Şampiy10
Magazin
Gündem

Mahkeme heyetine tek bir soru

Ali İsmail Korkmaz davasında karar çıktı. Yerel mahkeme kısa kararını açıkladı. Mahkeme şimdi önce gerekçeli kararını yazıp kamuoyu ile paylaşacak, ardından da - kuvvetle muhtemel - dava Yargıtay’a taşınacak.

Mahkemenin sanıklara verdiği cezaların detaylarını ve hüküm giyenlerin cezaevinde yatacakları süreleri VATAN‘ın haber sayfalarında bulabilirsiniz.

Benim ise o kararın altında imzası olan mahkeme heyetini teşkil eden 3 hakime tek bir sorum var:

“Çocuğunuz var mı bilmiyorum ama henüz 19’undayken dövülerek öldürülen o genç sizin evladınız olsaydı, çıkan bu karar üzerine siz ne hissederdiniz?”

Başka sorum yok sayın hakimler.

Milliyet’in Gurur Gecesi’nden çıkan reçete

Milliyet’in geleneksel yılın sporcusu ödül törenindeydik pazartesi akşamı.

Spor camiasının önde gelen isimlerinin buluştuğu, görkemli gecede herkesin hemfikir olduğu nokta, ülke sporunun bu tarz organizasyonlara ihtiyacı olduğuydu.

Bu tarz organizasyonları yaratanın da, spora bakış açısı, yani sportmenlik anlayışı olduğuna şüphe yok.

İşin esası;

Sporun medeni bir yarışma kültürüyle yaşanması gerektiğini...

Rekabetin hep beraber gelişmek anlamına geldiğini... Rakibe saygı duymanın, olmazsa olmazlığını...

Sporun, dünyayı kurtaracak güzelliklerden biri olduğunu unutmamak.

“Kazanmak için her yol mübah” anlayışını reddetmek.

***

Kardeşimiz Milliyet‘in 61’incisini düzenlediği bu özel geceye gazetemiz VATAN‘ın Genel Yayın Yönetmeni İsmail Yuvacan ile birlikte gittik.

Milliyet Spor Müdürü Tayfun Bayındır‘ın titiz ev sahipliğine, spor medyasının duayenlerinden VATAN Spor Müdürü İbrahim Seten‘in ona verdiği içten desteğe, Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Fikret Bila‘nın gecenin ağırlığına uygun konuşmasına şahitlik ettik.

Törene katılan herkes, kurumsal olarak Milliyet ve VATAN’ın sahibi Demirören Holding‘in, şahsen de salonda bulunan Yönetim Kurulu Başkan Vekili Yıldırım Demirören‘in hakkını teslim ederken, bizler de bu ailenin üyeleri olarak gurur duyduk.

***

Şansal Büyüka, Acun Ilıcalı, Mustafa Denizli, Cüneyt Çakır, Mehmet Baykan, Lütfi Arıboğan, Cengiz Zülfikaroğlu, Mehmet Arslan, Ömer Gürsoy, Fikret Ünlü, Hilmi Gökçınar ve spor dünyasından daha bir çok isim...

Farklı renklere gönül vermiş, spor camiasının farklı noktalarından, farklı kurumlarından ağır toplar...

Hepsiyle sohbetlerimiz hep aynı ortak tespitlerde buluştu gece boyu.

Bir; spor, özellikle de futbol, bu ülkede en önemli toplumsal gerçeklerden biri.

İki; başta futbol olmak üzere, sporun her dalında, sahadaki oyuncudan kenardaki teknik adama, hakemden tribündeki insana, gazeteciden yönetim kadrolarında yer alanlara kadar hepimize düşen vazifeler var. Öncelikle iyi niyetli olmak. Çifte standartlardan arınmak ve ‘bağcı’lar ile değil, üzüm yemekle ilgilenmek.

Üç; samimi çabalaları küçümseyerek, “Bizden bir şey olmaz”larla, “Böyle gelmiş, böyle gider”lerle geldiğimiz nokta ortada. Sadece eksikleri görmekle, sadece olumsuz eleştirilerle bir yere varılmıyor.

Tespitler ortaktı dediğim gibi.

Hastalıklar belli, teşhis sır değil, ilaçlar biliniyor, reçete ortada.

Mesele, tedaviye gönüllü olup olmadığımız.

Yazının devamı...

Eski bakanlar konuşacak mı?

4 eski bakan hakkındaki TBMM soruşturma komisyonu raporu bugün genel kurulda oylanacak.

Yapılacak olan ‘gizli’ oylama olunca, sonucu öngörmek muhakkak ki kolay değil. Buna rağmen, kritik oturumdan 24 saat önceki havaya bakılırsa, iktidar partisi grubu, çok büyük ekseriyetle komisyonun kararına uyacak. Görünen bu.

Çağlayan cenazeye gitmiyor

Sonucun yanı sıra merak edilen ise Ak Partili eski bakanların, oylama öncesi kürsüye çıkıp çıkmayacakları. Zafer Çağlayan, dün annesinin vefat haberini aldı. Çağlayan, Muş’taki cenaze törenine katılmayarak Ankara’da kalmayı tercih etti.

Egemen Bağış ve Muammer Güler’in (dün akşam saatleri itibariyle) genel kurulda milletvekillerine hitap edip etmeme konusunda kesin kararlarını henüz vermemiş olduklarını öğrendim. Meclis kulislerinde, Bağış ve Güler’in, kısa birer konuşma metni hazırladıkları ve son kararları kürsüye gelmekten yana olursa, bu metinleri okuyacaklarından söz ediliyor.

Bayraktar’dan detaylı konuşma hazırlığı

Çevre ve Şehircilik eski Bakanı Erdoğan Bayraktar’a gelince...

Hatırlayacaksınız, Bayraktar, 17 Aralık vakası sonrası bir televizyon kanalının canlı yayınına telefonla katılarak yaptığı açıklama ile gündemin ilk sırasında yer almış, ardından o sözleri için özür dilemiş ve tam aksi yönde konuşmuştu.

Yine hatırlayacaksınız, Meclis soruşturma komisyonunun mesaisi sırasında da, diğer 3 eski bakandan daha farklı çizgideki tavrıyla dikkat çekmişti Erdoğan Bayraktar.

Ve yine hatırlayacaksınız, yaklaşık bir ay önce, bir gazetede, Bayraktar’ın, “Yüce Divan’a gitmekten korkmuyorum” dediği haberi yayınlanmıştı. Haberde eski bakanın yakın çevresine, “Komisyon ya da Genel Kurul karar alırsa buna direnmenin ne faydası var. Benim dosyam düştü, Yüce Divan’lık bir durumum yok. Neye dayanarak gönderecekler merak ediyorum. Ancak Yüce Divan’a gitmekten de korkmam. Gidersem, hakkımdaki iddiaların hepsinin açıklamasını yaparım” dediği bilgisi yer almıştı.

***

Dün akşam saatlerinde aldığım bilgiye göre, Erdoğan Bayraktar Meclis Genel Kurulu’nda milletvekillerine hitaben okumak için uzun bir konuşma hazırlamış.

Ayrıntılı konuşma metninde, süreci başından bugüne kadar, kendi bakış açısıyla değerlendiren Bayraktar’ın konuşmasının yaklaşık yarım saat süreceği söyleniyor.

Eski bakan Bayraktar’ın, “Tarih bu süreci yazacak ve benim bu konuşmam da kayıtlara geçsin istiyorum” dediğini duydum.

Bugün, TBMM Genel Kurulu’nda oturumun başlayacağı saate kadar herhangi bir nedenle fikrini değiştirmezse, yarının gündemini oylama sonucu ile birlikte Erdoğan Bayraktar’ın yapacağı uzun ve detaylı konuşma belirleyecek gibi görünüyor.

Yazının devamı...

İsrail’e açıkça sormak gerekmiyor mu?

“Yahudilere karşı nefret tohumları yayan bu kişiye karşı, Avrupa daha fazla sessiz kalamaz. Avrupa, bu mahalle kabadayısına karşı kuzuların sessizliğini oynuyor. Bu durum Yahudi düşmanlığını körüklemektedir, şayet harekete geçilmez ise 30’lu yılların gerçeğine tekrar dönebiliriz.”

Bu sözler, İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman‘a ait.

Liberman’ın, “Yahudilere karşı nefret tohumları yayan bu kişi” dediği, “Mahalle kabadayısı” nitelemesinde bulunduğu kişi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.

***

“Herhangi bir dünya liderinin Erdoğan’ın sözlerini kınadığını duymadım. Hiçbirinden... Onun utanç verici sözleri uluslar arası toplum tarafından reddedilmelidir.”

Bu da, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu‘nun, Paris’teki büyük yürüyüşe katılmasına tepki gösteren Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gösterdiği reaksiyon.

***

Liberman ve Netanyahu’ya açık açık sormak istediklerim var.

Ama önce, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, İsrail’in böylesine sert tepkisine neden olan sözlerini hatırlayalım.

Erdoğan, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile ortak basın toplantısında şöyle demişti:

“Soruyorum; Gazze’de 2 bin 500 kişiyi katletmek suretiyle bir devlet terörü estiren bu zatın el sallamasına siz nasıl bakıyorsunuz? Sanki tribünde insanlar onu çok heyecanla orada beklemişler gibi onlara el sallıyor. Hangi yüzle oraya gitti onu da tabii anlamakta zorlanıyorum. Bir defa siz o katlettiğiniz yavruların, kadınların hesabını verin.”

***

Şimdi...

Erdoğan’ın bu sözlerine Avrupa’nın sessiz kalmasından yakınan Liberman’a...

Ve tabii, “Hiçbir dünya lideri Erdoğan’ı kınamadı” diyen Netanyahu’ya soruyorum:

Sizce neden acaba?

Avrupa, Erdoğan’ın sözlerine neden suskun kalmış olabilir?

Dünya liderlerinden tek biri bile, neden kınamamış olabilir acaba Erdoğan’ı, o sözlerinden ötürü?

***

Sayın Liberman, sayın Netanyahu;

Tayyip Erdoğan’ı hasmınız olarak görüyorsunuz.

Haydi diyelim ki öyle.

Peki ama...

Onun sözlerine sizin dışınızda tek bir ülke, tek bir lider bile karşı çıkmamışsa...

Yani dünya, sessiz kalarak, dolaylı olarak Erdoğan’a destek verdiyse...

O zaman...

Bütün dünya yanlış, bir tek siz mi doğrusunuz?

Bütün dünya haksız, bir tek siz mi haklısınız?

Herkes mi düşman size bu dünyada?

Yoksa, sizin mi bir düşünmeniz gerekiyor acaba?

Dünyanın susarak verdiği destek;

Acaba, Erdoğan o sözlerinde haklı olduğu için olabilir mi?

Acaba Avrupa ve dünya liderleri de, Erdoğan’ın bu konudaki görüşünü paylaşıyor olabilirler mi?

Meseleye bir de böyle bakmanızı rica etsem?

Mümkün müdür acaba?

Yazının devamı...

TSK’dan bir sivilleşme adımı daha

Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) büyük ve önemli bir özelleştirme (ve dolayısıyla sivilleşme) süreci yaşanıyor. Son yıllarda, bazı askeri tesislerde yapılan pilot uygulamalardan alınan olumlu sonuçlar üzerine, TSK, birçok askeri tesiste başta yiyecek - içecek olmak üzere bazı hizmet kollarını sivil işletmelere devrediyor.

***

GATA gibi askeri hastaneler, Türkiye genelindeki ordu evleri, lojman bölgelerinde yer alan kantinler, Antalya Karpuzkaldıran ve Side, Marmaris Aksaz, Muğla Bodrum, İzmir Gümüldür gibi yaz kamplarında; restoran, kafeterya, kantin, pastane, fırın vb yeme - içme kısımlarıyla, temizlik hizmetleri, kuaför, çiçekçi gibi hizmet alanları ihale yoluyla özel sektöre verilecek.

Hatta, Ankara’daki Kara Harp Okulu‘nun yiyecek - içecek hizmetlerini yeni dönemde özelleştirilecek ve sivilleşecek.

***

Özellikle bedelli askerlik uygulaması ile birlikte, er ve erbaş sayısında hizmetlere yeterli personel bulmakta zorlanan TSK, çözümü özelleştirme / sivilleştirme faaliyetlerine hız vermekte buldu.

Ordu evleri, hastaneler, kamplardaki, lokanta ve kantinler ile Kara Harp Okulu gibi bazı askeri okullardaki aynı hizmet birimleri özel sektöre devredilince, buralarda artık siviller çalışacak. Böylece bu kısımlarda görev yapan erler, Silahlı Kuvvetler bünyesindeki başka bölümlere kaydırılacak.

***

Uygulama ile personel kullanımında verimlilik sağlanması hedefleniyor. Ancak konunun bir de kaliteli ve ucuz hizmet alımı boyutu var.

İşte bu noktada, özel sektör açısından pek de kolay olmayan bir ekonomik durum ortaya çıkarsa şaşırmamak lâzım.

Söz konusu birimler ile ilgilenen özel şirketler, askeri tesislerdeki fiyatlara ne ölçüde uygun teklifler verecek?

TSK’nın hem malzeme alımı hem de personel maliyetleri ile özel sektörünki arasında ortaya çıkabilecek fark, askeri tesislerdeki o meşhur ‘ucuzluk’ döneminin de sonu anlamına mı gelecek?

Askeri tesislerdeki ucuzluğun, girdi maliyetlerindeki düşüklüğün yanı sıra bir başka nedeni de neredeyse sıfır kâr marjı ile çalışılması. Şimdi ihale yoluyla bu işleri almak isteyecek şirketleri bekleyen bir başka muhtemel sorunlu nokta da işte bu. Yani kâr marjı.

İşin bu boyutu, elbette askeri işletmelere talip olacak özel şirketlerin düşüneceği konu. Ekonomideki serbest rekabet ortamı bir yanda, TSK personelinin yıllardır alıştığı kalite / fiyat dengesi diğer yanda...

Bakalım ortaya nasıl bir sonuç çıkacak?

Yazının devamı...

Dün sabah bir Fransız ile konuştuklarımız

“Pazartesi sabahı, vatandaşlarımız ve müslümanların, iş yerlerine gittiklerinde, bir Fransız ile karşılaştıklarında, başlarının eğilmemesi için, ‘Evet bu insanlık dışı saldırıya karşı duranlar arasında müslüman liderler de vardı’ diyebilmeleri için, başlarını dik tutabilmeleri için biz Paris’teydik. Onlar için Paris’teydik.”

Başbakan Ahmet Davutoğlu, dün partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada, Pazar günü Paris’teki büyük yürüyüşe katılma gerekçelerinden biri olarak bunları söyledi.

***

Başbakan Davutoğlu’nun, “Vatandaşlarımız bir Fransız ile karşılaştıklarında başlarının eğilmemesi için...” dediği günün sabahında, yani dün, bu konuşmanın birkaç saat öncesinde Ankara’daki bir Fransız yetkili ile randevum vardı.

“Günaydın”dan sonraki ilk sözüm. “Charlie Hebdo saldırısı ve kayıplarınız için çok üzgünüm, acınızı paylaşıyoruz” oldu.

Fransız yetkilinin yüzünde oluşan ifadeyi görmeliydiniz. Hüzün ile şükran ifadeleri art arda oluştu çehresinde.

“Teşekkür ederim. Düşündüğünüz ve bu duygunuzu paylaştığınız için çok teşekkür ederim” dedi.

“Siz Fransızlar’ın bugünlerdeki hislerini en iyi anlayabilecek olanlardanız biz toplum olarak” dedim. “Terörün milliyeti de yok, dini de. Acının rengi yok” diye ekledim.

“Evet” dedi konuk olduğum Fransız:

“Çok büyük bir acı. Hayat devam ediyor ama etkilenmemek, üzülmemek mümkün değil. Yaşanan acının faturasını bir ulusun ya da bir dinin mensuplarına kesmek büyük hata olur. Bu katliamdan bütün müslümanları sorumlu tutmak büyük yanlış olur.”

Başka konular ile devam eden görüşmemizin sonunda, vedalaşırken, “Size, başta söyledikleriniz ve gösterdiğiniz hassasiyet için tekrar teşekkür ederim” dedi Fransız yetkili.

***

Bir Fransız ile karşılaşınca değil başını eğmek, aksine, teröre onunla birlikte baş kaldırmak bize düşen. Olması gereken yani.

Zamanında (ve hatta halen) başkalarının, özellikle de yabancıların bize yapmadığını yapmak, bizden esirgedikleri duyarlılıkta batılılara karşı olabildiğince cömert davranmak...

Acıya ortak olup, yenilerinin yaşanmaması için koluna girmek, yanında yer almak... Gereken bu.

***

Ben, Ankara’da bir Fransız ile bir aradaydım. Ve aramızda geçen diyalog bu oldu.

Bir de - Davutoğlu’nun dediği gibi - Paris’te ya da Fransa’nın başka bir köşesinde, terör gerçeği ile sarsılan Fransızlar ile birlikte yaşayan vatandaşlarımızı düşünün. Komşusu, eşi - dostu Fransız olanlarımızı.

Hem ülkesi hem de dini adına mahcup olmamalı aklı başında müslümanlar ve Türkler. Tabii aklı başında bütün Fransızlar da, benim muhatabım ile aynı olgun ve gerçekçi tavrı sergileyebilmeli acılarına ortak olanlara karşı.

Tabiiyeti, mezhebi, etnik kökeni, dini, derisinin rengi ne olursa olsun; terörist teröristtir.

Bu gerçeği unutmadan davranabilmeliyiz hepimiz.

Çünkü uyruğu, mezhebi, etnik kökeni, dini, derisinin rengi ne olursa olsun; insan insandır.

Bu mutlak gerçeğe gönülden inanarak yaşayabiliyorsak, işte ancak o zaman çözülecek sorunlar.

Başka türlüsünün olmadığını yaşayarak görmüyor muyuz zaten !

Yazının devamı...

ABD’nin samimiyet testi

Charlie Hebdo katliamı sonrası gördük ki; ‘basın özgürlüğü, ifade hürriyeti’, dünya için birçok başka kavramdan daha önemli. Terör bu hassas hedefe yöneldiğinde, insanlığın evrensel tepkisi bambaşka oluyor.

***

“İfade hürriyeti ve basın özgürlüğü konusunda, dünyanın en ileri ülkesi hangisidir” sorusuna, çoğunluğun “Amerika Birleşik Devletleri” cevabını vereceğinde hemfikir miyiz?

Gerçekten öyle mi peki?

Daha geçenlerde, bizzat yaşadığım bir olay ile anlatayım size ABD’deki durumu.

***

2 ay önce...

Kasım ayının ilk günleri...

ABD Denizcilik Bakanı Ray Mabus, 12 Kasım’da Ankara’ya bir resmi ziyarette bulunacak. Ben de o gün konuk bakan ile bir röportaj yapacağım.

Gelen, ABD’nin deniz gücünün bağlı olduğu, en üst düzey sivil yetkili ve dünyanın gündeminde ABD liderliğindeki koalisyonun IŞİD ile mücadelesi var. Doğru zaman, doğru isim yani.

***

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği‘nden 7 Kasım 2014 günü gelen e-mail, röportajın, 12 Kasım Çarşamba saat 16.30’da, Ankara’daki 5 yıldızlı bir otelin hangi toplantı odasında yapılacağını bildiriyordu.

Elektronik posta mesajının sonunda da, röportajda sormayı planladığım sorular talep ediliyordu.

***

Bir gazetecinin, soracağı soruları röportaj öncesinde vermesi, ilke olarak doğru değildir.

Ancak istisnai bir durumdu karşılaştığım ve karşı tarafın hassasiyetini anlayabiliyordum. Bildirilen randevu saatinden 36 saat kadar önce gönderdim sormayı planladığım soruları.

Ertesi gün, yani röportajı yapacağımız günün sabahında önce bir e-mail, ardından da bir telefon aldım Büyükelçilikten.

“Denizcilik Bakanı ile yapacağınız röportajın gerçekleşemeyeceğini bildirir, sebebini bilemediğimiz bu son dakika iptali konusunda üzgün olduğumuzu bilmenizi isteriz.”

6 saat kala, röportajın iptal edildiği bildiriliyordu!

***

Elçilik, “Sebebini bilemediğimiz...” diyordu ya...

Ben galiba biliyordum iptalin sebebini.

Tabii ki sorularımdı o sebep.

Buyurun. İşte o sorular:

“- Ankara ziyaretinizin gündemindeki başlıklar nelerdir? Ankara’ya getirdiğiniz çantanızdaki dosyalardan ABD yönetimi açısından en kritik ve önemli olan hangisi? Ve bu çerçevede Türkiye hükümetinden öncelikli talebiniz nedir?

- IŞİD’e yönelik uluslar arası operasyonda, ABD liderliğindeki koalisyon ile Türkiye’nin arasında temel noktalarda görüş ayrılıkları olduğunu biliyoruz. Özellikle sınırda güvenli bölgeler kurulması ve uçuşa yasak hava sahası ilanı konularında neden Türkiye’nin beklentileri karşılanamıyor?

- Türkiye bir milyon 500 binden fazla Suriyeli sığınmacıya zorunlu ev sahipliği yapıyor. Türk yetkililer, bu insanlar için yapılan harcamanın 4 milyar 500 milyon Doları geçtiğini açıkladı. Türkiye uluslar arası camiadan, bu maliyete katkı sağlamasını bekliyor. Bu size göre haklı bir beklenti mi ve ABD’nin maddi destek vermek yönünde bir düşüncesi var mı?

- ABD’nin Suriye’deki IŞİD operasyonları için başta Doğu Akdeniz olmak üzere bölgedeki deniz gücü varlığı (gemi, uçak ve personel sayısı olarak) nedir? Bu gücün ülkenize bugüne kadar yarattığı maliyet ne kadardır? Halen bu operasyon için günlük kaç Dolarlık bir harcama yapıyorsunuz?

- ABD’nin askeri operasyonlarının hep, petrol ve doğalgaz başta olmak üzere dünyanın zengin enerji kaynaklarına sahip olan bölgelerinde yoğunlaştığı yönündeki görüşe katılıyor musunuz? Yani dikta rejimlerini yıkıp demokrasi getirmenin yanında, ‘ABD’nin asıl hedefinin o ülkelerdeki enerji kaynaklarına hükmetmek olduğu’ tezi sizin açınızdan ne ifade ediyor?

- ABD’nin bölgede tuttuğu deniz gücü ve körfez ülkelerindeki üslerinin fazlasıyla yeterli olduğu, bu nedenle Adana’daki İncirlik Üssü’ne ihtiyaç duymadığı yönündeki görüş gerçeği ne ölçüde yansıtıyor? İncirlik Üssü’nü operasyonel olarak kullanmak, ABD ve koalisyon güçlerinin elini rahatlatır mı?

- ABD’nin Afganistan ve Irak operasyonlarında, denizci ve deniz piyadelerinden can kaybı ne kadardır?

- Operasyon bölgelerine sık sık gidiyorsunuz. Arazide savaşan denizci ve deniz piyadelerine, dünyanın diğer ordularından farklı ne gibi imkanlar sağlıyorsunuz? O askerlerin aileleri için yine başka ülkelerin yaptıklarından farklı neler yapıyorsunuz?

- Nostradamus’un kehanetlerinde yer alan Mabus’tan hareketle, hakkınızda çıkan birçok habere rastladım. Sizin bu konudaki görüş ve yorumlarınızı alabilir miyim?”

***

İşte bu soruları yanıtlamaktan kaç(ın)mıştı Amerikalı Bakan.

Oysa gazetecinin sorma hakkı kadar, haber kaynağının da cevap vermeme hakkı vardır.

Neyse...

Bu vesile ile bir kez daha anladım ki; ABD’de bile, basın özgürlüğüne inanmak, ifade hürriyetinden yana olmak, sadece konuşmakla olmuyor.

Lâfa gelince söylemek ile değil, yeri gelince göstermek ve kanıtlamakla oluyor.

Sözde değil özde inanmakla yani.

Yazının devamı...

Evrensel terör gerçeği

Paris'te, bir karikatür dergisinin merkezine, kalaşnikoflarla... İstanbul'da, bir polis merkezine, el bombasıyla...

***

Sidney'de, bir kafeye, otomatik tüfek ve tabancayla...

Moskova'da, bir tiyatro binasına, uzun namlulu silahlarla...

***

Ankara'da, bir büyükelçiliğe, vücuduna sardığı bombalarla...

Madrid'de, trenlere, bombalarla...

***

New York'ta, Dünya Ticaret Merkezi'ne uçaklarla...

Bağdat'ta, polis merkezine, bombalı araçla...

***

İstanbul'da, bir bankanın genel müdürlük binasına, bomba yüklü araçla...

Tel Aviv'de, bir pazar yerine, canlı bomba olarak...

***

Paktika'da, kalabalık bir sokağa, bombayla...

Ottawa'da, parlamento binasına, silahla...

***

Bali'de, turistik merkezlere, çivili ve bilyeli bombalarla...

Diyarbakır'da, sokak ortasında, emniyet müdürüne, uzun namlulu silahlarla,

***

Amman'da, üç büyük otele, eş zamanlı bombalarla...

Londra'da, metroya, canlı bombalarla...

***

Mombasa'da, önce bir uçağa füzelerle, hemen ardından bir otele, üç intihar saldırganıyla...

El Halil'de, camide namaz kılan cemaate, otomatik tüfekle...

***

Sharm el Sheikh'te, art arda üç ayrı noktaya, bombalar ve silahlarla...

Solingen'de, bir evin kundaklanması yoluyla...

***

Tarihler, örgütler ya da bireyler farklı.

Kullanılan yöntemler farklı.

Patlayıcı tipleri, silah modelleri farklı.

Ölen, yaralanan insan sayısı farklı.

Olay sonrası yapılan açıklamalar, yapanlar ve yapıldığı yerlere göre farklı.

***

Peki ya gerçek?

Ölüm gerçeği, öldürmek gerçeği...

Terör gerçeği?

Detayları, farkları konuşmaya devam edin siz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.