Şampiy10
Magazin
Gündem

Hıyanet gecesinin çarpıcı ayrıntıları

Fikir, planlama, hazırlık, yönlendirme, talimatlandırma, uygulama, propaganda, destek… ‘15 Temmuz cunta kalkışması’nın hangi aşamasında, hangi boyutunda, kimlerin nasıl bir rolü, ne kadar sorumluluğu varsa… Bu ülke, bu millet ve tarih; ‘15 Temmuz hıyaneti’ ile uzaktan yakından ilgisi olanların hiçbirini unutmayacak. Ve tabii affetmeyecek...

Önceki gecenin çok çarpıcı ayrıntıları var. Bazı ‘bilinmeyenler’i de…Ankara’dan başlayalım…

“Çekme kardeşim !”

Ankara semalarında alçak irtifadan uçan F-16’ların şehri sarsan sesleriyle başladı her şey.

Hava kararmıştı. Savaş uçakları kent merkezinin üstünde dönüp duruyor, herkes de birbirine “Ne oluyor” diye soruyordu.

Bir - iki telefon görüşmesinin sonunda Genelkurmay Karargahı’nda bir çatışma olduğu haberine ulaştım. Hemen ardından da haberin merkezine doğru yola çıktım.

Dikmen Caddesi’nden Kızılay yönüne ilerlerken sıra dışı bir durum çarpmadı gözüme… Emniyet Genel Müdürlüğü sağımda, Kara Harp Okulu solumda devam ettim.

Ardından, solda Sahil Güvenlik Komutanlığı ve hemen altında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, sağımda ise Türkiye Büyük Millet Meclisi…

Karşısı Genelkurmay…

Mavi kırmızı ışıklarla çevrelenmiş şekilde çıktı karargâh binası karşıma. Polis araçları ve ambulanslardan bir çemberin içindeydi Genelkurmay Başkanlığı.

Polis, kavşağı kapatmıştı. Sola, İnönü Bulvarı’na dönüş de yoktu, ileri Milli Müdafaa Caddesi’ne devam etme seçeneği de… Sadece sağdan Atatürk Bulvarı yönüne akıyordu trafik.

Yanımda, cep telefonu ile video kaydı yapan www.gazeteduvar.com yazarı meslektaşım ve eşim Özlem’e trafik polisinin bağrışı, ortamdaki gerginliğin en somut göstergesiydi: “Çekme, çekme ! Ne çekiyorsun kardeşim !.. Yürü, yürü… Devam et, çabuk !”

“Tatbikat yapılıyor” yalanı ve Org. Akar’ın alınışı

Sonradan öğrendim; “Karargâh’ta anormal bir durum mu var” diye arayan askeri personele, “Kapsamlı bir tatbikat var, merak etmeyin” cevabı verilmiş. “Gelmenize gerek yok, tatbikat planlandığı şekilde sürüyor” diye de eklenmiş.

Tatbikat yalanı ilk birkaç saat boyunca rahat hareket etmelerini sağlamış darbe girişiminde bulunan ekibin.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın cuntacılar tarafından nasıl ve nerede rehin alındığına dair konuşulanlar şöyle:

Saat 19.30 civarında, Genelkurmay Karargâhı yaklaşık 200 kişilik bir grup tarafından zapturapta alınıyor.

İddiaya göre, bir orgeneral, (NOT: Bir orgeneralin de bu sahnede yer aldığı iddiası kişisel olarak bana inandırıcı gelmiyor) bir askeri hâkim ve 4 ay önce Hulusi Akar tarafından Genelkurmay Adli Müşavirliği’nden alınan Albay Muharrem Köse, Genelkurmay Başkanı’nın makam odasına giriyor ve Akar’ın yüzüne karşı, sonradan TRT’de canlı yayında zorla okutulan sözde darbe muhtırası okuyup “Bizimle misiniz, değil misiniz” diye soruyor.

Hulusi Akar’ın bu girişimin kabul edilemez olduğunu söyleyip karşı çıkması üzerine, Genelkurmay Başkanı’nın derdest edilmesi için yanlarındaki askerlere emir veriyorlar.

İşte bu noktada, o grup ile Genelkurmay Başkanı’nın yakın koruma ekibi arasında çatışma çıkıyor ve Bordo Bereli korumalardan bir astsubay şehit oluyor, ikisi de yaralanıyor.

Ardından da, Hulusi Akar helikopter ile 35 kilometre uzaktaki Kazan İlçesi yakınlarında yer alan Akıncı Hava Üssü’ne götürülüyor.

TRT’de okutulan muhtıranın ekinde, tüm askeri birimlere bir de liste gönderildiği bilgisi var. Sıkıyönetim komutanları, görevlendirilecek subaylar (özellikle hâkimler) ve devletin sivil kurumlarının başına geçecek isimlerden oluşan bir liste…

Görevlendirme listesi ve saatteki ayrıntı

O listede, örneğin, İzmir’deki Askeri Casusluk Davası bağlantılı FETÖ/PDY soruşturmasında hakkında yakalama kararı çıkartılan Tuğamiral Ali Suat Aktürk kendi görevine iade edilmesinin yanı sıra Merkez Bankası Başkanı olarak da görevlendirilmiş.

Yine aynı listede, Albay Muharrem Köse’nin adı yeniden Genelkurmay Adli Müşavirliği görevinin karşısında yer alıyormuş. Bununla birlikte, Milli Savunma Bakanlığı bünyesine alınması öngörülen tüm Sıkıyönetim Mahkemeleri de Köse’ye bağlanıyormuş.

Yalnız bu noktada dikkat çekici bir ayrıntı var.

Emrin (darbe muhtırası) geliş saati 22.30 civarı. Emrin uygulanma saati ise gece yarısından sonra, sabaha karşı 03.00.

Bu saat farkı önemli çünkü askeri kaynaklar, darbe girişiminin aslında sabaha karşı saat 3’te uygulamaya konulmasının planlandığını ancak muhtemelen bilginin sızması sebebiyle erkene çekilip aceleyle hayata geçirilmeye çalışıldığı yorumunu yapıyorlar.

Gölcük’te film gibi saatler

Ankara’da bütün bunların yaşandığı dakikalarda, İstanbul, İzmir ve Gölcük’te de eş zamanlı benzer sahneler yaşanıyor…

İstanbul’da; Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Abidin Ünal Moda Deniz Kulübü’nden, Donanma Komutanı Oramiral Veysel Kösele de Fenerbahçe açıklarına getirilen gemi ile aynı gerekçeyle, terörist saldırı tehdidi gerekçesiyle alınıyorlar. Oramiral Kösele ile birlikte Komodor Albay Levent Kerim Uça da aynı durumda…

Terör eylemi riski bahanesinin bir yalan olduğu kısa bir süre sonra ortaya çıkıyor ama komutanlar enterne edilmiş oluyor.

Bu arada, bu anormal gelişmeler yaşanmasa, Donanma Komutanı Oramiral Veysel Kösele’nin dün (16 Temmuz 2016) oğlunun düğün töreni olacağını öğrendim. İzmir’de ise Ege Ordu Komutanı Orgeneral Abdullah Recep art arda gelen iki derdest edilme girişiminden kurtuluyor.

Ve Gölcük…

Gölcük Ana Üs Komutanı Tuğamiral Hayrettin İmren, terörist saldırı olacağı iddiasıyla Donanma Komutanlığı’ndaki diğer rütbeli personel ile birlikte Harp Filosu Komutanı Tümamiral İskender Yıldırım’ı da etkisiz hâle getiriyor.

Ardından da saat 22.00 civarında, miğferini de başına takıp Donanma Komutanlığı personelini topluyor ve şu minvalde bir konuşma yapıyor:

“Bütün şehitlerin verilmesinin tek sebebi onlar. Benim dediğime inanmıyor musunuz? Televizyonlarda açıklamayı yapan Recep Tayyip Erdoğan değil. O Almanya’ya kaçtı… Ben buranın en kıdemli komutanı olarak sizleri emrime alıyorum. Bu düzeni değiştireceğiz, hepimiz kurtulacağız. Çatışmak isteyen varsa ben buradayım, benimle çatışmak zorundasınız !”

15 Temmuz gecesi, Gölcük’te bu atmosferde geçiyor…

Sahil Güvenlik Botu ile firar

Dün sabah erken saatlerde ise tablo değişiyor… Donanma Komutanı Veysel Kösele’nin de içinde bulunduğu gemi Gölcük’e yanaşıyor.

Gemideki 4 subay ve 4 astsubay, karadaki askeri savcıya teslim ediliyor ve hepsinin tutuklanmasıyla sonuçlanan süreç başlamış oluyor. Bu arada, karada da Tümamiral İskender Yıldırım karargâhın komutasını tekrar ele alıyor.

Durumun değişmesi üzerine, sabah saat 9 civarında, Tuğamiral Hayrettin İmren ile Kuzey Görev Grup Komutanı Tuğamiral Ayhan Bay, Güney Görev Grup Komutan Tuğamiral Nazmi Ekici ve Kurmay Albay Murat Erdem bir Sahil Güvenlik botu ile Gölcük’ten kaçıyorlar. Körfezin karşı kıyısında, Dilovası’nda karaya çıkıp izlerini kaybettiriyorlar.

2 generalin geçmiş görevleri

15 Temmuz darbe girişiminin bütününe bakıldığında görünen o ki, cuntacılar planlarının Ankara ayağında başarıya ulaşabilseler, kalkışmanın ülkenin bütününe yayılma ihtimali yüksekti.

Bize bunu söyleten, Anadolu’nun hemen her garnizonunda cunta kadrosuyla bağlantılı bir tuğgeneral ya da bir albayın ortaya çıkmış olması.

Bu bağlantı noktalarında aranan, gözaltına alınan ya da tutuklanan subaylardan ikisi geçmiş görevleri itibariyle öne çıkıyor. Bu iki isimden ilki, Bolu İkinci Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral İsmail Güneşer.

Güneşer, Albay rütbesiyle hem bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hem de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başyaverliğini yapmış bir subay.

İkinci isim ise Tuğgeneral Semih Terzi. Özel Kuvvetler Birinci Tugay Komutanı olan Terzi, önceki gün Bordo Bereliler’in Ankara Gölbaşı’ndaki karargâhında komutayı ele geçirdikten sonra çıkan çatışmada öldürüldü.

İki yıl önce birinci sıradan generalliğe terfi ettirilen Semih Terzi, albay rütbesindeyken önceki iki genelkurmay başkanı ile de en yakın çalışan isimdi. Terzi hem müstafi Orgeneral Işık Koşaner’in hem de eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in özel kalem müdürü olarak çalışmıştı.

Yazının devamı...

Film değil gerçek

Bugün Srebrenica’nın yıldönümü.

Sırplar tarafından katledilen Sırp annem ve onun ölümüne dayanamayıp kanser olan Boşnak babamı anlatayım...

Mostar’ın iki yakasında oturan iki ailenin çocuklarıydılar. Yıllarca barış içinde yaşamış Hıristiyan ve Müslüman iki ailenin çocukları...

Mızıka çalarmış benim babam.

Her gece annemin kapısına gider, pencerenin önünde ona mızıka çalarmış.

Annem de babamın gelişini beklermiş.

Evlenmişler sonra...

Önce aileler, inançlarından dolayı tereddüt etmiş ama hepsi aşkın gücüne inandıklarından karşı çıkmamışlar.

Srebrenica katliam yılları öncesinde çok mutlu, iki çocuklu bir çift... Ben 1993’te 10, kardeşim 3 yaşındaydı.

O günlere dair hatırladığım en net anı, annemin beni ve kardeşimi babasının evine bırakıp babamın yanına giderkenki andı.

Ağladığımı hatırlıyorum... Babamı askere almışlardı ve annem evinden ayrılmak istemiyordu. Dedem bizi bir at arabasına bindirip götürmüştü.

Annemi son gördüğüm gündü.

Katliam yıllarını Sırbistan’da geçirdim. Ailem ve tanıdığım herkes Bosna’da katledilirken, ben katledenlerin ülkesindeydim.

Her gün, Sırp aydınlar ve anarşist öğrencilerle, katliamı protesto için meydanlardaydık ama o sürede hiç haber alamadım ailemden.

Savaş bittiğinde, annemin önce esir alındığını, ardından öldürüldüğünü öğrendim.

Babam sakatlanmıştı. Yaşıyordu. Sonraki yıllarda acıdan kanser oldu ve geçen yıl kaybettik. Savaş hakkında hiç konuşmadık ama.

Sırbistan’da olduğum süre boyunca, savaş karşıtı Sırplar sayesinde insanlığa olan umudumu kaybetmedim. Onların ve Sırp annemin hatırına affettim.

Neyse işte. Annem ve babam sevgi dolu insanlardı. Ben ve kardeşimin de kimseden nefret etmemizi istemezlerdi. Etmiyoruz, var bir hesap günü...”

**

Bunlar, Laszlo Grigoviç adlı bir Twitter kullanıcısının önceki gün art arda yazdığı mesajlar... Olduğu gibi aktardım.

**

Okurken insanı karmakarışık duygulara sürükleyen bu satırların sahibi Grigoviç ile Twitter üzerinden iletişim kurdum dün.

Mesajlarını bu köşeye taşıyacağımı söyleyip iznini aldım önce.

Sonra da birkaç soru sordum.

İşte 33 yaşındaki Laszlo Grigoviç ile bilgisayar ekranı vasıtasıyla yaptığım kısa röportaj:

- Birincisi, Türkçeyi nasıl bu kadar iyi kullanıyorsunuz? Türkiye’de mi yaşadınız geçmişte?

- Üniversiteyi Türkiye’de okudum. Erkek arkadaşım da Türk. Antalya’da evimiz var. Bazen Antalya’da, bazen Bosna’da kalıyoruz.

- Mesleğiniz ve halen yaptığınız iş nedir?

- Avukatım ve sanat galerim var Moskova’da.

- Sizin yaşadıklarınızı yaşayan birinin böylesine barışçıl ve insani kalmasına değil, aksine ırkçı ve şiddet yanlısı olmasına alışığız genellikle...

- Ajitasyon değil... Bunu söyleyebilmek için yazdım ben de.

- Neyi söyleyebilmek için?

- Düşman kaldıkça acı çekeceğimi biliyordum. Yani insanlar böyle acılardan sonra intikam duygusuyla düşman olur katliamcılara. Ben olmadım... O savaş yıllarında annemin ailesiyle birlikte Sırbistan’daydım ve savaş karşıtı pek çok Sırp tanıdım. Annemin ailesi de Sırp ve onlar sayesinde düşmanlık beslemiyorum.

- Seri tweetleriniz dikkat çekici bir cümle ile bitiyor. “Var bir hesap günü” cümlesiyle...

- Evet, ona inanıyorum. Pek çoklarının ilahi dediği o adalete. Sakin kalmanın başka yolu yok çünkü.

- Twitter’da yazdıklarınız dışında son bir mesajla bitirelim o zaman...

- Katliamları kabul etmek de onurdur. Katliamı yapan milletlere mensup olanları, o milletin hepsine mal etmemek de. Katliamcı, kafatasçı Sırpların yaptığını, savaş karşıtı Sırp aydın ve o dönemin öğrencilerine mal etmiyorum. Etmesin kimse.

Yazının devamı...

6504

Yazıyla, altı bin beş yüz dört...

Dün toprağa verilen 127 kişi ile birlikte, Potoçari Anıt Mezarlığı’nda yatanların sayısı tam 6 bin 504’e yükseldi.

***

Potoçari Bosna - Hersek’te... Srebrenitsa’nın hemen yakınında bir köy...

Geçen 21 senede kimliği tespit edilebilen soykırım kurbanlarının en azından başında dua edilebilecek bir kabri var Potoçari’de.

Bosna - Hersek Kayıp Arama Enstitüsü’nün verilerine göre, savaş sonrası kayıp sayısı 8 bin 400 kişi. Yani geride hâlâ kimliğinin tespit edilmesi beklenen 2 bine yakın cenaze var.

***

Bu yıl içinde kimlik tespiti yapılan ve dün defnedilenlerin sayısı 127.

Aralarında 14 yaşında çocuk da var, 77 yaşındaki dede de...

Düşünebiliyor musunuz?.. Savaşta bir yakınınızı kaybediyorsunuz, yıllar içinde açılan toplu mezarlardan çıkan kemikler üzerinden yapılan kimlik tespiti sonucu, ancak 21 yıl sonra cenazenizi teslim alabiliyorsunuz.

***

Srebrenitsa katliamının 21’inci yıldönümüydü dün.

11 Temmuz 1995, Sırp askerlerinin yakın tarihin en kanlı toplu katliamına imza attığı tarih.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük insanlık trajedesinin üzerinden 21 sene geçti ama o acıyı yaşayan Boşnaklar’ın yüreğindeki yara hâlâ kabuk bağlamadı. Her sene yeni kurbanların kimlikleri belirleniyor. Her sene yeni mezarların taşlarına isim yazılabiliyor. Bitmeyen acı...

***

Yaşı müsait olanlar o günleri hatırlayacaktır...

1992’de başlayan, 1995 sonuna kadar süren savaş... Savaş adı altında Bosna’da uygulanan soykırım...

Avrupa’nın ortasında, Eski Yugoslavya’da yaşanan dram... Daha doğrusu Boşnakların yaşadığı dram.

Modern dünyanın devlerinin ilgilenir’miş’ gibi yaparak aslında izlediği...

NATO ve Birleşmiş Milletler eliyle müdahale için oyalanıp durduğu...

Ortaya çıkan insanlık dışı bilançonun adının ‘etnik temizlik’ koyulduğu o günler...

Hatırlarsınız...

O ‘kirli’ vahşeti gizlemeye çalışırcasına...

Bildiğiniz ‘soykırım’ı gözmezden gelerek, yok sayarak...

Etnik ‘temizlik’ adıyla tarihe kazınan koskocaman bir leke.

***

Konuyu sadece, batı dünyasının Türkiye’ye karşı sergilediği ‘soykırım’ çifte standartı çerçevesinde ele alanlardan değilim.

Biraz daha fazlası var...

O günleri yaşamış, olan biteni detaylarıyla takip etmiş bir gazeteci olarak; 21 sene sonra bugün özellikle de Avrupa başkentlerinden ‘soykırım’, ‘terör’, ‘ölüm’, ‘acı’ ve benzeri kavramlar konusunda gelen açıklamalara, acı acı gülümsüyorum sadece.

Hele de o açıklamaların içinde ‘insanlık’, ‘yaşam hakkı’ gibi sözcükler geçiyorsa, hissettiklerimi ifade edecek sözcük bulmakta zorlanıyorum yıllardır.

Yazının devamı...

Şehit pilot 8 canı ‘çökertme’ tekniğiyle kurtardı!

İç güvenlik harekatlarında yıllarca hizmet veren Pilot Yarbay Özer’in, kırımın kaçınılmaz olduğunu görünce helikopteri çökertip, hasar ve zayiatı en aza indirdiğini belirten uzmanlar, “Kaptan pilot, yapabilecek her şeyi fazlasıyla yaptı” görüşünde...

Kullandığı helikopter düştü, kazada o da şehit oldu.

Pilot Yarbay Hilmi Özer...

İki gündür olay hakkında yazılanlar, anlatılanlar bir yana, Yarbay Özer’in, havacılık tarihinde ender rastlanan bir kahramanlığa imza attığı ortaya çıktı.

Acil durumlarda, zorunlu iniş yöntemlerinden en son başvurulacak olan ‘çökertme’ (ya da çökme) yolunu uygulayan Yarbay Hilmi Özer, helikopterindeki yolculardan bir bölümünün hayatını kurtardı.

**

Jandarma, ülkenin neredeyse yüzde 80’inde görev yapan bir yapı... Üyeleri de devasa bir aile...

Elim helikopter kazası yaşanmasa, o ailenin üyelerinin bayram vesilesiyle kucaklaşmasından belki haberimiz bile olmayacaktı.

Bir bölge komutanı, görev alanında, personelinin aile üyelerini de dahil ettiği bir bayramlaşma programı yapıyor ama yaşanan acı olay gündemi bambaşka boyutlara taşıyor.

Helikopter kazası, Jandarma Teşkilatı’nın bu aile içi geleneğini gölgeledi.

**

Dönelim olayın ayrıntılarına...

Helikopterin radar ve kulelerle bağlantısı, düşüş anından yaklaşık 4 dakika önce kesiliyor.

Dolayısıyla, özellikle sosyal medyada yer alan “Pilot son anda helallik istedi” vb. türünden haberlerin gerçeği yansıtma ihtimali yok denecek kadar az. Dün itibariyle ortaya çıkan detaylara göre, helikopteri komuta eden kıdemli pilot Yarbay Hilmi Özer, kırımın kaçınılmaz olduğunu anlayınca önce bölgenin coğrafi yapısını değerlendiriyor. Ormanlık alanın üzerinde olduğundan, eğitimlerde kendilerine öğretilen ama pratikte uygulaması görülmemiş o son seçeneği tercih etmek zorunda kalıyor. Yani ‘çökertme’ yöntemini... Helikopteri çökertip, hasar ve zaiyatı minimuma indirme yolunu...

Pilot Özer, düşmekten kurtaramayacağını gördüğü helikopteri, bölgedeki en sık ağaçlık bölgeye yöneltiyor ve ağaçların üzerine indirmeyi hedefliyor. Bu tercihteki temel gerekçe, o ağaçların bir tür tampon işlevi görmesi...

Nitekim şehit yarbayın sadece bir dakika gibi kısa bir süre içinde aldığı bu karar, arkasındaki insanların neredeyse yarısının bugün hayatta olmasını sağlıyor.

**

Kaza bölgesinden gelen bu haberleri, Jandarma ve Kara Havacılık camiasının önde gelenlerinden aldığımız bilgiler de teyit ediyor.

İç güvenlik harekat operasyonlarında yıllarca hizmet vermiş olan tecrübeli Pilot Yarbay Özer’in mesleğinin en iyilerinden biri olduğunu söylüyor herkes.

Terörle mücadelenin yoğun olarak sürdüğü bölgelerde uçan her helikopter pilotu gibi Özer’in de özellikle yerden havaya füze tehdidi sebebiyle, taktik görev uçuşları konusunda yani alçak uçuş tekniklerini uygulamakta mahir olduğuna dikkat çekiyorlar.

Konuyla ilgili herkesin söylediği, şehit pilot yarbayın, içinde bulunduğu durumda yapılabilecek her şeyi fazlasıyla yaptığı.

Yazının devamı...

Kamu spotlarındaki acı gerçek

Slogan şu:

Yaşama yol ver.

Ekranlarda dönen kamu spotlarından birinde yapılıyor “Yaşama yol ver” çağrısı.

Sağlık Bakanlığı, ambulansların geçiş önceliği olduğunu hatırlatıp adeta haykırıyor: “Trafikte bir tek seni aşamıyoruz”!

***

Bir başka kamu spotu...

Yine Sağlık Bakanlığı’ndan.

112 Acil Servis telefon hattı ile ilgili...

112’yi arayıp sevgilisinden ayrıldığını söyleyen mi istersiniz, cep telefonunun kapandığını anlatıp puk kodunu soran mı...

“112 Acil Hattı’na düşen çağrıların yüzde 95’i buna benzer gereksiz çağrılardan oluşmaktadır” bilgisi veriliyor kısa filmde.

Sonra da şu uyarı mesajı geliyor ekrana:

“112 Acil’i gereksiz meşgul etmeyin. Ambulans gecikmesin. Yaşama yol ver.”

***

Sadece iki örnek aktardım...

İki ‘hayati’ örnek.

Toplumun ‘insan hayatı’(aslında kendi hayatı) konusundaki duyarlılık seviyesini, daha doğrusu duyarsızlık düzeyini gösteren, çok çarpıcı iki örnek.

***

Trafikte, arkadan gelen cankurtarana, itfaiye ya da polis aracına yol vermeyi öğrendik yıllar içinde. Ama genellikle, önünden kısa bir süre için çekilip ambulansın yolu açmasından faydalanmayı hesaplayanlar var biliyorsunuz. Ambulansın hemen arkasına yerleşip hızla ilerlemeyi hedefleyen sürücülerden söz ediyorum.

Yollardaki güvenlik şeridini keyfince ihlâl edenlerden hiç söz etmiyorum...

***

110 İtfaiye, 112 Acil Yardım, 155 Polis İmdat, 156 Jandarma, 177 Orman Yangını ve diğer hayat kurtaran telefon hatları ne kadar lüzumsuz konularda, nasıl meşgul ediliyorsa; yetkililer kamu spotlarıyla adeta yalvarıyor vatandaşa.

Cehalet, düşüncesizlik, egoizm...

Üçü bir arada... Ve üçü de adeta toplumsal karakterimize dönüşmüş durumda.

Hepimizin dönüp aynaya bakmamız gerekmiyor mu sizce de?

***

Bugün bayram...

“Bayram günü böyle yazı mı yazılır” diye geçirebilirsiniz aklınızdan.

“Haklısınız” demek isterdim böyle düşünenlere ama fark ediyor mu sizce?

Yani bunları bayramda yazmak ile sıradan bir günde yazmak arasında fark var mı?

Ne değişiyor?

Okurken, “Doğru gerçekten” deyip, 10 dakika sonra hiç okumamış gibi devam etmeyecek misiniz günlük yaşamınıza?

Başka birçok konuda böyle yaşamıyor musunuz?

Böyle davranmıyor muyuz birçok hayati mesele karşısında?

Fazla dert etmeyin o yüzden...

Oldu olmadı, “Aman canım, bize her gün bayram” der güler geçersiniz.

Bugüne kadar hep olduğu gibi yani.

***

Cümleten iyi bayramlar...

Yazının devamı...

Soçi’den sonrası

24 Kasım 2015’te başlayan Rusya ile uçak krizi sona erdi. Ankara - Moskova hattında normalleşme süreci başladı.

İki devlet başkanı Tayyip Erdoğan ile Vladimir Putin’in dünkü telefon görüşmesinin ardından, iki ülke dışişleri bakanları bugün Soçi’de bir araya gelecek.

***

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile Rus mevkidaşı Sergey Lavrov ‘un son yüz yüze teması yaklaşık 7 ay önce Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da gerçekleşmişti.

Çavuşoğlu’nun Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) toplantısı için gittiği Belgrad’daki temaslarını yerinde izleyen gazetecilerden biriydim.

Lavrov ile yaptığı görüşmenin ardından buluştuğumuz Çavuşoğlu’nun o gün söylediklerini, 5 Aralık 2015 günü bu köşeden aktarmıştım.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-891317-yazar-yazisi-en-onemlisi-diyalog-kanallarinin-acik-kalmasi/ )

Mevlüt Çavuşoğlu’nun o gün altını çizdiği nokta, Türkiye ile Rusya arasındaki diyalog kanallarının açık kalmasının önemiydi.

Nitekim bugün gelinen noktaya, işte o kanalların açık kalması sayesinde ulaşıldı.

Havada hareketlilik başlayabilir

Moskova ile Ankara arasındaki buzların erimesinin yaratacağı olumlu hava, elbette başta turizm ile ithalat - ihracat olmak üzere birçok sektöre doğrudan yansıyacak.

Ancak husumetin sona ermesi ile birlikte sadece ikili ilişkiler yoluna girmeyecek. Sıcaklık sadece ekonomiye pozitif yansımayacak.

Rusya ile eski günlere dönmek, Türkiye’nin özellikle DAİŞ ile mücadele eden koalisyon güçleri içindeki hava etkinliği açısından da somut ve önemli bir gelişme.

Rusya’nın misilleme tehdidi nedeniyle Türk savaş uçaklarının Suriye’deki DAİŞ hedeflerine yönelik hava harekatı yapma imkanını yitirdiği biliniyor.

Şimdi bu tehdit de ortadan kalkacağına göre, Türk jetlerinin sınırın diğer tarafındaki terörist unsurları hedef almasının önü açılmış olacak.

PKK’nın elindeki füzeler

Rusya ile ilişkilerin normalleşmesi, Türkiye’nin DAİŞ ile mücadele maksadıyla oluşturulan uluslar arası koalisyon içindeki etkinliğinin yeniden artmasını sağlayacak ama benzer bir olumlu gelişmeyi PKK tehdidi konusunda söylemek mümkün görünmüyor.

PKK’nın elinde çok sayıda gelişmiş Rus yapımı füze bulunduğu sır değil.

Terör örgütü, 13 Mayıs 2016 tarihinde, Hakkari’nin Çukurca ilçesi Çığlı bölgesinde, TSK’nın bir Süper Kobra helikopterini düşürdü.

İki helikopter pilotunun şehit olduğu bu saldırıda kullanılan, karadan havaya, ısı güdümlü, Rus yapımı SA-18 füzesiydi.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-945750-yazar-yazisi-helikopteri-dusuren-o-fuze-mi-/ )

Ve o füzeyi, daha önce İstanbul Boğazı’ndan geçen Rus savaş gemisinin güvertesinde görmüştü Türkiye ve bütün dünya.

***

Türkiye ile Rusya yedi aydan fazla bir süreyi karşılıklı kayıplarla harcadı. Şimdi o tecrübe ile yeni bir döneme giriyor, daha doğrusu eski iyi günlerine dönüyor iki ülke. Fakat dediğim gibi, Rus yapımı güdümlü füzeler, hâlâ terör örgütü PKK’nın elinde ve bu gerçek uzunca bir süre daha değişmeyecek.

Jetler DAİŞ hedeflerine yönelik olarak artık uçabilecek belki ama helikopterler terörle mücadelenin sürdüğü bölgelerdeki füze tehdidinden olumsuz etkilenmeye devam edecek.

Yazının devamı...

İsrail, Rusya... Yeni dönem gündemi

Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Merkezi’nde, geleneksel bir iftar yemeğindeydik önceki akşam.

İktidar Partisi’nin Dış İlişkiler Başkanlığı’nın Ankara’daki yabancı misyon şeflerine verdiği iftar yemeğine, kabine üyelerinin neredeyse tümü ve Başbakan Binali Yıldırım da katıldı.

***

Gözler, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi’ni aradı salonda. Andrey Gennadiyeviç Karlov icabet etmedi davete. Ev sahibi Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehdi Eker’e sordum Rus Elçisi’nin durumunu; “Gelmeyeceğini bildirdi” yanıtını aldım.

Akşamın ikinci merakla takip edilen ismi ise salondaydı. İsrail’in Ankara’daki en yetkili diplomatı, maslahatgüzar Amira Oron Başbakan Binali Yıldırım’a hem daveti hem de önceki gün yaptığı konuşma için teşekkür etti. Oron’un yüzü gece boyu güldü. Hükümet üyeleriyle sıcak sohbetlerine şahit olduk. Bir de, ABD’nin Ankara Büyükelçisi John Bass ile uzun uzun konuşmasına...

Enerji Bakanı’ndan yeni dönem yorumu

İftar yemeğinde her masada aynı iki konu gündemdeydi: Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin normale dönmesi ve Ankara - Moskova hattında eski günlere dönüş sürecinin başlamış olması.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak ile yan yana masalarda, sırt sırtaydık oturma düzeninde.

Dönüp sordum, “İsrail ile normalleşme, Filistin doğalgazı konusunda somut bir gelişmeyi de beraberinde getirecek mi?”

Gülümsedi ve “No comment (yorum yok)” dedi Bakan Albayrak.

“O zaman, böyle spesifik değil, genel olarak sorayım” diye devam ettim:

- Eş zamanlı olarak hem Rusya hem de İsrail ile iyi ilişkilere dönüş, genel manada nasıl yansır enerji alanında Türkiye’ye?

- Rusya ile yaşanan bu sorunlu dönemin, biliyorsunuz bize, yani enerji alanına zaten olumsuz bir yansıması olmadı. Yani turizm gibi somut bir etki olmadı enerji başlığında. Ama söylediğiniz şekilde, yani sektörler bazlı değil genel olarak, elbette pozitif etkisi olacak girilen yeni dönemin.

İftar yemeğinde, yabancı diplomatların en çok ilgi gösterdiği isimlerden biriydi Berat Albayrak. Konuklarıyla sohbet için masadan ayrılırken söylediği son bir önemli bir cümle ile bitireyim:

- Hem Rusya hem de İsrail ile ilişkilerin düzelmesi konusunda büyük fotoğrafa dikkatlice bakmakta fayda var. Özellikle de ABD’nin, tarihinin en önemli seçim sürecini yaşadığını da göz önünde bulundurarak...

Albayrak’ın vurgu yaptığı bu nokta, Ankara’nın diplomasideki yol haritasını okumaya yardımcı olacaktır sanırım.

Ne isim ama...

Ak Parti Genel Merkezi’ndeki iftara katılan diplomatlar arasında biri vardı ki, diğer meslektaşlarından ayrılıyordu. Onun farkı ismiydi. İsminin uzunluğu...

Peru’nun Ankara Büyükelçisi Luis Manuel Santiago Marcovich Monasi’den söz ediyorum.

“Dayanamadım, masadaki isimliğinin fotoğrafını çektim Monasi’nin... İnsan bu isimle, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olur” diye düşünerek...

Yazının devamı...

AB mi, C mi?

Türkiye; Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakere sürecine devam mı etmeli yoksa tek taraflı olarak üyelik hedefinden vazgeçip kendi yoluna mı gitmeli?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son çıkışıyla birlikte karşımızda duran soru artık budur.

***

Türkiye, “Tamam mı, devam mı” referandumuna gitmese de, zihinlerde oluşan kırılma artık bu keskinliğe ulaşmış durumda.

İşin bu noktaya varmasında Türkiye’den çok Avrupa Birliği’nin tavrının belirleyici olduğu açık.

Bunu, tarafsız bir gözle değerlendirerek söylüyorum.

Çünkü bunca yıldır, on yıllardır, evet belki Ankara’nın işi ağırdan aldığı ya da bazı konularda Avrupa Birliği’ni tatmin etmekten uzak kaldığı dönemler oldu ama bugün bakıldığında, bu psikolojik yol ayrımına gelinmesinde asıl etken AB’nin tutumu.

***

AB’nin;

Türkiye’ye oldum olası, despot bir öğretmen edasıyla yaklaşması…

Ankara’nın hem Kophenhag hem de Maastricht Kriterleri ile ilgili kat ettiği mesafeyi santim santim ölçerken, bazı başka ülkeler için bu kuyumcu terazisini kurmaması…

Türkiye’nin üyelik sürecinde, bardağın hep boş tarafını görmeyi yeğlemesi…

Avrupa Birliği’nin Türkiye’de adeta bir Hıristiyan Kulübü gibi algılanmasına yol açacak şekilde tutum takınması…

Türkiye’nin tabiri ile maç devam ederken kuralları değiştirmesi… Sürekli ve açık bir ‘çifte stantart’lı yaklaşım alışkanlığından bir türlü kurtulamaması…

Kritik dönemeçlerde Türkiye’nin tabiri caiz ise ağzına bir parmak bal sürüp, sonrasında tekrar özüne dönmesi…

Geçmişte, Ankara’nın PKK terörü ile mücadele yöntemlerine en sert şekilde karşı çıkarken, bugün Suriyeli sığınmacılar gündeminin yarattığı şartlara göre bambaşka bir tavır sergilemesi…

Yine geçmişte, AK Parti iktidarda ama Tayyip Erdoğan henüz başbakan değilken, “Biz millet iradesine saygı duyar, sandıktan çıkan sonuca bakarız. Dolayısıyla muhatabımız Erdoğandır” açıklamalarıyla pozisyon belirlerken, bugün işte gördüğümüz şekilde davranması…

***

Bu noktaya gelinmesinde asıl etken AB’nin tutumudur derken işte tüm bunları kastediyorum.

***

Kabul edelim ki AB, bu sürecin başından beri Türkiye’ye hep diğer aday ülkelerden farklı yaklaştı.

Ve yine kabul edelim ki, Türkiye’deki hakim hava da hep, “Biz ağzımızla kuş tutsak, bu Avrupa Birliği bizi üyeliğe kabul etmeyecek” şeklide oldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözünü ettiği referanduma gidilir mi bilemem ama bu yapılırsa, bugünkü atmosferde o sandıktan çıkacak sonucu tahmin etmek güç değil.

***

Yalnız şunları da unutmamak gerekiyor.

Avrupa Birliği’ni bir medeniyet projesi olarak gören Türkiye bu hedeften resmen vazgeçerse, o hep bahsedilen “Kophenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz” iddiasını hayata geçirmek, tahmin edildiği kadar kolay olmayacaktır.

Bu, bir öğrenci için “Okula da gerek yok, öğretmene de… Kendi başına evinde oturur, dersini çalışır, sınıfını geçer” demeye benzer.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.