Şampiy10
Magazin
Gündem

Hava Kuvvetleri’nin bugünü ve yarını

“Sizler artık bir değil, hatta iki de değil; üç kişilik çalışmak zorundasınız. Bunu bilerek görev yapmak zorundayız. Kendiniz dışında, iki arkadaşınızın daha yerini dolduracaksınız. Bu durum sizler için olduğu gibi bizim için de geçerli.”

Bu sözler Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Abidin Ünal’a ait.

İçeriğinden de anlaşılacağı üzere, Ünal’ın bu sözlerinin muhatabı mesai / silah arkadaşları.

***

Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal ile 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda sohbet ettik.

Orgeneral Ünal’ın başında bulunduğu Kuvvet, operasyon yoğunluğu açısından yakın tarihin en yorucu dönemlerinden birini yaşıyor.

Terörle mücadele sadece yurt içinde değil, sınır ötesinde de sürüyor. Üstelik hem Irak hem de Suriye topraklarına sorti yapıyor Türk jetleri.

Üç cephede süren hava harekatlarında, sınır ötesine çıkıldığında, söz konusu ülkelerin hava sahaları itibariyle ekstra bir hassasiyet mevcut. O hava sahalarını fiilen kontrol eden ‘süper güçler’ ile ilişkiler bağlamında...

***

Tabii böyle bir dönemde, bir de, eksik bir kadro ile çalışmak gerçeği var.

15 Temmuz sonrası art arda gelen ihraçların sonunda ‘kalan sağlar’ ile yürüyor faaliyetler.

Sadece pilotlar da değil... Bir savaş uçağının muhabere ve muharebe kabiliyetini sağlayan ‘yer’deki personel de, uçucular kadar mühim.

***

Beştepe Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki Cumhuriyet resepsiyonunda konuştuğumuz Orgeneral Ünal, “Zor günlerden geçtiğimiz bir gerçek ama arkadaşlarımın sahip olduğu inanç ve gösterdiği performansa bakınca; bu sancılı dönemden de alnımızın akıyla çıkacağımızdan zerre şüphem yok” dedi.

Ünal’ın - yazının başında da yer verdiğim - şu sözlerinin altını bir kez daha çizmeliyim:

“Ben arkadaşlarıma da söylüyorum. Hepimiz artık bir değil, iki de değil, üç kişilik çalışmak zorundayız. Evet yorulacağız, evet işimiz zor ama mevcut durumun bilinciyle gereğini yapacağız.”

İdeal yapıya dönüş iki yıl alacak

FETÖ mensubu personelin görevden uzaklaştırılmasının ardından gündemdeki en kritik noktalardan biri savaş pilotlarının sayısında ortaya çıkan tablo.

Bu durumun bir ‘zafiyet’e dönüşmemesi için görev yapan personelin ekstra performans sergilemesi gerekiyor.

Hava Kuvvetleri Komutanı, görevdeki personelin - zorlanmasına, yorulmasına rağmen - büyük bir gayret sarf ederek verilen görevlerin üstesinden geldiğini söylüyor.

Bu tamam ama bir yandan da eksiklerin tamamlanması gerekiyor.

***

Ortaya çıkan boşluk nasıl ve ne zaman doldurulacak?

Hava Kuvvetleri’nde, özellikle de muharip pilot açığı ne zaman kapanmış olacak?

Abidin Ünal’ın bu konudaki sözleri de çok önemli.

İşte o başlıklar:

- Bir savaş pilotunun nasıl yetiştiğini biliyorsunuz. Nasıl bir yatırım yapıldığını, bu arkadaşlarımızın nasıl bir eğitim sürecinden geçtiğini biliyorsunuz. Sırf eksik sayıyı tamamlayacağız diye alelacele bir iş yapamayız biz.

- Hava Kuvvetleri’nde ‘hızlandırılmış eğitim’ gibi bir uygulama söz konusu olamaz. Her şey kuralına, kaidesine göre olur ve öyle olacak. Eğitimler, uçuş saatleri; her nokta yönergelerdekine uygun olmalı, olacak.

- Böyle baktığınızda da, savaş pilotu açığımızı tamamlamamız ve ideal kadro yapımıza dönmemiz yaklaşık iki yıl gibi bir süre alacaktır. Ancak talepler ve oluşan rezerve baktığımda size şunu rahatlıkla söyleyebilirim. İki yıl sonra, eskisinden bile daha güçlü bir Hava Kuvvetlerimiz olacak, göreceksiniz.

Yazının devamı...

Adil Öksüz piyon mu, yoksa...

Başlıktaki soru bana ait değil.

Ankara’da, devletin üst kademelerinde son günlerde ağırlık kazanan görüş işte bu soru ile ifade ediliyor.

Adil Öksüz ismi bilinçli olarak mı ön plana çıkartıldı?

Öksüz Ankara’nın önüne atılan bir yem olabilir mi?

Adil Öksüz gündemde en öne çıkartıldı, ilgi odağına dönüştürüldü; kamuoyu, medya ve devlet onunla meşgul olurken, bu yolla daha önemli biri (ya da birileri) gözlerden uzak mı tutuldu?

Bütün bu sorular devletin zirvesinin zihnini çok ciddi boyutta kurcalıyor şu son günlerde.

Daha da önemlisi bu olasılık, günden güne daha da itibar görüyor.

***

Başına 4 milyon TL ödül koyuldu. 16 Temmuz’dan bu yana hep o konuşuluyor.

FETÖ’nün Hava Kuvvetleri imamı olduğu söylendi önce. Son haberler örgüt içinde daha da üst düzeyde yer aldığı, FETÖ’nün TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) imamı olduğu yönünde.

Darbe girişiminin ardından sırra kadem bastı.

Kimileri, ‘mülteci’ görüntüsünde deniz yoluyla Yunan adalarından birine geçmiş bile olabileceğini söylese de, başkentin kritik adreslerinde Öksüz’ün halen Türkiye sınırları dahilinde olduğu görüşü hakim.

***

Yurt dışına mı çıktı?

İncirlik üzerinden ABD’ye mi gitti?

Onu koruyan gizli bir güç mü var?

Hakkındaki soru işaretleri bitmiyor.

İşte bu ortamda gündeme geliyor yazının başlığındaki soru.

Acaba Adil Öksüz, hedef saptırmak ya da birilerini gizlemek için öne çıkartılan ama aslında gösterildiği kadar kıymetli olmayan biri mi?

Bu çok önemli bir soru olmakla birlikte, beraberinde öyle bir başka soruyu daha getiriyor ki, zaten karmaşık olan durum iyiden iyiye içinden çıkılmaz hale geliyor.

“Acaba aslında bir piyon mu” sorusunu takip eden, o bahsettiğim soru şu:

“Örgütün çok da önemli bir mensubu olmadığı algısı maksatlı olarak mı oluşturuluyor? Yani Adil Öksüz, değersizleştirilerek gündemden düşürülmeye, unutturulmaya ve bu şekilde mi korunmaya çalışılıyor?

***

Haydi gelin, çıkın işin içinden.

Bu Ankara gerçekten çok başka bir yer...

Yazının devamı...

Hem kilit hem anahtar

“Önemle ifade ediyor altını kalın olarak çiziyorum, MHP’nin TBMM’de tercihi ne olursa milletin karşısında da tıpatıp aynısı olacaktır. Meclis’te evet dersek, milletin huzurunda da evet deriz. Özümüz de birdir, sözümüz de birdir.”

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin dün partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmanın bu bölümü, önümüzdeki süreç açısından hem kilit hem anahtar niteliğinde.

Neden böyle olduğunu anlatayım...

***

Kilit - anahtar denkleminin ayrıntılarına geçmeden önce, Bahçeli’nin aynı konuşmasının şu kısımlarını da dikkatinize sunmam gerekiyor:

“Sayın Binali Yıldırım, Afyonkarahisar’da üstünde ç alıştıkları anayasa teklif metininin hemen hemen bittiğini açıklamıştır. Yakında bu teklif metni TBMM’nin gündemine gelecektir. Bu durum karşısında Milliyetçi Hareket Partisi ilke ve ülkülerine uygun olacak şekilde teklifi inceleyecek, elbette bir karar ve sonuca varacaktır. (...) AKP ne hazırladıysa getirsin görelim, bakıp değerlendirelim. Sonra da neyi doğru ve kaçınılmaz görüyorsak onu yapacağımızdan, aldığımız kararın ardında sağlam şekilde duracağımızdan herkesin müsterih ve emin olması başlıca dileğimdir.”

***

Yani Bahçeli, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne şunu söylüyor...

“Bizim ‘evet’ diyeceğimiz bir Anayasa teklifi ile gelirseniz, önce Meclis’te ardından da referandum sandığında istediğinizi alırsınız.”

İşin özeti bu.

Başbakan bizzat masada

Pekiyi Ak Parti, MHP’nin ‘evet’ diyeceği bir teklif ile gelecek mi, gelir mi?

Ankara’da aylardır yeni Anayasa hazırlığını sürdüren ekip, son günlerde Başbakan Binali Yıldırım başkanlığında çalışıyor.

Teklife son şekli, bizzat Yıldırım’ın nezaretinde veriliyor.

Aldığım bilgiye göre bu mesai hafta sonuna kadar tamamlanacak. Ardından da Başbakan’ın, teklifi Meclis gündemine taşımadan önce, son olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte masaya yatıracağı tahmin ediliyor.

Şimdi dönelim süreci temelinden etkileyecek kritik sorulara...

İktidar partisinin Meclis’e getireceği teklif, MHP’nin ‘evet’ diyeceği bir metin olur mu, olacak mı?

Yapılacak iş, nihai olarak; 82 Anayasası’nın yeniden yazımı yani mevcut Anayasa’nın revize edilmesi mi olacak yoksa tamamen yeni bir Anayasa’nın hayata geçirilmesi mi?

Bu konuda Ak Parti’nin tavrı net. İktidar partisi ‘yeni Anayasa’ diyor.

Pekiyi ama önce Meclis’te, sonra da halk oylamasında desteğine ihtiyaç duyulan MHP’nin tercihi ‘revizyon’ yönünde olursa ne olacak?

MHP yeniden yazıma dahi ‘Hayır’ derse?

MHP’nin Anayasa ile ilgili olmazsa olmazını biliyoruz: ‘İlk 4 madde’.

Bahçeli, “Anayasa’nın başlangıç bölümü ve ilk dört maddesine dokunmayın” derse Ak Parti ne yapacak?

MHP’nin bu tavrı, “Başlangıç kısmı ve ilk dört maddenin özüne dokunmayın” şeklinde olursa ayrı, yok eğer “Başlangıç ve ilk dört maddenin yeniden yazımını da kabul etmeyiz” keskinliğinde olursa ayrı.

Çünkü...

Ak Parti’nin söylemiyle ‘reform Anayasası’ olarak öngörülen yeniden yazımda;

- “Atatürk milliyetçiliği’ ifadesinin metinden çıkartılması öngörülüyor.

- “İnsan haklarına saygılı” yerine “İnsan haklarına dayanan” deniliyor.

- “Devletin dili Türkçedir” ifadesinin yerini de “Devletin resmi dili Türkçedir” cümlesi alıyor.

***

Özetle...

Ankara’nın Anayasa gündeminin kaderini belirleyecek nokta şu:

MHP, ‘kırmızı çizgilerim” dediği maddelerin yeniden yazımına dahi karşı çıkarsa, bu durumda Ak Parti, 1982 Anayasası’ndaki bazı maddelerin aynen tekrarını içeren bir yeni Anayasa teklifi sunmayı, kendisi için bir politik yük olarak görecektir. Hele de bunlar, Anayasa’nın ruhunu, felsefesini temsil eden temel maddeler ise...

Bu nedenle, eğer MHP’nin tavrı nedeniyle böyle bir noktaya zorlanırsa, iktidar partisi o zaman, 82 Anayasası’na çok geniş çaplı bir revizyon ile yola devam etmek ile yetinmek zorunda kalabilir.

Yani ilk dört madde, vatandaşlık ve yerel yönetim anlayışının aynen devam edeceği, bunun dışındaki alanlarda kapsamlı bir revizyon... Bir anlamda, yeni ve farklı bir “Yetmez ama evet” durumu...

Yok eğer, içeriğe dokunulmadan yeniden yazım yoluyla MHP’nin ‘Tamam’ diyeceği bir metin oluşturulması başarılabilirse - ki bu pek kolay değil - işte o zaman ‘yeni Anayasa’ da bir anlamda tamam demektir.

Yazının devamı...

Çekin ellerinizi çocukların bedeninden

“Adana’da, kandırarak evine götürdüğü 3 erkek çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu ileri sürülen zanlı tutuklandı.

Ahlak Büro Amirliği ekipleri, merkez Seyhan ilçesinde S.B’nin (60), bir erkek çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu ihbarı üzerine çalışma başlattı.

Şüphelinin evine operasyon düzenleyen ekipler, eşinden ayrıldığı belirlenen S.B’yi gözaltına aldı. Ekipler, evde yaptıkları aramalarda, cinsel gücü arttırıcı hap, elektroşok cihazı, kamera ve kuru sıkı tabanca buldu.

Bu arada, zanlının gözaltına alınmasının ardından yapılan çalışmada S.B’nin iki erkek çocuğuna daha cinsel istismarda bulunduğu ortaya çıktı.

Zanlının bazı çocukları sigara verme bahanesiyle evine götürdüğü ve elektroşok cihazıyla bayılttıktan sonra cinsel istismarda bulunduğu iddia edildi.

Emniyetteki işlemleri tamamlanan zanlı, sağlık kontrolünün ardından sevk edildiği mahkemece tutuklandı. “

***

Yukarıdaki haberi Anadolu Ajansı geçti dün sabah.

***

Sene 2016... Demokratik bir hukuk devletinde yaşıyoruz.

‘Kısasa kısas’ anlayışı tarih olmuş...

Ama böyle haberleri okuyunca; keşke tarih olmasaymış da 60 yaşına gelmiş bu pislik ve benzerlerine ‘kısasa kısas’ uygulanabilse diyor insan !

***

Daha Irmak’ın acısı küllenmedi yüreklerimizde.

***

Aşağılık, pislik, sapıklar cirit atıyor sokaklarda.

Ve bizler çocuklarımız hak ettikleri, güzel, müreffeh bir gelecekte yaşasın diye uğraşıyoruz.

Nasıl paranoyak olmayacağız, birisi söylesin lütfen.

Bırakın yabancıları; eşe dosta, komşuya güvenemez, şüpheyle bakar hâle geldi insanlar.

***

Her gün bir yenisini duyduğumuz, okuduğumuz ‘sapkınlık’ örneklerini bireysel, münferit sayabilir miyiz?

Töre cinayetlerine tanık olup, çocuk gelinleri görüp, berdelleri izledikten sonra nasıl gönlümüz rahat yaşayabiliriz?

***

Çocuk istismarı, taciz, tecavüz ve benzeri suçları işleyenlerin mümkün olan en ağır cezaya çarptırılması şart.

Bu tamam...

Tek tek yakalayıp cezaevine koymak ile bitecek gibi olsalar keşke...

Oturup düşünmemiz gereken, asıl sorgulamamız gereken; bu pisliklerin yetiştiği iklimi nasıl değiştirip dönüştürebileceğimiz.

Bu sapık beyinlerin içinden çıktığı ortamı ne yapacağız?

***

Evet, dünyanın hemen her ülkesinde zaman zaman rastlanıyor bu türlere.

Ama zaman zaman.

Bizdeki gibi her gün değil.

“Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile var bunlardan” deyip geçebilir miyiz?

Onlardaki münferit işte. Bizdeki durumu ise maalesef artık ‘istisnalar gündemi’ olmaktan çıktı.

***

Savunmasız, küçücük çocuklara (hatta bazen bebeklere) yapılanlara bir bakın...

Kızı, erkeği mi olur çocuğun? Çocuk, çocuktur.

Önce anne - babalar ile aile büyüklerine, sonra öğretmenler ve eğitimcilere düşüyor görev.

Çünkü her sapık, birilerinin evladı, birilerinin ürünü, eseri...

Eğitim şart.

Sonrasında da takip.

Caydırıcı cezalar bir yere kadar. Çünkü ceza, suç işlendikten sonraki aşama.

Asıl mesele o suçun işlenmesinin önüne geçebilmek.

***

Çocuklarımızı o sapıklardan korumak biraz da bizim elimizde.

Küçük çocukları dokunarak seven, özellikle öpmek isteyenlere “Hayır” diyerek başlayabiliriz mesela.

Kusura bakarlarsa baksınlar.

Çocuklarımıza, onların isteği dışında bedenlerine kimsenin dokunamayacağını, dokunmaması gerektiğini öğreterek devam edebiliriz.

***

Bugünden yarına olacak iş değil bu.

Yıllar, yıllar içinde gelinen bu ortamı değiştirmek de seneler alacak şüphesiz.

Sabırla, kararlılıkla uğraşmamız gerekiyor bu meseleyle.

Gözümüzü dört açıp, sürekli tetikte olmamız ama en önemlisi bu mücadeleyi görev bilmemiz gerekiyor.

Yazının devamı...

Batı’nın tavrını bilmek şart

Türkiye’nin güney komşularında yaşananlara ilgisini tabii ki anlayışla karşılıyoruz.

Musul ve Başika konularındaki hassasiyetlerini de elbette gayet iyi anlıyoruz. Ancak mevcut durumda, Ankara ile Bağdat yönetimleri arasındaki görüş ayrılığı konusunda taraf olmak niyetinde değiliz.

Altını birazdan dolduracağım ama başlangıç olarak, batı dünyasının yaklaşımını bu şekilde özetlemek mümkün.

***

Bir yandan Suriye topraklarında sürdürdüğü Fırat Kalkanı Harekatı, diğer taraftan Musul ve Başika eksenli gergin gündem...

Türkiye’nin, yurt içindeki ile paralel olarak sınırlarının hemen ötesinde yürütmekte olduğu terörle mücadelenin sıcak başlıklarını takip ederken hepimizin bilmesi gereken bir nokta var.

Önemli, belirleyici bir nokta...

O nokta, ‘batının tavrı’.

Yani ABD liderliğindeki uluslar arası koalisyonun, Türkiye’nin tezleri ve hareket tarzına yaklaşımı.

***

19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren; önce Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin, ardından da ABD’nin Ortadoğu politikalarını hatırdan çıkarmadan okumak gerekiyor bugünleri.

Evet, tarih tarihtir; geçmiş geçmişte kalmıştır ama o tarih, o geçmiş, bugüne ve geleceğe dair çok işaret, çok done barındırır bünyesinde.

Bugünü, düne bakmadan değerlendirmeye kalkmak; geleceği, dünü yok sayarak şekillendirmeyi denemek ne kadar akılcı olabilir ki?

***

Bölgenin kaderinde söz sahibi olan uluslar arası koalisyonun üyeleri, sadece insani kaygılar ile mi burada? Olabilir mi?

Dünyayı idare etmek iddiasıyla hareket eden büyük devletler, sahip oldukları süper güçleri, sırf bu bölge ülkelerinin menfaati doğrultusunda mı kullanıyor? Olabilir mi?

Dünyanın bu bölgesi kendi kendine terör yuvası olmuş, dünya devleri de kurtarıcı olarak gelmiş, her şeyi Ortadoğu coğrafyasında yaşayan ulusların daha mutlu olması için yapıyor öyle mi?

Uluslar arası koalisyonda yer alan güçlerin sahipleri; Türkiye’nin de içinde yer aldığı bu coğrafyanın iyiliğinden başka bir şey düşünmeden, kendi ülkeleri için hiçbir beklentileri olmadan hareket ediyorlar öyle mi?

Mümkün mü sizce bütün bunlar?

***

Yukarıda saydıklarım bir yakınma ya da sızlanma değil.

Türkiye, bu gerçeklerin bilincinde hareket etmeli. Yaşananları takip eden bizler de bu gerçekler ışığında izlemeliyiz gündemi.

Duygusal değil, realist olmak gerekiyor yani.

***

Görünen o ki, DEAŞ dosyasında sona yaklaşılıyor.

Parçaları birleştirince; birkaç yıl önce bu topraklarda üreyen (ya da üretilen), doğan (ya da yaratılan) örgütün, bölgesel etkinliğini kaybedeceği görülüyor. DEAŞ’ın yakın gelecekte sadece bireysel terör eylemleri yapabilen bir noktaya çekileceğini tahmin etmek güç değil.

Sonrasında da Irak ve Suriye’de yeni dönem, öyle ya da böyle, şekillenecek, şekillendirilecek.

***

Başladığım nokta ile bitireyim...

Ortadoğu’nun geldiği kritik dönemeçte, batılı ülkelerden müteşekkil koalisyonun şu yaklaşımını dikkatle not etmek gerekiyor:

- Türkiye ile Irak arasındaki ihtilafta taraf olmayacağız. İki ülkeden biri lehine ya da aleyhine pozisyon belirlemek gibi bir niyetimiz yok. Türkiye; sorunlarını, Irak merkezi yönetimi ile konuşup çözmeli. Ankara; adımlarını, Bağdat’ın onayını alarak atmalı.

Bilinmeli ki, batı dünyası bu noktada duruyor.

Yazının devamı...

Olumlu haberler rahatlığa yol açmamalı

“19.10.2016 Çarşamba günü, Etimesgut İlçesi Eryaman Mahallesi’nde bulunan apartman dairesinde, güvenlik güçleri tarafından saat 03.00 sularında yapılan operasyonda ölü ele geçirilen DEAŞ terör örgütüne üye teröristin, 1992 Adana doğumlu, Diyarbakır nüfusuna kayıtlı Ahmet Balık olduğu tespit edilmiştir.

Teröristin Anıtkabir ve eski Türkiye Büyük Millet Meclisi civarında yaptığı keşif ve gözetleme faaliyetlerine ilişkin fotoğraflar ekte sunulmuştur.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”

***

Yukarıdaki metin, Ankara Valiliği’nin dün yaptığı açıklama.

Yani...

Anıtkabir ya da Ulus’taki Birinci veya İkinci Meclis Binası’na yönelik muhtemel bir canlı bomba eyleminin önüne geçildiğinin duyurusu.

***

Ankara Valiliği’nin dünkü açıklaması gibi, son dönemde, yurdun başka köşelerinden de benzer açıklamalar geldi biliyorsunuz.

“Bombalı araç ile saldırı hazırlığındaki teröristler yakalanacaklarını anlayınca kendilerini patlattılar...”

Ya da,

“Canlı bomba eylemi hazırlığındaki terörist yakalandı...”

Türünden haberleri son dönemde sık sık duyar olduk.

***

Yakın geçmişte Türkiye’nin canını çok yakan terör saldırılarının benzerlerinin önlenmiş, önleniyor olması önemli.

Bu durumun duyurulması yani bu bilgilerin kamuoyu ile paylaşılması da çok önemli ve olumlu.

İnsanları hem rahatlatan hem de devlete, ilgili kurumlara duyulan güveni artıran gelişmeler bunlar.

***

Eylem hazırlığındaki teröristlerin yakalanma haberleri üzerine, “Demek ki istendiğinde, çalışıldığında önlenebiliyormuş” diyenler var bir de.

Bu bakış açısını anlayabiliyorum elbette.

“Madem bunlar bulunabiliyor, neden daha önceki eylemlerin önüne geçilemedi, neden o kadar canımız gitti” sorusunu da bünyesinde barındıran, sitemkâr bir bakış bu. Haklılık payı da muhakkak var.

Elbette, keşke önceki terör saldırıları da önlenebilseydi...

Ancak şunu unutmamak gerekiyor.

Son zamanlardaki bu olumlu gelişmeler, bundan sonra hiç terör eylemi olmayacak anlamına gelmiyor.

Hazırlık aşamasındaki teröristlerin yakalanması ya da düzenlenen operasyonlarda öldürülmesi, geçmişte yaşanan acıların bir daha hiç tekrar etmeyeceği manasını taşımıyor.

Bundan önce belirlenemeyenler gibi - keşke olmasa ama - bundan sonra tespit edilemeyecek ve hedefine - maalesef - ulaşacaklar yine olacaktır.

Bu gerçeği gözden kaçırmamak lâzım.

***

Türkiye gibi bir ülkede, hele de şu konjonktürde, terör tehdidi bırakın geçmeyi, azalmış dahi değil.

Başarılı operasyonlar insanlara güven, resmi kurumlara moral veriyor, evet.

İstihbarat ve güvenlik birimlerinin performansının yükselmesi, terör odaklarının planlarını bozuyor, evet.

Lâkin, risk aynen devam ediyor.

Buna bağlı olarak hem devletin hem de bizlerin uyanık olma mecburiyeti de öyle.

Yazının devamı...

Tarihi mesai

“Şu anda bir darbe riski görmüyorum.”

Bu cümle Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Ümit Dündar’a ait.

**

TBMM 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu tarihi mesaisine başladı.

Komisyon’a bilgi veren ilk isim, o gecenin Birinci Ordu Komutanı, halihazırda Genelkurmay İkinci Başkanı olan Orgeneral Ümit Dündar’dı.

Meclis’e üniforma ile değil sivil kıyafetle gelen Dündar;

- O gece Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da hiçbir bakan ile görüşmediğini,

- Cumhurbaşkanı ile telefonla görüşüp “Devlet Bahçeli’ye beni sorun” diye bir beyanı olmadığını,

- Cumhurbaşkanı tarafından sabaha karşı Genelkurmay Başkanlığı’na vekalet etme emri verildiğini,

- Cumhurbaşkanı ile 16 Temmuz sabahı Atatürk Havalimanı’nda görüştüğünü ve Erdoğan’a o ana kadar yaşanan gelişmeler hakkında bilgi verdiğini,

- Cumhurbaşkanı ve Başbakanı’nın direktiflerini de havalimanındaki bu görüşmeden itibaren aldığını anlattı.

**

Orgeneral Dündar TBMM Araştırma Komisyonu’na ayrıca;

- FETÖ’nün darbe girişiminin ardından firar eden emir subayının da darbeciler arasında yer aldığını,

- Emir subayının 15 Temmuz akşamı kendisini bulmak için çaba sarf ettiğini,

- Kendisinin saat 22.20’de konutundan ayrıldığını, bir süre sonra emir subayının 4 - 5 kişilik bir ekiple eve geldiğini ve aradığını öğrendiği bilgilerini de aktardı.

**

Komisyon, davetli listesindeki asker - sivil yetkilileri dinledikçe 15 Temmuz’a dair ortaya yeni soru işaretleri çıkacağına, bugüne kadarki soruların da farklı boyutlara taşınacağına şüphe yok.

İşte ilk günden bir örnek...

Ümit Dündar o gece Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ilk kez sabaha karşı İstanbul Atatürk Havalimanı’nda görüştüğünü söylüyor.

Öncesinde herhangi bir teması olmamış Erdoğan ile. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’na, “Siz İstanbul’a gelin, ben sizi korurum” gibi sözü olmamış.

Aynı “Beni Devlet Bahçeli’ye sorabilirsizin” cümlesinin söz konusu olmadığı gibi.

Soru şu:

Pekiyi o zaman o haberler nereden çıktı?

O haberleri kimler, hangi maksatla yaydı? Bu dezenformasyondan kim, ne umut ediyordu?

**

Bir soru daha...

Dönelim yazının başına.

Ümit Dündar’ın - yazının başlangıcına yerleştirdiğim - kısa ama önemli o cümlesine...

Ne diyor Dündar?

“Şu anda bir darbe riski görmüyorum” diyor.

İnsanın aklına da doğal olarak şu soru geliyor:

15 Temmuz öncesi, hatta 15 Temmuz 2016 akşam saatlerine kadar böyle bir risk görmüş müydünüz?

Komisyon üyelerinden bu soruyu soran olmadı Orgeneral Dündar’a ama komutanın sözlerinin arasında bu sorunun yanıtı var.

“Hiç aklımızdan bile geçirmemiştik.”

**

Araştırma komisyonunun mesaisi için ‘tarihi’ ifadesini kullandım yukarıda.

Öyle gerçekten...

Bilgi vermeye gelenler ‘gerçeği ama sadece gerçeği’ anlatırlar, komisyon üyeleri de derslerine iyi çalışıp soracakları sorular ile sürece katkı verirlerse, bu komisyonun hazırlayacağı rapor ülke tarihine geçer. Ortaya tarihi bir vesika çıkar.

Siyaset kurumunda, ortaya çıkacak vesikanın arkasında duracak, gereğini yapacak irade var, bunu unutmayalım.

Umarım bu defa dağ fare doğurmaz.

Yazının devamı...

Başkanlık formülü

“Aktüel siyaset bakımından bir eleştiri olmakla birlikte, ülke siyaseti açısından bir işbirliği önerisi.” Ak Parti, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin attığı adımı işte böyle okuyor ve mevcut durumun bir siyasi fırsat olduğunu değerlendiriyor. İktidar kanadındaki algıya göre Bahçeli; Hem yeni Anayasa konusunun hem de başkanlık sistemi tartışmasının artık bu ülkenin gündeminden çıkmasını istedi. Bunun yolu olarak da, toplumsal meşruiyet referansı ile sorunu milletin çözmesinden yana olduğunu vurguladı.

İşte bu nedenle de, Ak Parti, MHP’nin Meclis’e gelecek teklife kabul oyu vereceğini ve 330 sınırının aşılmasıyla referandum yolunun açılmış olacağını öngörüyor.

Ak Partililerin yorumu; “MHP, eğer Meclis’te, gelen teklife destek vermezse, konuyu millete götürmeyi engellemiş olur. Dolayısıyla Bahçeli kendisinin eleştirdiği gayri hukuki durumun devamına katkı sağlamış olur, ki bu durumda yaptığı çıkışın bir anlamı kalmaz” şeklinde.

Sonuç olarak iktidar kulislerinde Devlet Bahçeli’nin sözleri Ak Parti’ye kurduğu bir siyasi tuzak değil, aksine, ülke için bir siyasi fırsat olarak görülüyor.

Şimdi beklenen 184 milletvekilinin imzasıyla, yeni Anayasa teklifinin Meclis’e getirilmesi ve millete gidecek yolun açılması.

Temel prensip

İktidar kulisleri ve Cumhurbaşkanlığı çevrelerinden aldığım bilgileri harmanlayınca ortaya şu çıkıyor:

1. İlkesel olarak, hedeflenen, daha demokratik, daha şeffaf ve daha hesap verilebilir bir sistem.

2. Türkiye, 15 Temmuz milli, demokratik halk devriminin siyasi sonuçlarını ve hukuki gerekliliğini ortaya koyan bir sistem kurmak zorunda.

3. Millet, asli kurucu irade olarak, ordunun, yargının, idari bürokrasinin iç yapılarını parçaladı. Bu da, devirme aşamasının tamamlandığı anlamına geliyor. Şimdi inşa aşamasına geçiliyor ve doğan bu siyasi imkan bu inşa aşaması için kullanılmalı.

ABD’deki sistemin revize hali

MHP’nin yarattığı bu imkandan sonra ‘yarı başkanlık formülü’ gündemden düşmüş görünüyor. Meclis’e getirilecek teklif, ‘tam başkanlık sistemi’ olacak. Amerikan modelinden esinlenilen ancak ABD’deki sistemin tıkandığı noktaların revize edildiği bir model...

Ankara’da, genel prensipleri şekillenmiş olan başkanlık sistemini içeren yeni Anayasa teklifinin rötuşları yapılıyor. Teklifteki teknik ayrıntıları birazdan aktaracağım ama önce önümüzdeki günlerin siyasi gündemini şekillendirecek olan bazı noktalar var. Yani bir anlamda cevabı en çok merak edilen sorular...

Görev süresi ve seçim takvimi

- Mevcut çalışmada, ‘Başkan’ın görev süresi’ ile ilgili iki seçenek var.

İlki, ABD’de olduğu gibi 4 yıl ve iki dönem ile sınırlı... Yani 2 x 4, toplam en fazla 8 sene. İkinci seçenek ise 5 yıl. Yani 5 yıllık maksimum 2 dönem.

- Peki, 8 ya da 10 yılın, yani 2 dönemin sonunda, bir dönem ara verilmesi halinde tekrar adaylık mümkün olacak mı? Şu an için hayır fakat Amerikan sisteminde olmayan böyle bir düzenleme de tartışma masasında. Yani olabilir...

- Mevcut Cumhurbaşkanı aday olur ve yeni sistemde Başkan seçilirse, görev süresi, seçildiği gün itibariyle başlayacak. Yani ‘Cumhurbaşkanı’ olarak görev yaptığı süre dikkate alınmayacak. Hukukçular bu durumun nedenini, “Çünkü, eğer sistem değişirse, bu yeni bir hükümet modeli olacak, dolayısıyla iki dönemlik süre de devreye yeni model ile birlikte devreye girer” şeklinde açıklıyorlar.

Anayasa yürürlüğe girer ama başkan seçimi ertelenebilir mi?

- Bir başka soru... Diyelim ki teklif geldi ve yeni Anayasa halk oylamasıyla kabul edilip yürürlüğe girdi. Hükümet modeli değişikliği hemen mi yürürlüğe girecek, yoksa 2019’da mı?

- Şöyle bir formül hukuken mümkün: Anayasa tümden kabul edildiğinde, geçici bir madde ile başkanlık seçimleri 2019’a ertelenebilir. Anayasa’nın diğer hükümleri hemen yürürlüğe girerken, başkanlık ile ilgili hükümleri ertelenmiş olur. Yok eğer hemen ve bütünüyle yürürlüğe girerse, seçimlerin yine geçici bir madde ile organizesi gerekir.

- Anayasa hukukçuları, seçimin 2019’a ertelenme seçeneğini de seslendiriyor olsa da, Ak Parti kulislerinde, yeni Anayasa’nın kabulü halinde başkanlık seçiminin en kısa sürede yapılacağı görüşü hakim.

- Bu arada, yeni Anayasa ile birlikte yönetim modeli değişeceği için milletvekili seçimleri ile ilgili de bir düzenlemeye ihtiyaç olacak. Bu noktada, başkanlık seçimi ile eş zamanlı, yakın zamanlı ya da farklı zamanlı seçim metotlarından birinin benimsenmesi mümkün.

Cumhurbaşkanı otomatik olarak başkana dönüşebilir mi?

- Bir kritik soru daha... Yeni Anayasa’nın kabul edilmesi halinde, mevcut cumhurbaşkanı, otomatik olarak başkan sıfatıyla görevine devam edebilir mi? Yani bir başkanlık seçimi yapılmadan cumhurbaşkanı, başkan’a dönüşebilir mi?

Hukukçular diyor ki;

- Bu yönde bir madde koyulursa bu formül hukuken mümkün ancak böyle bir durumun ortaya ciddi teknik sorunlar çıkaracağı kesin. Bu yöntemin, görev süresi tartışmasının yanı sıra asıl önemlisi, meşruiyet sorununa yol açacağına şüphe yok. Mevcut cumhurbaşkanı, seçildiği dönemin Anayasal düzeni ve o koşullarda aday olup seçildi. Yeni bir modele geçildiğinde, o modele göre farklı adaylar çıkabilir. Dolayısıyla mevcut cumhurbaşkanının otomatik olarak başkan sıfatıyla göreve devamı gibi bir yol, sosyolojik ve siyasi sorunları beraberinde getirir.

- Sonuç olarak, yeni Anayasa halk tarafından kabul edilirse; ya hemen başkanlık seçimine gidilmesi gerekir ya da geçici bir madde ile başkanlık seçimi dönem sonuna (2019’a) ertelenir.

Teklifte neler olacak?

- TBMM’ye gelecek olan, başkanlık sistemini içeren yeni Anayasa teklifinin temel prensipleri netleşti, şu aşamada detaylar olgunlaştırılmaya çalışılıyor.

- Gelinen noktada, ayrıntıları üzerinde çalışılıyor olsa da, ana prensipleri şu başlıklar altında özetleyebiliriz:

- Yeni Anayasa’da yine ‘tek Meclis’ var. Senato - Kongre gibi ikili bir yapı söz konusu değil.

- Üniter yapı içerisinde bir başkanlık sistemi modeli... Yani eyalet ya da özerklik esaslı bir yerel yönetimler modeli değil.

- Güçlü yerel yönetimler ama bütünleştirici merkez... Yerinden yönetim anlayışı güçlendirilecek ancak yerel, piramit yapılar şeklinde merkeze bağlı ve merkezin hem siyasi hem hukuki denetimi korunacak.

- Yerel yönetimlere yeni inisiyatiflerin verilecek. Kaymakamlıklar, valilikler icracı pozisyondan, tamamen ve çok daha fonksiyonel şekilde, merkezin denetçisi pozisyonuna geçecek. İcraat yerel yönetimlerde olacak ancak belediyeler merkezi yönetimin görev alanının dışında olacak. Yani idarenin bütünlüğü ilkesi gözetilecek ama halkın, sivil iradenin yerel yönetimler içindeki gücü daha da artırılacak.

- Meclis dışından bakan (sekreter) atanması formülü öne çıkacak.

- Katı kuvvetler ayrılığına geçiş imkanı doğacak. Bu güçler ayrılığının yanı sıra denge - denetleme sistemi detaylı ve net şekilde kurgulanacak.

Başkan nasıl denetlenecek?

- Devlet Başkanı’nın denetlenmesi noktasında; kararnameler bakımından yargısal denetim olacak. Burada, düzenleyici norm içeren kararnamelerde Anayasa Mahkemesi, alt seviyeli normlar ya da bireysel ve özgün işlemlerde idari yargı yetkili olacak. Bütçe denetimini Meclis yapacak. Kanunları Meclis çıkaracak ve kanunlar üzerinden denetimi yetkisi de Meclis’te olacak. Dolayısıyla hem yasama denetimi hem de yargısal denetim mekanizmaları oluşturulmuş olacak.

- Bakanların genel olarak yasama denetimi araçlarının kullanılması, komisyona çağrılması, soruşturulması işleri yine Meclis’te olacak. Başkan Yardımcısı ve bakanların yargılanması konusunda izin yetkisi tabii Başkan’da olacak ama diğer tüm siyasi ve hukuki denetimler Meclis tarafından yapılacak.

- Milletvekili dokunulmazlığı yeniden düzenlenecek. Başkan Yardımcısı ve sekretarya (bakan) dokunulmazlığı, milletvekili dokunulmazlığı seviyesinden farklı olmayacak.

Meclis’e ne zaman gelir?

- 15 Temmuz sonrası 3 partinin üzerinde uzlaştığı 7 maddelik mini Anayasa paketi Meclis’te bekliyor. Geçen dönem üzerinde anlaşılan 60 madde de öyle...

- Yeni Anayasa paketinin, bu 7 madde görüşüldükten sonra mı, yoksa o mini paket ile birleştirilerek bütünsel olarak mı ele alınacağına Ak Parti, CHP ve MHP, birlikte karar verecek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.