Şampiy10
Magazin
Gündem

Öcalan, Gülen sırada kim var?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen’in Türkiye’ye iadesi konusunda ayak sürüyen Amerika Birleşik Devletleri’ni (ABD) bir kez daha ve bugüne kadarki en sert ifadelerle eleştirdi.

Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki Beştepe Millet Kültür ve Kongre Merkezi’nde dün düzenlenen Hakim ve Cumhuriyet Savcısı Adayları kura Töreni’nde yaptığı konuşmada, Gülen’in ABD’ye gidişini şu sözlerle hatırlatıp yorumladı:

“Ne yaptılar? Bölücü terör örgütünün başını teslim ettiler, onun yerine bir başka terör örgütünün başını aldılar. Oyun çok sinsi. Bunlara çok dikkat etmemiz lazım. Eğer bu vermeme süreci uzarsa, devam ederse, seslendireceğimiz çok hassas şeyler de olacaktır.”

***

Erdoğan’ın ABD için “Teröristin birini verdiler, bir başkasını aldılar” diyor ya...

Tarihlere bakıldığında, evet, tam da öyle durum.

***

Terör örgütü PKK’nın -o dönemki- lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Kenya’da teslim edildiği Türk güvenlik ve istihbarat elemanlarının eşliğinde Türkiye’ye getirildiği tarih, 15 Şubat 1999, Pazartesi.

Fethullah Gülen’in ABD’ye yerleşmek üzere Türkiye’den ayrıldığı tarih de 21 Mart 1999, Pazar.

Yani Öcalan’ın Türkiye’ye verilmesinden sadece 5 hafta sonra.

Cumhurbaşkanı’nın, “Birini teslim ettiler, onun yerine bir başkasını aldılar” dediği bu işte.

***

Böyle bir zamanlama tesadüf olabilir mi?

Öyle olduğuna inanmak, hele de bunca şey yaşandıktan sonra, herhalde büyük saflık olur.

İşte bu sebeple, Erdoğan bu zamanlamayı, “Çok sinsi bir oyun” olarak niteliyor.

***

Aynı bakış açısıyla devam edersek...

Yani ‘ABD’nin, kendi açısından son kullanma tarihi gelen Öcalan’ı Türkiye’ye verirken, onun yerine, bambaşka bir dünyanın insanı olan Gülen’i kanatlarının altına aldığı’ tezinden hareket edersek...

Hele bir de o dönem yaşanan süreci düşünürsek; yani Türkiye’nin Suriye üzerinde kurduğu baskının dozunu artırması sonucu Öcalan’ın Şam’dan gönderilmesi, önce Rusya’ya, oradan İtalya’ya ve nihayet Kenya’da Yunanistan’ın Nairobi Büyükelçiliği’nde son bulan serüvenini, bu arada geçen zaman düşünürsek...

***

O günlerin tecrübesiyle bugüne bakalım...

Türkiye, ABD’den Gülen’i vermesini istiyor.

Kulislerde, “Washington yönetimi, doğrudan iade etmiyorsa, en azından topraklarından çıkartsın, üçüncü bir ülkeye göndersin” görüşü de seslendiriliyor.

Yani, Türkiye baskısını artırıyor. 1998 - 99 döneminde Öcalan ile ilgili yaşanan süreçte olduğu gibi bu baskı olumlu sonuç verebilir ama bu ihtimalin gerçekleşmesinin zaman alacağına şüphe yok.

***

ABD eğer bir gün Gülen’i Türkiye’ye verirse...

Ya da en azından Pensilvanya’dan çıkartır, başka bir ülkeye gönderirse; o zaman durumu sanırım şöyle okumalıyız:

Aynı bir dönem Abdullah Öcalan’da olduğu gibi, ABD için Fethullah Gülen’in de son kullanma tarihi geldi.

Ve yine sanırım, bu tespit ile birlikte şunu da düşünmeliyiz:

Zamanında Öcalan’ı teslim edip sadece 5 hafta sonra Gülen’e kapılarını açanlar; şimdi onu verirken acaba bugünlerde - ya da 5 vakte kadar - kimi alıyor? Hatta belki de aldı bile...

Yazının devamı...

Luca’yı yaşatabilir miyiz?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, dün İstanbul’da toplanan 9’uncu Avrasya İslam Şurası’nda yaptığı konuşmada; Müslüman Dünya’nın ciddi, kapsamlı ve samimi bir özeleştiri yapması gerektiğine dair sözlerinden bahsedecektim bugün size...

***

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM grup konuşmasında önemli bir yer ayırdığı “Mağdurlara sahip çıkacağız” ana başlığının altını nasıl doldurduğundan ve aynı, mağdur yaratmasından endişe edilen FETÖ soruşturmalarında olduğu gibi, bu noktada da CHP’nin sapla samanı iyi ayırt etmesinin gereğinden söz edecektim...

***

15 Temmuz sonrası, terör örgütlerinin ülkeyi karıştırmak için siyasi suikastlere yönelebileceği öngörüsünün; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da iktidar partisinin teşkilat ve yerel yönetimlerdeki isimlerinin hedef alınmasıyla gerçeğe dönüşmekte olduğunu hatırlatacaktım...

Bu noktada, AK Parti’nin önce Van Özalp İlçe Başkan Yardımcısı, ardından Diyarbakır Dicle İlçe Başkanı’nın öldürülmesi üzerine HDP’nin yayınladığı kınama mesajının altını çizecek ve “Siyasi tarihinde aynı acıyı yaşamış olan HDP’nin bu konudaki hassasiyeti ve samimiyeti önemli” diyecektim...

***

Ama vazgeçtim...

Vazgeçtim çünkü bir haber okudum. Rutin gündemin önüne geçen bir haber. Hayatın içinden, hayata dair değil; konusu doğrudan hayat, insan hayatı olan bir haber...

Çaresiz bir babanın, daha 4 yaşına bile basmamış oğlu için attığı ‘sessiz çığlık’ o haberin konusu.

Luca

Umut Özkırımlı bir siyaset bilimci. 3 buçuk yaşında bir oğlu var. Ufaklığın adı Luca.

Luca kanser !

Nöroblastom kanseri...

Adını bu haberle birlikte duyduğum nöroblastom, çocukluk çağı kanserlerinin en agresiflerinden, dolayısıyla en ölümcüllerinden biri.

Umut Özkırımlı, oğlunun tedavisi için internet üzerinden bir kampanya başlattı. www.lucacan.com adresinden ulaşılabilen kampanya, bir babanın, evladı yaşayabilsin diye başvurduğu son yol.

Minik bedenden çıkan acı öykü

Baba Özkırımlı’nın, haber sitesi Gazete Duvar’dan Başak Günsever’e anlattıklarından aktarayım...

- 2014’te, birinci yaş gününe bir ay kala, Luca’nın diş etlerinde bir şişkinlik fark ettik. Cerrah inceledi ve bizi onkoloji servisine yönlendirdi. Ertesi sabah çekilen MR sonucu, 21 Şubat 2014’te, oğlumuzun çenesinde bir tümör olduğu söylendi. Luca’ya, çocukluk çağında görülen bir sinir sistemi kanseri olan Yüksek Riskli Nöroblastom tanısı koyuldu.

- Bir dizi ameliyat, kök hücre nakli ve tedavi süreçlerini tamamladık. Tedaviden sonuç da aldık. Ancak normal durum sadece 9 ay sürdü. Geçen nisan ayında kanser nüksetti.

- Böyle bir durumda standart bir tedavi programı yokmuş. Doktorları ile yaptığımız görüşmeler ve uzun araştırmalar neticesinde, hastalığın gerilemesini sağlamada umut verici sonuçları olan BEACON adlı tedaviye başladık. Bu, deneysel bir tedavi. Geçen ay, şükürler olsun ki, hastalığın tekrar gerilemeye başladığını öğrendik.

- Nöroblastom hastalarının tamamen iyileşme şansı çok düşükmüş. Şimdi bir gerileme olsa da, doktorlar bunun yeterli olmayacağını başından beri söylüyor. Bir kez daha nüksetme ihtimali çok yüksekmiş. Dünyanın bu bölgesinde yapılabilecek her şey denendi, yapıldı.

- Kanser tedavisinde 25 yıldır ABD’de en iyi hastane kabul edilen, New York Memorial Sloan Kettering Cancer Center’da bu hastalığa yakalanan çocuklara uygulanan deneysel bir aşı olduğu bilgisine ulaştık. Ancak tedavi deneme aşamasında olduğu için devlet desteği söz konusu olamıyor. Bu bağış kampanyasını da işte bu nedenle başlattık

- Henüz geliştirilme aşamasındaki bu aşının uygulandığı bir grup çocuğun yüzde 10 olan yaşama şansı yüzde 80’lere çıkmış. Luca’nın İsveç ve Danimarka’daki doktorları da bu tedaviyi destekliyor.

Bir şans verelim...

3 buçuk yaşındaki evladının hayatına devam edebilmesi için çırpınan baba Umut Özkırımlı sesini duyurmaya çalışıyor.

“Luca’nın, deneysel de olsa, New York’taki bu tedaviden faydalanmasını sağlayacak parayı toplamamıza yardımcı olursanız, size daima minnettar kalırız. Luca hayatımızın büyük aşkı, hatta hayatımız. Lütfen ona geleceğini vermemiz için bize yardım edin” diyor. Özkırımlı’nın son notu ise toplanacak paranın herhangi bir nedenle kullanılmayacak kısmının, İsveç Cocuk Kanseri Vakfı, LÖSEV veya kanserle mücadele eden, bağışçıların tercih edeceği bir kuruma bağışlanacağı.

Yazının devamı...

Dinlemeyi zorlaştıran düzenleme değişiyor!

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, gazetecilerin Ankara temsilcileriyle gerçekleştirdiği sohbet toplantısında, Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılan ve bu hafta TBMM’ye sevk edilmesi beklenen Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) ve bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair taslağın detaylarını açıkladı. “Muhtemelen bu hafta TBMM’ye gider. Bu hafta içi görüşülebilir. Alt komisyona gitmesinde de fayda görüyoruz. Daha doğrusunu öneren olursa kabul edip değişiklik yapabiliriz. En iyisini yapmak istiyoruz” diyen Bozdağ, taslakta şu düzenlemelerin yer aldığını anlattı:

Mal varlığına ‘terör’ kapsamı

Suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama suçu, terör amacıyla işlenen suçlar kapsamına alınacak. Ceza yüzde 50 artmış olacak, infazı ağırlaşacak.

Terör ve darbeye teşebbüs suçlarından tutuklanan askerler, askeri değil sivil cezaevlerinde tutulacak. KHK ile bu düzenleme yapılmıştı. Şimdi ana düzenlemeye taşınmış olacak.

Terör ve darbeye teşebbüs suçlarından yakalanan asker kişiler emniyetin nezarethanesine konulacak, askere teslim edilmeyecek.

Tahliyede 3 yerine 15 gün

Örgüt faaliyeti kapsamında işlenen suçlardan dolayı tutuklu olanların tahliye talepleri 3 gün yerine 15 gün içinde değerlendirilecek. Yoğun talep olduğunda fiilen 3 günde değerlendiremiyor hakim.

Adli kontrolü ihlal

Azami tutukluluk süreleri dolmuş şüpheli veya sanıkların adli kontrol yükümlülüklerini ihlal etmeleri halinde tutuklanabilmeleri sağlanacak. Uzun tutukluluk nedeniyle tahliye olmuş, adli kontrol kararı verilmiş. İhlal ederse artık tutuklanabilecek. Zirve yayınevi meselesi. O canavarlar adli kontrolle çıktılar. Elektronik kelepçe ile tahliye ettik ama sayı çoğaldığında bu da kolay değil. Bunun için tutuklama getiriyoruz.

Dinlemede hızlanma

İletişimin tespiti ve dinlenmesi, taşınmaza el koyma, teknik araçlarla izleme tedbirlerine sulh ceza mahkemesi karar verebilecek. Daha önce ağır ceza mahkemesinin oy birliğiyle dinleme, izleme kararı vermesi gerekiyordu. Oy birliği arandığı için uygulamada çok sıkıntı çıkıyordu. Kötüye kullanma olursa da tereddüt olmasın gerekli işlemler yapılır. Polis, uyuşturucu dolu aracı takip ederken biz mahkemeden kararı alamadık. Kolluk diyor ki suçüstü yapacağız, yok reddetti. Sonra bir başka yerdeki hakim verdi bu kararı. Ağzına kadar uyuşturucu dolu araç yakalandı. Organ veya doku ticareti, nitelikli dolandırıcılık ve tefecilik suçlarında da bu tedbirler uygulanabilecek.

Dolandırıcıya dinleme

Dolandırıcılık suçunun basit halinin cezasının alt sınırı 1 yıldan 2 yıla, nitelikli halinin cezasının alt sınırı 2 yıldan 3 yıla çıkartılacak. Nitelikli dolandırıcılık suçunda izleme ve dinleme yapılabilecek. Kendisini polis, hakim, savcı olarak tanıtanlara en az 4 yıl hapis cezası verilecek.

Bilgisayar için savcı kararı

Bilgisayarda arama ve el koymaya savcı doğrudan karar verebilecek.

Kopyalama işleminin uzun sürecek olması veya teknik zorlukların bulunması durumunda, bilgisayar ve kütüklerine elkonulabilecek ve işlem tamamlandıktan sonra bu araçlar iade edilecektir.

Bireysel işlenen uyuşturucu suçlarında da gizli soruşturmacı görevlendirilebilecek.

Şüphelinin aynı olayla ilgili yeniden ifadesinin alınması gerekirse bu işlemi kolluk yapabilecek.

‘Gülen’in sadece ceketi var!’

CMK’ya göre daha önce kaçak durumundakilerin malvarlığına el konulması gibi tedbirlere sadece mahkeme aşamasında karar veriliyordu. Yeni düzenlemeye göre, bu tanım soruşturma aşamasında yapılabilecek. Tebligat ve gazete ilanıyla çağrı yapılmasından sonra kaçak tanımı yapılarak soruşturmaya devam edilecek. Kişinin malvarlığına el konulabilecek, işlerine kayyum atanabilecek. Böylece gelmesi sağlanacak. Bozdağ, bu yöntemin terör ve darbe suçlarında uygulanacağını belirtirken, “Sadece FETÖ için değil, Fetullah Gülen için değil. Onun zaten sadece bir ceketi var” diye espri yaptı.

Yazının devamı...

AK Parti’nin FETÖ soruşturmasında son durum

Türkiye genelinde, Ak Partili belediye meclis üyelerinden yaklaşık 300’ü mercek altında. Bu kişiler hakkında FETÖ ile bağlantılı oldukları yönünde ciddi iddialar var.

İktidar partisi, soruşturma sürecini yakında tamamlayacak ve FETÖ bağlantısı somut olarak tespit edilen parti üyeleri ile yollarını ayıracak.

Detayları birazdan aktaracağım...

Erken yerel seçim şayiası

Ankara’da bir süredir, 2017’nin Mart - Nisan ya da Eylül - Ekim döneminde bir erken yerel seçim olabileceği söylentisi zaten vardı.

O söylenti, son haftalarda biraz daha yaygın hâle geldi.

Bu durumun nedeni, Ak Parti’nin kendi içindeki FETÖ bağlantılı yerel yönetim kadrolarından arınmak için böyle bir yolu tercih edebileceği görüşü.

Kulislerde, iktidar partisinin bu temizliği; bir ‘toplu ihraç’ yöntemi ile gerçekleştirmek yerine, erken yerel seçim formülüne başvurabileceği yorumları yapılıyor. Yani FETÖ ile bağlantılı isimleri tekrar aday göstermeyerek, yerel yönetim kadrolarını yenilemek...

***

Başkentin siyaset kulislerindeki tevatür bu şekilde olsa da, konuştuğum Ak Partili yetkililer, ki aralarında bakanlar da var, erken yerel seçimin gündemlerinde olmadığını söylüyorlar. En azından bugün itibariyle...

300 belediye meclis üyesi mercek altında

Dönelim yazının başında aktardığım bilgiye... Yani iktidar partisindeki FETÖ soruşturmasında gelinen noktanın ayrıntılarına...

***

Adalet ve Kalkınma Partisi, 15 Temmuz sonrası teşkilat ve yerel yönetimlerde başlattığı tahkikat çalışması sonucu, Ağustos ayı sonunda, 4 belediye başkanını ihraç etmişti. Devam eden adli soruşturma kapsamında da, gözaltına alınan, ardından tutuklanan bazı belediye meclis üyeleri olmuştu.

***

Parti bünyesinde yapılan çalışma sonucu, 600 belediye meclis üyesi hakkındaki inceleme derinleştirildi.

Bu 600 üyenin yaklaşık yarısının, bir dönem Bank Asya’da hesap açtırmak, çocuklarının cemaat okul, dershane ya da yurtlarına kayıtlı olması, gazete aboneliği vb ilişkilere sahip olduğu ancak daha sonra - özellikle de 17/25 Aralık’ın ardından - Gülen Cemaati ile bağlarını kopardıkları tespit edildi. Dolayısıyla da bu üyelere herhangi bir müeyyide uygulanmasına gerek olmadığına karar verildi.

***

Hakkında inceleme yapılan 600 parti üyesinin geriye kalan yarısı, yani yaklaşık 300’ü hakkındaki işlem ise soruşturmaya dönüştürüldü.

Farklı il ve ilçelerden 300 dolayında belediye meclis üyesiyle ilgili yapılmakta olan detaylı çalışmalarda sona yaklaşıldı.

İktidar partisi, derinleştirilen soruşturmaların bitiminde FETÖ ile ilişkisini sabit gördüğü üyelerini görevlerinden ve partiden uzaklaştıracak.

Ancak bu noktada uygulanacak yöntem ‘ihraç etmek’ mi yoksa, bu kişilerin ‘sessizce görevlerinden kendi istekleriyle ayrılması’ şeklinde mi olacak; bu henüz bilinmiyor.

***

Ak Parti kulislerinde, FETÖ bağlantısı sebebiyle parti ile bağı - bir şekilde - kesilecek olan belediye meclis üyelerinin sayısının 100’ün üzerinde olacağı yönündeki tahminler yüksek sesle dile getiriliyor.

Yazının devamı...

Suçlu kim?

Başlıktaki sorunun sadece tek bir cevabı yok.

İlk suçlu, Rüzgar Çetin.

Yönetmen Sinan Çetin’in oğlu, alkollüyken araç kullanmak suretiyle bir kişinin ölümü, birinin de yaralanmasına sebep oldu.

Suçlu olduğu, mahkeme kararıyla tescil edildi.

İstanbul 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi, Rüzgar Çetin’in ‘bilinçli taksirle bir kişinin ölümüne, bir kişinin de yaralanmasına neden olmak’tan suçlu buldu.

Mahkeme Başkanı Erdoğan Şimşek, 6 yıl üç aylık cezanın az olduğunu belirterek Rüzgar Çetin’in tahliyesine karşı oy kullandı ve tutukluluk halinin devamı yönünde görüş bildirdi. Ancak heyetin diğer iki üyesi Arzu Dur ve Fatma Aybey’in kararı, “Verilen ceza miktarı, tutuklulukta geçirdiği süre ve mağdurların şikayetlerinden vazgeçmesi göz önüne alınarak sanığın tahliyesine...” şeklinde oldu.

Sonuç olarak...

Verilen ceza, dolayısıyla da yaklaşık 9 ay cezaevinde yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşması kamu vicdanını tatmin etmese de, Rüzgar Çetin ‘suçlu’ bulundu.

***

Akşam Gazetesi dün birinci sayfasından Hilal Yıldırım imzasıyla bir haber yayınladı.

Sinan Çetin’in, oğlunun ölümüne yol açtığı polis memuru İsmet Fatih Alagöz’ün ailesine ‘1 milyon 500 bin TL kan parası ödediği’ bilgisi vardı o haberde.

Rakam bir buçuk milyon lira mıdır bilmiyorum ama Alagöz’ün ailesinin, Çetin’den kan parası alarak şikayetini geri çektiği gerçek.

Bu durumda, Ocak ayında meydana gelen olayda yaralanan ve Mayıs ayında şikayetinden vazgeçen polis memuru Emre Tetik’in de bu kararı aynı şekilde yani ‘kan parası alarak’ verdiğini düşünebiliriz.

***

Tekrar ediyorum; şikayetin, ‘kan parası ödenmesi üzerine geri çekildiği’ kesin bilgi.

Şehit polis memuru Alagöz’ün eşi, bu gerçeği - doğal olarak - doğrulamıyor ama dikkat edin, şöyle bir cümlesi var:

“Para istemediğim halde tepki alıyorum, bir de isteseydim neler olurdu. İnsanlar empati kurmak yerine bana savaş açtılar” diyor şehit eşi Özlem Alagöz.

Empati...

Alagöz, ailesinin yerine kendimizi koymamızı istiyor yani.

Deneyelim...

Aile meclisi toplanıp, şöyle bir değerlendirme yapmış olabilir mi mesela?

“Biz canımızı kaybettik. O can geri gelmeyecek. Yasalar ve ülkedeki adalet sisteminin nasıl işlediği belli... Karşımızda da ünlü ve zengin biri var. Bize teklif edilen parayı alsak da, almazsak da sonuç değişmeyecek. O aile nüfuzunu ve gücünü bir şekilde kullanacak ve o genç öyle ya da böyle birkaç ay cezaevinde yatıp çıkacak. Dolayısıyla, biz bu parayı alalım. En azından babasız kalan evlatlarımızın geleceğini garanti altına almış oluruz.”

Böyle mi düşünmüşlerdir acaba? Ya da benzer bir bakış açısıyla mı hareket etmişlerdir?

İmasız, kinayesiz soruyorum... Empati yapmaya çalışıyorum.

***

Dün bir dava açıldı İstanbul’da. Bir tazminat davası...

İki yıl önce, bir trafik kazasında annesini kaybeden bir kişi, avukatı aracılığıyla Rüzgar Çetin hakkındaki hükmü veren iki hakim, Arzu Dur ve Fatma Aybey aleyhine 100 bin TL manevi tazminat talep etti.

Mahkemeye sunulan dava dilekçesinde şu ifadeler yer aldı:

“Rüzgar Çetin’e verilen cezanın az olması, son duruşmada sanığın tahliye edilmesi, parası olan ve babasına güvenen herkesin trafikte adam öldürebileceği, bunun çok da önemli bir suç olmadığı izlenimi vermiştir. Hiçbir hakimin topluma böyle bir izlenim vermeye hakkı yoktur. Sicilinde 28 tane trafik ihlali cezası olan ve daha önceden ehliyetine 2 defa el koyulan bir sürücüye bu cezanın verilmesi ciddiyetsizdir, yetersizdir, haksızdır ve hukuksuzdur.”

Bu bakış açısıyla da bir empati yapmak gerekmiyor mu?

Bu karar gerçekten, “Kan parası ödeyecek imkanın, gücün varsa direksiyon başına alkollü şekilde geçip ölüme sebebiyet verebilirsin. 9 ay yatar, çıkarsın” anlamına gelmiyor mu?

Ve başlıktaki sorunun diğer yanıtı...

Mevcut mevzuat ve adalet sistemi de Rüzgar Çetin gibi suçlu değil mi?

Yazının devamı...

Sadece Sinan Çetin’e değil herkese soruyorum

Dün bir yazı yazdım...

Amerikalılar 11 Eylül saldırılarıyla binlerce insanı katleden El Kaide’ye destek verdiği iddiaları sebebiyle Suudi Arabistan aleyhine dava açabiliyor; bizim vatandaşlarımız neden PKK, FETÖ ve diğer terör örgütlerini on yıllardır himaye edip her türlü desteği veren yabancı devletleri dava edemiyor diye sordum.

Burada temel mesele, bir şekilde adalet arayışı...

Bu yazının yayınlandığı gün, ‘adalet’ başlığında öyle bir gelişme yaşandı ki, “Sen bırak yabancı devletlerden davacı olmayı, önce kendi ülkendeki kanunları, yargı mekanizmasını ve adalet anlayışını sorgula” diyenlere verecek bir cevabım kalmadı.

***

Konu Rüzgar Çetin davasında çıkan karar.

***

Direksiyon başına alkollü geçip kaza (!) yapan bir genç...

Sebep olduğu kazada bir polis hayatını kaybediyor, bir diğeri yaralanıyor.

Bir ölü, bir yaralı yani...

Olayın faili, ülkenin tanınan simalarından birinin oğlu...

Böyle olunca, dava daha bir medyatik hale geliyor doğal olarak.

***

Savcı, yönetmen Sinan Çetin’in oğlu Rüzgar Çetin için, 3 yıldan 22 yıl 6 aya kadar hapis cezası istiyor.

Dava görülmeye başlanırken yaralanan polis memuru, sanıktan şikayetçi olmadığını bildiriyor.

Sonra davaya bakan mahkeme heyeti değişiyor.

Kararı yeni heyet veriyor.

Dünkü beşinci duruşma öncesi, şehit polisin ailesi de şikayetini geri çekiyor.

Mahkeme heyeti sanığı suçlu buluyor ama 6 yıl 3 ay hapis cezasına hükmediyor.

Ve karar...

8 aydır cezaevinde bulunan Rüzgar Çetin’in, yattığı süre göz önüne alınarak oy çokluğuyla tahliyesine...

Mahkeme başkanı bu cezayı az buluyor, karara karşı çıkıyor ama diğer 2 üyenin oyu sonucu belirliyor.

***

Çok soru var sorulacak...

1. Olayda yaralanan polis memuru ve hayatını kaybeden polisin ailesi, hangi gerekçe ile şikayetçi olmaktan vazgeçtiler? Ölüme ve yaralanmaya sebebiyet veren Sinan Çetin’in değil, kendileri gibi sıradan bir ailenin evladı olsa yine geri çekerler miydi şikayetlerini? Rüzgar Çetin’in avukatının ifadesiyle ne karşılığında helalleştiler? Tehdit mi, para mı, ne?

2. Alkollü şekilde araç kullanıp bir insanın öldürmek, birini de yaralamanın karşılığı 8 ay cezaevinde yatmak mıdır? Bu sonuç adil midir? Adalet bu mudur?

3. Her ebeveyn evladının iyiliğini, mutluluğunu ister. Sinan Çetin de elbette oğlunun başına gelenlerden büyük üzüntü duymuş, dün çıkan karar üzerine muhakkak ki mutlu olmuştur. Ama... Oğlu, yaşanan olayın faili değil mağduru olsaydı... Yani bir başkası, alkollü şekilde kullandığı otomobil ile oğlunun yaralanması ya da ölümüne yol açsaydı; Sinan Çetin ne hisseder, ne der, nasıl davranırdı? Oğlunu yaralayan ya da öldüren ile ‘bir şekilde’ helalleşir, şikayetini geri çeker miydi?

4. Bir önceki soru; kararı veren iki hakim, bu yasaları oluşturan mekanizmada yer alan bütün bürokrat, hukukçu ve siyasetçiler ile nihayet hepimiz için de geçerli...

Yazının devamı...

Biz neden dava açamıyoruz?

Önce şu haberi bir okuyun lütfen...

“ABD’de 11 Eylül kurbanlarının ailelerinin Suudi Arabistan yönetimine dava açmasına imkan tanıyan yasa tasarısının kabul edilmesinin ardından, saldırılarda eşini kaybeden Amerikalı kadın, bu ülke aleyhinde dava açtı.

Kocasını Pentagon’da düzenlenen saldırıda kaybeden Stephanie DeSimone, açtığı davada Suudi Arabistan’ın saldırıdan sorumlu olduğunu ileri sürdü.

Başkent Washington DC’de açılan davada DeSimone, Suudi Arabistan’ın El-Kaide’ye maddi destek verdiğini savundu.

ABD basınında yer alan haberlere göre, mahkemeye sunulan belgelerde ‘Suudi Arabistan’ın desteği olmasaydı El-Kaide’nin 11 Eylül saldırılarını planlaması ve gerçekleştirmesi mümkün olmazdı’ ifadesine yer verildi.

DeSimone, Suudi Arabistan’ın El-Kaide’ye ajanlar ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla destek verdiğini belirtti.

ABD Başkanı Barack Obama’nın yasa tasarısını veto etmiş ancak yasa tasarısı Senato’da ezici çoğunlukla kabul edilmişti.

ABD kamuoyunda tartışmalara yol açan ve Suudi Arabistan’ı derinden rahatsız eden yasa tasarısı, 11 Eylül saldırılarında hayatını kaybeden kişilerin ailelerinin, saldırılarda Suudi yöneticilerin rolü olabileceği gerekçesiyle ABD mahkemelerinde dava açabilmesine imkan tanımıştı.”

***

Haberde, sizin dikkatinizi en çok çeken cümle hangisi bilmiyorum ama bence altı çizilmesi gereken, “Suudi Arabistan’ın El Kaide’ye ajanlar ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla destek verdiği” iddiası.

Sadece bu iddia üzerinden bile dava açabiliyor mağdur Amerikalılar, ülkelerinin müttefiki Suudi Arabistan aleyhine.

Sözü nereye getireceğimi tahmin etmişsinizdir...

Türkiye topraklarında 1984’te başlayan PKK terörüne, aradan geçen 32 yıl boyunca hangi yabancı ülkelerin destek verdiği sır değil. Tabii o desteğin halen sürüyor olması da...

Üstelik; PKK’ya sadece maddi kaynak aktarılmıyor, sadece ajanlar ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla destek de verilmiyor.

Türkiye’de her gün kan dökmeye, can almaya devam eden, dünyanın ‘terör örgütü’ olarak tescil ettiği PKK’ya gelen dış destek, Suudi Arabistan-El Kaide örneğinde olduğu gibi iddia boyutunda değil. Somut, net.

Örgütün yıllardır kullandığı, hâlâ da kullanmaya devam ettiği silahların, mayınların, uçaksavarların, füzelerin hangi ülkelerde üretildiği, bazılarının doğrudan örgüte verildiği biliniyor.

Terör örgütünün hangi ülkelerde bürolarının bulunduğu, hangi ülkelerde eğitim kamplarının yıllarca faaliyet gösterdiği, PKK’lıların hangi devletler tarafından himaye edildiği...

Hepsi, her şey biliniyor. Hem de yıllardır...

***

Şimdi soruyorum...

Amerikalılar; El Kaide’yi desteklediği, dolayısıyla da 11 Eylül saldırılarında sorumluluğu olduğu gerekçesiyle, Suudi Arabistan aleyhine dava açabiliyorsa...

Türkiye’deki şehit aileleri, gaziler, terör mağduru siviller neden PKK’yı sistemli olarak destekleyen ülkeleri dava edemiyor? Almanya, Yunanistan, İtalya, Rusya, Suriye, İran, Fransa ilk akla gelen ülkeler. Fazlası var, eksiği yok.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu konuda gerekli yasal düzenlemeyi yapıp, mağdurların bu ülkelerden davacı olmasının önünü açamaz mı?

***

Sadece PKK değil.

15 Temmuz sonrası, aynı durum FETÖ için de geçerli.

Darbe girişiminde hayatını kaybedenlerin aileleri ile yaralananlar; yani demokrasi şehitlerinin aileleri ve gazileri neden FETÖ’ye ev sahipliği yapmaya devam eden ABD aleyhine dava açamasın ki?

Stephanie DeSimone ‘nin hakkı olan, neden Fadiemana Halisdemir’in, Nihal Olçok’un ve diğerlerinin hakkı olmasın?açamıyoruz?

Yazının devamı...

Adil Öksüz gündemi ve MİT

“Ordular çok nadir savaşa girerler ama istihbarat örgütleri her gün savaşırlar.”

Bu cümle Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan ‘a ait.

Ama yeni değil...

Müsteşar Fidan, birkaç yıl önce, bir sohbetimizde sarf etmişti bu cümleyi.

Yaklaşık bir buçuk sene önce (13 Mart 2015) kaleme aldığım “İstihbarat savaşları” başlıklı yazıda (o zaman isim vermeden) kullanmıştım Fidan’ın bu sözünü. Devamında, “İstihbarat teşkilatları, ülkelerin yedeği olmayan kurumlarıdır, yediği gol çıkmaz” cümlesi ile birlikte...

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-749276-yazar-yazisi-istihbarat-savaslari)

Öksüz üzerinden MİT’e operasyon mu yapılıyor?

Gündemdeki ‘Adil Öksüz tartışmaları’na, MİT Müsteşarı Fidan’ın yukarıdaki iki cümlesi çerçevesinde bakmakta yarar var.

Ankara’da, istihbarat çevrelerinde yapılan değerlendirmeler de zaten bu yönde.

İstihbarat kaynakları aynen şu ifadeyi kullanıyor:

“Adil Öksüz’ün MİT ile ilişkilendirilme çabası, doğrudan Hakan Fidan’ı ve Teşkilat’ı hedef alan operatif bir faaliyettir”

Kılıçdaroğlu’nun sözleri, Selvi’nin yazısı

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, CNN Türk’te canlı yayında, “Adil Öksüz neden serbest bırakıldı? Bir bilgimiz var ama açıklayamıyorum, elimde belge yok” demişti.

Kılıçdaroğlu’nun, Tarafsız Bölge programında Ahmet Hakan Coşkun’a bu kadarını söylediği mevzunun devamını Hürriyet Yazarı Abdülkadir Selvi ile paylaştığını, Selvi’nin dünkü yazısıyla öğrendik.

Abdülkadir Selvi, Kılıçdaroğlu’nun kendisine telefonda “Adil Öksüz’ün MİT ajanı olduğuna dair bir istihbarata sahipiz” dediğini yazdı. MİT’in bu iddiayı net bir dille yalanladığını da...

Konuyla ilgili Adalet Bakanı Bekir Bozdağ konuştu dün.

“Öksüz MİT ajanı değil” diyen Bozdağ, “ “Kılıçdaroğlu bu iddiayı dile getiriyorsa bu bilgiyi kendisine kim aktardıysa onu lütfen araştırsın.(...) Çok net söylüyorum, Sayın Kılıçdaroğlu’na bu bilgiyi getiren hiç şüphem yok FETÖ’nün kullandığı bir elemandır” diye konuştu.

**

Dönelim aynı başlıkta, başkentte istihbarat kulislerinde konuşulanlara...

İstihbarat alanında uzman olan kaynakların tespit ve değerlendirmelerini şu başlıklar altında özetleyebilirim:

- Adil Öksüz ile ilgili olarak; MİT’ten giden bir rapor olsa veya bir şekilde Adil Öksüz’ü serbest bırakan ekipte MİT’ten birisi olsa ya da o ekipten birinin, Öksüz’ü MİT’ten gelen bir müdahale doğrultusunda serbest bıraktığı yönünde bir beyanı olsa; söz konusu iddiaların gündeme gelmesi normal karşılanabilir ve bu durumda MİT somut bir açıklama yapmak zorunda kalır.

- Bunlardan herhangi biri söz konusu olmadığına göre ve Öksüz’ün firar etmesine imkan sağlayan mekanizmada yer alanlar isim isim belliyken, yapılması gereken; nedenler ve nasılların cevabını Adil Öksüz ile temas eden jandarma personeli ile yargı mensuplarından almaktır.

- Sonuç olarak mevcut durumda MİT’in yaşananları kendisine yönelik yeni bir istihbarat operasyonu olarak görmesi doğaldır.

- MİT, Adil Öksüz gündeminin, yıllardır sistematik olarak kendisine operasyon yaptığını düşündüğü bir yabancı istihbarat örgütünün yeni hamlesi olarak değerlendirir.

**

İstihbaratçılar işte bunları söylüyor...

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın genel prensibi ortaya koyduğu - yazının başında yer alan - o iki cümlesi ni düşününce, yorum yapan kaynaklar pek haksız da değiller sanırım.

Son cümle...

Bütün bunların ardından benim gördüğüm ise şu; bu pilav daha çok su kaldırır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.