Şampiy10
Magazin
Gündem

Dolmabahçe neydi ne değildi?

“Silahların bırakılması ve sorunların siyasetle çözümünde, her iki siyasi parti de orada kendi yaklaşımlarını ortaya koydu. Yani orada o 10 maddelik HDP’nin ortaya koyduğu metin, HDP’nin kendisine ait deklarasyondu. Orada Sayın Yalçın Akdoğan da bu meselenin çözümüne dair bizim bakış açımızı paylaştı. Daha sonra bunu şöyle gösterdiler; sanki o 10 madde üzerinde bir mutabakat oluşmuş, sanki bu mutabakata bir imza atılmış gibi bir algı oluşturdular. Hayır, olan şu: İki siyasi partiden biri, bu sorunun çözümüne dair kendi yaklaşımını ortaya koydu ve siyasete vurgu yaptı. Diğer taraftan hükümet de bu konunun çözümüne dair kendi perspektifini ortaya koydu.” Bunlar, Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal’ın, güncel ‘Dolmabahçe toplantısı’ tartışması ile ilgili sözleri.

28 Şubat 2015 tarihinde, İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan toplantı yaklaşık 14 ay sonra yeniden siyasetin gündeminde.

O gün, o salonda bulunan 7 kişiden biri de dönemin Ak Parti TBMM Grup Başkanvekili Mahir Ünal’dı.

Bugün Kültür ve Turizm Bakanı olarak hükümette yer alan Ünal, dün sabah bazı gazetelerin Ankara Temsilcileri ile kahvaltılı bir basın toplantısında bir araya geldi.

‘Sürekli bu çağrı yapılıyor’

“Şu anda terörle mücadele güçlü bir şekilde devam ederken, örgütün silahları bırakması için de bir çalışma yürütülüyor mu derseniz... Zaten silahlarını bırakmaları için ve TBMM çatısı altında Türkiye’nin bütün meselelerinin konuşulması için sürekli olarak bu çağrılar yapılıyor.”

Bir mutabakat yok, iki farklı açıklama var

Bakan Ünal, bizzat yer aldığı o toplantı merkezli tartışmaya şu ifadelerle katıldı:

- Sayın Cumhurbaşkanımız dün (önceki gün) Adana’da söylediği gibi... Orada bir mutabakat yok. İki Siyasi partinin “silahlara hayır” diyen ve “demokratik siyasete evet” diyen iki farklı deklarasyonu vardı orada. Yani HDP orada demokratik siyaset konusunda bir deklarasyonda bulundu. Hükümet adına da Başbakan Yardımcısı Sayın Yalçın Akdoğan da siyaset kurumunun sorun çözücü olarak demokrasinin asli unsuru olduğunu vurgulayan bir konuşma yaptı. Dolayısıyla orada bir mutabakat metni ve bir mutabakat olmadı. Bir mutabakat metni imzalanmadı, ortak bir metin söz konusu olmadı. İki siyasi partinin siyaset kurumunun sorun çözücü olarak önemine vurgu yapan iki farklı açıklaması vardı. Buradan bir mutabakat çıkarmak ve bu mutabakat üzerinden de kendi sorumluluklarını yerine getirmeyenlerin Ak Parti’yi mahkum etmeye çalışması son derece yanlış.

- Dolmabahçe’deki HDP deklarasyonun amacı silahların bırakılmasıydı. Ancak deklarasyondan sonra bunun olmayacağı görüldü ve bu amacını kaybetti. Terör örgütü ve HDP tarafından siyasetin bu hamlesi anlamsızlaştırıldı. Bize veya Sayın Cumhurbaşkanımıza zaman zaman deklarasyonu yok sayma eleştirisi yapıyorlar. Bunu yok sayan Sayın Cumhurbaşkanımız değil, eylem ve söylemleriyle HDP ve terör örgütüdür. Diyorlar ki, “Cumhurbaşkanı, Dolmabahçe’de masayı yıktı, ondan sonra da bu çatışma süreci başladı”... Bu söylemin amacı, PKK terör örgütünün eylemlerini perdelemektir.

- Şimdi orada bir şeyi gözden kaçırmayalım. Dolmabahçe toplantısından 45 dakika sonra Selahattin Demirtaş’ın açıklamalarına bakın. Bu bir siyasi sosyal süreçti. Demokratik siyasetle silahın bir arada olamayacağı bir süreçti. Silah bırakmaya yanaşmadılar. Böylece Dolmabahçe anlamını kaybetti. Silahtan ve ölümden yana olan örgüt bir manipülasyonla bunun sorumluluğunu Cumhurbaşkanımıza yükledi.

- Dolmabahçe’de HDP’nin deklare ettiği 10 maddeye onlar tarafından gerçek anlamda inanılsaydı zaten siz orada oturacaksınız, demokratik siyaset diyeceksiniz, sonra da demokratik siyasetin alternatifi olarak silahı ve ölümü tercih edeceksiniz.

Bugün geriye dönüp bakınca...

- Geriye dönüp baktığımızda şunu görüyoruz: Bu konuda hükümetimizin sorunu çözmek için ortaya koyduğu bütün iyi niyetin, bütün olumlu yaklaşımların ciddi anlamda istismar edildiği açık bir şekilde görülüyor .

- Konunun bir de şu yönü var: Eğer çözüm sürecinde bölge insanı o rahatlığı, o huzuru yaşamamış olsaydı ve siyaset kurumunun gerçek anlamda sorun çözücü gücünü 3 yıl boyunca hissetmemiş olsaydı, terör örgütüne belki destek verebilirdi ama bugün artık bölge halkı ne diyor? “Ben sizi seçtim, Meclis’e gönderdim, siyaset kurumu orada. Siz orada neden beni temsil etmek yerine silaha, şiddete, ölümlere başvuruyorsunuz” diyor. Dolayısıyla evet çözüm süreci bugün bölge halkının terör örgütünün yanında yer almasını engellemiştir. Bu yönüyle son derece faydalı olmuştur.

- Örgüt, bu süreci sürekli olarak istismar etti. “Çekiliyorum” dedi, Gezi olaylarını görünce çekilmeyi durdurdu. 17-25 Aralık’ı gördükten sonra hepten bakış açısını değiştirdi. Suriye ile birlikte zaten tamamen süreçle ilgili yaklaşımını adeta sürecin ruhuna yani HDP’yi kastederek söylüyorum, sürecin ruhuna ihanet noktasına getirdiler. Dolmabahçe’yi bugün bahane olarak kullanıyorlar ama zaten süreçte hiçbir zaman HDP kendi özgür iradesiyle yani siyasetin ve seçmenin kendilerine emanet ettiği irade ile hareket etmedi.

Süreç tekrar canlanır mı?

- Şimdi bakın zihnimiz şöyle çalışıyor. Çözüm deyince şöyle düşünülüyor, süreç ne zaman başlar? İşte dağ ile konuşulursa, İmralı ile konuşulursa süreç başlar. HDP ile konuşulursa süreç başlar gibi düşünülüyor. Ben de diyorum ki, bu süreçte yani 20 Temmuz’dan sonra hem HDP hem de örgüt, tam da sorunun kendisi haline geldi. Geçmişte bu sorunun çözümü, silahların bırakılması için örgüt belki taraf olarak düşünülebilirdi ki MİT silahların bırakılması için görüşmelerinde örgütle görüştü. Ama şu an hem HDP hem örgüt bizzat sorunun kendisi haline geldi. Bu önemli bir şey. Artık şehirlere gittiklerinde insanlar onları sorunun bizzat kendisi olarak görüyorlar. Şu anda bölgede, siyasette bir HDP sorunu var ve maalesef bir de PKK sorunu var bölge insanı için.

- Çözüm süreci dediğimizde, sadece MİT’in terör örgütü ile görüşmesini anlamak yanlış olur. Ya da çözüm sürecinden, sadece demokratikleşmeyi anlamak da yanlış olur. Çözüm süreci son derece entegre bir stratejinin kimi zaman demokratikleşme olarak, kimi zaman toplumsal taleplerin TBMM tarafından yasal zeminde karşılanması olarak, kimi zaman güvenliğin sağlanması, kimi zaman terörist saldırıların önlenmesi şeklinde devam etti. Ama çözüm sürecinin faydalarından bir tanesi de neydi? Silahların bırakılmasıydı. Silahların bırakılması ayağında kiminle konuşuldu? Silah kimin elindeyse onunla konuşuldu. Çözüm süreci tek başına silahların bırakılması için istihbaratın terör örgütü ile konuşması değildi. Ekonomik, sosyal, kültürel çabalar entegre şekilde yürütüldü.

Yazının devamı...

‘Yargı hemen Meclis’ten vekilleri götürmez’

Başbakan Davutoğlu, dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili, “Burada da yargıya güven duymak lazım. Türkiye 90’lı yıllarda değil. Yargının hemen buradan hareketle tek tek milletvekillerini Meclis’ten götürmesi gibi bir durum olmayacağına eminiz...” dedi.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Strazburg’ta gazetecilerin terörle mücadele, göçmen sorunu, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması konularında sorularını yanıtladı.


Yaşlı kedi, genç kedi...

- Dokunulmazlıklar için Meclis’ten nasıl bir sonuç çıkar sizce? Malumunuz fire ihtimalleri konuşuluyor. Bir de HDP’nin konuya ilişkin tutumu hakkında neler söylersiniz?

“İki şeyi önemsiyorum. Birisi, 7 Haziran’dan sonraki Meclis Başkanlığı seçimi. Psikolojinin sarsıldığı bir ortamda, Meclis Başkanı 258 ile seçildi. Ak Parti tek bir fire vermedi. İkincisi ‘Ak Parti dokunulmazlıkların kalkmasından korkar, istemez’ dendi. O kadar olumsuz propaganda yapıldı. Arkadaşlara ‘316 imza istiyorum’ dedim. Elhamdülillah, 316 imza firesiz.

Bizim böyle hamle yapmamızı beklemiyorlardı, hamleyi yaptık. CHP önce olumlu gibi davrandı. Teklifler gönderdi. Sonra destek vermeyeceğiz dedi. Bizim ısrarla üzerine gideceğimizi düşünmediler. MHP, niye bunu saptırıyorsunuz dedi. Biz, yola devam edince, bu sefer arkamızdan gelmek zorunda kaldılar. Onun acısını çekiyorlar şimdi. Ben bizim çocuklara anlatırım bazen, (yanlış yorumlanmasın da) Yaşlı kedi, genç kediyi görmüş. Genç kedi, kendi kuyruğunu yakalamaya çalışıyormuş, yakalamak istedikçe kuyruk dönüyor haliyle yakalayamıyormuş. Yaşlı kedi demiş ki, ‘bak evlat, ben bunu hayat boyu yaptım, kuyruğumu hiç yakalayamadım, ama ben ne zaman doğru bildiğim yolda yürüdüysem o (kuyruk) hep benim arkamdan geldi. Bunlar siyaseti kuyruk yakalama gibi görüyorlar.”

‘90’lı yıllarda değiliz’

- İki soru: Geçen gün Ahmet İyimaya söyledi, ‘Gizli oylama, gizli olmazsa yaptırımı yok’ dedi. Gizli oylama gizli olarak kalacak mı? İkinci sorum: Şöyle bir söylenti var: Mevcut teklife milletvekilleri gözaltına alınamaz, tutuklanamaz ama soruşturulur gibi bir cümle eklenmesi söz konusu mu?

“Anayasa gizli oy demişse buna sadık kalmak lazım. En sağlam disiplin gönüllerde sağlanan disiplindir. 316 vekilimizin destek vereceğinden eminim. Kimsenin başına denetleyici otorite koymayız. Bizim partinin ortak vicdanına ve ortak disiplin anlayışına hep güvenmişimdir.

Evet, o konu gündeme geldi, gözaltı olmaksızın vesaire... Burada da yargıya güven duymak lazım. Türkiye 90’lı yıllarda değil. Yargının hemen buradan hareketle tek tek milletvekillerini Meclis’ten götürmesi gibi bir durum olmayacağına eminiz ama yargıya da sınır getirmenin doğru olmadığı sonucu çıktı istişarelerimizden. Dokunulmazlıkların kaldırılması bir hakkın elinden alınması değil, sadece yargılanmasına izin verilmesi. O milletvekili suçlu ilan edilmiyor. Yargının önünü açıyoruz sadece, suçlu mu değil mi, gözaltına alınması gerekiyor mu gerekmiyor mu ona biz karar verecek değiliz. Yargının hukuka uygun tavır alacağı konusunda itimat etmek lazım. Yasama yargının önünü açıyor, yargı da eminim yasamanın aldığı karar doğrultusunda kendi görevini yapar. Türkiye’nin imajı bakımından da hassasiyetleri gözetir diye inanıyorum.”

‘Dil değişimiyle yumuşama olmaz’

- Çözüm sürecine dair bir soru: Kandil’den, PKK terör örgütünün Avrupa yöneticilerinden vitesi düşürür tarzda söylemler geliyor. Dozaj düşürüyorlar gibi. Çözüm süreci bakımından bir şey ifade ediyor mu bu? İki, Diyarbakır’a ziyaret yaptınız, havalimanı açılışı ertelendi gibi.

“Silahlar bütünüyle terk edilip, magmaya gömülene kadar operasyonları devam ettireceğiz. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Kimse operasyonların durması gibi bir beklenti içinde olmamalıdır. Zannediyorlar ki, dil değişimi ile bizim irademizde yumuşama olur, hayır. Silahları terk edecekler, tümüyle terör son bulacak. Türkiye’de parlamentoda her şey konuşulur. Bunlar şimdi hatalarını anladıklarını ifade ediyorlar, hendek siyaseti yanlıştı, diyorlar. Günaydın! Biz bunu kendilerine daha önce çok anlattık. Bırakacaklar silahı. Bunun karşılığında operasyonlar dursun demenin de anlamı yok. Böyle netice alınmaz. Terörle mücadele tek bir terörist kalmayıncaya kadar sürer.”

23 Nisan çocukları...

Başbakan Davutoğlu, 38. TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği’ne katılmak üzere 20 ülkeden gelen çocuklarla buluştu. Başbakan Davutoğlu ve eşi Sare Davutoğlu, kendi ülkelerinin yöresel kıyafetleriyle gelen çocuklarla tek tek tokalaştı, sohbet etti ve fotoğraf çektirdi. Dünya çocuklarıyla buluşma etkinliğinde, “yakın koruma polisi” olarak Muhammed Emin Yıldız ve Ece Turan isimli iki çocuğa görev verildi.

‘Anayasa için referandum’

- Anayasa ile ilgili olarak nasıl bir takvim var. Anayasada değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek konularla ilgili bir tartışma da söz konusu...

“Anayasa reformunu bir yıllık takvimin içine koyduk. Altı ay komisyonun çalışacağını düşünmüştük. CHP yüzünden akamete uğrayınca, ritmi hızlandırdık. O günden bugüne de 6-7 kez benim yönettiğim toplantılar yaptık. ‘Şimdi yazım aşamasına geçeceğiz’ dedik. Bir taraftan toplantılara devam ediyoruz bir taraftan da yazım için heyet oluşturduk. Üç ana başlık var: Bir, Anayasanın gerekçesi. Diğeri Anayasanın ruhu dediğim temel hak ve hürriyetlerle ilgili kısım. Üçüncüsü Anayasanın iskeleti dediğim, yönetim sistemi ile ilgili kısım. Son karma heyet toplantısında birinci kısım ile ilgili hususları belli bir olgunluğa getirdik. Biraz da demlenmeye bırakmak lazım. İnsanların bunu düşünmesini temin etmek lazım. Önümüzdeki hafta MKYK’da da konuşuruz, partinin organlarında belli bir noktaya gelir. Sonra temel hak ve özgürlüklerle ilgili fikri temrinlere başlıyoruz. Aylar içinde bunları kamuoyu ile paylaşırız. Kamuoyunda da olgunlaşır. Hazmederek bir yol alınır. Optimum zamanlama önemli. Ne adım atmama gibi bir töhmetin altında kalırız ne de aceleye getiririz. Belli bir olgunluk içinde yürütürüz...”

- Sonbaharda Referandum söz konusu olur mu?

“Cumhurbaşkanı 367’yi geçtikten sonra da referanduma gönderebilir. Öyle olsa bile referanduma gitmesi gerektiği kanaatindeyim. Referandum için takvim vermek, Meclis aritmetiğine sahip olmakla mümkün. Benim 316 ile, meclis aritmetiğine sahip olmadan referandum için tarih vermem birileri ile pazarlık yapıyorum anlamına gelir. Biz vazifemizi yapar bunu Meclis’e sunarız, Meclis takdir eder. Diğer partilerin de olumlu yaklaşmasını sağlamaya çalışırız.”

‘İyi, suç işleyeyim!’

“Kılıçdaroğlu ile bir CHP sözcüsü aynı şeyi kullanmış: ‘Başbakan kendisini olmadığı şeye hodri meydan diyor!’ Ne yapayım yani, önce suç işleyip sonra mı dokunulmazlığı kaldırayım, böyle saçma şey duymadım. Fezlekemin olmaması da suç oldu! İyi, suç işleyeyim, eşit duruma gelelim!”

Vize muafiyeti olmazsa geri kabul olmaz!

- Vize muafiyeti ve geri kabul anlaşması noktasında AB ülkelerinin taahhütleri ile ilgili son zamanlarda olumsuz sinyaller var deniliyor. Hükümet cephesine ilişkin bu tür iddialar var. Bu anlaşmanın tam anlamı ile yürümesinin önünde engel var mı?

“Hiçbirimizde olumsuz algı yok. Olan şey ne? Bir Alman gazetesinde çıkan bir haber. Herhangi bir Avrupalı yetkilinin de kullandığı olumsuz bir ifade yok. O çıkan haber üzerine bunlar söylendi. “If” diye (eğer) başlayan bir soru... Eğer, Avrupa taahhütlerini yerine getirmezse Türkiye ne yapacak dendiğinde.. Bu karşılıklı taahhüttür. Biz de kendi taahhütlerimizi yerine getirmeyiz demekten başka geriye bir şey kalmaz. Böyle bir şeye ihtimal vermiyorum. Çok iyi hesap edilmiş bir eylem planı uygulanıyor. Aksama yok. Onlar vize muafiyeti vermezse, geri kabul anlaşmasını uygulamayacağız demektir. O zaman da mesele eski haline döner. Vize muafiyeti olmazsa sadece Türkiye kaybetmez herkes kaybeder. Herkesin kazanması tek yolla olur; onlar vize muafiyetini, biz de geri kabulü uygulayacağız.”

Chopin çalmayacak

- Şehit cenazelerinde Chopin yerine tekbir talepleri var malumunuz... Bu konuda bir değişiklik olacak mı?

“Diyanet İşleri Başkanımız ile bunu konuştuk, bizim de zihnimizde yara olan bir husustur. Başbakanlık Müsteşarımız Kemal Bey’e bu konuda çalışma yapma talimatını verdim, ilgili kurumlarla istişare edilecek. Bu merasimlerin milletimizin duygularına inanç dünyasına hitap eder tarza getirilmesi için bir çalışma yapılacak. Döndüğümüzde bana bilgi verecekler, ondan sonra atacağımız adımı kararlaştırırız.”

Yazının devamı...

Stratejik bakabilen için çok doğru zamanlama

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak Demirören Grubu’nun Total Türkiye’yi satın alma operasyonunu değerlendirdi: Türkiye ekonomisine güven adına gayet olumlu bir resmi ifade ediyor. Dünyada varlık değerleri alt düzeyde. Satın alma noktasında doğru bir zaman

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, dün bazı gazetelerin Ankara temsilcileri ile basın toplantısında bir araya geldi. Bakanlık binasının bahçesinde, bir buçuk saatten uzun süren toplantıda Albayrak hem görev alanındaki kritik başlıklarla ilgili hem de genel siyasete dair önemli açıklamalar yaptı. Total Türkiye, Demirören Holding tarafından satın alındı. Demirören’in 325 milyon euro, yani 1 milyar TL’nin üzerindeki bu alımı; hem Türkiye ekonomisi ve güven anlamında hem de sektör açısından Bakan Albayrak’a ne ifade ediyor? Bu tür büyük alımların devamı gelir mi? Berat Albayrak’ın bu konudaki değerlendirmeleri dikkat çekici:

ÇOK OLUMLU BİR RESİM

- Gayet olumlu bir resim ifade ediyor. Yerli veya yabancı olması değil, Türkiye’deki yatırımların mevcut talep içerisinde olumlu bir seyirle el değiştiriyor olması, istikrarlı bir şekilde el değiştiriyor olması bizim için önemli ve olumlu baktığımız bir resim. Şu an itibarıyla piyasada yerli-yabancı birçok enerji varlığıyla alakalı müzakereler var. Yani bu, son imzaları atılan Total-Demirören anlaşmasından başka görüşmeler de devam ediyor. Bunların her biri neticelendikçe hem piyasaya hem de genel manada Türkiye ekonomisine güven konusunda amaca çok daha fazla hizmet edecek.

- Süreçte satmayı düşünenler olduğu gibi almayı düşünenler de çok ciddi anlamda var. Ben hep şunu söylüyorum, bugün dünyada enerji piyasalarında varlık değerlemesi çok ciddi bir şekilde alt düzeyde. Bugün aslında stratejik bakan birçok yatırımcı açısından satın alma noktasında doğru bir zaman. Hakikaten uygun fiyatlara, enerji varlıklarını almak için, sadece Türkiye’de değil bölgede almak için, doğru bir zaman olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu tip gelişmeler mevsimsellik gibi... Değeri bazen düşer, bazen artar ama dünyada hep inişli çıkışlı bir seyirdedir. Şu anda enerji piyasasında düşüş trendinin olduğu bir iklimdeyiz. Birkaç yıl daha böyle süreceğinden hareketle; petrol fiyatları, enerji fiyatları, yatırımlar vs. açısından, yerli yatırımcılar için doğru bir zaman.

Pozitif bakıyoruz

- Tabii biz, yerli sermayeye pozitif ayrımcılık anlayışıyla bakıyoruz. Türkiye’deki yerli sermayenin, sadece Türkiye’de değil bölgede de daha fazla yatırım imkanını takip etmeleri, değerlendirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Türkiye, önemli bir ülke. Bölgesi için önemli bir ülke. Devleti olduğu kadar özel sektörüyle de tüm bahsi geçen sektörlerle etkin bir oyuncu olması lazım. Onun için hep söylüyorum hakikaten kriz dönemleri büyüme için yeni fırsatları değerlendirip aradaki farkı kapatmak için, ekonomiyi, bilançoları büyütmek için ciddi şanslı dönemler diye bakmak lazım.

5 YILDA ÇOK BÜYÜK YATIRIM YAPILACAK

BERAT Albayrak, önümüzdeki dönemde ciddi yatırımlar yapılacağını belirterek şunları söyledi:

- Dünyada enerji endeksi gelişmişlik endeksiyle paralellik arz eder. Ekonominiz ne kadar büyürse, ülkenin gelişmişlik katsayısı da o kadar büyür. Kurulu kapasitemizi 13 yılda 33 binden 73 bin megavatın üzerine taşıdık. En az 50 bin megavat daha eklememiz gerekiyor 10 yılda.

- Türkiye’deki en büyük sıkıntı, şebeke alt yapısının durumu. Sistem, şebeke alt yapısı çok eski. Bundan 30-40 önceki nüfusa ve elektrik talebine göre yapılmış. Bugün nüfus 80 milyon, 73 milyon megavat kurulu kapasitemiz var. Mevcut şebeke iki şeritli, çok çukurlu bir yol gibi. Bunu 4-5 şeride dönüştürüp yeni asfalt dökerek, ciddi şekilde yenilememiz gerekiyor.

- Elektrikle ilgili dağıtım sistemi, çoğu özelleştirerek özel sektöre devredildi. Son bir kaç yılda yaşanan süreçler, dolarda yaşanan grafik, sektörde farklı sıkıntılar oluşturdu. Bugüne kadarkinden farklı bir mekanizma ile denetim ve müşteri memnuniyeti anlamında, 21 dağıtım bölgesine, performansa dayalı bir sistem getirelim istedik. 21 dağıtım bölgesinde önümüzdeki 5 yılda 18 milyar TL yatırım yapılacak. TEİAŞ’ın ise ana omurgasındaki yatırımlarla ilgili bu yılın bütçesi 2.5 milyar TL.

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ OLMAZSA OLMAZ

Berat Albayrak, “Türkiye’de bir rejim sorunu yok, Türkiye’de bir sistem sorunu var. Türkiye sisteme dayalı çözüm istiyorsa bunun yolu da yeni Anayasa’dan geçiyorsa, Anayasa değişikliği olmazsa olmaz” dedi.

TÜRK EKONOMİSİNE VE GELECEĞİNE OLAN İNANCIN GÖSTERGESİ

Demirören Holding ile Fransız Total arasında devam eden Total Türkiye’nin satış süreci geçen hafta atılan imzalarla tamamlanmıştı. Türkiye enerji sektörünün LPG devi Milangaz bünyesine katılan Total Türkiye ile birlikte Demirören Grubu, Türkiye’nin her bir köşesine yayılan 1.200 istasyona ulaştı. 325 milyon euro’luk bu satın alma işlemi, 2016 yılındaki yerli sermayeli en büyük ve en önemli alımı olarak da kayıtlara geçti. Demirören Holding’in Türkiye ekonomisine ve geleceğine olan inancının göstergesi olan bu satın alma ile grubun enerji alanındaki cirosu 3 kat artarak 10 milyar TL sınırına dayandı.

YENİ KÖMÜR YASASI İÇİN ÇALIŞMA BAŞLADI

Bakan Albayrak, kömüre dayalı birçok ülkede başlı başına kömür yasası olduğunu belirterek, “Biz de çalışma başlattık. İşin güvenlik tarafıyla dünyadaki en yüksek standartları esas alıyoruz” dedi

- 5 aylık süreçte çok yoğun bir mesai harcadık ve bu kışı kazasız belasız, önemli bir kriz yaşamadan geçirdik. Ortalama yüzde 5 büyümeye paralellik arz eden enerji büyümesi gerçekleştirdik.

- Enerji kapasitesinin artırılması ve bunun yanında enerji alt yapısının da iyileştirmesi gereken bir süreçteyiz. Kısa, orta ve uzun vadeli yapılması gerekenlere ilişkin bir plan hazırladık. Türkiye’nin 2023 vizyonu çerçevesinde, enerji arz güvenliği açısından önemli projelerimiz olacak.

- Türkiye bölgesinde yaşanan sıkıntılardan ciddi etkilenen bir ülke. Bunun yanında bölgesinde bu krizi en iyi yöneten ülke. ABD’li paydaşlarımızla konuştuğumuzda, ‘İstikrarsızlık Türkiye’yi nasıl etkiler’ dediklerinde şunu söylüyorum: Türkiye, 13 yıldır bu resimle karşı karşıya. Irak’la başladı, Suriye ile devam etti. Biz bunlara alışığız.

- Kömüre dayalı enerji yatırımları konusunda bilinen bazı sıkıntılar var. Afşin Elbistan mesela... Optimum bir çözüm bulmaya çalışıyoruz. 95’ten bu yana süregelen bir süreç. Afşin A konusu yargıda. Muhataplarla tekrar oturup konuşacağız.Ortak bir menfaatte buluşabilirsek çözeceğiz.

Çantacıları ayıracak

- Yatırımcı geldiğinde çok net bir şekilde şunu görmek istiyor. Ben girdim aldım ama beni Ankara kapılarında süründürmeyin, bekletmeyin, oradan oraya koşturmayın. Biz mümkün olduğunca izinler noktasında bir çok konuyu çözüp kamu olarak tabiri caizse kılçıksız bir şekilde yatırımcıya sunalım istiyoruz.

- Yenilenebilir enerjide ciddi hazırlıklarımız var. Çok fazla lisans başvurusu var. Enerjiyi kısa yoldan zengin olma aracı olarak gören, çantacı dediğimiz profilden ayırıp daha ciddi bir profilde yatırımcıya dönüştüreceğiz. Küçük yatırımlar yerine orta ve büyük ölçekli yatırımları yönlendireceğiz.

- Dünyadaki birçok ülkede kömüre dayalı ülkelerde maden yasası değil, başlı başına bir kömür yasası var. Biz çalışmayı başlattık. Mevcut yatırımlarda metan gazı drenajı dahil, iş güvenliği ve işçi sağlığı dahil kömür üretimi konusunda müstakil yasa hazırlıyoruz. İşin güvenlik tarafıyla ilgili dünyadaki en yüksek standartları esas alıyoruz. Meclis’in gündemi uygun olduğunda yasayı gündeme taşıyacağız.

Yazının devamı...

O salonda yaşananlar

Fransa’dayız, Strazburg’da...

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde (AKPM) konuşmasını tamamladı, ardından da soru - cevap faslına geçildi.

Türkiye Başbakanı’na soru yöneltmek için kaydolmuş Avrupalı siyasetçiler sırayla

Yunanlı, İsveçli, Lüksemburglu ve Norveçli kadın Parlamenterler...

Son olarak da, Ankara’dan tanıdık bir sima... HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü.

***

Yabancı parlamenterlerin soruları, Avrupa’nın Türkiye’ye bakışını özetler nitelikte aslında.

Türkiye’nin gündemindeki sorunlu başlıkların soru olarak gelmesi gayet doğal.

Ankara’nın yaptıklarının değil eksiklerinin konu edilmesi, hatta eleştirilmesi de öyle.

Fakat sorulara hakim olan jargon ve üslup, niyetin üzüm yemekten ziyade bağcıyı dövmek olduğunu net şekilde ortaya koyuyor.

Ve üzücü olan, bu durumun artık şaşırtıcı olmaktan çıkması. Avrupa adına üzücü olan bu.

Mesela dün, Norveçli parlamenter Davutoğlu’na sorusunu sordu, yerine oturdu ama yanıtı dinlemedi.

Başbakan Türkçe konuşurken, onun çeviri kulaklığı kulağında değil, masanın üstündeydi.

***

Avrupalıların eleştirel yaklaşımından rahatsızlık duymayan, aksine bu tavrı olumlu manada önemseyen ciddi bir kitle vardı Türkiye’de.

Ancak bu geleneksel tavrın yerini çifte standartlar ve önyargılar aldıkça, benim de içinde yer aldığım o kesimin bile bakışı değişti ister istemez. Açık, pervasız, kaygısız şekilde sergilenen sabit fikir ve çifte standartları yüzünden Avrupa Birliği’ne duyulan saygı yıllar içinde ciddi oranda zedelendi.

AKPM Genel Kurul Salonu’nda dün şahit olduğum tablo da bu gerçeği teyit eder nitelikteydi doğrusu.

***

Ve Ertuğrul Kürkçü...

İşi soru sormak olan biri olarak sadece birkaç cümlem var.

Hedef, Türkiye’de yaşanan acıların son bulmasına katkı vermek değil, sadece ülkesinin başbakanını, uluslar arası bir zeminde - kendince - köşeye sıkıştırma çabası olunca soru böyle soruluyor işte.

Böyle soru sorarsanız, öyle bir cevabı da göze alacaksınız.

Kürkçü farkına vardı mı bilmem ama Davutoğlu’nun ona verdiği sert yanıtı, hemen yanında oturan Avrupalı parlamenter bile alkışladı.

Yazının devamı...

Hacettepe’de yeni dönem

“Ben Hacettepe’nin artık paralelle, yamukla, dörtgenle değil; inovasyonla, bilimle, akademik özgürlükle anılmasını istiyorum ve bunun için çalışıyorum. Üniversitemizin DNA’sının hasar aldığı ortada ama biz bunu düzelteceğiz.”

Bu sözler, Türkiye’nin köklü üniversitelerinden Hacettepe’nin rektörü Haluk Özen’e ait.

Rektör Özen, üniversitenin DNA’sını bozan iki öncelikli faktörü, paralel yapı ve bununla bağlantılı yolsuzluk gündemi olarak açıklıyor.

**

Hafta sonu birkaç haberci, Prof. Dr. Özen ile birlikteydik.

39 sene önce tıp fakültesinden mezun olduğu Hacettepe Üniversitesi’nin rektörlük koltuğunda geçirdiği ilk üç ayda mesaisinin büyük kısmını geçmiş dönemden kalan sıkıntılı başlıklara harcamış yeni rektör. Bahsettiği konular yargıya taşınmış durumda.

Maddi olarak da pek iç açıcı değil Hacettepe’nin durumu. Haluk Özen, “Hacettepe Üniversite Hastanesi’nin borcu 292 milyon lira ve bütçe yönetiminde verimlilikle bir yere kadar mesafe alabiliriz ama mevcut sistemle borcumuzu azaltamayız, ancak dondurabiliriz” diyor.

**

Prof. Özen, şu konuların da altını çiziyor:

- 14 enstitüsü, bin 700 öğretim üyesi bulunan Hacettepe Üniversitesi’nin Bilimsel Araştırma Projelerine (BAP) ayırabildiği kaynak, 30-35 milyon civarında. Oysa bilimsel araştırma üniversitenin ana ekseni. Bu konuda diğer önemli zorluk da nitelikli öğrencilerin asistan olmak yerine özel şirketlerde daha fazla para kazanacakları işleri tercih etmesi.

- Üniversite hastaneleri konusu da ayrıca ele alınmalı. Bu hastanelerde eğitim, araştırma ve sağlık hizmeti birlikte sunuluyor. Ancak sağlık hizmeti eğitimin bir parçası olmalı. Yoksa sadece fıtık ameliyatıyla üniversite hastaneleri kâr edebilir ancak eğitim olarak ileri gidemez.

Böyle bir rektör olmak istemem ama ben bu filmi gördüm.

Ve güncel, kritik bir konu...

- Üniversitede hem personel hem de öğrenciler arasında iç barışı tesis etmek öncelikli görevlerimden biri olacak. Can ve mal güvenliğiyle, eğitim - öğretim özgürlüğünü engelleyenlere karşı durmak benim görevim. Üniversitede izinsiz flama, afiş, terör örgütüne müzahir kişilerin fotoğrafları asılamaz. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında yasak olan, bu ülke insanının önemli bir kısmını rencide eden poster, bayrak, flama sallandırılmasına izin vermeyeceğim.

- Esasen siyasetçilerin de bize yardımcı olması lazım. Halen genel başkanlık seçimiyle ilgili tartışmaların yaşandığı bir partimizde başkan adaylarından biri “Hacettepe Kandil’e döndü” diye bir beyanat verdi. Kendisini aradım. Üstelik akademisyen bir isim. “Bu sözünüz üzerine yarın sabah okula gelen öğrenci ne düşünür” diye sordum. Bu partimizdeki genel başkanlık yarışı işimizi kolaylaştırmıyor.

- Kampüse girişlerde araçlarda arama yapılıyor. Delici ve kesici aletler bulundu geçenlerde. Bir öğrencimizin bile zarar görmesini istemem. Böyle bir üniversite rektörü olmayı istemiyorum ama ben gençliğimde bu filmi seyrettim. Hatta biz bu filmde büyüdük. O zaman yaralılar için hastaneler bile ayrılırdı. Kimse kusura bakmasın, bir öğrencimin bile burnunun kanamasına izin veremem.

Aziz Sancar heyecanı

Haluk Özen devam ediyor...

- Biz Hacettepe’nin, farklı ve adına yakışan konular ile gündeme gelmesini istiyoruz. Bakın mesela, 17 Mayıs’ta Aziz Sancar, Hacettepe Üniversitesi’nin konuğu olacak. Tıp Fakültesi’nde 12 tıp adamının büstünün bulunduğu yere Aziz Hoca’nın da bir büstünü yaptırıyoruz. Bu tür akademik rol modellere çok ihtiyacımız var. Her yıl 2 öğrencimizi Aziz Hoca’nın yanına göndereceğiz.

- Kompozit doku nakli, karaciğer, kemik iliği nakli gibi alanlar üniversite hastanelerinin vitrinidir. Tıp Fakültesi’ndeki arkadaşlardan özel olarak istedim. Karaciğer nakline yeniden başlayabilmeliyiz. Geri ödeme kurulu olarak SGK’nın bu tür nakillere sağladığı destek, çok sayıda özel merkez açılmasını teşvik ediyor. Ancak bu işin öncelikli yapılacağı yer üniversitesi hastanesidir.

Yazının devamı...

Ağbal’dan önemli mesajlar

“Sene başındaki o olumsuz havadan kurtulduk. Küresel ekonomide esen ılık rüzgar bizi de rahatlattı. Global manada anormal negatif gelişmeler yaşanmazsa, önümüzdeki dönem daha da olumlu geçecek. İhtiyatı elden bırakmıyorum ama 2016 için gayet iyimserim.”

Değerlendirmenin sahibi Maliye Bakanı Naci Ağbal.

***

Uçakta önlü arkalı koltuklardaydık Bakan Ağbal ile.

Sohbetin çerçevesini, doğal olarak, Maliye Bakanı’nın görev alanındaki başlıklar oluşturdu.

Ortaya da, Naci Ağbal’ın piyasalara ve kamuoyuna yönelik mesajlarından oluşan işte bu yazı çıktı.

İyi gidiyor, iyi de gidecek ama...

Genel durum itibariyle rahatlamış, koltuğuna ısınmış, gidişattan memnun ve iyimser...

Maliye Bakanı Naci Ağbal hakkındaki izlenimimi böyle özetleyebilir, verdiği mesajları da başlıklar halinde şöyle sıralayabilirim:

- Önümüzdeki döneme gayet olumlu bakıyorum ama aynı zamanda ihtiyatlıyım. İhtiyatlı olmak bizim önemli bir gücümüz. Herşey iyi gidiyor diye bol keseden atıp tutacak, kamuoyuna, piyasalara toz pembe, popülist mesajlar verecek halimiz yok. Rahatlayıp gevşeyecek değiliz. Gerçekçi olmak zorundayız.

- Evet tamam, şu anda hava olumlu, büyük bir aksilik olmazsa bir süre daha işler yolunda gidecek, öyle görünüyor ama bizim daha çok işimiz var. Yapmamız gereken çok ev ödevi var. Hayata geçirmemiz gereken reformlar, çıkarmamız gereken yasalar var.

Genel hava belirleyici

- Global hava olumlu olduğunda yabancılar paralarını Türkiye’ye getirmekte tereddüt etmiyorlar.

Genel durum iyiyse, siz çok iyi olmasanız bile, kötü olmamanız yeterli oluyor. Ancak küresel ekonomik durum sıkıntılıysa, siz ne kadar iyi olursanız olun, yabancılar size gelmiyor. Global durumdan çok ciddi boyutta etkileniyor bizim ekonomimiz. Dünya ekonomisi iyiyse, ufak tefek sıkıntılara kimse bakmıyor. Ama genel durum gerginse, en küçük bir sorun bile bir anda büyütülüveriyor.

- Ocak ve Şubat’ın ilk yarısı piyasalar toz dumandı. Sonrasında ABD’nin pozisyonunu netleştirmesi, petrol fiyatları vb bildiğimiz gelişmelerin ardından dünya rahatladı.

- Türkiye olarak jeopolitik gündemin yarattığı konjonktürel sıkıntılarımız var. Bundan elbette mutlu değiliz, sevmiyoruz tabii ama bir yandan da artık alıştık bu duruma.

- Şubat ortası itibariyle olumluya dönen global ekonomideki hava bize de aynı şekilde, pozitif yansıdı. Bakın sene başında enflasyon hedefi konusunda piyasaların kafası karışıkken şimdi yüzde 8 hedefini herkes notladı.

- Döviz kurlarındaki düşüş, büyüme rakamları... Şu anda hava iyi yani. Hatta bahsettiğim bölgesel negatifliğin kaynağı olan Suriye, Irak ve Rusya konularında azıcık bir iyileşme olsa, turizm gelirlerindeki muhtemel düşüşe rağmen, 2016 yazını daha da güzel geçiririz.

Merkez’in yeni patronuna ilk mesaj

“ABD Maliye Bakanı’nın adını kimse bilmez ama Amerikan Merkez Bankası Başkanı’nı bütün dünya tanır” dedi Bakan Ağbal, Merkez Bankası’nın yeni başkanı hakkındaki sorum üzerine.

Maliye Bakanı haklı... Tanımak ne kelime, FED (ABD Merkez Bankası) Başkanı Janet Yellen’ın gözünün içine, iki dudağının arasına bakıyor bütün dünya.

Ve Murat Çetinkaya...

“Görüştünüz mü” diye sordum, “Henüz fırsat olmadı, görüşmedik ama yakında bir araya geliriz” dedi Ağbal. Sonra da bakın nasıl devam etti:

- Ben hep şunu söylüyorum, koltuğa oturmak değil önemli olan. O koltuktan nasıl kalktığınız...

- Piyasalar Murat Bey’in atanmasını olumlu karşıladı. Önemli olan bundan sonrası.

- İşin en önemli yanı, Merkez Bankası’nın istikrarı. Yani kararlarının istikrarlı olması. Ve tabii bundan bile mühimi, güven. En önemli konu, Merkez Bankası’na herkesin güven duyması.

Yazının devamı...

Hepimizin iç sesi aynı galiba

Özgecan Aslan’ın katili Suphi Altındöken, yatmakta olduğu cezaevinde öldürüldü. Babası ise yaralandı.

Cinayet ateşli silahla işlendi. Bir tabancayla...

Yüksek güvenlikli Adana Kürkçüler Cezaevi’nde, bir mahkum, bir diğerini tabanca ile vurarak öldürdü. İkinci bir hükümlüyü de yaraladı.

***

Olay üzerine Adalet Bakanlığı’nın başlattığı soruşturma sürüyor.

Silahın cezaevine nasıl sokulduğuna dair detaylar netleşmeye başladı.

Gelen ilk bilgiler, cinayetle sonuçlanan sürecin, “Sadece filmlerde olur” denilecek türden detaylar içerdiğini gösteriyor.

Silahın cezaevine nasıl sokulduğu, cinayetin nasıl işlendiği vb ayrıntıları, VATAN’ın konuyla ilgili haberinde okuyabilirsiniz. O yüzden ben burada tekrar etmiyorum.

***

Haber duyulduğundan beri hemen herkes, “İyi olmuş” diyor farklı ifadelerle.

Kimse üzülmüş görünmüyor Suphi Altındöken’in ölümüne.

Katil zanlısı için “Elleri dert görmesin” diyenler bile var.

Hatta dün birinden şu cümleyi duydum: “Katilin babası yaralı kurtulmuş. İnşallah hayatta kalır. Ölmesin ki, o da Özgecan’ın anne ve babası gibi evlat acısını yaşasın.”

***

Bu türden tepkilerin kaynağını oluşturan, ‘kısasa kısas’ anlayışı.

Aslında çok rahatsız edici, daha da ötesi, tehlikeli bir yaklaşım tarzı bu.

Lâkin söz konusu olan öyle bir olay ki, insan, ilke olarak karşı durması gereken ‘kısasa kısas’ reaksiyonunu bile kınayamıyor.

***

Dürüst olalım...

11 Şubat 2015 tarihine dönüp, henüz 19 yaşındaki Özgecan Aslan’ın başına gelenleri hatırlayınca; bugün katilinin ardından “Oh olsun” diyenlere kızabiliyor musunuz?

***

Tekrar ediyorum...

Elbette ilke olarak doğru değil.

Elbette çoğunluğun böyle düşünüyor olması, o duygusal ve tepkisel yaklaşımın haklı olduğu anlamına gelmiyor.

Elbette olması gereken, katilin öldürülmesi değil, yargı tarafından çarptırıldığı cezayı çekmesi.

Modern dünyada, hukuk devletlerinde olması gereken bu elbette.

Bunların hepsini biliyoruz. Kabul...

Ama sonuçta, insan da böyle bir varlık işte.

Eğitim ve medeniyet seviyesi fark etmiyor... Bütün farkındalıklarına rağmen, yeri geldiğinde duygularıyla yaşayan bir varlık insan.

Hele anne - babalar... Çocuk sahibi olanlar...

Özgecan’ın yerine evladını koyup, yaşananlara öyle bakan insanlar...

Kızabilir misiniz onlara?

Kınayabilir misiniz, eleştirebilir misiniz “Hak yerini buldu” diyen anne - babaları?

Kızsanız, kınasanız, eleştirseniz sonuç değişir mi?

***

Gerçekten zor bir durum...

İnsanın beyni ile yüreğinin çeliştiği, mantığıyla duygularının birbirine girdiği ama sonuçta duygularının galip geldiği bir durum.

“Olmaması gerekirdi” ya da “Tabii bu da üzücü” gibi cümleler kuran biriyle karşılaşsanız, ne denli inandırıcı gelir bu ifadeler size?

Zaten o cümleleri kuranlar da, bu sözlerinin devamına muhakkak bir “Ama”, “Fakat” eklemek mecburiyeti hissediyor.

Ne kadar nesnel yaklaşmaya çalışırsak çalışalım...

Hepimizin iç sesi aynı galiba.

Yazının devamı...

Dededen torunlara BEŞİKTAŞ...

İnönü’nün tribünlerinde ilk maçını 1949 yılında seyretmiş bir babanın oğluyum ben.

14 yaşındaymış babam o vakit.

Beni elimden tutup o tribünlere ilk kez götürdüğü sene 1977.

7 yaşımdaydım ‘mabed’in havasını ilk soluduğumda…

O tribünlerde büyüdüm ben.

Yağmurlarda çamurlarda, İstanbul’da deplasmanda…

***

Yıllar geçti; babamın oğlu olmakla birlikte, oğlumun babası oldum.

Ağaçlı Yol’dan büyük oğlum ile birlikte yürüyüp, onu ilk defa İnönü’ye götürdüğümde henüz 6 yaşına basmamıştı.

2008’de boynuz, bir kez daha geçmişti yani kulağı…

Sonra birlikte vedalaştık İnönü ile “Biz yine geleceğiz” diyerek.

Önceki gün de sözümüzü tuttuk, ‘evimize döndük’, yine baba oğul.

El ele, omuz omuza; hep kol kola…

***

Beşiktaşlı bir babanın çocuğu, Beşiktaşlı evlatların babası olmak…

Anlayan anlar, yaşayan bilir bunun nasıl bir güzellik olduğunu.

Tribündeki pankartlarımızdan belki de en özelidir, üzerinde “Sen babamdan kalan miras değil, evladıma olan borcumsun” yazan.

O pankartı ilk gördüğümde, ben büyük oğlumun bugün olduğu yaşlardaydım.

Bugün ise o vecizeyi hayata geçirmiş olmanın mutluluğunu yaşayan bir Beşiktaşlıyım.

Ne mutlu bana…

Teşekkürler baba, teşekkürler evlat, teşekkürler hayat !

***

Şimdi sırada, 4 yaşına gelmekte olan ikizler var… Yeni İnönü onları da bekliyor.

Ağabeyleri ile birlikte ellerinden tutup götüreceğiz inşallah onları da Dolmabahçe’ye. Ve anlatacağız onlara… Geçen yıllar içinde dönem dönem farklılaşanın Kartal Yuvası’nın sadece görüntüsü ve adı olduğunu. Ruhunun ise 1947’den bu yana aynı kaldığını ve hiç değişmeyeceğini.

İlk gün izlenimleri

Romantizmin ardından, realizm var sırada…

Önceki gün, yeni stadımızdaki ilk maçı izlemek için Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye akan binlerce Siyah Beyazlı’nın yaşadıklarını biliyorsunuzdur. İzdiham, itiş kakış, kısa süreli bir gerginlik ve polisin sulu biber gazlı müdahalesi…

Kulüp ve özel güvenlik şirketi yetkilileri ile emniyet mensupları arasında iyi bir koordinasyon sağlanabilmiş olsa, o manzaraların hiç biri ortaya çıkmazdı.

***

Bir de çoğunuzun görmedikleri var. En mühimi, stada giriş aşamasında, özellikle de son noktada yani kapılarda yaşananlar.

Özel güvenlik personelinden bazılarının, Passolig kartı ve dolayısıyla bileti olmayan bazı taraftarların turnikelerden kaçak girişine izin vermelerinden bahsediyorum.Parasını vermiş, biletini almış olanlar ile birlikte turnikeye bir anda giriveren birçok insan oldu kapılarda. Kimi rica minnet, kimi hoyratça, fiili durum yaratarak…

Elektronik ‘bir’ bilet okutuluyor ama turnikeden ‘iki’ kişi geçiyor adeta kucak kucağa. Kapıdaki özel güvenlik görevlisi ve polisler de bu duruma ses çıkarmıyor. Haksız şekilde ve yasa dışı biçimde içeri giren o korsan taraftar tekrar dışarı çıkarılmıyor.

Olacak iş mi?

Ülkede elektronik bilet uygulamasına geçilmiş, sporda şiddet ve düzensizliğin önüne geçilmesi için yasalar çıkartılmış, düzenlemeler yapılmış ama ‘insan unsuru’ bütün bu adımları bir anda anlamsızlaştırıveriyor.

Yazık…

***

Beşiktaş’ın yeni stadında, kapılardan kaçak girişlerin önüne kesinlikle geçilecek bir düzen kurulması şart. Yeni statta, eski tas eski hamam durumuna izin verilmemeli.

Ben, önceki gün şahit olduğumuz manzaraların ilk günün heyecan ve hazırlıksızlığından kaynaklı olduğunu düşünmek istiyorum. Sezon sonuna kadar iki maç daha var İnönü’de. Muhtemeldir ki aynı durum bu iki randevuda da yaşanacaktır. Ama gelecek sezonun başından itibaren, bu bahsettiğim tablo bir anı olarak kalmalıdır.

Beşiktaş’ın yeni stat projesiyle hedeflediği, sadece maddi kazanç değil çünkü. Olmamalı da…

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.