Şampiy10
Magazin
Gündem

Oyumu isteyenlerden ilk cevap

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu aradı dün sabah.

Yazımı okumuş.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-793093-yazar-yazisi-oyumu-isteyenlere-bir-sorum-var/ )

Bu tür yazıların, uyuşturucu ve madde bağımlılığı konusunda farkındalık yaratılmasına katkı verdiğini söyleyip teşekkür etti. Ardından da, yürütmekte oldukları kapsamlı çalışmalar hakkında ayrıntılı bilgi verdi.

***

Hükümet, Uyuşturucu ile Mücadele Acil Eylem Planı’nı 4 ayaklı bir yapıyla yürütüyor.

8 bakandan oluşan yüksek kurul, altında müsteşar yardımcılarından müteşekkil mücadele kurulu, onun altında teknik kurul ve illerdeki koordinasyon kurulları.

Yapının koordinasyonunu, Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Hüseyin Çelik yürütüyor.

***

Acil Eylem Planı’nda yer alan ana başlıklar şöyle:

- Uyuşturucuya ulaşılabilirliğin engellenmesi.

- Eğitim kurumlarına yönelik tedbirler.

- Belirlenmiş hedef gruplara yönelik tedbirler alınması.

- Uyuşturucu ile mücadelede danışma birimleri.

- Uyuşturucu bağımlılığının tedavi mekanizmalarının güçlendirilmesi.

- Uyuşturucu bağımlılarının kısa ve uzun süreli tedavi sonrası sosyal uyumunun sağlanması.

- Bilimsel Danışma Kurulu.

- Uyuşturucu ile mücadele karar destek sistemi.

- Uyuşturucu ile mücadelede mevzuatın güçlendirilmesi.

- Koordinasyon ve işbirliği.

- İletişim ve kamuoyunun bilgilendirilmesi.

- Tanı ve laboratuvar hizmetleri.

- Stratejik yol haritası.

- İl kurulları.

***

Böyle ‘teorik’ bir liste, size çok fazla şey ifade etmeyebilir ama her başlığın altında çok yoğun ve sistemli bir çalışma var.

Zaten olması da gerekiyor çünkü rakamlar hiç iç açıcı değil.

Şöyle bir istatistik aktarayım mesela:

Türkiye’de yatarak uyuşturucu bağımlılığı tedavisi görenlerin sayısı 2004 yılında bin 417 kişiyken, 2013 yılında 11 bin 226’ya yükselmiş.

1.417’den 11.226’ya...

Ve bu sayı iki yıl önceye ait.

Ve bu, kayda geçmiş, yatarak tedavi görenlerin sayısı... Gerisini siz düşünün.

***

Acil Eylem Planı’nda tedbir alınması gereken 8 hedef grup belirlenmiş. Bu önemli...

- Sokakta çalıştırılan ve dilendirilen çocuklar,

- Silahlı Kuvvetler bünyesindeki askerler,

- Ceza ve Tevkif Evleri’nde bulunanlar,

- Kredi Yurtlar Kurumu’nda kalan öğrenciler,

- Gençler ve sporcular,

- Polis ve Jandarma Eğitim Merkezi’ndeki öğrenciler,

- Toplumsal temasın yoğun olduğu işletme sahipleri ve çalışanları,

- Türkiye İş Kurumu bünyesindeki İş ve Meslek Danışmanları.

Bu 8 hedef gruba, düzenli eğitim programları uygulanacak.

***

Sağlık Bakanı Müezzinoğlu, 62’nci (mevcut) hükümetin programında konunun bugüne kadarki en kapsamlı, ciddi ve sistemli şekliyle yer aldığını söyledi.

Acil Eylem Planı kapsamında yapılan çalışmaların sonuçlarının yakın zamanda ortaya çıkmaya başlayacağını da ekledi.

***

Söz konusu olan, ideolojiler, partiler, hatta siyaset üstü bir mesele.

“Miş” gibi yapılacak, dostlar alışverişte görsün anlayışıyla yürütülecek bir mücadele değil bu.

Dünkü yazıma gelen tepkiler, toplumsal farkındalık adına umut verici doğrusu.

Hükümetin mevcut programı ciddi ve kapsamlı tamam. Lâkin, esas olan, her zaman ve her konuda olduğu gibi, ‘icraat’.

***

Konuyu takip etmeye, gündemde tutmaya devam edeceğim.

Dün, “Ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlardan madde bağımlılığı konusundaki projelerini duymak istiyorum” demiştim.

‘Ülkeyi yönetenler’den cevap geldi, aktardım.

‘Yönetmeye talip olanlar’dan geldiğinde, onları da memnuniyetle aktaracağım.

Yazının devamı...

Oyumu isteyenlere bir sorum var

Elimde bilimsel bir rapordan alınan bir sayfa var. Başlığı, “Türkiye’de madde kullanımına başlama yaşı”.

Şöyle:

15 yaş altı: % 31

16 - 20 yaş: % 43

21 - 25 yaş: % 12

26 - 30 yaş: %6

30 yaş üstü: % 8

Yani, bu ülkede madde bağımlılarının yüzde 74’ü, bu belaya 20 yaşına gelmeden bulaşıyor.

Düşünebiliyor musunuz?

Bir not daha ileteyim... Aktardığım bu tablo, Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Madde Bağımlılığı” konusunda verdiği eğitimlerde kullandığı verilerden sadece bir sayfası...

***

Yukarıdaki tabloda yer alan “madde” sözcüğü ile ne kast ediliyor, onu da söyleyelim.

Alkol, amfetamin türü uyarıcılar, kafein, esrar ve sentetik kannabinoidler (yani bonzai), kokain, hallüsinojenler, uçucu maddeler, nikotin, opiyatlar, fensiklidin ya da benzerleri, sedatif, hipnotik ve anksiyolitikler.

***

Madde bağımlılığında tablo yukarıdaki gibi olunca, bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor.

Gençlik döneminde bağımlılık düzeyine göre 4 evre var:

- Deneysel kullanım evresi,

- Sosyal kullanım evresi,

- Riskli kullanım evresi ve

- Bağımlılık evresi.

Ve sorun şu ki; aileler maalesef ancak ‘bağımlılık evresi’nde farkına varabiliyor çocuğun ya da gencin içine düştüğü tehlikenin. Yani genellikle iş işten geçtikten sonra. Ya da en azından, geriye dönüşün iyiden iyiye zorlaştığı evrede.

***

Bağımlılık yaratan maddelerin temini ise yine ne acıdır ki, tahmin edebileceğinizden bile daha kolay.

Okulda, askerde, yani kışlalarda ya da birliklerin bulunduğu bölgelerde...

Hatta, bağımlıların tedavi gördüğü merkezlere torbacıların geldiği bilgisi var yapılan araştırmalarda. Düşünün...

Aynı madde satıcılarının (torbacıların) evlere servis yaptığı, ailenin evden çıkarmadığı çocuklara bir şekilde maddeyi ulaştırdığı bilgisi...

***

Bu konuya devam edeceğim ama “Nereden çıktı şimdi bu mevzu” diye düşünenlere hemen yanıt vereyim:

Ben bir seçmenim. Ve aynı zamanda da bir baba, bir ebeveyn.

Siyasetçilerden beklentilerim arasında, evlatlarımızı bu tehlikeden korumak için ne yapmayı düşündüklerini duymak da var. Ya da gündemlerinde, programlarında böyle bir konu var mı, yok mu; bunu...

***

Sadece Emniyet’in ‘Narkotik’ birimi vasıtasıyla çözülecek bir mesele değil söz konusu olan.

Ailelerin bilgilendirilmesinden çocukların eğitimine, öğretmenlerin bilinçlendirilmesinden okul yönetimlerinin denetlenmesine, medyanın işlevinden bu konudaki yasal mevzuatın güncellenmesi gereğine kadar birçok boyutu var mevzunun.

***

Son yıllarda, sigara ve tütün ürünlerinin kullanımına karşı alınan önlemler yoluyla bu bağımlılık ile mücadelede ciddi bir mesafe kat edildiği ortada.

Demek ki, kararlı olunduğunda ve sürekli takip ile caydırıcılık ortamı yaratıldığında başarılı olunabiliyor.

İşte bu yüzden, Türkiye’yi yönetenler ve yönetmeye aday olanlardan, ‘madde bağımlılığı’ konusundaki projelerini de duymak istiyorum.

Yazının devamı...

‘Dil ve gönül restorasyonu şart’

“Bu zihniyetin, sadece politik anlamda da değil, günlük hayatta kullandığımız dilin, birlikte yaşama kültürünün gözden geçirilmesi lazım. Burada en önemli gördüğüm, ‘mahalle kültürü’. O eski ‘mahalle’ herkesi barındırıyordu”

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş ile Ünye’de, doğduğu evin bahçesinde konuştuk.

Eşi Sevgi Hanım ve akrabalarının kurduğu, yerel lezzetlerle donatılmış kahvaltı sofrasında...

Kurtulmuş söze, “Bu ev ve Ünye ile ilgili çok güzel hatıralarım var” diye başlayınca, röportajın ilk sorusu da şu şekilde çıktı ortaya:

- Bugünün çocuklarına, sizinki gibi güzel hatıralar biriktirebilecekleri bir çocukluk ve gençlik yaşayabilmeleri için neler vaat ediyorsunuz?

“Biz aile olarak 80 küsur yıldır İstanbul Fatih’te yaşıyoruz. 5 kardeşiz. 4’ü İstanbul doğumlu, bir tek ben burada, bu evin öndeki, denize bakan odasında doğmuşum. Sonra da çocukluğum boyunca her yaz buradaydım. Paşabahçe denilen bu semtte, o dönemlerde bu gördüğünüz evlerin hiçbirisi yoktu. Envai çeşit meyve ağaçlarının arasında yaşardık. Bir hamam ve bir yazlık sinema vardı sadece. Herkesin evinin kapısı açık, son derece güzel bir ortam vardı. Ama maalesef, bütün Türkiye’de olduğu gibi, bu cennet de çirkinleşti. Çakırtepe’ye çıkıp Ünye’ye baktığınızda buranın da zaman içinde nasıl çirkinleştiğini görüyorsunuz. Türkiye çok hızlı şehirleşti, iç göç ile birlikte ölçüsüz şehirleşti. Şimdi onun sıkıntısını yaşıyoruz. Yeni nesil, çocuklar yaşamıyor bizim yaşadığımız güzellikleri.

Özellikle de komşuluğu... Bu çirkin büyüme ile birlikte komşuluk ilişkileri de ortadan kalktı. İstanbul’dan da hatırlıyorum, çocukluğumuzda bizim apartmanımızda hiçbir kapı kapalı olmazdı. Biz çocuklar olarak hangi evde güzel yemek varsa, kapıyı çalar, o evde yerdik yemeğimizi.”

- Yeni Türkiye, bu anlamda ‘eski Türkiye’ olsun da... Bu nasıl olacak?

“Şimdi geriye dönmek çok zor ama Türkiye bu dönüşümleri yapmak mecburiyetinde. Mesela kentsel dönüşüm... Bir medeniyet, bütün iddiasını ortaya koyduğu şehirlerle gösterir. Maalesef bugün baktığınızda, dünyanın her tarafında güzel binalar eski binalar, çirkin binalar da, her ne kadar akıllı olsalar da yeni binalar. Dolayısıyla bu ortaya çıkan güzellikler bir tasavvuru da, düşünceyi de ortaya koyuyor. Demek ki bizim önce tasavvurumuzu düzeltmemiz, düzelmeye düşünce dünyamızdan başlamamız lazım. Yani çok ileri, çok modern olmak, çok yüksek katlı, çok akıllı binalarda oturuyor olmak demek değil ki. Güzel, estetik, insani, fonksiyonel binalar mümkün. Bir şehre baktığınız vakit oradan milletin kültürü yansır. Türkiye bunu yapmak zorunda, yapabilir.”

Zihniyet değişikliği şart

- Ama bunu yaparken, örneğin az önce bahsettiğiniz komşuluk örneği... Bunun tekrar hayata geçebilmesi için öncelikle bugün toplumda var olan ve hepimizin şikayet, hatta endişe ettiği bölünmüşlük, ayrışma, kamplaşma durumunun ortadan kalkması gerekmiyor mu?

“Tabii, onu kastediyorum. Bu zihniyetin, sadece politik anlamda da değil, günlük hayatta kullandığımız dilin, birlikte yaşama kültürünün gözden geçirilmesi lazım. Burada en önemli gördüğüm, ‘mahalle kültürü’. O eski ‘mahalle’ herkesi barındırıyordu. Zengin - fakir, okumuş - okumamış, çok dindar - az dindar, toplumun farklı kesimleri, ön yargısız şekilde birlikte yaşardı. Mesela İstanbul’da gayrimüslim vatandaşlarımızla müslüman çoğunluk yan yana yaşıyordu. Önce mahalle ayrıştı... Siteler bir takım ruhsuz yerleşim mekanları haline geldi. Yine ben çoçukluğumdan hatırlıyorum, mahallemizin bütün fakirleri bilinir ama herkes birlikte yaşardı. Öyle bir hayat standartı farkı da yoktu. Mesela Ramazan gelmeden evvel, bütün insanların ihtiyaçları giderilir, bunu mahallenin birkaç varlıklısı kendi arasında halleder, bu konuşulmazdı bile. Bütün bunların şimdi yeniden halledilmesi lazım.”

- Çözüm nerede?

“Birlikte yaşama kültürü aslında, kullandığımız dile, davranışlarımıza da yansıyor. Türkiye’nin aslında böyle bir ‘dil ve gönül restorasyonu’na gitmesi gerekiyor. Bizdeki gibi bir dil ve gönül birlikteliğinin olduğu başka bir millet de yoktur zannederim.”

‘Cumhurbaşkanı gölge düşürmüyor’

- “Cumhurbaşkanı Başbakan’ı ikinci plana itiyor” görüşünde olanlara katılmıyorsunuz o zaman siz...

- Ben Tayyip Erdoğan’ın sahaya çıkmış olmasının, Sayın Davutoğlu’nun başbakanlığına en ufak bir gölge düşürmediğini, hatta tam tersine, bu anlamda Cumhurbaşkanı ile uyumlu bir Başbakan profilinin daha da net şekilde ortaya çıkması bakımından ciddi bir katkı sunacağını düşünüyorum. Hizmetin devamlılığı anlayışının göstergesi olması açısından da önemli olduğu kanaatindeyim.

Halkın geri gitme endişesi

- 13 yıldır tek başına iktidar olan partinize, insanlar şimdi neden tekrar oy versin? Onları buna yönlendirecek olan, insanların günlük yaşamlarına dokunan ne vaat ediyorsunuz?

Yeni Türkiye’nin inşaası dediğimiz süreç, vatandaşımız tarafından bir şekilde algılandı, algılanıyor. Halkımız gelinen demokratikleşme seviyesinden geri gitmesinden endişe duyuyor ve Ak Parti’ye destek vermesinin en önemli gerekçelerinden biri bu. İkincisi özgürlükler alanı. İnsanlar bunu tekrar kaybetmekten endişe ediyor. Yolun yarısında durmayalım, duraksamayalım. Bu duygu var insanımızda. Tabii hizmetler konusu da var. Bir de tabii, bizim bu seçim kampanyasındaki en büyük avantajlarımızdan biri de ‘alternatif’. Birbiriyle anlaşamayan, hele üçlü koalisyonun o kötü dönemi hafızalarda canlı... Herhangi bir sorunu çözemeyen bir Türkiye’ye geri dönmekten endişe ediyorlar.”

Derviş mi, Temizel mi?

“Her iki partinin (CHP ve MHP) seçim beyannamelerini de çok teferruatlı şekilde okudum. CHP ile ilgili söyleyeceğim şu: Vaatleri, ekonomik programları, tam bir kafa karışıklığının yansımasıdır. Yani zaman zaman son derece neo liberal, Avrupa’nın yeni sağı diyebileceğimiz söylemlere sahip, zaman zaman ise sosyal demokrat söylemlere sahip. CHP önce bu kafa karışıklığını ortadan kaldırsın. Kemal Derviş zihniyeti mi iktidar olacak, Zekeriya Temizel zihniyeti mi? Bu çelişki programa yansıyor.”

Yazının devamı...

Mücadelenin kritik evresi

Bu satırların yazıldığı saatlerde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Tiran’daydı.

Cumhurbaşkanı’nın Arnavutluk’a yaptığı resmi ziyaretin belki öne çıkmayan ama çok önemli bir gündem maddesi var. O da, ‘paralel yapı ile mücadele’.

Şöyle...

Arnavutluk, Gülen Cemaati’nin yıllardır çok etkin ve güçlü olduğu ülkelerden biri.

1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Arnavutluk devlet ve hükümet yetkililerinden büyük kısmının çocuklarının Cemaat’in okulunda okuduğu gerçeği Ankara’nın bilgisi dahilinde.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bugünkü (dünkü) seyahatinde, Türkiye, Gülen Cemaati’nin bu ülkedeki faaliyetlerinin engellenmesi konusunda, en üst düzeyde somut girişimde bulunacak (bulundu).

Daha da önemlisi bu girişim, Cemaat’in Arnavutluk’taki eğitim ya da sivil toplum faaliyetleri ile sınırlı değil.

Ankara’nın şimdiki asıl hedefi, ‘Paralel yapı’ adıyla artık resmi olarak devletin ‘tehditler listesi’nde yer alan Gülen Cemaatinin hükmettiği ekonomik güç.

Ve bu hedef sadece Arnavutluk’taki değil, Cemaatin bütün ticari faaliyetlerini kapsıyor.

‘Legal görünümlü illegal yapılanmalar’ başlığı altında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde ‘tehdit’ olarak yer verilen Gülen Cemaati’nin, emniyet ile yargı başta olmak üzere devlet içindeki varlığını ortadan kaldırmak için süren mücadelenin yanında, şimdi gündemde ‘Cemaat’in ekonomik gücü’ konusu var.

Hükümet (ve devlet) ‘paralel yapı’nın yurt içi ve yurt dışında doğrudan ya da dolaylı olarak sahip olduğu ve/veya yönlendirdiği maddi varlığı ortadan kaldırmaya yönelik kapsamlı bir çalışma yürütüyor.

Devletin zirvesinde yapılan değerlendirme, ekonomik çarkın dönmemesi durumunda, Cemaat’in sosyal ve siyasi faaliyetlerini bugüne kadar olduğu şekilde yürütemeyeceği, bu durumun da mevcut yapıda kayda değer çözülmeleri beraberinde getireceği yönünde.

KARADENİZ’DEN SEÇİM HAVASI

Ordu

Önceki gün, öğleden sonra...

Ordu şehir merkezindeyiz; Süleyman Felek Caddesi’nde...

Araç trafiğine kapalı bölge canlı, kalabalık.

7 Haziran’da Ankara’ya 5 milletvekili gönderecek kentin seçmenleri ile konuşuyoruz.

60’larında bir erkek... Emekli...

“Ya 3 - 2 olur ya 4 - 1” diyor. Yani 3 Ak Parti, 2 CHP veya 4 Ak Parti, 1 CHP.

Yanındaki 50’li yaşlardaki - yine emekli - arkadaşı, “Yok, yok” diyor. “4 - 1 garanti de, 5 - 0 bile olabilir.” Tam o sırada, yanımızdan geçmekteyken sohbete kulak misafiri olan bir başka erkek duraksıyor, bize dönüyor ve “Bu sefer gidiyorlar” diyor. 30’larındaki seçmen yürümeye devam ederken bitiriyor cümlesini: “Abbas yolcu... Gidiyorlar emin olun.” Ak Parti’nin mutlak bir başarı kazanacağı görüşünde olan 2 emekli, Ak Parti’nin iktidarı kaybedeceğini savunan genç hemşerilerine bakıp gülümsüyorlar.

“Gayet medeni, gayet hoş bir sokak demokrasisi örneği” diye alıyorum notumu.

O sokakta vizörüme takılan şu görüntü de destekliyor bu notu.

Yazının devamı...

Evren’in veda günü

“Kenan Evren kararı görmeyebilir”. Bu sütunda, yaklaşık 2 buçuk ay önce yer alan yazının başlığı buydu.

Nitekim görmedi...

***

“(...) Elbette emri hakkın ne zaman vakî olacağı bilinmez ama Ankara’da konuşulanlara bakılırsa, 1917 doğumlu Kenan Evren’in, Yargıtay kararını görmeme ihtimali bayağı yüksek görünüyor.

Böyle bir durum, hakkındaki yargı kararı kesinleşmemiş olacağı için Evren’in mahkumiyeti resmiyet kazanmadan ve rütbeleri sökülmeden hayata veda etmesi anlamına gelir.”

24 Şubat 2015 tarihli yazının ( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-743405-yazar-yazisi-kenan-evren-karari-goremeyebilir/ ) bir bölümü böyleydi.

Ve beklendiği gibi oldu.

Evren hayatını kaybetti.

***

Bugün (12 Mayıs 2015) son yolculuğuna uğurlanacak eski Cumhurbaşkanı.

Genelkurmay Başkanlığı’ndaki tören basına kapalı.

Devlet mezarlığındaki defin törenine ise hiçbir siyasetçi katılmayacak.

Aynı, ölüm haberi üzerine taziye mesajı yayınlamadıkları gibi...

Söz konusu bir devlet töreni olmasına karşın, hükümetten de katılım olmayacak. Hatta Başbakanlık Müsteşarı bile yer almayacak cenaze töreninde.

Bu noktada hatırlatmakta fayda var; Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneğinde, eski cumhurbaşkanlarının ölüm yıldönümlerinde dahi, kabirleri başında küçük bir tören düzenlenir ve o törene hükümeti temsilen bir isim katılır.

***

Evren’in aile üyeleri, sessizce hüzünlerini yaşıyorlar kendi içlerinde.

Cenaze töreninin bu şekilde yapılması onların tercihi.

Bu tercih de gösteriyor ki, tekrar güncel hâle gelen tartışmalardan uzak kalmayı tercih ediyor aile.

Bize düşen de, aile üyeleri ile sevenlerine başsağlığı ve sabır dilemek.

Eski korgeneral, yeni siyasetçi

“Cezaevinde geçirdiğimiz iki yıl, bizlerin hayatında bambaşka bir boyut çıkardı ortaya. Siyasete girmeye de orada karar verdim. Birçoğumuzun politikaya atılma kararı almasında, orada tanıştığım insanlarla yaptığımız kader birliğinin etkisi oldu.”

Bu cümleler, İsmail Hakkı Pekin’e ait.

Ergenekon sürecinde, İnternet Andıcı davası kapsamında tutuklanan, cezaevindeyken emekliye sevk edilen emekli Korgeneral, Genelkurmay eski İstihbarat Başkanı Pekin’e.

Vatan Partisi, Ankara Milletvekili Adayı Pekin dün ziyaretime geldi.

Yüzde 10’luk seçim barajının kendi açılarından büyük bir sorun olduğunu söyleyen İsmail Hakkı Pekin, genel başkanı Doğu Perinçek ile de Yalçın Küçük ile de Silivri’de tanıştığını anlattı.

“Bir siyasetçi olarak görüşlerini, insan olarak da hassasiyetini ve tavrını çok takdir ettim Doğu Bey’in” dedi Pekin.

Belki eski görevinden (Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı) gelen birikimi ile Türkiye siyaseti ile ilgili değerlendirmelerini, önce bölgesel, bir adım sonrasında ise global bir zaviyeden yapıyor.

Pekin, Başta Amerika olmak üzere, dünyanın belirleyici güç odaklarının Türkiye üzerindeki hesap ve planlarının hep var olduğunu, bundan sonra da devam edeceğini düşünüyor.

Bu bağlamda, bölgede Irak ile Suriye’deki çatışma ve karışıklıklar sürerken, ABD’nin - düşünülenin aksine - Türkiye’de de benzer bir ortam istemeyeceği görüşünde.

İsmail Hakkı Pekin’in, “ABD, mevcut konjonktürde, Türkiye’de istikrarı tercih eder” tespiti dikkat çekiciydi.

Yazının devamı...

36 ay = 3 sene!

“Ben, eşim ve 13 yaşındaki kızım şu anda birer Balyoz davası mağduruyuz, tıpkı yüzlerce diğer aile gibi. Eşim X, geçen Haziran ayında, üç satırlık imzasız bir belge nedeniyle tutuklandı. Bahsedilen semineri o anda duyduk kısmından mı dem vursam, yoksa hiç haberinin olmadığı bir yazıdan mı?

Malum suçlama nedeniyle aylardır sıkıntı çekiyoruz.

(...)

Sahtelikleri defalarca bilirkişilerce kanıtlanmış bu dijital veriler, hukuk alanında delil bile sayılamayacakken maalesef mahkeme hüküm vermeye gidiyor. Hem de herkese 15 - 20 yıl.

Avukatların ve sanıkların sunduğu hiçbir rapor ve bilirkişi ya da tanık talepleri dikkate alınmadığı gibi, sırf bu yüzden avukatlarda oluşan tepkilerden ötürü mahkemeyi kilitlemekten yine suçlanan avukatlar ve sanıklar oluyor, avukatlar hakkında suç duyurularında bulunuluyor.

(...)

Savcıların Mart ayında açıkladıkları esasa dair mütalaanın ise geçen Temmuz ayında, henüz soruşturma dahi tamamlanmadan, peşin peşin yazıldığı ve ilk çıktısının Ocak ayında alındığı gibi bilgiler nasıl bir durumda olduğumuzu gözler önüne seriyor. En çok dokunan kısmı ne biliyor musunuz?

Eşim Haziran ayında savcılığa çağrıldığında ve takip eden yaklaşık iki ayda tutuklamalar saldırganca yapıldı ama ne zaman ki Ağustos ayının sonlarına geldik, daha sonraki sorgular hep serbest kalmayla sonuçlandı.

Bu kişilerin savunmalarını yapmalarının ardından duruşmalara bile gelmelerine gerek duyulmadı. Hem de delil (!) bakımından hiçbir fark yokken, yine imzasız iki - üç satırlık yazılar...”

***

Balyoz davasında yargılanan bir muvazzaf subayın eşinden gelen bu mektuptan alıntı yapıp, peşinden de şöyle yazmışım: “Evet, elbette hepimiz darbelere, darbecilere karşı olmalıyız.

Evet, elbette hesap sorulmalı darbelerin sorumlularından, gerekirse yargılanmalılar.

Ve tabii, yakın geçmişte yasalara aykırı, darbe hazırlığı faaliyetlerinde bulunanlar için de geçerli olmalı bu durum, evet. Ancak bu hesaplaşma sürecinde birilerinin de çıkıp, ‘bu yargılamanın evrensel hukuk kurallarına uygun ve gerçekten adil olduğu’ konusunda herkesi ikna etmesi gerekmiyor mu?

Bizatihi böyle bir ‘ikna’ gereksiniminin orta yerde duruyor olması bile göz ardı edilemeyecek ciddiyette bir sıkıntının varlığının en somut delili değil midir?”

***

Bu yazının (

http://haber.gazetevatan.com/Haber/447267/4/Yazarlar

) bu köşede yayınlandığı tarih ne biliyor musunuz?

30 Nisan 2012 ! Tam 15 ay önce yani.

***

O günden bu güne ne değişti?

Davada cezalar açıklandı ve şu günlerde Yargıtay’da temyiz duruşmaları sürüyor.

Pekiyi yukarıdaki ‘sanık eşi mektubu’nda dile getirilen (ama sadece TSK mensupları için geçerli olmayan) çaresizlik ve isyana ilişkin ne değişti?

Ve son soru:

O gün altını çizdiğimiz ‘ihtiyaç’ ile ilgili durum ne?

Yani:

“Balyoz ve benzer diğer büyük davalarda ‘yargılamanın evrensel hukuk kurallarına uygun ve gerçekten adil gerçekleştiği’ne kamuoyunun ikna edilmesi” ihtiyacı ve bu noktadan kaynaklanan ‘sıkıntı’ya dair neler değişti?

***

Buraya kadar okuduklarınız, bu köşede 12 Ağustos 2013 tarihinde yayınlandı. Yani 19 ay önce. ( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-561253-yazar-yazisi-balyoz--15-ay-onceki-yazi-ve-bugun/ )

O yazı ile atıfta bulunduğu ilk yazının arasında da 15 ay vardı.

15 + 19 = 36

36 ay. Yani 3 yıl.

Yani sadece o ilk yazının üzerinden bile koskoca 3 sene geçti.

***

Balyoz davası sanıkları 31 Mart 2015’te beraat etmişti.

Mahkeme dün de gerekçeli kararını açıkladı.

O kararın ayrıntılarını VATAN’ın haber sayfalarında bulabilirsiniz.

Okuyun lütfen.

Okuyun ve o günleri, o günlerde kimlerin neler söylediğini, neler yazdığını bir daha düşünün, hatırlayın.

Hatırlayamıyorsanız, açın Google’ı bir bakın.

Yazının devamı...

Dev projede durum ne?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın toplu açılış töreni ve mitingini izlemek için Siirt’teydik önceki gün.

Bölgede hidroelektrik santral ve çimento fabrikası yatırımları bulunan Limak Holding’in yaptırdığı Kız İmam Hatip okulu, öğrenci yurdu, spor salonu ve konferans salonundan müteşekkil kompleksin açılışını da yaptı Cumhurbaşkanı Siirt’te.

Gazetecilere Siirt’te ev sahipliği yapan Limak Holding’in sahibi Nihat Özdemir ile İstanbul’a dönüş yolunda konuştuk.

3’üncü havalimanı

“Arazi devrini birkaç gün önce, 1 Mayıs’ta yaptık. Şimdi işler hızlanacak” diye başladı Özdemir 3’üncü hava limanı ile ilgili sözlerine. Sonra da şu başlıklar ile devam etti:

- Şu anda arazi düzenleme çalışmaları sürüyor. Çalışan sayısı 3 bine yaklaştı. Şu ana kadar 500 milyon Euro harcadık.

- Hafriyat faaliyetinde 700 kamyon çalışıyor. Kamyon sayısı 1200’e çıkacak.

- Projenin kredi konusu çözüldü. 7 bankadan 4 buçuk milyar Euro kredi alacağız. Bunun yüzde 60’ı 3 devlet bankasından (Ziraat, Halkbank ve Vakıfbank). Yüzde 40’ı da 4 özel bankadan (Garanti, Yapı Kredi, Denizbank ve Finansbank).

- Kredi, 4 yılı ana para ödemesiz, toplam 16 yıl vadeli olan bu kredinin yanı sıra 5 ortak (Limak-Kolin-Cengiz-Mapa-Kalyon girişim grubu) toplam 1 buçuk milyar Euro öz sermaye koyuyoruz.

- Bunca yıllık iş hayatımda gördüğüm en zor arazi. Zemin işi çok meşakkatli. Fakat her türlü zorluğa rağmen, dünyanın en önemli havalimanlarından biri olacak bu projeyi 29 Ekim 2017’ye yetiştireceğimizi düşünüyorum.

- Kuşların göç rotası konusunda çok özel bir çalışma yürütüyoruz. Yurt dışı örneklere bakıyoruz, uzmanlarla çalışıyoruz. Sinyaller kullanarak, kuşların rotasını değiştirecek bir sistem yerleştireceğiz. Kuşlar bu bölgeye gelip yiyecek ihtiyaçlarını da karşılıyorlar. Şimdi onları sinyallerle farklı alanlara yönlendireceğiz, o alanlarda yiyecek bulunduracağız. Dolayısıyla kuşlara öğreterek rotalarını değiştireceğiz.

- Bölgede hiç arazim yok. Bildiğim kadarıyla konsorsiyumumuzdan kimsenin de yok. Ama bundan sonra almayı düşünüyorum çünkü bölge çok değerlenecek.

- Dövizdeki son yükselişlerden olumsuz etkilenmedik çünkü havalimanının gelir kalemlerinin hepsi Euro ile. Hatta, harcamalarımız Türk Lirası olduğu için Euro’nun yükselmesi avantaj bile. Ama altyapı çalışmalarındaki yüksek maliyet bizi zorlayacak gibi duruyor.

Siirt’teki okulun öyküsü

Nihat Özdemir, açılış törenini izlediğimiz Siirt İbrahim Hakkı Kız İmam Hatip okulu, TÜRGEV Emine Erdoğan Kız Öğrenci Yurdu, spor salonu ve bin kişilik konferans salonundan oluşan kompleksin (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tercih ettiği tabir ile ‘külliye’nin)ortaya çıkış hikayesini de anlattı yolda.

- Sayın Cumhurbaşkanımız, Başbakanlığı döneminde bir yurt dışı seyahatimiz sırasında bana “Nihat bey, artık 5’inci vitestesin. Bundan sonra bunun gereğini yap” dedi. Herkes, iş dünyasındaki yerimizi kast ediyor şeklinde algıladı ama ben neden bahsettiğini anladım. O zaman 64 yaşındaydım. Mesajı aldım hemen. Aslında, “Allah gecinden versin ama ömrünün sonu yaklaşıyor. Bu dünyaya, adını sonsuza kadar yaşatacak hayır eserleri bırak” diyordu.

- Birkaç gün sonra kendisine, “Siirt’e bir okul yaptırmak istiyorum” dedim. “Bu bölgenin Kız İmam Hatip Okulu’na ihtiyacı var. Spor salonu, konferans salonu, yurt binası da olan bir külliye yaparsan iyi olur” dedi.

- Üzerinde eski bir okul olan, şehrin merkezindeki bu araziyi verdiler bize. Hemen projeyi hazırladık. Tayyip Bey her aşamasını yakından izledi. Mimari projede bizzat düzeltmeler yaptı, tavsiyelerde bulundu. İnşaat sürerken gelip baktı. Biz de yaklaşık 10 ay gibi kısa bir sürede işi bitirdik ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bağışladık.

- Sonrasında bakanlık okulun ismini “Siirt İbrahim Hakkı” olarak belirlemiş. Yurdun işletmesini de TÜRGEV’e bırakmış. TÜRGEV de yurda Emine Erdoğan Hanımefendinin ismini vermiş.

(Not: Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı avukat ve THY Yönetim Kurulu Üyesi Arzu Akalın’ın yürüttüğü TÜRGEV’in yönetim kurulunda Cumhurbaşkanı’nın oğlu Bilal Erdoğan da yer alıyor.)

- Milli Eğitim’e bugüne kadar 10 okul yapıp bağışladık. Bakım, onarım gerektiğinde de hemen ekip oluşturur, gereğini yaparız. Elimizi üzerinden çekmeyiz.

Bir soru, bir cevap

Açılış töreninden sonra okulu gezen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a, girdiği bir sınıfta, öğrencilerden biri sordu:

- Küçükken ne olmak isterdiniz?

Erdoğan güldü ve “Cumhurbaşkanı olmak isterdim” cevabını verdi.

Yazının devamı...

Akıllı telefon, sandık, ev ziyaretleri

“Herkesin cebinde akıllı telefon var artık abey. Durum sıkıntılı yani...”

Siirt sokaklarında, yaşı 30’larına yaklaşmakta olan, iş sahibi bir genç böyle başladı sorumu cevaplamaya.

Pekiyi, yanıtı böyle başlayan soru neydi biliyor musunuz: “Bölgede, PKK’nın HDP’ye oy verilmesi yönünde bir baskısı var mı gerçekten?”

Bu soru üzerine söze, “Herkesin cebinde artık akıllı telefon var” diye başlanması ilk anda garip gelebilir ama öyle değil.

Şöyle...

***

Malum...

Başbakan dahil, Ak Parti sözcüleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, seçmenin üzerinde, HDP’ye oy verilmesi yönünde, arkasında silah tehdidi olan bir baskının varlığından söz ediyor.

Yani mealen, PKK’nın, HDP’ye oy verilmesi için insanları tehdit ettiğinden.

Başta Eş başkan Demirtaş, HDP sözcüleri de bu iddianın gerçeği yansıtmadığını, bunun iktidar partisinin bilinçli bir propagandası olduğunu savunuyor.

***

İşte bu yüzden sordum Siirt’te karşılaştığım insanlara o soruyu.

Kimi açıkça “Evet” dedi, kimi net şekilde “Hayır.”

İçlerinden birinin verdiği cevap ise dikkat çekiciydi. Yazıya o yanıtla başlamam da bundan zaten.

Gelelim cevabın tümüne:

- Abey vallahi, gelip bize diyorlar ki, mührü bastıktan sonra oy pusulasının fotoğrafını çekip bize göstereceksiniz diyorlar. Yani HDP’ye verdiğimizi kanıtlamamızı istiyorlar. Malum artık herkesin cebinde akıllı telefon var. Hepsi kameralı. Çekemedim diyemezsin, telefonumda kamera yok diyemezsin. Durum sıkıntılı yani.

- Ama bu yeni bir yöntem değil. Geçmiş seçimlerde, büyük şehirlerde ya da farklı bölgelerde, farklı partilerin de bu yöntemi kullandığı konuşulmuştu.

- Olabilir abey ama o zaman, oy verdiğini kanıtlayanlara para ya da yardım verildiği söyleniyordu. Bizim buralarda durum farklı.

- Nasıl farklı?

- Gelip, oyunun fotoğrafını çekip göstereceksin diyenleri pek tanımıyoruz. Farklı olan bu yani.

- Partinin adayları, insanları değil gelip bunu söyleyenler.

- Kim bu insanlar peki?

- Ben ne diyeyim abey. Herkes biliyor işte.

- Pekiyi cep telefonuyla oyunu belgeleyemeyenler için nasıl bir sorun çıkar?

- Vallahi onu da artık Allah bilir abey.

***

Kabul etmek gerekir ki; Siirt’te dinlediğim ve aktardığım bu örnek, bölge genelini tam manasıyla yansıtmaz ama bütünün parçalarından biridir.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da seçimin Ak Parti ile HDP arasında geçeceği açık.

İki partinin alandaki mücadelesi ile bilgi veren iktidar partisi mensupları dikkat çekici bir detaydan söz ettiler.

HDP’lilerin özellikle akşamları ev ziyaretlerine ağırlık verdiğini söyleyen Ak Partililer, bu yöntemin sonuç verdiğini Refah Partisi döneminden bildiklerini hatırlatıyorlar.

***

Bu noktada önemli olan, o ev ziyaretlerinde kullanılan üslup tabii. Yani eğer söylendiği gibi, dolaylı da olsa tehditkâr bir tavır söz konusuysa, yakın ilgi ve markaj yöntemi umulan sonucu vermeyebilir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.