce sormam gerekiyor. Şiddet mi uyguluyor size?

- Bir tokat atsa, acısı 10 dakikada geçer. Asıl şiddet bu yaptığı. Psikolojik şiddet bu. Asıl taciz bu.

- Ne yapıyor?

- Sabah evden çıkıyorum karşımda. Akşam işten çıkıyorum karşımda. Saçma sapan konuşmalar... Adam hasta, hasta işte.

- Ne zamandır böyle bu?

- İki yılı geçti. Boşandığımızdan beri. Böyle bir insanla nasıl yaşamışım ben yıllarca anlayamıyorum. Gerçi sonunda yaşayamadım ya işte...

- Çocuğunuz var mı?

- İki kızımız var.

- Küçük mü kızlarınız?

- Büyük 21, küçük 18 yaşında. Onlar da çok kötü etkileniyor bu durumdan. Üçümüz de sürekli gergin, sürekli tedirginiz.

- Resmi makamlara ilettiniz mi yaşadığınızı, polise başvurdunuz mu?

- Polise gittim tabii. Anlattım. “Darp olmadığı sürece bizim yapacağımız bir şey yok” dediler.

- Savcılığa başvurabilirsiniz, biliyorsunuz değil mi? Size ve çocuklarınıza belli bir mesafeden daha fazla yaklaşmasını yasaklayan bir karar çıkarttırabilirsiniz mesela.

- Biliyorum. Artık onu yapacağım galiba. Başka çarem kalmadı. Bugüne kadar hep kızlarım daha fazla üzülmesin diye sustum, alttan aldım. Tek korktuğu kişi ağabeyimdir ama ona da söylemiyorum iş büyümesin, iyice tatsızlaşmasın diye. Benim efendiliğimi, iyi niyetimi anlamıyor. Korkudan böyle davrandığımı düşünüyor. Gerçi mahkeme kararı aldırsam bile kim kontrol edecek? Polis, darp edilmezsem ilgilenmiyor baksanıza. Adamın yaptığı darptan beter. Sürekli peşimde... Sürekli ağır bir psikolojik taciz...

***

Özgecan’ın acısını yaşamaya devam ederken çıktı bu örnek karşıma.

Ankara’nın göbeğinde... İşi gücü olan, eğitimli, bilinçli bir kadın. Bir anne...

Anlattıklarının şüphesiz en çarpıcı kısmı, polisten aldığı yanıt:

“Darp yoksa, yapacağımız bir şey yok !”

***

Pekiyi böyle mi gerçekten?

Hayır değil !

Bilmeyen bütün kadınlar öğrensin.

Bilmeyen ya da yardım isteyen kadını başından savan polisler de duysun.

“Darp yoksa, polis de yok” diye bir şey yok !

***

‘6248 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanuna İlişkin Uygulama Yönetmeliği’nin 1’inci maddesi aynen şöyle:

“Bu yönetmelik, şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınlar, çocuklar, aile bireyleri ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi ile şiddet uygulayan veya uygulama ihtimali olan kişiler hakkında şiddetin önlenmesine yönelik tedbirler ile bu tedbirlerin alınması ve uygulanmasına ilişkin usul ve esasları kapsar.”

“Tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması...”

Mevzuat açık. İfade bu.

Daha fazla bir şey söylemeye gerek var mı?

Mağdurlar da öğrensin, o mağdurları koruyup kollaması gerekenler de.

Yazının devamı...

Org. Özel Riyad’a gidiyor

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, perşembe günü, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da önemli bir toplantıya katılacak.

IŞİD’e karşı mücadeleyi yürüten uluslar arası koalisyonu oluşturan ülkelerin genelkurmay başkanları 19 Şubat’ta Riyad’da buluşuyor.

ABD, Almanya, Avustralya, Bahreyn, Belçika, Birleşik Arap Emirlikleri, Danimarka, Fransa, Hollanda, Irak, İngiltere, İtalya, İspanya, Katar, Kuveyt, Lübnan, Kanada, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Yeni Zelanda’nın katılımıyla Riyad’da düzenlenecek olan yüksek düzeyli askeri istişare toplantısının gündeminde, IŞİD ile mücadelenin yanı sıra Suriye’deki ılımlı muhalif grupların eğitilip - donatılması faaliyeti de var.

Toplantıya, ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey ve NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Komutanı Philip Breedlove da katılacak.

Orgeneral Necdet Özel, Suudi Arabistan’a, önceki gün gittiği ve halen resmi ziyarette bulunduğu Güney Afrika Cumhuriyeti’nden geçecek. Org. Özel, bu önemli toplantıya iştirak ettikten sonra, cuma günü Türkiye’ye dönecek.

Genelkurmay Başkanı Özel, ekim ayında ABD’nin başkenti Washington DC’de düzenlenen IŞİD ile mücadele konferansına katılmamış, bu toplantıda Türkiye’yi Genelkurmay Harekat Başkanı Korgeneral Erdal Öztürk temsil etmişti.

Özgecan rahat uyuyabilsin diye...

Bir erkek olarak, hemcinslerimin bazılarından - kelimenin tam manasıyla - tiksiniyorum.

Bir baba olarak; iki oğlum ve bir kızımın geleceğine dair ciddi kaygılarım var. Bu ülkede çocuk sahibi olan herkes gibi...

Anne - baba olarak çocuklarımızı muhtemel tehlikelere karşı bilinçlendirmenin, tek başına yeterli olmadığını bilmekten kaynaklanıyor endişelerim.

Konu; (bırakın öldürülmelerini) kadına ve çocuğa yönelik şiddet, taciz, tecavüz ise kurduğu cümlelerin içinde, ‘ama’, ‘fakat’, ‘ancak’, ‘lâkin’ sözcüklerine yer verenlere saygı duymuyorum. Kimse kusura bakmasın, öyle.

‘Adalete güvenip güvenmemek’ gibi bir meselemin olmaması gerektiğine inanıyorum.

İlahi adaletten medet ummak istemiyorum.

‘Pislik’lerin; potansiyel diğer ‘pislik’leri - tartışılmayacak ölçüde - korkutacak ve caydıracak şekilde cezalandırılmasını istiyorum.

Çocuk ve kadını hedef alıp öldüren ‘sapık’ların, ömür boyu müebbet hapis cezasının yanı sıra yargı kararıyla hadım edilmesinin bu anlamda işe yarayacağına inanıyorum.

Özgecan Aslan’ın başına geleni, ‘acı kader’ gibi ifadelerle tanımlamadan...

Onun kaybının ardından toplumda oluşan bu atmosferi, yeni acılar yaşanmaması için fırsata dönüştürmek gerekiyor.

Özgecan’ın sapık katilleri üzerinden; simgesel olarak, geçmişteki onlarca, yüzlerce, binlerce çocuk ve kadının başına gelenlerin de hesabının kesilmesinin zamanıdır. Yeni Özgecanları kaybetmemek için...

Tabii sadece olan olduktan sonra sorumluları cezalandırmak değil çözüm.

Herhangi bir şiddet ya da taciz olayına şahit olduğumuzda kafamızı çevirmemek, sessiz kalmamak, tepki göstermek ve konuya hemen resmi görevliler ile ilgili makamları dahil etmek, atmamız gereken temel adımlardan biri.

Ve elbette...

Ebeveynlerin; evlatlarını, özellikle de erkek evlatlarını yetiştirirken, Özgecan’ın o bakışlarını hep üzerlerinde hissetmeleri halinde değişebilir ancak bu toplumsal illet.

Yazının devamı...

Habercinin kaderidir

İmzamızı taşıyan bir haber ile ödül alırsak, küçük bir habere konu oluruz; o da kendi gazetemiz ya da televizyon kanalımızda.

Gerçi ödülden önce, üstü örtülü ya da aleni tehdit almışızdır genelde, ama olsun... Haberde adımız geçer sonuçta. Önce kurumumuzun, sonra bizim.

**

Çoğunlukla ise başımıza kötü bir şey geldiğinde haberin öznesi oluruz biz gazeteciler.

Mesleğin kaderidir...

Kaza geçirirsek mesela...

Cezaevine girersek ya da...

Ve ölürsek tabii.

Haberci ölünce haber olur.

Böyledir.

**

‘Merhemi olmayan kel’dir bir nevi, gazeteci.

Ya da ‘Söküğünü dikemeyen terzi’...

Kendine hayrı yoktur.

**

İşsizin, yoksulun haberini yapar; iş sahibi olsun, karnını doyursun diye.

Yaptığı haberle, büyük sermayedarın yeni yatırımlar aşamasında yaşadığı bürokratik sorunları duyurur.

Atanamayan öğretmenin sorunlarını taşır sayfalarına...

Hasta yakınlarının şiddetine maruz kalan sağlık personelinin yaşadıklarını yansıtır ekranına... Ama aynı zamanda hastanelerde perişan olan hasta ve yakınlarının yaşadıklarını da.

Emeklinin derdini, öğrencinin problemini, çevrecinin eylemini, askerin sıkıntısını gündeme taşır.

Taşeron işçinin, şiddet mağduru kadının, emeği sömürülen sanatçının, cefakâr öğretmenin, mobbing mağduru çalışanın, polisin orantısız şiddetine hedef olan vatandaşın, dükkanını siftahsız kapatan esnafın, dizi çekimlerinde mesai mefhumu olmaksızın çalışan set işçisinin, hatta maaşı memleketten gelen seçmenin çay parasına yetmeyen milletvekilinin sesi olur haberci.

Bir tek kendi sektörünün sorunlarını konu etmez gazeteci.

Meslek ilkelerine aykırıdır çünkü. Öyle öğretilmiştir ona.

Bu yüzdendir zaten habercilerin sürekli birbirlerine dert yanmaları, kendi aralarında dertleşmeleri.

**

Polisin zorlu çalışma koşullarını konu eder haberine... Yine polisin askerlik meselesinin çözümünde katkısı vardır geçmişte yaptığı haberlerle.

Ve aynı polisin, zorla yere yatırıp kelepçeleme girişimine direnirken, “Tansiyon hastasıyım, ilacımı almam lâzım” diye diye, pisi pisine ölür gider bir gün.

Muhtemelen meslekten sıdkı sıyrılıp haber kameramanlığına veda eden ve kendine yeni bir hayat kuran Yılmaz Koçyılmaz, işte böyle yok yere veda etti hayata.

Haber oldu. Onun ölümüne yol açan polis memurlarının akıbetini de yine meslektaşları haber yapacak.

Fakat eminim, sistem o memurları da koruyacak; aynı önceki bazı meslektaşlarını koruduğu gibi.

Koçyılmaz’ı koruyacak kimse yoktu ama ilacına uzanmasına izin vermeyenler korunacak, kollanacak, biliyorum.

Hatta belki de rahmetli suçlu gösterilecek, kim bilir... Artık kendini savunma imkânı da yok ya nasılsa.

**

Barkın da haber oldu geçen hafta !

Bıraktı gitti; mesleği, ailesini, dünyayı...

Eşi Elçin’i ziyarete gittik Özlem ile geçen gün.

Barkın’ın yadigârı ‘Yaman’ ile oynadık; öptük, kokladık ufaklığı.

Şimdilik habersiz olan bitenden. İleride öğrenecek küçük yaşta yaşadığı acıyı.

Bir gün gelecek, soyadı gibi ‘Şık’ bir adam olacak Yaman.

Ve anlayacak; yaşama vedasıyla haber olan babasının, herkese, her şeye rağmen ona aslında çok kıymetli bir miras bıraktığını.

Habercinin kaderidir böyle haber olmak...

Yazının devamı...

Hakan Fidan neye nasıl bakıyor?

Türkiye, Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığı’ndan istifa edip, Ak Parti’den milletvekili adayı olmasını konuşuyor, tartışıyor.

Muhalefet, iktidar partisine Fidan üzerinden yükleniyor.

Başbakan Davutoğlu, yeni dönemde Fidan ile daha yakın ve omuz omuza çalışmayı planladığını gösteriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Fidan’ın sadece devletin değil, kendisinin de ‘sır küpü’ olduğunu söylüyor ve daha önemlisi iki kritik başlıktaki mesaisini yarım bırakmasından ötürü adaylığına olumlu bakmadığını açıklıyor.

Pekiyi, siyasi kariyerine işte böyle bir ortamda başlayan Hakan Fidan’ın, o iki kritik başlık hakkındaki düşünceleri neler?

İşte bu soruya cevap aradım Ankara’da.

Fidan’ın ‘çözüm süreci’ ve ‘paralel yapı ile mücadele’ başlıklarındaki görüşlerine dair ulaşabildiğim bilgileri şöyle sıralayabilirim.

Çözüm süreci, PKK ve Öcalan

Güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgilere göre, Hakan Fidan;

- Çözüm sürecini, ‘kritik’ ve sürekli ilgiye ihtiyaç duyan bir süreç olarak görüyor.

- ‘Kırılgan’ olarak gördüğü sürecin algıdan, tahrikten bağımsız bir çerçevede gerçekçi ve çok dikkatli yürütülmesi gerektiğine inanıyor.

- Çözüme, etnik ya da ırk temelli değil, uzun ömürlü bir parti ile ulaşılabileceği görüşünde.

- PKK’da, dağdakilerin siyasetçilere, “Siz orada siyaset yapabiliyorsanız, bu benim sayemde” diye baktığı tespitini yapıyor.

- PKK’nın örgütsel davranış modelinden vazgeçemediğini, yıllar içinde devletin ve toplumun evrilmesine karşın örgütün aynı yerde kaldığını görüyor.

- PKK içindeki sorunları çözebilecek ve süreci kotarabilecek tek kişinin Abdullah Öcalan olduğunu düşünüyor.

- Öcalan’ın İmralı’da olmasının Kandil yönetimi açısından ideal bir durum olduğunu çünkü Kandil’in, yeri geldiğinde Öcalan’ın adını kullanarak kitleleri harekete geçirdiğini, bazen de Öcalan’ı - adeta - harcadığını gözlemliyor.

- Devletin Öcalan’a yüzde yüz güvenmesinin mümkün olmadığını, süreçte oyun kurucunun Ankara olması gerektiğine inanıyor.

- Buna karşılık Öcalan’ın da, İmralı’da geçirdiği yıllar içinde ciddi bir fikri evrime, değişime uğradığı görüşünde. Ancak gündelik gelişmelerin Öcalan’ın dengesini ve moralini kolayca bozduğunu da göz ardı etmiyor.

Oslo, 2011 - 12 dönemi ve KCK

Ulaştığım teyitli bilgilere göre Hakan Fidan;

- 2011 Eylül’ünden 2012 Şubat’ına kadar, yaklaşık altı aylık dönemde yaşanan olayların tesadüf olmadığını düşünüyor.

- Oslo görüşmelerinin sızdırılması, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ofis ve konutunda dinleme cihazlarının bulunması, Uludere olayında gündeme gelen iddialar, MİT’in 85’inci kuruluş yıl dönümünde yaptığı açıklamalar ve 7 Şubat 2012’de şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılmasının, sistemli bir faaliyetin parçaları olduğu görüşünde.

- Oslo tutanaklarının başka bir devletin istihbarat örgütü tarafından verildiğini ancak sanki Diyarbakır’da bulunmuş gibi internete koyulduğu bilgisine sahip.

- KCK’nın masum bir yapı olmadığı, bu yapıya yönelik operasyonların gerekli olduğu düşüncesinde.

Paralel yapı

Güvenilir kaynaklardan derlediğim bilgilere göre Fidan;

- Paralel yapının özellikle de MİT’e karşı yaptığını, ‘kolektif ve sistemli bir saldırı ve çok büyük bir casusluk faaliyeti’ olarak niteliyor.

- Bu durumun, MİT ile yabancı istihbarat örgütleri arasında geçici de olsa bir güven bunalımına yol açmasının ötesinde Türkiye’nin ulusal güvenliğine ciddi bir maliyet oluşturduğunu düşünüyor.

- MİT’in, paralel yapının faaliyetleri konusunda, ilgili makamları yıllar öncesinden uyardığını ve kendisinin de bu yüzden 7 Şubat’ta hedef olduğuna inanıyor.

- Dünyanın birçok yerindeki, Yahudi lobileriyle bağlantılı düşünce kuruluşlarının, Türkiye’nin Hamas’a verdiği desteği, sanki bu teröre destekmiş gibi yansıttığı görüşünde.

Emniyet, sistem, devlet

Son olarak, Hakan Fidan’ın genele dair birkaç noktadaki düşüncelerine dair edindiğim bilgiler...

Fidan;

- Emniyet Teşkilatı’nın 250 bin kişilik kadrosu ve devasa istihbarat alt yapısıyla, tahrik edici bir cazibe merkezine dönüştüğü kanaatinde.

- Devlet yönetiminin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyor ve askerden geriye kalan güç boşluğunun iyi koordine edilemediği, doğru kurgulanamadığı düşüncesini taşıyor.

- Türkiye’de sistemin ciddi bir ‘kontrol ve denge’ mekanizmasına ihtiyacı olduğu tespitini yapıyor. TSK, Emniyet ve MİT’in görev dağılımının ve sistem içindeki yerlerinin sağlıklı bir hâle getirilmesi gerektiğine inanıyor.

- Ve Hakan Fidan’a göre, devlet aklı ve bürokrasi sürekli alarmlar veriyor, sinyaller gönderiyor ama siyaset kurumu, sorunlarla somut olarak yüz yüze gelmediği sürece siyasi konforunu bozmak istemiyor. İşte tespit, görüş ve düşüncelerinin bu şekilde olduğunu öğrendiğim Hakan Fidan şimdi o siyaset kurumunda görev almaya hazırlanıyor.

Yazının devamı...

Sıkıntı ‘Manda Yuvası’ mı acaba?

Elimde bir davetiye var.

Bugün (11 Şubat 2015) saat 14.00’te Ankara Atatürk Kültür Merkezi’ne davetliyim.

“Başkent’te Kastamonu Günleri etkinliğimizin açılışını onurlandırmanızı dileriz” yazıyor üzerinde.

Davet sahibi olarak da iki isim: Kastamonu Dernekler Federasyonu Başkanı Hasan Şen ve Kastamonu Valisi Şehmus Günaydın.

***

Kastamonu Günleri’nin onur konuklarından biri, sanatçı İlyas İlbey’di.

Eşi Yasemin Yalçın ile birlikte yıllar önce yarattıkları “İnce İnce Yasemince”deki, her biri döneminin fenomeni olan “İtilmiş ve Kakılmış”, “Sürahi Hanım”, “Alican”, “Şuayip” gibi tiplemelere imza atan tiyatro sanatçısı İlyas İlbey...

Karı - koca üretmeye devam ediyorlar.

Yasemin Yalçın, “Arasırabesk” adlı bir albümle çıktı geçenlerde bu defa izleyicinin değil, dinleyicinin karşısına.

İlyas İlbey de, “Manda Yuvası”na imza attı.

“Manda Yuvası” bir sinema filmi. İki hafta kadar sonra, 27 Şubat’ta vizyona giriyor.

***

İlbey, Manda Yuvası’nı kendi köyünde, doğduğu yerde çekti. Kastamonu’nun Araç İlçesi’ne bağlı Çaykaşı Köyü’nde.

Filmin internet sayfasında ( http://www.mandayuvasifilmi.com ) bir dergi, derginin sonunda da “Kastamonu’ca sözlük” var. Kastamonu ağzı ile Türkçe...

Uzatmaya gerek yok.

Konuya şöyle bakıyorum:

Bir sanatçının içinden çıktığı toprağa vefasıdır bence İlyas İlbey’in yaptığı.

Memleketinin tanıtımına katkıdır.

Şehrine hizmettir.

***

Hemşehrileri de aynı fikirde olmalılar ki, Ankara’da bugün başlayan Kastamonu Günleri’nde, şehrine hizmetlerinden ötürü İlyas İlbey’e bir plaket vermeyi koymuşlar programlarına.

Daha doğrusu koymuşlardı !

Açılış töreninden çıkartılmış bu bölüm.

İlyas İlbey’i aradım, “Nedenini bilemiyorum. Federasyon Başkanı Hasan Şen arayıp, protokolün yer alacağı açılışta değil, başka bir saatte filmin fragmanının yayınlanacağını söyledi sadece” dedi.

Hasan Şen’i aradım, “Nedenini bilemiyorum” dedi o da. “Valilik özel kalemden aradılar beni ve İlyas İlbey’e plaket takdiminin tören programından çıkartılmasını istediler. Sadece bu bilgi verildi bana” diye devam etti.

Kastamonu Valisi’ni aradım. Şehmus Günaydın, “Etkinlik ile ilgili benimle değil, Dernekler Federasyonu Başkanı ile görüşsünler” mesajını iletti.

Durum bu.

***

İşin aslını belki bu yazıdan sonra öğreniriz ama bildiğim kadarıyla bir komedi filmi “Manda Yuvası”.

İçinde Anadolu’nun birçok yerinde var olan “HES”ler ile ilgili bölümler de var.

Çevre duyarlılığı, çevreci mesajlar mı acaba Valiliğin böyle bir müdahalede bulunmasının sebebi.

Sayın Vali’nin geçerli bir nedeni vardır muhakkak diye düşünüyorum.

Valiler görev yaptıkları sürede hizmet ederler şehirlerine.

Sanatçılar ise ölünceye kadar.

Bu arada, elimdeki davetiyede Kastamonu’yu tanımlarken kullanılan slogana takılıyor gözüm.

“Sevgi, huzur ve hoşgörünün kenti” yazıyor davetiyede.

“Hoşgörü...” !

Yazının devamı...

Ganayim Sistemi fikri yeni değil

“Tabii ki sadece bunun (başkanlık sistemi) olması da tek başına yetmez, kamu reformunu da kendi bünyesinde gerektiriyor. Örneğin ‘Ganayim Sistemi’ yine son zamanlarda tartıştığımız, Amerikan sistemini de oluşturan, o da Osmanlı’dan alınma bir şey. Yani iş başına gelen adam kendi üst yöneticileriyle birlikte iş başına gelecek, millet oy vermeyip iş başından uzaklaştığı zaman da gidecek. Devletin üst kadrolarının seçilenlerle beraber gelip, seçilenlerle gitmesi, yani bir kamu reformunun yapılması mecburiyeti var.”

Bu açıklamanın sahibi Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş.

Geçen hafta içinde bir akşam yemeğinde bir araya geldiğimiz Kurtulmuş ‘Ganayim Sistemi’nden bahsedince, 12 yıl öncesine gittim. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinin hemen sonrasına...

***

Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş’un seslendirdiği, “Bürokratlar da; seçilmiş siyasetçiler ile birlikte göreve gelsin, onlar giderken gitsin” formülünü ilk kez duymuyordum.

Adalet ve Kalkınma Partisi, 3 Kasım 2002 seçimlerinden tek başına iktidar olarak çıkmıştı.

Recep Tayyip Erdoğan, partinin genel başkanı olarak bu seçim zaferinin mimarı olsa da seçime girememişti. Milletvekili, dolayısı ile de başbakan olamıyordu.

Seçim gecesi, parti genel merkezinde Erdoğan ile makam odasında görüşen birkaç gazeteciden biri de bendim.

Daha seçim gecesi, o görüşmemizde, “Aslında, bürokrasinin de seçilmişler ile birlikte gelip, birlikte gitmesi lâzım” demişti.

O yoğunluk içinde, doğrusu çok da anlam verememiştim bu noktanın Erdoğan için bu denli öncelikli olmasına.

***

Aradan az bir zaman geçti...

Başbakanlık görevini Abdullah Gül üstlenmiş, Tayyip Erdoğan ise iktidar partisinin genel başkanı olarak Avrupa Birliği başkentlerine art arda ziyaretlerde bulunuyordu.

O ziyaretlerin birçoğunu izleyen gazetecilerden biriydim. O günlerde Erdoğan ile yaptığımız görüşmelerden birinde, konu hükümetin bürokrasideki atamalar konusunda yaşadığı zorluklara gelmişti.

Geçmiş gün, kelimesi kelimesine hatırlayamıyorum elbette ama dönemin Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan, “Biz birlikte çalışmak istediğimiz bir bürokratı atıyoruz, görevden alınan kişi yargıya başvuruyor ve göreve iade kararı alıyor. Yargı ve bürokrasi elimizi kolumuzu bağlamak için uğraşıyor. Böyle olunca da mecburen ‘vekaleten atama’ formülünü uyguluyoruz” demişti.

Tayyip Erdoğan, bu sözlerinin ardından da, gönlünden geçen formülü şu sözlerle açıklamıştı:

“Aslında olması gereken, bürokratların da hükümetler ile birlikte gelip, birlikte gitmesidir. Yani şimdi biz tek başına iktidarı devraldık. İstediğimiz kadrolarla çalışmak en doğal hakkımız. Yıllardır bildiğimiz, tanıdığımız, birlikte çalıştığımız, güvendiğimiz arkadaşlarımızla çalışmak en doğal hakkımız değil mi? Bence, göreve gelen her iktidar kendi ekibini kurabilmeli. Bürokrasi de; iktidar ile birlikte gelip, günü geldiğinde, o iktidar görevden ayrıldığında onunla birlikte gitmeli. En doğrusu ve verimlisi bu yöntem olur.”

Yani, yıllar sonra Numan Kurtulmuş’un ‘Ganayim Sistemi’ adıyla gündeme taşıdığı model, bugünün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en başından beri olmasını istediği uygulama.

Yazının devamı...

‘Anahtarı aldık, şimdi millete devretmeliyiz’

“Devlet ele geçirilmesi gereken bir mekanizma değil, milletin hakim olduğu mekanizma haline getirilmeli. Sistem tartışmasında merkeze bunu koymak lazım. Egemenlerin elinden milleti yönetme anahtarı alındı ama biz bunu bütünüyle millete devretme durumundayız. Eski vesayetçiler tam anahtarı devrederken tekrar kapma niyetindeler”

‘Kişiler üzerinden sistem tartışılmaz’

“Halk tarafından 100 bin 80 bin oyla gelmiş bir milletvekilinin yazışma yetkisi yok. Güçlü milletvekili, güçlü parlamento, bunların sağlanması. Yerel yönetimlerdeki reformların gerçekleştirilmesi. Kamu yönetimindeki reformun sağlanması... Evet tek başına bir iktidar var ama çoğu zaman birini alıyorsunuz, yerine başkasını koyuyorsunuz hemen mahkeme çalışmak istemediğiniz bir adamı iade ediyor. Bu anlamda kararları çok daha güçlü ve hızlı bir şekilde alabilecek bir idari mekanizmanın kurulması. Bunu şahıslardan uzak düşünmek lazım. Bugün Ak Parti iktidarda, Erdoğan cumhurbaşkanı. Bu, şahıslarla partiler üzerinden Türkiye’nin bu anlamda hakikaten yönetimde birliği sağlayabilecek bir model. Maalesef hep şablon üzerinden, Amerikan modeli mi Fransız modeli mi? Niye biz Türkiye modeli üzerinden, kendi ihtiyaçlarımız üzerinden bir şey tartışmıyoruz. Erdoğan’ın Türkiye’de sosyolojik anlamda çevreden değil, merkezinden gelen bir adam olsaydı ve bugün başkanlık sistemini dile getiriyor olsaydı, başkanlık sistemi etrafında yapılan eleştirilerin önemli bir kısmı yapılmayacaktı belki de. Dolayısıyla buradaki çevreden gelen birisi, merkezi otoritenin en üst makamını ele geçirmiş, oraya millet tarafından seçilmiş olmasına rağmen, diyor ki burada yeni bir şeye ihtiyaç var. Cumhurbaşkanımızdan dinlemiş biri olarak, şundan emin olarak konuşuyorum. Cumhurbaşkanı bunu Erdoğan’ın siyasi ikbaliyle ilgili bir konu olarak asla görmüyor. Kişiler üzerinden bir sistem tartışması yapılamaz.”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.