Şampiy10
Magazin
Gündem

Disipline sevk yok

“Karşılıklı açıklamalarla ortaya çıkan Beştepe - Çankaya hattındaki gerilimin, artacağını değil düşeceğini tahmin ediyorum. Mesajlar alındı.

Tabii bu noktada, yaşananlar üzerinden durumdan vazife çıkartıp sürece dahil olanların yaratacağı artçı sarsıntılara, üst kademelerden prim verilip verilmeyeceğine de bakacağız.”

Bu satırlar, dün bu köşede yer alan yazıdan...

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-753031-yazar-yazisi-tansiyon-yukselmez-duser/ )

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Konya’da dün yaptığı açıklama, Cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki durumun tahmin ettiğimiz yönde şekillendiğini gösterdi.

Yine Davutoğlu’nun sözleri, ‘artçı sarsıntılar’a prim verilmeyeceğinin de net işaretiydi. Başbakan, kısa ama net ifadelerle; daha da mühimi, hiç gecikmeden müdahil oldu yaşanan krize.

***

Davutoğlu devreye girdi ama bir noktayı aydınlatmakta fayda var.

Başbakan’ın Konya’da yaptığı açıklamaların ardından bütün haberlerde, ‘hem Bülent Arınç hem de Melih Gökçek için parti içi disiplin mekanizmasının işletileceği’ bilgisi yer aldı.

İşin aslı öyle değil.

Şöyle...

Başbakan, Arınç ile siyasi tarihe geçen o açıklaması sonrası görüştüğünü söyledi.

Gökçek ile de görüşeceğini...

Öyle görünüyor ki Davutoğlu; fitili Gökçek’in ateşlediği görüşünde ve bu yüzden Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’na tepkili.

Ancak aynı Davutoğlu; cevap vermekte haklı olsa da, verdiği cevabın tonu, içeriği ve üslubu ile Bülent Arınç’ın maksadını aştığı ve tartışmayı daha da derinleştirdiği kanaatinde. Başbakan, böyle bir sonuca yol açtığı için yardımcısının çıkışından da rahatsız.

Yine görünen o ki;

- Davutoğlu, Arınç’a bu yöndeki görüşünü iletti ve yardımcısından yeni bir açıklama yapmamasını, meseleyi uzatmamasını istedi. (Bu arada Bülent Arınç’ın hükümet sözcülüğü görevine devam edeceğini de belirteyim.)

- Başbakan’ın (bu satırlar kaleme alınırken henüz görüşme gerçekleşmemişti) Gökçek’e vereceği mesaj da aynı şekilde, konuyu kapatması ve bunun yanı sıra Bülent Arınç’a dava açmaması şeklinde olacak.

Melih Gökçek’in bu hamleye yanıtı ne olur bilemem ama Başbakan Davutoğlu bu formül ile krizi - en azından seçime kadar - derin dondurucuya kaldırmak niyetinde.

***

Dikkatinizi çekerim...

Davutoğlu’nun dünkü açıklamasında yaptığı ‘parti disiplinine aykırı davranan kim olursa olsun gereği yapılır’ vurgusunda önemli bir ayrıntı var.

“Bundan sonra” diyor Başbakan.

İfadesi aynen şöyle:

“Bu andan itibaren, parti disiplinini, partinin itibarını zedeleyici mahiyette yürütülecek her türlü polemik gerekli işlemlere tabi tutulacaktır.”

Yani Gökçek ve Arınç için herhangi bir disiplin mekanizması işletilmeyecek.

Taraflar (ya da biri) bu ikaza rağmen, aynı tavrı sürdürürse ‘disiplin kuruluna sevk’ işlemi o zaman söz konusu olacak.

***

Mevzunun özeti şu...

Başbakan, futbol tabiriyle, tartışmayı ‘karşılıklı birer sarı kart’ ile kapatmak yolunu seçti.

İki ağır topa gösterdiği sarı kartlarla; hem onları ciddi şekilde uyarmış oldu hem de bu sert müdahalenin tarafları üzerinden sahadaki diğer oyunculara, “Benzer bir harekette bulunursanız, doğrudan kırmızı kart görürsünüz” mesajını verdi.

Biz, tribündeki izleyiciler olarak, sahadaki oyuncuların bu mesajı alıp almadığını oyunun ilerleyen dakikalarında göreceğiz.

Yazının devamı...

Tansiyon yükselmez, düşer

Ankara’da herkes aynı sorunun yanıtını arıyor: “Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında neler oluyor?”

Doğrusu, bu sorudan ziyade, asıl, bu sorunun doğurduğu başka sorularla ilgileniyorum. Bir, hatta birkaç adım ötesi ile yani...

Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında ortaya çıkan mevcut durum nereye varır?

Medya aracılığıyla, yani kamuoyu önünde verilen ‘karşıt’lık görüntüsü devam eder mi?

Gerginlik bir ‘ayrışma’ya evrilir mi?

***

Önce Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığı’ndan ayrılıp siyasete girme kararına gösterdiği tepki ve nihayetinde aldığı sonuç...

Ardından, çözüm süreci konusunda hafta sonu yaptığı açıklamalar...

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kritik noktalarda tavrını koymaktan, gündemi belirlemekten, ağırlığını hissettirmekten geri durmuyor.

Onu tanıyanlar, yapısını bilenler için sürpriz değil bu durum.

***

Burada dikkat edilmesi gereken, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun hareket tarzı.

Hakan Fidan vakasını, kendi açısından mümkün olan en az hasarla atlatan Davutoğlu, şu anda da dikkatli ve ihtiyatlı bir çizgide durmayı tercih ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile - hele de kamuoyu önünde - karşı karşıya gelmemeye özen gösteriyor.

Fakat kimileri, bu tavrın, Davutoğlu’nun yaşananlardan rahatsız olmadığı anlamına gelmediğini söylüyor. “Belli ki, rahatsızlığını - belki açıkça değil ama - diplomatik bir üslup ile mesai arkadaşlarından bazılarıyla paylaşıyor Başbakan” diyenler çoğunlukta.

(İlk günden beri parti ve hükümet içindeki özgül ağırlığına vurgu yapan, kendini Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün ardından bu siyasi hareketin ‘3 numarası’ olarak konumlandıran) Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın çıkışının ardında da “belli ki” denilen bu durumun olduğu konuşuluyor.

Yaygın görüş, Arınç’ın o açıklamaları; Davutoğlu’nun talimat ya da talebi üzerine değil ama onun nabzını tutarak yaptığı yönünde.

***

Başta da söyledim... ‘Dün’e değil, ‘yarın’a bakmak gerek.

Cumartesi İstanbul’da gerçekleşen Cumhurbaşkanı - Başbakan görüşmesi önemli.

Bu noktada, davet sahibinin Cumhurbaşkanı olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor.

Ve bu görüşmenin ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü konuşmasının tonu ve içeriği mühim.

Erdoğan bıraktığı yerden devam etmedi. Çözüm süreci ve izleme kurulu konularında son söylediklerini yinelemedi, konunun üstüne gitmedi. Hedefine Bülent Arınç ya da hükümeti değil, PKK’yı ve HDP’yi koymakla yetindi.

“Hükümetimiz, devletimiz...” vurgusu da önemliydi elbette.

Gerek gördüğünde yine sesini yükseltmekten çekinmeyeceğini gizlememekle birlikte, Cumhurbaşkanı’nın dünkü konuşmasına, Davutoğlu ile yaptığı görüşmede oluşan havanın yansıdığını tahmin etmek mümkün.

Tabii dolayısıyla o görüşmede, Davutoğlu’nun Erdoğan’ı rahatlatacak mesajlar verdiğini düşünmek de...

***

Sonuç olarak...

Karşılıklı açıklamalarla ortaya çıkan Beştepe - Çankaya hattındaki gerilimin, artacağını değil düşeceğini tahmin ediyorum. Mesajlar alındı.

Tabii bu noktada, yaşananlar üzerinden durumdan vazife çıkartıp sürece dahil olanların yaratacağı artçı sarsıntılara, üst kademelerden prim verilip verilmeyeceğine de bakacağız.

***

Bu arada, yukarıdaki cümlede geçen ‘Çankaya’dan kastım hükümet elbette.

Ankara’nın siyaset terminolojisinde bir değişiklik var artık.

Çankaya Köşkü, eskisi gibi Cumhurbaşkanlığının değil, bundan böyle Başbakanlığın adresi olacak.

Dün Bakanlar Kurulu’nu ilk kez Çankaya’da toplayan Davutoğlu artık eski Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde çalışacak.

Yazının devamı...

18 MART, 19.03...

Boğaza bakan topçu tabyalarında İstanbullu iki genç ayrı siperlerde sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. Çavuş tepenin yamacından seslendi “Şair Asım, Topçu Rıdvan...”

Eğilerek Şair Asım çıktı siperden, onu Rıdvan takip etti. Çerkez Çavuş iri parmaklarıyla tuttukları tepenin ardını işaret etti: “Gidin ayçiçeği sapı toplayın, odun bitti, karavana kaynamıyor.”

Çerkez çavuş ne olursa olsun tepenin ardındaki zeytin ağaçlarını kestirmiyordu. “Asırlık zeytin ağaçlarını kesmek, bu sıkıntıda bile olsa yakmak, bu toprak için savaşanlara yakışmaz” diyordu.

***

Şair Asım ve Rıdvan tepenin ardına geçtiler. Bir sigara içimlik yoldan sonra ayçiçeği tarlasının içinde buldular kendilerini. Kurumuş gövdeli ayçiçeği aralarken futbol topu büyüklüğünde bir süs kabağına takıldı Rıdvan’ın ayağı. Eğildi, kurumuş sapından söktü. Asım’ı çağırdı; “Gel bakalım büyük futbolcu, göster maharetlerini bakalım” dedi. Şair Asım oyuncak bulmuş çocuklar gibi sevindi. Akaretler’deki Osmanağa konağında M. Ali Fetgeri’nin onlara verdiği ilk futbol topunu anımsadı. Dile kolay tam 3 yıl çaputlarla top oynamışlar, İngilizler’den aşırılan ilk toplarıyla futbol aşkları depreşmişti. Henüz kurulan Beşiktaş futbol takımında sağ iç oynuyordu, geleni geçeni yeniyorlar, İstanbul’da rakip tanımıyorlardı. İstanbul dışında ilk turnuvaları olacaktı ki Çanakkale’ye kendi isteğiyle askere yazılıp gelmişti.

***

“Sıkı dur lan Rıdvan” deyip asıldı topa, ama içi boş süs kabağı vurduğunun aksine yalpalayarak zeytinliklerin oraya kadar gitti. Rıdvan kahkahayı bastı, “Ulan bi de futbolcuyum diye geçinirsin kova Beşiktaşlı” diye takıldı. Asım kabiliyetsizliğine değil de, Beşiktaş’a kova demesine sinirlendi.

“Yok oğlum kabak çok hafif ondan doğru dürüst gitmiyor” dedi Asım.

***

“Kolay” dedi Rıdvan ve tepe yerinden oyduğu boşluğa saplarını kopardıkları ayçiçekleri sokuşturdu. Asım potininin delik yerini kapatmak için sardığı çaputu çıkardı ve kabağa sardı. Harikulade bir futbol topu çıkmıştı ortaya. İçi ayçekirdekleri ile dolu...

Ayçiçek saplarıyla kaynayan karavana ile bulamaçlarını yiyen askerler arasında Rıdvan ve Şair Asım’ın yaptıkları futbol topu konuşuluyordu. Kısa sürede takımlar bile kuruldu. Binbaşı ikna edildi. Nöbeti olanlar hariç akşam üstü maç yapılacaktı.

***

Öğlen vakti kaleler kuruldu, sahanın sınırları belirlendi. Rütbeliler ile erlerden kurulu iki takım ve onları seyreden yüzlerce kişi yaşadıkları acıları unutmuşlar, aylardır gülmeyen yüzleri nurlanmıştı. Rütbeliler ilk başta üstleri giyinik, erler çıplak oynayacaktı ama Şair Asım’ın giydiği siyah beyaz çubuklu BJK forması öylesine güzel gözüküyordu ki kıyamadılar ve rütbeliler üstlerini çıkardılar. Şair Asım mükemmel goller attı, maç berabere bitti. Erler komutanlarının ellerini öptüler. Şair Asım’ı çakır gözlü Selanikli Paşa çağırdı yanına. Asım bu derin mavi gözlü adamın yanında eğilip ellerini öpmek istedi. Adam tuttu Asım’ı ve alnından öptü.

***

Birliğe döndüklerinde, ertesi sabah taaruz emri geldi. Kuşluk vakti boy abdestleri alındı, topluca namaza duruldu. Taneli çavdar ekmeği ile çorba dağıtıldı. Şair Asım ve Rıdvan yan yana bekliyorlardı. Asım birden doğruldu. Kütüklüğünü çıkardı, üstlüğünü de çıkardı. Sanki maça gidiyor gibi siyah beyaz çubuklu BJK forması ile kalmıştı. Formanın üzerine kütülük ve sırt çantasını bağladı.Tüfeğini çarpaz astı ve bal kabağından yaptıkları topu eline alarak beklemeye başladı. Sarılıp helalleştiler.

***

Hücum borusunun tiz sesi duyulduğunda ilk fırlayan Şair Asım oldu. Birkaç adımı hızlıca atıp elindeki topa öyle bir vurdu ki, top olduğu yerden mermi gibi havaya yükseldi. Daha birkaç adım atamadan ciğerlerine mermiler dolan Mehmetçikler birkaç saniyede yere serildiler. Çerkez çavuş, Rıdvan ve Asım en önde vurulmuşlardı ve Asım sırt üstü yığılmıştı toprağa. Kanlar süzülürken siyah beyaz formasından, şehadet getirmeye çalıştı ama olmadı. Açık gözbebeklerine, aynı anda havada parçalanan futbol topundan arta kalan ayçekirdekleri dökülüyordu...

Bugün Beşiktaş’ta Şair Asım Sokağı’nın adı, Çanakkale destanında şehit düşen Beşiktaş futbol takımının sağ iç oyuncusu Şair Asım’dan gelmektedir.

***

Önceki gün 18 Mart’tı.

Dün de 19.03...

Yazının devamı...

Esas olan o çığlığı duymak

Bir grup kadın bir adım attı. Türkü, Kürdü, sosyalisti, milliyetçisi; bağımsız bir grup kadın...

Herhangi bir siyasi partiye angaje olmamak gibi bir dertleri var öncelikle.

İsimleri, attıkları adımın mahiyetini özetliyor:

“Ezidi Kadınların Ve Çocukların Çığlığını Duyan Kadınlar”.

***

İnternette www.change.org sitesi var biliyorsunuz. Bilmiyorduysanız da artık biliyorsunuz...

www.change.org adresinde bir imza kampanyası başlattı o kadınlar...

***

Yine internet ortamında, Facebook’ta da var olan bu kadın grubu, ciddi, kapsamlı, bilimsel bir çalışma içinde.

Yakında daha da olgunlaşmış bir inisiyatif başlatacaklar ama şu an için bile gayet net bir tavırla yer alıyorlar ‘change.org’da imzaya açtıkları şu metinle:

“IŞİD’in Esir Pazarlarından Kaçan Ezidi Kadınların Çığlığını Duydunuz mu?” başlığının altında bakın neler yazıyor:

“I ŞİD’in elinden kaçmayı başaran kadınlar anlattı:

‘Siyah çarşaf giydirdiler, ellerimizi bağlayıp tek sıraya koydular ve 10 dolardan başlayan fiyatlarla bizi sattılar.

Kaç defa satıldığımızı artık hatırlamıyoruz.

Tecavüz edilenler içinde 3 yaşından 6 yaşına kadar çocuklar da var.

Bizi Tıl Alfer, Baaj, Aseyba, Rabia, Şengal, Koço, Tıl Azêr, Suudi Arabistan, Suriye’nin başta Rakka kenti olmak üzere birçok noktada kurulan pazarlarda satıyorlardı.

Ellerinde hâlâ binlerce kadın var.’

***

Bu çığlığı duyan ve yüreğinde büyük acı hisseden kadınlar olarak soruyoruz:

21’inci yüzyılda, pazarlarda kadın ve çocuklar satılırken, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, tüm dünya kamuoyu neden daha etkili ve sonuç alıcı IŞİD politikası izlemiyor?

Neden tüm dünya ülkeleri, Ezidi, Süryani, Şii, Türkmen kadınların, kitlesel bir biçimde, cinsel köle olarak pazarlarda satılmalarına göz yumuyor?

Neden hâlâ IŞİD’e silah yardımı ve lojistik destek veren bölge ülkelerine uluslar arası baskı ve yaptırımlar uygulanmıyor?

Soruyoruz BM’ye ; bugüne kadar bu kadınların kurtarılması için ne yaptınız, b undan sonra ne yapmayı planlıyorsunuz?

Biz kadınlar, IŞİD çetelerinin, aynı zamanda IŞİD’e her türlü desteği veren kişilerin, ülkelerin ve kuruluşların suçlu olduğunu biliyoruz.

Kadınların satıldığı her ülkenin, kadınları ve çocukları satın alanların ve tecavüzcü çetelerin savaş suçu işlemiş olarak görülmesini ve uluslararası yaptırım uygulanmasını, I ŞİD`in elindeki tüm kadınların kurtarılmasını talep ediyoruz.

Ezidi ve Süryani kadınların çığlığını duyan biz kadınlar, bu kadınlar kurtarılıncaya ve tecavüzcüler uluslar arası ceza mahkemesinde yargılanıncaya kadar tüm kadınların çığlığı olmaya devam edeceğiz.”

Ezidi Kadınların Ve Çocukların Çığlığını Duyan Kadınlar .

***

Duyuyor musunuz şimdi o çığlığı?

Duyuyorsanız, internet ortamında şu aşağıdaki sayfaya atacağınız bir imza ile başlayabilirsiniz gereğini yapmaya.

https://www.change.org/p/birle%C5%9Fmi%C5%9F-milletler-bm-i%C5%9Fid-in-k%C3%B6lele%C5%9Ftirdi%C4%9Fi-ezidi-kad%C4%B1nlar%C4%B1n-ve-%C3%A7ocuklar%C4%B1n-kurtar%C4%B1lmas%C4%B1-i%C3%A7in-etkin-yapt%C4%B1r%C4%B1mlar-uygulaman%C4%B1z%C4%B1-istiyoruz

Yazının devamı...

Bugün 18 Mart

(...) Çanakkale bir dirilişti, Türkün geri dönüşüydü, Milli Mücadelenin ve Cumhuriyet’in habercisi, taç kapısı, arifesiydi, ‘yeni Türkiye’nin önsözü’ydü.

(...) Çanakkale hakkındaki ciddi, dürüst, saygıdeğer araştırmaların dışında üç tür yaklaşım var. Birinci yaklaşım, Çanakkale’yi M. Kemal’siz, M. Kemal’i yok sayarak anlatmaya yelteniştir. (...) Bile bile gerçeğe ihanet ediyor, tarihi kirletiyorlar, Bunları yazanların, yaptıranların kimler olduğu, amaçlarının ne olduğu, yaptıkları işin niteliğinden belli.

Dünyanın bildiği, on binlerce belge ile kanıtlı gerçekleri değiştirmeye, çarpıtmaya cüret eden bu insanlar, ellerine fırsat geçse acaba daha neler yaparlar?

Bir gençlik yalanla dolanla yetiştirilip eğitilir mi? Bu gençlikten kime hayır gelir?

Allah bu güzel milleti ve ülkeyi cahilin, yalancının ve sahte tarihçinin şerrinden ve iktidarından korusun!

İkincisi: Çanakkale’de M. Kemal’in rolünü küçültmeye çalışmak. Bu çizgide birkaç yazar var. Bunlar “Çanakkale’de M. Kemal yoktu” diyemiyorlar, bu kadar büyük yalanı göze alamıyorlar ama M. Kemal’in Çanakkale zaferindeki rolünü bin dereden su getirerek, gülünç olmayı göze alarak küçültmeye, önemsizleştirmeye, dikkatten kaçırmaya çalışıyorlar.

Üçüncü tür yaklaşım; Çanakkale’yi bir mucizeler, kerametler sergisi halinde anlatmak.

Bu hikâyelere bakılırsa Çanakkale Savaşı askeri bir zafer değil. Komutanların, subayların ve Mehmetçiklerin önemli bir rolleri yok. Bunlara göre savaşı, komutanlar, dövüşenler, can verenler değil, ilahi, gizli güçler, veliler, erenler, dervişler kazanmış.

(...)

Allah’ın yardım edeceğine, ettiğine inanmak, güvenmek başka şey, ettiğini kanıtlamak için böyle hikâyeler uydurmak başka şey.

Allah’ın bizim yalanlarımıza ihtiyacı yoktur!

(...)

Bunlara göre Çanakkale askeri bir zafer değil, mucizeler sergisi. Askeri bir anlamı, değeri, yüceliği yok. Şehitler boşuna ölmüş. Askeri tarih kitapları boşuna yazılmış.

Bu sahte menkıbeler, uyduruk hikâyeler Çanakkale zaferini basitleştiriyor, masallaştırıyor, gerçek olmaktan uzaklaştırıyor, büyüklüğünü, anlamını zedeliyor, kahramanların, milletin hakkını yiyor, daha önemlisi, zaferin, dirilişin gerçek nedenlerini örtbas ediyor.

(...)

İnsanın sorası geliyor:

Yüce Allah, Hazreti Peygamber, erenler ve veliler, iki yüz yıldan beri yenilip duran Osmanlı Devleti’ne ve ordularına neden böyle yardım etmediler? Rusya ile savaşlarda, hele Balkan Savaşı’nda acaba neden hiç yardımcı olmadılar? Sarıkamış’ta, Süveyş’te, Filistin’de, Kudüs’te, Suriye’de, Irak’ta, Bağdat’ta, Musul’da niye hiç yardıma koşmadılar?

Neden yalnız Çanakkale Savaşı’nda ordumuza yardımcı oldular, mucizeler, harikalıklar yarattılar, öbür cephelerde hiç yardımcı olmadılar?

Allah’ın taraf olduğu bir savaş 9 ay sürer mi? Yani İngilizler ve Fransızlar yüce Allah’a 9 ay kafa tutabilecek kadar güçlü müydüler? Bunu düşündürmek Allah’a saygısızlık, kudretine inançsızlık olmuyor mu? Yüce Allah, hurafecilerin anlattığı gibi savaşa katılsaydı, savaş bu kadar uzar mıydı? Bir saniyede bitmez miydi?

(...)

Önünü ardını düşünmeden hurafe uydurmanın sonu buna varır. Allah’a saygısızlığa, küçük düşürmeye kadar uzanır, Allah’ı İngilizlere yenilmiş gösterir.

Ama tabii ne bu hurafeler doğru, ne de bu sonuç.

Bu hurafeleri üreten kafa hiçbir çağda çağdaş değildir. Görkemli Osmanlı Devletini yiyip bitiren, acınacak duruma düşüren bu kafadır. Şimdi Cumhuriyet aydınlığını karartmaya çalışıyor.

(...)

Çanakkale’nin hurafeye, yalana, abartıya, bulutlara, sislere, rüyalara, kısacası uydurma olağanüstülüklere ihtiyacı yoktur.

Kendi olağanüstüdür.

Turgut Özakman,

(Diriliş - Çanakkale 1915 kitabının önsözünden.)

Yazının devamı...

İstihbarat savaşları

Ordular çok nadir savaşa girerler ama istihbarat örgütleri her gün savaşırlar.”

Konunun en yetkililerinden birinin cümlesidir bu.

Ve aslında sadece bu cümle bile yeterlidir, Suriye, dolayısıyla da Türkiye’nin güney sınırında yaşanmakta olan gerçeği özetlemeye.

Bir cümle daha ekleyelim buna...

“İstihbarat teşkilatları ülkelerin yedeği olmayan kurumlarıdır, yediği gol çıkmaz.”

Hele de Türkiye gibi bir ülkenin içinde yer aldığı coğrafyada...

**

Amerika Birleşik Devletleri’nden CIA...

İngiltere’den SIS...

İsrail’den MOSSAD...

Rusya’dan KGB...

İran’dan SAVAMA...

Suriye’den EL MUHABERAT...

Suriye, Irak ve Türkiye’nin bu iki ülke ile sınır bölgelerinde - tam tabiriyle - cirit atan istihbarat örgütleri bunlar.

“Fazlası var, eksiği yok” derler ya... Öyle olduğunu bir kez daha gördük dün.

**

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu canlı yayında açıkladı:

“İngiltere’den IŞİD’e katılmak için ayrılan üç kızla ilgili olarak, ülkesi bize birkaç gün sonra bilgi verdi. Fakat bu kızlara yardım eden kişi kim çıktı biliyor musunuz? Yakalandı. (IŞİD karşıtı) Koalisyon içinde olan bir ülkenin istihbaratında çalışan biri çıktı. AB üyesi değil, ABD de değil. Koalisyonun içinde olan bir ülkenin istihbaratında çalışıyor. Ben bunu İngiltere Dışişleri Bakanına da söyledim. Bana ‘genellikle olduğu gibi’ dedi.”

**

Bakan Çavuşoğlu bu kadarını söyledi...

Resmi açıklamanın ardından gelen ilk bilgilere göre; Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dışişleri İstihbarat Daire Başkanlıkları ile Milli İstihbarat Teşkilatı ortak bir çalışma yürüttü.

Bu çalışma sonucu, Urfa Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı polis ekipleri yakaladı o kişiyi. Yaklaşık 2 hafta önce... Sorgusunun halen Ankara’da sürdüğü konuşuluyor.

Yine teyide muhtaç bilgilere göre yakalanan bir Suriye vatandaşı... Ama Kanada Güvenlik ve İstihbarat Servisi’ne (CSIS) çalışan bir Suriye vatandaşı.

**

Şimdi...Resmi olmayan bu bilgilere göre ortaya çıkan tabloya bir bakalım:

Suriye ve Irak’ta faaliyet gösteren bir terör örgütü (IŞİD) ile mücadele için çok devletli bir koalisyon gücü oluşturuluyor.

O koalisyon içinde yer alan bir ülkenin (Kanada) bölgede istihbaratçıları var. Normal...

Kanada adına faaliyet gösteren, yerel bir ajan. Suriyeli. Bu da gayet normal...

Muhtemelen diğer koalisyon üyeleri de aynı şekilde çalışıyor. Tahmin etmek güç değil.

Bilmiyoruz... Ama bilmediğimiz çok şey olduğunu biliyoruz.

İşin doğası gereği böyle.

**

Peki...

Bütün bu ‘normal’lerin içinde...

O üç İngiliz genç gerçekten IŞİD saflarına katıldıysa...

Bu katılıma aracılık edenin, koalisyon ortaklarından biri adına faaliyet gösteren bir istihbaratçı olması da mı normal?

İngilizlerin bu olay üzerine Türkiye’ye kendi polislerini göndermeyi bile tartıştığını düşünürsek...

Şimdi bu gelişme üzerine, aynı İngilizler, Kanada hakkında nasıl bir formül geliştirecek acaba, insan bunu da sormadan edemiyor doğrusu.

Elbette hadisenin ‘münferit’ olma ihtimali de var.

Bir şekilde, o kişinin ‘şahsi’ bir faaliyeti olabilir yaşanan.

Öyle midir, değil midir? Nasıl olduğunu bir gün öğrenir miyiz? Ögrenirsek de yapılacak açıklamada verilecek bilgiler gerçek midir, değil midir?..

Kim bilir?..

**

Dedim ya...

Bildiğimiz sadece, ‘daha çok şeyi bilmediğimiz’ gerçeği.

Bizim coğrafya bir ‘laboratuvar’...

Aynı zamanda bir ‘devler sahnesi’...

Ve bir ‘kurtlar sofrası’...

İstihbarat savaşlarının değişmez adresi bu topraklar. Üstelik asırlardır...

Ve galiba, yüz yıllar boyunca da değişmeyecek adresi.

Yazının devamı...

Gündem F-4 kazaları

Önce 24 Şubat 2015 Salı günü Malatya’da meydana gelen kaza...

2 uçak aynı anda düştü, 4 pilot şehit oldu.

F-4 olarak bilinen, RF-4E tipi savaş uçaklarının kol uçuşu sırasında bulut içinde birlikte dağa çarptıkları, devam eden kaza kırım soruşturmasının ilk tespiti olarak kayıtlara geçti.

Malatya’daki ikili kaza ile birlikte F-4’ler ile ilgili tartışmalar sürerken, 5 Mart 2015 Perşembe, bu defa Konya’dan bir başka kaza haberi geldi. Eskişehir 1’inci Ana Jet Üs’sün 112’nci filosuna bağlı bir Fantom, tatbikat sırasında düştü. 2 pilot şehit oldu.

Modeli F-4E 2020 olan bu uçak da yine bir F-4’tü. Fantomların modernize edilmiş bir başka versiyonu...

Adından da anlaşılacağı gibi, tabi tutulduğu silah ve aviyonik sistem modernizasyonun ardından uçuş ömrü 2020 yılına kadar uzamış olan bir F-4.

Bu kazada da ilk bulgular, zorlu bir eğitim faaliyetinde, pilotaj kaynaklı bir kaza kırıma işaret ediyordu.

***

Art arda gelen kazalar ve 10 gün içinde verilen 6 şehit üzerine kamuoyundaki tartışma ciddi bir seviyeye ulaştı.

Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Akın Öztürk, önceki gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna davet edildi. Orgeneral Öztürk, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve kabine üyelerine, hem kazalara ilişkin hem de F-4’ler ile ilgili bilgi aktardı.

***

Genelkurmay Başkanlığı da, bugün Eskişehir 1’inci Hava İkmal Merkezi Komutanlığı’na bir basın turu düzenliyor.

Bu merkez, Hava Kuvvetleri envanterinde bulunan F-4E Fantom uçaklarından 28’inin modernize edildiği adres.

Muharip Hava Kuvveti ve Hava Füze Savunma Komutanı Hava Orgeneral Abidin Ünal, tura katılacak medya mensuplarına kapsamlı bir brifing verilecek. Dolayısıyla, kamuoyu yaşanan iki kaza, Fantomlar ve savaş pilotlarının eğitimleri konularında bilgilendirilecek.

Orgeneral Ünal’ın ev sahipliğinde gerçekleşecek olan faaliyete, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Öztürk’ün de katılması bekleniyor.

***

Eskişehir’de bugün verilecek olan brifing hangisine ve ne ölçüde yanıt verecek göreceğiz ama art arda gelen kazalar sonrası yanıt bekleyen sorulardan bazıları şunlar:

- Modernizasyon faaliyetlerine rağmen, F-4 savaş uçakları ömürlerini doldurdu mu?

- Fantomların, Hava Kuvvetleri envanterinden erken çıkarılması gibi bir olasılık var mı?

- Her iki kazada da pilotlar neden fırlatma kolunu çekemediler?

- Kazaların sebebi pilot hataları ise Hava Kuvvetleri’nin eğitimli savaş pilotu eksikliği mi var? Ya da eğitimler mi yetersiz?

- TSK’nın hava unsurlarının tatbikat takvimi ve eğitim uçuşları fazla mı yoğun? Böyle bir yoğunluk varsa, bu durum pilotları yoruyor, yıpratıyor olabilir mi?

- Mecburi hizmetin 15 yıldan 10 yıla düşürülmesi, Hava Kuvvetleri’nden sivil hava yollarına geçen pilot sayısındaki artış ve son yıllarda birçok TSK mensubunun mağdur olduğu davalar sebebiyle ayrılan personel, Hava Kuvvetleri’nde tecrübeli eğitimci zafiyetine mi yol açtı?

***

Bu sorular ve daha fazlası, bugün Eskişehir’de, gündemdeki konuda en yetkin komutana sorulacak.

Alacağımız yanıtların ana hatlarıyla;

- Uçaklarda teknik olarak herhangi bir sorun bulunmadığı, bakımlarının da eksiksiz yapıldığı,

- Başta ABD olmak üzere birçok ülkenin Hava Kuvvetleri’nin bu jetleri kullanmaya devam ettiği,

- Pilotların eğitim faaliyetlerinde hiçbir noksan bulunmadığı,

- Tatbikat ve eğitim programlarının, her zamankinden farklı olmadığı,

- Yaşanan kazaların pilotaj kaynaklı ve kötü bir tesadüf eseri maalesef art arda geldiği,

- Kaza - kırım raporlarının kesinleşmesinin ardından daha kapsamlı değerlendirmelerin yapılacağı ancak şu aşamada F-4’lerin envanterden düşürülmesi konusundaki planlamada herhangi bir değişikliğin düşünülmediği şeklinde olacağını tahmin ediyorum.

Yazının devamı...

Suikast dosyasının kapanmasına itiraz etmem

‘Kozmik oda’da arama yapılmasına kadar varan suikast iddiasıyla ilgili soruşturmada takipsizlik kararı verildiği haberi üzerine Arınç, “Bir şekilde kapanmasına sevindim. İtiraz etmem” dedi

Savcılığın, 2009 yılının Aralık ayında Türkiye gündemini sarsan gelişme ile ilgili olarak ‘takipsizlik’ kararı verdiği öne sürüldü. Türkiye tarihine ‘Çukurambar vakası’ olarak geçen ‘Bülent Arınç’a suikast iddiası’nın ardından Genelkurmay Seferberlik Tetkik Kurulu’nun ‘Kozmik Oda’sında yapılan arama ile bambaşka bir boyuta ulaşan iddialar ile ilgili olarak, geçen 5 yıl içinde iddianame oluşturulamamıştı.

Genelkurmay Başkanlığı’nın kozmik odaları kapatması ile sonuçlanan süreçte, hakkında iddialar öne sürülen personel de mağdur oldu.

Aralarında Özel Kuvvetler mensubu subayların da bulunduğu 30 kişinin, ‘silahlı örgüt kurarak hükümete karşı suça teşebbüs’ ile suçlandığı soruşturmada takipsizlik kararı verildiği haberi üzerine, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı aradım.

- Yorumunuzu rica ediyorum...

Ben gazetelerden okudum. Bana tebliğ edilmiş bir şey yok ama bittiğine de bir şekilde çok sevindim. Bunun böyle sürekli konuşuluyor olması beni çok yaralıyordu. Son zamanlarda da bazı şeyler söylemiştim biliyorsunuz. Yani bizim sırtımızdan, üstümüzden bir şey mi alt ettiler diye...

- Evet, kullanılmış olduğunuzu söylemiştiniz... İlk zamanlar siz de iddiaları ciddiye almıştınız ama geçen zaman ortaya farklı bir tablo çıkardı sanırım.

Ben bir şekilde kapanmasını istiyordum. Ya takipsizlik ya da dava açmak suretiyle... Bana belki tebliğ edilmeyebilir ama ben onu özel olarak isteyeceğim çünkü ben de dosyamı kapatayım istiyorum. Dediğim gibi ben kapanmış olmasına sevindim. Yoksa içinde ne var, ne yok inanın bilmiyorum.

“Karara itiraz etmeyeceğim”

- Sayın Arınç, bu iddialar üzerinden yaşananları hepimiz biliyoruz. Türkiye’nin bir dönemine damga vuran gelişmelere vesile oldu ‘Çukurambar vakası”. Şimdi savcılığın, o dönem subayları gözaltına alan polisler hakkında izinsiz dinleme ve sahte belge oluşturma iddialarıyla soruşturma açacağı söyleniyor.Yani bir ‘kumpas’ soruşturması...

Vallahi, ne gerekiyorsa yapsınlar. Kimin ne sorumluluğu varsa ortaya çıksın. Ben bilmiyorum ama şu kadar iddialısını söyleyeyim... Eğer takipsizlik kararı bana tebliğ edilirse, edildiği zaman - biliyorsunuz ona itiraz mümkündür - ama ben kesinlikle itiraz etmem. Bir an önce, bir şekilde kapanmasını istiyorum çünkü ismimin böyle, 5 senedir bir şekilde bu işlerin içinde geçmesi beni çok rahatsız etti, ediyor. Hem beni hem ailemi... Dolayısıyla, savcılığın vereceği karara saygı duyuyorum. Tebliğ edilir, edilmez; onu bilmiyorum, bana gelmedi. Ama geldiğinde, “Efendim bu yanlıştır, ben buna itiraz ediyorum” demem, mutlaka verdikleri karar doğrudur, ona da teşekkür ederim.

İhbarla başlamıştı

Kozmik Odası soruşturması, 24 Aralık 2009’da başladı. ABD’den gelen bir ihbar telefonu üzerine, Çukurambar’da, Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda görevli Albay Erkan Yılmaz B. ile Binbaşı İbrahim G. güvenlik güçlerince alıkonuldu. Erkan Yılmaz B.’nin cebinden bir kağıt parçasının düştüğü ve üzerinde “1424 C.. F.. A..” yazan bir not bulunduğu iddia edildi. Nottaki adresin Arınç’ın ev adresi olması üzerine suikast soruşturmasının düğmesine basıldı. Seferberlik Tetkik Kurulu’na girilerek, 25 gün arama yapıldı. Soruşturma 5 buçuk yılda ilerleyemedi. Cumhuriyet Savcısı Tekin Küçük 30’a yakın şüpheli hakkında takipsizlik kararı yazdı ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. Dosyanın, Başsavcılık tarafından incelenmesinden sonra takipsizlik kararı UYAP’a girilecek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.