Şampiy10
Magazin
Gündem

Şimdi her kafadan bir ses çıkacaktır ama...

Saat gece yarısına yaklaşıyor...

7 Haziran 2015 seçiminin sonuçları - neredeyse - kesin olarak ortaya çıktı. Resmi değil ama kesin...

Bu sonuçlar üzerinden sıcağı sıcağına ahkâm kesenler olacaktır elbette. Ama dikkat edin, kimse kendini yüzde 100 bağlayıcı bir üslup ile konuşmayacaktır, konuşmaz.

Siyaset budur, kabul. Ama bir de ‘gerçek’ler var.

Şöyle ki...

***

Dün; üzerinde bir yere ‘Evet’ ya da ‘Tercih’ mührünü bastığınız oy pusulasında yer alan siyasi partilerin listesinden;

Bir önceki genel seçimde aldığı oyun altında kalan siyasi partilerin başındaki isimlerin, koltuklarına ‘veda’ etmesidir gereken.

Bu bir.

***

İki...

“Yüzde 10’luk seçim barajı önümüzü kesiyor” söylemi dün itibariyle çöpe atılmıştır.

Arkasında, açık seçik, bir terör örgütünün var olduğu bir parti bile o barajı geçebiliyorsa; diğerlerinin oturup, “Biz neden beceremedik / başaramadık” diye düşünmesi gerekir zira.

***

Üç...

Arkasında, açık seçik, bir terör örgütünün var olduğu o parti yüzde 10’luk seçim barajını - üstelik de rahatça - aşabiliyorsa...

Bu sonuç, herkesten önce o partiye çok ciddi, çok önemli ve aynı zamanda çok ağır bir sorumluluk yüklemektedir.

Çünkü seçmen, o siyasi partiye;

“Bak kardeşim, sen bugünlere eli kanlı bir terör örgütünün güdümünde gelmiş olsan da, ben sana bu geçmişin mirasçısı muamelesi yapmadım” demişse...

“Senin geçmişine değil, geleceğe dair söylediklerine inanmayı tercih ettim” demişse...

“Seni; söylendiği gibi ‘pozitif ayırımcılığa tabi tutulan şımarık bir çocuk’ değil, söylediğin gibi ‘Türkiye’nin ötekileştirilmiş ezilenleri’ olarak gördüm ve ona göre oy verdim” demişse...

Bu, çok ciddi bir durum, çok ağır bir sorumluluktur.

Çünkü...

HDP, - Selahattin Demirtaş’ın ilk açıklamasında vurguladığı gibi - artık bir Türkiye partisi ise aynı zamanda ‘sistem’in de bir parçası olmuş demektir.

Öcalan nasıl okumuştur acaba?

Merak ediyorum...

Sandıktan çıkan bu sonuç, İmralı nezdinde ne ifade ediyor?

Bu, şahsi ve dayanaksız bir merak değil.

Bu sorumun ardında; seçim kampanyası boyunca duyduğumuz, “Parlatılan Demirtaş, Öcalan’ı da devre dışı bırakmayı hedefleyen bir planın parçası” tezi var.

HDP ve Demirtaş eğer gerçekten, “Muhatap Öcalan değil, Kandildir” anlayışının temsilcisi ise...

Ve seçmenin - yaklaşık - yüzde 13’ü bu anlayışın arkasında durduysa; çözüm sürecinde ‘devlet’in öncelikli muhatabı olan Abdullah Öcalan’ın analiz ve yorumlarını merak etmemde de bir gariplik olmasa gerek.

Yazının devamı...

‘Seçim gecesi sabaha kadar nöbetteyim’

“Bu konudaki algı, maalesef, gerçeğin çok ama çok ötesinde.”

Bu cümle Enerji Bakanı Taner Yıldız’a ait.

Yıldız’ın bahsettiği konu, elektrik kesintileri ve buna bağlı olarak seçim / sandık güvenliği konusunda kamuoyunda var olan kaygı gündemi.

İktidar partisindeki üç dönem kuralı gereği, 8 Haziran sabahı itibariyle milletvekilliği ve bakanlık görevine veda edecek olan Yıldız ile memleketi Kayseri’de buluştuk.

Aday olmamasına rağmen, adeta beşinci ya da altıncı sıra adayıymış gibi çalışmaya devam ederken buldum Taner Yıldız’ı kentin sokaklarında. Yağmur altında, sokakta, esnaf ziyaretindeydi.

Öğle yemeğinde buluştuk.

Önce tatlı... Nevzine, gül baklava...

Üstüne yemek... Etli bamya çorbası, mantı, kağıtta pastırma, yağlama, sucuk içi, etli yaprak sarma...

Kayseri’nin yerel tatları ile donatılmış, ‘yüksek kalori’li masaya, ‘enerji’ ve seçim gündemini yatırdık.

Ben sordum, Yıldız o bildik sakin, uzlaşmacı ama kararlı üslubuyla yanıtladı soruları.

Gölbaşı’nda takip üssü

- Seçim günü öğleden sonradan itibaren kontrol merkezinde, ekranların başında olacağım. 8 Haziran sabahına kadar da bizzat yöneteceğim Türkiye’nin her noktasında, elektrik ile ilgili her türlü gelişmeyi.

- Ankara Gölbaşı’na kurduğumuz merkezde, 21 dağıtım bölgemiz ile on-line bağlantıda olacağız. Basına ve dolayısıyla kamuoyuna açık şekilde... Herhangi bir aksaklık olması halinde, herkes ekrandan görebilecek ve buradan anında müdahale imkânımız olacak. 686 trafo merkezimiz var. 8 bine yakın çalışanımız görev başında olacak. İzinleri kaldırdık.

- Seçim güvenliği ile ilgili, enerji kaynaklı bir sıkıntı öngörmüyoruz. Ancak atmosfere açık bir işletmeyiz ve hiçbir şey yüzde 100 garanti değildir. Seçim günü, fırtınalı bir hava ön görülmüyor. O yüzden bunların her birisini değerlendirdik.

- Böylece, kimse trafoların, elektrik direklerinin arkasına sığınamayacak bu seçimde. Bu zaten çok istismar edilen bir konu. Bakın son iki seçimde, yerel seçimlerde 47, cumhurbaşkanlığı seçiminde 41 milyon kişi oy kullandı bu ülkede. Ben soruyorum; bunlardan tek bir kişi, “Ben elektrik yüzünden oy kullanamadım” ya da “Elektrik kaynaklı bir sorun sebebiyle benim oyum geçersiz sayıldı” diyor mu, dedi mi? Tek bir kişi yok.

Veterinerlerin esprisi

- Veteriner Hekimleri Odası’nın esprili bir ilanı var. Kedilere, seçim günü trafolardan uzak durmaları çağrısı yapıyorlar. Böyle esprili yaklaşımlara ihtiyacımız var şu gergin ortamda.

- Veteriner hekimlerimizin sözleri geçiyorsa bizim için mahsuru yok, memnun olurum. Kediler üzerinde en çok onların sözünün etkisi olur diye düşünüyorum.

‘Ağır sonuç doğurabilir’

“Ak Parti’nin tek başına iktidarının devamı dışındaki seçenekler, Türkiye için kabul edilemez ve bedeli çok ağır sonuçlar doğurabilir. Mesela CHP, “Nükleer enerjiye karşı değilim ama Akkuyu’da olmasına karşıyım” diyor. Olmaz ama iktidara gelseler ne yapacaklar? Açık ve dürüst olmamız lâzım. Dışarıdan yapılamayacağını söylemek kolaydır. CHP, bizim özel şirketlere 150 milyar Dolar para kazandırdığımızı söylüyor. Bakın, enerji sektörünü kamu eliyle yapmaya kalkarsanız, bütün yapıyı bozarsınız.”

‘Yatırımcıda kaygı yok’

- Dış yatırımcı, uluslar arası sermaye, hepsi Türkiye’deki siyaseti izliyor. Yabancı yatırımcıda şu anda bir kaygı yok. Büyüme hedefi varsa, dış yatırımlar devam eder. Türkiye, bütün spekülasyonlara rağmen, hâlâ yatırım yapılabilir bir ülke.

- Bakın, birileri, Türkiye’deki özgürlüklerin tartışılmasına uğraşıyor. Belli yerlerde tartışılıyor da. Ama buna rağmen, vesayete karşı en net tavrı koyanın Ak Parti olduğunu da görüyorlar, biliyorlar.

Yazının devamı...

Sanal çöplük

Müthiş bir dezenformasyon yaşanıyor, özellikle de internet ortamında.

Sosyal medya, adeta bir bilgi çöplüğü.

Her kafadan bir ses, her elden bir video çıkıyor.

***

Yıllar önce yapılmış konuşmalar, tekrar tedavüle çıkartılıyor.

Farklı zamanlar ve yerlerde yapılmış konuşmalardan parça parça kesilip yapıştırılarak oluşturulan montaj videolar ekranlarda uçuşuyor.

Defalarca yalanlanmış, gerçek olmadığı kanıtlanmış haberler, sanki yeniymiş, sanki gerçekmiş gibi pazarlanıyor.

“İzleyin, şunun gerçek yüzünü görün...”, “İzleyin, bunun neler söylediğini hatırlayın...”, “İzleyin, onun yaptıklarını unutmayın...” türünden “Şok, şok, şok”lar, “Flaş, flaş, flaş”lar gırla gidiyor.

Uçuş serbest yani...

***

Hemen her parti için böyle durum.

Hemen her lider, her öne çıkan siyasetçi için piyasaya sürülüyor bahsettiğim türden ürünler.

Böyle olunca da; bu tür yayınlar kime ne ifade ediyor, kimin için ciddi bir etkisi, bir kıymeti oluyor doğrusu bilemiyorum.

Yani merak ediyorum; internette izlediğiniz bir video sayesinde (ya da yüzünden) oyunuzun rengi değişir mi?

Seçmenden inciler

Siyasetçilerin seçim kampanyalarını izlemek için dört bir yanını geziyoruz ülkenin.

Lider kürsüye çıkıyor, ben de miting meydanını çevreleyen sokakları gezmeye...

Asıl nabız, miting alanında değil, kentin kılcal damarlarında atıyor çünkü.

Anadolu’nun cadde ve sokaklarından, seçmenin ağzından not defterine kaydettiğim cümleler var.

Mesela Adapazarı’nda 30’lu yaşlarında, üniversite mezunu bir kadının sorusunu not almışım:

- Milletvekili adaylığı masraflı iş... Afişi, pankartı, arabaları, yedirmeler, içirmeler... Pekiyi bu kadar harcamayı neden yapıyor bu insanlar? İnsan, daha fazlasını kazanacağını düşünmediği ya da en azından beklemediği bir işe varını yoğunu yatırır mı?

Bir başka örnek...

Aydın’da, bu seçimde ilk kez oy kullanacak olan genç bir erkeğin sözleri:

- Her siyasetçi aynı şeyi söylüyor. “Sizi bir tek ben anlıyorum, sizi bir tek ben düşünüyorum, sizi bir tek ben seviyorum...” Ben de kendi kendime soruyorum, “Neden” diye. Ve bir türlü cevabını bulamıyorum bu sorunun. Neden beni bir tek o anlıyor, o düşünüyor, o seviyor? Mantıklı mı sizce bu?

Bir diğer notum Sivas’tan, ilkokul mezunu, 60’ına merdiven dayamış, erkek bir sokak satıcısından.:

- Kazanan hep siyasetçi oluyor be kardeşim. Her seçimde aynı bağırış - çağırış. Sonra bakıyoruz, Ankara’da yine kendileri çalıp, kendileri oynuyorlar. Hepsi aynı... Ha Ali Memet, ha Memet Ali...

Yazının devamı...

Eşcinsellere de dini evlilik töreni yolu açıldı mı?

Anayasa Mahkemesi bir karar aldı. “Evlenmenin dinsel törenini yapma ve yaptırma” konusunda...

( http://www.anayasa.gov.tr/Haber/detay/305/2015-51.pdf )

Anayasa Mahkemesi, o kararında;

“(...) evlenmenin dinsel törenini yaptıranlar ile evlenme akdinin kanuna göre yapılmış olduğunu gösteren belgeyi görmeden evlenme için dinsel tören yapanların cezalandırılması öngörülerek, kişilerin özel hayatlarına ve aile hayatlarına saygı gösterilmesi hakkı ile din ve vicdan özgürlüğüne bir sınırlama getirildiği açıktır. Zira kişiler arasında evlilik bağının nasıl kurulacağına ilişkin tercihte bulunulmasının ve bu bağın dinsel ritüel ve uygulamalara göre yapılabilmesinin kişilerin özel hayatlarına ve aile hayatlarına saygı gösterilmesini isteme hakkı kapsamında kaldığı tartışmasızdır” dedi.

Mahkeme aynı kararda dedi ki:

- Kişilerin herhangi bir dini tören veya nikâh olmaksızın fiilen birlikte yaşamaları ve çocuk sahibi olmaları, özel hayata saygı gösterilmesi bağlamında hukuk düzenince suç olarak nitelendirilip cezalandırılmazken...

- kişilerin özel hayatlarına ilişkin tercihleri ve dini inançları gereği evlenmenin dinsel törenini yaptırmalarının suç olarak düzenlenmesi olmaz.

‘Eşcinsellere de yol açılıyor’ görüşü

‘Resmi nikah olmaksızın dini evlilik töreni’ne uygulanan yaptırımın kaldırılması, hep ‘imam nikahı’, ‘çocuk gelinler’ vb başlıklarda tartışıldı.

Oysa kararda, münhasıran bir dinden söz edilmiyor. Bahsedilen ‘kişiler’in cinsiyetleri ya da cinsel tercihleri ile ilgili bir çerçeve de çizilmiyor.

Sosyal Hizmet Uzmanı Nihat Tarımeri de işte bu noktadan hareketle, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının, teknik olarak, Türkiye’de eşcinseller için de dini evlilik töreni yolunu açacağı görüşünde.

İsviçre’de Zürih Gençlik Savcılığı’nda çalışmış, Birleşmiş Milletler ile Dünya Bankası’nın projelerinde ‘çocuk ve gençlik hukuku’ konusunda ‘bilirkişi’ olarak da görev yapan Tarımeri tezini şöyle özetledi:

- Elton John’un eşcinsel evlilik yaptığı İngiltere’deki Anglikan Kilisesi mesela...

- Ya da Almanya... Bavyera’da federal yasalar eşcinsel evliliğe izin vermiyor ama mesela Hamburg Protestan Kilisesi’nden olanlar eşcinsel evlilik yapabiliyorlar.

- Şimdi bunlar gibi dini toplulukların Türkiye’de bir kilisesi varsa - ya da olsa - bu kilise tarafından vaftiz edilmiş iki kişi, yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı iki eşcinsel, dini törenle evlenmek istedikleri takdirde buna hiçbir engel yok. Bu medeni hukuk bağlamında resmi bir evlilik olmaz tabii ama müeyyide ortadan kalktığı için bu yol açılır.

- Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararı ‘özel hayat ile din ve vicdan özgürlüğü’ne dayanıyor. Resmi nikah kıyılmadan önce dinsel tören yapılmasının yaptırımı kalktığına göre - tabii eşcinsel evliliğe izin vermeyen Katoliklik dışında - bunu kabul eden herhangi bir dinsel topluluğun üyesi olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için, ‘dini evlilik töreni yoluyla birliktelik’ mümkün hâle gelir.

Hukukçular ne diyor?

Nihat Tarımeri’nin tezinin hukuki geçerliliği konusunda (bir siyasetçi olarak değil, hukukçu sıfatı ile) görüşüne başvurduğum CHP’nin hukukçu milletvekili Atilla Kart’tan gelen yorum da şu şekilde oldu:

- Yasama ya da yürütme organı olarak, resmi nikahı her türlü yasal kısıtlamalardan ari şekilde tuttuğunuz ve hiçbir şeklî düzenleme getirmediğiniz takdirde; bunu yaparken de özel hayata saygı ve inanç özgürlüğünü esas aldığınız takdirde...

- Yani özel hayata ve inanç özgürlüğüne hiçbir kısıtlama getiremeyiz, müdahale edemeyiz dediğiniz zaman; ki Anayasa Mahkemesi bu kararıyla bunu diyor, bu bütün inançlar ve bütün hayatlar için böylesine bir sürecin önünü de açmış oluyorsunuz.

- Yukarıda sözünü ettiğiniz, ‘dolaylı olarak eşcinsel dini evliliğin önünü açması’ ihtimali, hukuken tutarlı bir mantık. Gerekçesi olan, dayanağı olan bir yaklaşım.

***

Atilla Kart dışında başka hukukçular ile de konuştum. Sonuçta vardığım nokta şu:

Anayasa Mahkemesi, verdiği karar ile medeni hukuku yok saymıyor.

Resmi nikahın yerine dini evlilik törenini tabii ki koymuyor.

Ama resmi nikah olmaksızın dini evlilik törenini suç olmaktan çıkarıyor. Bunu yapanlar ile yaptıranlara uygulanan cezai yaptırımı, dolayısıyla da bu konudaki caydırıcılığı ortadan kaldırmasının fiili sonuçlarının olacağı ortada.

Durum bu.

Ve bu durum dine ya da cinsiyete göre değişmiyor.

İlginç bir tartışma, öyle değil mi?

Yazının devamı...

Diyarbakır ve Mardin

Önceki gün ve dünü, Diyarbakır ile Mardin’de geçirdim.

Bu satırları da, bu defa Aydın’a hareket etmeden hemen önce yazıyorum...

***

Dünya kültür mirasını kalbinde barındıran Mardin’i birazdan anlatacağım ama önce birkaç saatliğine uğradığım Diyarbakır’dan bir iki izlenim...

Ciğer kebabının, burmalı kadayıfının, sütlü künefesinin, menengiç kahvesinin tadı aynı Diyarbakır’ın. Her zamanki gibi nefis yani... Değişen, yenilenen, eli yüzü düzelen mekanlar olmuş ben görmeyeli.

Şehir merkezinin makyajı da tamdı.

İktidar kanadından yıllardır gelen, “Belediyecilik yapmıyorlar, sokaklar çöplük gibi, her yer kir pas içinde” türünden eleştirilere nispet yaparcasına temiz, düzenli, pırıl pırıldı çevre. Özellikle de ana caddeler.

Diyarbakırlılar ile konuştum; “Seçim kampanyaları başladığından beri böyle” dediler. Diyarbakır’ın makyajı yeni tazelenmiş yani.

“Umarım 7 Haziran’a kadar sürmez bu görüntü” dedim. Orta yaşlı bir Diyarbakırlı, “Ben HDP’ye oy veriyorum ama bu duruma canım sıkıldı” deyince, “Neden” diye sordum, “Ne güzel işte...”

Gelen cevap şu oldu:

“Güzel, güzel tabii de; madem yapabiliyorlardı, niye bunca senedir yapmıyorlardı? Bak işte, isteyince oluyormuş demek ki. Bir de tabii sadece birkaç caddeyi bu şekle sokmak yetmez, arka sokaklar hâlâ aynı.”

Ve Mardin...

Mardin’de de benzer bir durum var.

Şehre girişte, yeni yapılan yüksek binalar ile şekillenen o bildik yeni kentleşme karşılıyor geleni. Yukarıda ise tarihi binaları ve mistik atmosferiyle dünyanın sayılı şehirlerinden olan Eski Mardin bekliyor konuklarını.

Daracık sokakların içine gizlenmiş, yerel, geleneksel hazine... Belediye, otomobillerin giremediği o dar sokaklardan, katırlarla topluyor çöpleri.

“Bizim kadrolu, dört ayaklı çöp kamyonları bunlar” dedi bir Mardinli gülerek.

Çöpçüler, katırlara yükledikleri çöpleri ana caddedeki büyük çöp bidonlarına taşıyor. Belediyenin çöp kamyonları da oradan itibaren devrede.

Eski şehir pırıl pırıl. Çevre düzenlemesi, - bana o tarihi dokuya pek uygun gelmese de - bütün dükkanların tek tip tabelaları, ışıklandırmasıyla tam bir turistik merkez.

Ama kentin geri kalan kısımlarında yapılması gereken daha çok iş var.

Bienalin kattığı ışık

Sevgili dostum Döne Otyam’ın nasıl bir heyecan ve her türlü zorluğuna rağmen nasıl bir özveri, hatta aşk ile uğraştığının şahitlerinden olduğum için ‘Mardin Bienali’ni çok merak ediyordum.

Başbakan Ahmet Davutoğlu ile TRT’de canlı yayına çıkmadan önce yaklaşık iki saat boş vaktim vardı.

Döne Otyam ile birlikte Mardin Bienali’ne can veren diğer iki isim Canan Budak ve Hakan Irmak. Hakan Irmak, bienal mekanlarını açtırdı, birlikte gezdik.

Mardin Bienalini gece gezen ilk kişi olarak kayıtlara geçmek ilgilendirmiyordu beni.

Mardin’in ışığına ışık katmış bienal. Geçen yılın ekim ayında başlaması gerekirken Kobani olayları yüzünden ertelenen ‘Mitolojiler’ konseptli etkinlik, 15 Haziran’a kadar kentte.

100 yıl sonra ilk kez kapıları açılan Mor Efrem Manastırı, Alman Karargahı, Keldani Kilisesi, Mardin Müzesi, Videoist, Açık Hava Sineması (Cun Cinema) ve Mardin Çarşısı gibi mekanlarda yaşam bulan 3’üncü Mardin Bienali, bir küratörün değil, bizzat kentte yaşayan Mardinlilerin kollektif çalışmasıyla ortaya çıkmış.

Dünyanın farklı coğrafyalarından 62 sanatçının eserlerinin yer aldığı Mardin Bienali, hem tam manasıyla özgün hem de çok ama çok etkileyici.

Yukarıda adı geçen 3 özel insan ile birlikte çalışıp, emek veren bir grup sanatsever başta olmak üzere bütün Mardinliler’e bir teşekkür borcumuz var.

Yazının devamı...

Siyaset, futbol; kalite, üslup

Başbakan Ahmet Davutoğlu dün akşam Mardin’den TRT’nin canlı yayınına konuk oldu.

Nasuhi Güngör’ün sunduğu programa, Başbakan’a soru sormak için davetliydim.

15.55 Diyarbakır uçağına binmek için Esenboğa’ya giderken, yolda, Hürriyet’ten Şükrü Küçükşahin’in köşe yazısını okudum.

***

Önce Galatasaraylı Küçükşahin’in dünkü yazısının “Şampiyonluk güzel de küfür ne” başlıklı kısmını aktarayım; bakın sonra ne anlatacağım:

“Cimbom yine şampiyon oldu, dört yıldızı taktı; sevindik, mutluyuz. Beşiktaş maçının şampiyonluk ilanı havasında geçeceği belliydi.

Kızımla ben de maça gittik, ulaşım için metroyu kullandık; vagonlar, şenliğe gider havasında Cimbom taraftarı ile doluydu; marşlar, sloganlar, alkışlar... Maçları genelde TV’den seyreden biri olduğumdan biraz sonra büyük bir şok yaşamaya başladım, vagondaki başka kadın ve erkekler gibi.

Aman Allah’ım o ne ahlaksız marş; rakip takım yöneticilerine hitaben, ‘14 Şubat’ta sevgiline’, ‘23 Nisan’da çocuğuna’, ‘Anneler Günü’nde annene’, ‘19 Mayıs’ta gencine’ diye süren ağır küfürler.

Kızım da dahil kadınlar başta, tepki gösterdik; ‘Ayıp ya’ diye seslendik.

Küfürbazların umurunda değildi; yanlarına gidip marş bittiğinde, ‘çok çirkin’ diye ayrıca uyardım; yanıtları bir başka küfürlü marşa başlamak oldu.

Kavga edecek halimiz yok, vagon değiştirdik, bir daha o küfürleri duymadık.

Maçı birlikte izlediğim arkadaşlarıma bunu anlatınca, yaralarını deştim.

Biri, ‘Maalesef o marş uzun süredir var. Kızımı Madrid’e, Real maçına götürdüm. Sokakta bu marşı duyunca inan kızımın yüzüne bakamaz oldum’ dedi.

Dursun Özbek: “Daha mazbatamı almadım”

Maç öncesi yeni başkan Dursun Özbek ile tanıştım, hemen canını sıkmak istemedim; ama buradan duyurmak isterim: ‘En başta siz, sonra biz, herkes; medyası, spor kurumları bu terbiyesizliği önleyecek bir seferberlik başlatalım, hem de şimdi.”

Bu yazıyı okuyarak geldiğim Esenboğa Havalimanı’nın CIP Salonu’nda Galatasaray’ın yeni başkanı Dursun Özbek ile karşılaştım. Bir gazeteci için güzel bir tesadüf...

Özbek de İstanbul uçağını bekliyordu. Üzerimde Beşiktaş tişörtüm... Yanına gittim, önce “Hayırlı olsun” dedim yeni görevi için. Teşekkür etti.

Hemen ardından da, Şükrü Küçükşahin’in - yukarıda aktardığım - yazısından bahsettim.

Yazıyı okumamıştı, özetledim...

‘Küfürlü tezahürat geleneği’nin futbol seyircisinin büyük bölümünde var olduğunu, bunun sadece herhangi bir kulüp ya da camiaya özgü değil, ülke futbolunun genel bir sorunu olduğunu söyledim, sonra da sordum:

“Yeni görevinizde bu konu ve tabii devamında sporda şiddet ile ilgili çalışmalarınız olacak mı, var mı bu meselelerle ilgili planlarınız, düşünceleriniz? Görüşlerinizi yazmak isterim...”

Dursun Özbek’in cevabı, “Şimdi hiç girmeyelim bu konulara. Hem zaten ben daha mazbatamı bile almadım” şeklinde oldu.

Yani, görevine daha resmi olarak başlamadığını söylüyordu Galatasaray’ın yeni başkanı.

“Pekiyi” dedim sadece.

Ne diyebilirdim ki başka?..

***

Bir gazeteci olarak benim işim soru sormak. Sorularıma verilen yanıtlar üzerinden kişileri yargılamak değil.

“Şöyle bir cevap beklerdim” ya da “Şu kişinin bu soruya, böyle bir cevap vermesi gerekirdi” türünden kalıplara sokmayı doğru bulmam gelen cevapları ve o cevapların sahiplerini.

Ben nasıl istediğimi sorabilirsem, karşımdaki de istediği yanıtı verebilir.

Dediğim gibi; kimseyi yargılamam. Sadece görüşümü, düşüncemi ifade ederim.

Özbek örneğinde de şaşırdığımı, hatta biraz hayal kırıklığına uğradığımı söylemek zorundayım.

***

Futbol bu ülkede kitleleri harekete geçirme gücüne sahip iki alandan biri. Diğeri de siyaset, malum... Ve bu iki alanda da çok ciddi bir kalite, üslup ve saygınlık sorunu var Türkiye’nin.

Fakat aynı zamanda bu sorunun çözümü için hepimize düşenler, hepimizin yapabilecekleri de. Öncelikle de yetkili makamlarda bulunanların...

Sanırım Dursun Özbek de yakında bu mevzular ile ilgilenmeye başlayacaktır. Mazbatasını aldıktan sonra...

Yazının devamı...

Satır arasındaki o kritik cümle: ‘Ama ben yine de kararsızım’

Televizyon ekranlarında, siyasi partilerin reklam filmlerini izliyorsunuzdur.

İktidar partisinin seçim kampanyasındaki öncelikli slogan, biliyorsunuz, “Onlar konuşur, Ak Parti yapar”.

Kampanya başından bu yana yapılan reklam filmlerinin sayısı 20’ye ulaştı.

Son günlerde yayınlanmakta olan 57 saniyelik “Türkiye’ye yakışır” başlıklı reklam filminde çok dikkat çekici bir ayrıntı var.

***

Görüntüde; bir limana hakim, 4 tarafı cam, modern bir ofis...

Çalışanlar masalarında...

Büronun ortasında, ikisi kadın 4 kişi toplantı halinde...

Toplantı masasının başındaki erkek, “Kaç zamandır söylüyorum: Lojistik, lojistik, lojistik. Nasıl dünyanın enerji koridoru olduysak, lojistik merkezi de olabiliriz” diye başlıyor söze.

Yanındaki diğer erkek itiraz ediyor. “O işler bizde konuşulduğu kadar kolay değil” diyor.

Yönetici cevap veriyor:

“Eskiden olsa öyle. Ama bak şimdi dünyanın en büyük limanlarından biri İzmir Çandarlı’ya yapılıyor. Çoğu bitti, azı kaldı. Adamlar büyük düşünüyorlar. Ülkemizin üç denizine dev limanlar yapıyorlar. Karadeniz’e Filyos, Akdeniz’e Mersin, Ege’ye Çandarlı limanı.”

Diğeri yine muhalefet ediyor: “Bu işler limanla olsa, onu herkes yapar. O malları taşımak için yol gerek” diye.

“Doğru” diyor toplantıyı yöneten. “Bu yüzden hükümet, binlerce kilometre yol yaptı, tünel yaptı, hızlı tren yaptı. Ve şimdi, yeni otobanlar, yeni tren hatları yapıyor. Ak Parti yapıyor.”

Baştan beri itiraz eden, “Yapıyor. Yalan yok...” diyor. Sonra da derin bir nefes eşliğinde şu cümle dökülüyor dudaklarından:

“Ama ben yine de kararsızım.”

Film, masanın başındaki iş adamının, “Kararlı ol aslanım, kararlı ol. Onlar konuşur, Ak Parti yapar” sözleriyle son buluyor.

***

Bahsettiğim ‘dikkat çekici ayrıntı’ bu işte.

“Ben kararsızım” ifadesi.

“Tamam çalışıyorlar, iyi işler yapıyorlar ama ben yine de kararsızım” görüşü.

***

İktidar partisi kulislerinde son iki haftadır, “Ak Parti’nin kararsızları” diye adlandırılan bir kesimden söz edilir oldu.

Yani...

Geçmiş seçimlerde iktidar partisine oy veren ancak bu defa - farklı sebeplerle - tereddüt içinde olan seçmenlerin oranının kayda değer seviyede olduğu söyleniyor. Hatta seçimin kaderini belirleyecek seviyede...

Ak Parti seçmeni içinde böyle mütereddit bir kesimin oluşmasının, ‘farklı sebepleri’ ayrıca tartışılıyor iktidar partisi çevrelerinde. Gerekçeler konusunda farklı görüşler olsa da, gelinen noktada ortaya çıkan sonucu kimse reddetmiyor.

***

Yukarıda aktardığım o reklam filmi işte bu yüzden mühim.

“Yapıyor, yalan yok... Ama ben yine de kararsızım” cümlesi;

Hem sözünü ettiğim ‘kararsız’ kitlenin ‘gerçek’ten var olduğunun, hem bu gerçeğin Ak Parti yönetimi tarafından ‘ciddi bir durum’ olarak değerlendirildiğinin, hem de parti yönetiminin bu riske karşı önlem almak ihtiyacı hissettiğinin kanıtı.

Yazının devamı...

9 saatte 5 şehir

Cumartesi öğle saatlerinde havalandık Ankara’dan. Helikopterle... Saat 12.45’ti.

Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ilk miting durağı Karabük’tü.

Bugüne kadar gördüğüm en düzenli, en ferah miting meydanıydı Karabük’teki.

Karabük’ten, yine helikopterler ile, Adapazarı’na geçtik.

Oradan da İzmit’e.

**

İzmit mitinginin ardından, bu defa Ana Uçağı ile, İzmir’e gittik.

Adnan Menderes Havalimanı’na indiğimizde saat 21.45’ti. Ankara’dan havalanmamızın sadece 9 saat sonrasında, başkent dahil 5’inci şehirdeydik. 9 saatte 5 kent...

**

İzmit’ten İzmir’e giderken, uçakta yaklaşık 40 dakika uyuyan Başbakan Davutoğlu, İzmir’de önce sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle buluştu, ardından da biz, gezisini izleyen gazetecilerle.

Konakladığımız otelde, Davutoğlu ile röportaja oturduğumuzda saat gece yarısına yaklaşmıştı.

Başbakan, böyle bir günün sonunda şaşırtıcı şekilde dinamik ve dinç görünüyordu.

“Yorulmadınız mı” diye sorduğumda, enerjisini meydanlardaki halk kitlelerinden aldığını söyledi.

Yıllardır takip ettiğim her siyasetçinin verdiği yanıttır bu.

Anlayamamakla birlikte, demek ki gerçek dediğim durum...

Meydanlar ve çevresi

Karabük, Adapazarı, Kocaeli ve İzmir...

2 gün içinde 4 miting izledim.

Daha öncekiler gibi bu 4 durağın hepsinde gördüğüm şu oldu.

Meydanda toplanan kalabalık ile miting alanını çevreleyen sokaklarda günlük yaşamına devam eden insanların gündeme bakışları arasında bariz farklar var.

Meydana gitmeyip, kente gelen siyasetçiyi uzaktan dinlemeyi tercih eden vatandaş, seçim kampanyalarının yarattığı görüntü ve ses kirliliğinden pek memnun değil.

Meydan mitingleri, düzenleyen partinin o ildeki teşkilatı ve seçmenlerini belli ölçüde motive ediyor, bu doğru. Ancak, başka partiye oy verecek olanlar ile siyasetçilerin ve siyasi partilerin tümünü aynı gören kesime pek fazla bir şey ifade etmiyor. Bu durum açıkça görülüyor. Kaldı ki, meydanı dışarıdan izleyenler bu duygularını gizlemiyorlar da.

Mitingdeki yeni TIR

Başbakanlık Basın Başmüşaviri Osman Sert eski bir muhabir.

Gazetecilerin çalışma koşullarını, ruh hallerini, beklentilerini bilen biri yani.

Miting meydanlarına kurulan ‘Basın Tırı’ da bu bilgi birikiminin ürünü. Kameralar için tenteli, gölge bir düzenek...

Üzerinde yüründüğünde sarsılmayan bir platform...

Muhabirlerin hepsine oturacak sandalye...

Meydanda kablosuz internet hizmeti...

Yiyecek, içecek imkanı vs...

Başbakan’ın konuşmasını yaptığı kürsünün bulunduğu tıra yandan bakan, meydana hakim, girişi ayrı, rahat bir çalışma ortamı sağlanıyor medyaya Ak Parti’nin mitinglerinde.

Medeni, olması gereken, hatta geç bile kalınmış bir uygulama...

Ama geç de olsa, güzel olmuş. Meslektaşlarım adına olumlu bir işe imza atmış Osman Sert ve ekibi.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.