Şampiy10
Magazin
Gündem

Ankara’dan sıcağı sıcağına izlenimler

Son söyleyeceğimi en baştan yazayım…

10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Recep Tayyip Erdoğan yüzde 51.79 oy almıştı.

Bu durumda, dün sandıkta ‘Tercih’ mührünü, pusulanın beyaz bölümüne, ‘Evet’e basan seçmene sorulması gereken soru şu:

“Değişmesi yönünde oy kullandığınız bu sistemde ülkeyi Recep Tayyip Erdoğan dışında bir isim yönetecek olsa, oyunuz yine aynı mı olurdu?”

Bu nokta üzerinde herkesin, özellikle de Ak Parti yönetiminin ciddi şekilde kafa yorması gerekiyor.

AK Parti Genel Merkezi…

Bir yenilgi değil belki ama bir zafer havası da yoktu dün Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Merkezi’nde.

Bir yandan MHP ile yapılan ittifak sorgulanıyordu sohbetlerde, diğer taraftan Şükrü Karatepe’nin açıklamasıyla gündeme gelen ‘eyalet sistemi’ tartışmasının yüzde 2’ye yakın oy kaybettirdiği konuşuluyordu.

İstanbul ve Ankara’da ‘Hayır’ oylarının ‘Evet’ten fazla çıkması genel olarak ekonomideki duruma bağlanıyordu.

Kürt kökenli seçmenin tercihi ile ilgili yapılan yorum şu şekildeydi: “MHP ile ittifak içinde olmamıza rağmen ‘Evet’ oyları son seçimdeki AK Parti ve MHP oylarının toplamından ciddi oranda daha fazla. Bu durum, önemli ve olumlu bir mesajdır.”

AK Parti yönetim kadrosundaki isimlerin ortak değerlendirmesi, “Birkaç puan daha yüksek bekliyorduk ama…” şeklindeydi.

Medya ve Tanıtımdan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Yılmaz, “Şimdi önümüzdeki dönemde yapılacak olan uyum kanunları ve düzenlemeler süreci, toplumsal desteği artırmak için bir fırsattır” diyordu.

Bu arada, dün akşam Ak Parti Genel Merkezi’nde en çok duyduğumuz espri şuydu: “Artık geçmişteki gibi, ‘hayırlı’ sözcüğünü rahat rahat kullanabiliriz.”

CHP Genel Merkezi…

Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) damgasız oy pusulalarının da geçerli kabul edilmesi yönündeki kararını itiraz konusu yapmaya hazırlanan CHP’de, “Bu kadar eşitlikten uzak bir kampanyanın sonucu bile buysa, galip sayılır bu yolda mağlup olan” görüşü hakimdi.

CHP’liler partinin oy oranı ile dünkü referandumun sonucunu karşılaştırıp bardağın dolu tarafını görme eğilimindeydi.

Kılıçdaroğlu’nun kurmayları, partinin bir bütün halinde ‘Hayır’ kampanyası yürütemediğinin de altını çizmeden edemiyordu dün akşam.

Sandıktan çıkan sonucun, mutlak bir ‘Evet’i ifade etmediğini söyleyen CHP’liler, erken seçime ihtimal vermiyordu.

Tartışmaların devam edeceğini belirten CHP cenahı, siyasetteki tartışma ortamının bundan böyle daha da sıcak süreceğini vurguluyordu. Ve bu yazının tamamlandığı 21:23 itibariyle CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, partisinin Merkez Yürütme Kurulu’nu olağanüstü toplantıya çağırıyordu.

Yazının devamı...

‘Halkın devleti’ne tepkilere ‘ikinci kuruluş’ yanıtı...

Pazar günü (9 Nisan 2017) bir tweet attı, ortalık karıştı. Az sonra okuyacağınız açıklamaları da sanırım bu Pazar sandık başında, oy verme sırasında bile tartışılmaya devam edilecek türden.

Mehmet Uçum’dan söz ediyorum.

O tweet

Mehmet Uçum, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Pazar günü ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ diyeceğimiz Anayasa değişiklik metnini hazırlayan beyin takımının önde gelen ismi.

Tartışma yaratan, Uçum’un şu cümleleri:

“Sessiz değil, halkımız gümbür gümbür bir devrim yapıyor farkında mısınız? Halk kendi devletini kurmak için adım atıyor. 16 Nisan kutlu olsun.”

9 Nisan Pazar günü attığı tweet böyle Uçum’un.

Ertesi gün, 10 Nisan’da ikinci bir paylaşımı var. O da şöyle:

“Olan, bürokratik devletten halkın devletine geçiştir. Atatürk, cumhuriyet, laiklik kurucu değerlerimizdir ve milletin teminatı altındadır.”

10 Nisan tarihli ikinci tweetteki izahat tamam ama kolayca tahmin edilebileceği gibi gündemi belirleyen Uçum’un 9 Nisan’daki paylaşımı oldu.

Gündem, ‘halkın devleti’ oldu

Yazdıkları “Evet çıkarsa, halk kendi devletini kuracak” şeklinde özetlendi gündemin en sıcak başlıklarından birine dönüştü.

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “Ne demek yeni devlet, bizim devletimiz yok mu” diye tepki gösterdi.

Hürriyet Yazarı Ertuğrul Özkök dün, “Ağzının söylediğini kulağın da duysun ve sil o tweet’ini” diye seslendi Uçum’a.

Dün aradım Mehmet Uçum’u. Kılıçdaroğlu’nun sözlerini, Özkök’ün yazısını hatırlattım ve tepkilere yanıtını sordum.

“O kadar da değil” dedi. “Deniz Baykal var. Meral Akşener de konuşmuş bugün (dün)” diye devam etti.

Sonra da tabiri caiz ise açtı ağzını, yumdu gözünü.

İşte gündemi belirleyen ‘halkın devleti’ kavramını ortaya atan Mehmet Uçum’un VATAN’a özel açıklamaları:

Halkın devleti böyle mi olur?

- Çok enteresan bir koalisyon oluştu ‘halkın devleti ’ ne karşı. Hakikaten çok ilginç... ‘Halkın devleti’ lâfı insanları niye bu kadar rahatsız ediyor, ben anlıyorum tabii.

Şimdi bakın; gayet açık, gayet net ve bütünlük içinde anlatayım ben.

- Birincisi, cumhuriyet devletin şeklidir, üniterlik devletin yapısıdır, devletin işleyiş ilkesi de ya demokrasidir, ya otoriterliktir, ya totaliterliktir.

- Eğer otoriter bir sistem varsa, o devlet halkın devleti olmaz. Eğer bürokratik bir egemenlik varsa, o devlet halkın devleti olmaz.

- Mesela, Türkiye’de Adnan Menderes ve iki arkadaşını asan devlet halkın devleti midir?

Mesela, Deniz Gezmiş’lerin idam kararını veren devlet halkın devleti midir?

Mesela, 12 Eylül’de 660 bin kişiyi gözaltına alan, onlara işkence eden, 50’den fazla genci asan devlet halkın devleti midir?

Mesela, başörtülülerin okumasını engelleyen devlet halkın devleti midir?

Ezanı Türkçeye çeviren devlet halkın devleti midir?

Faili meçhul cinayetleri işleyen devlet halkın devleti midir?

Terörle mücadele ediyorum diye asla terörle mücadele etmeyen ve yaklaşık 40 sene bu ülkeyi kanlı terör saldırılarıyla karşı karşıya bırakan devlet halkın devleti midir?

15 Temmuz’da cumhuriyeti sattılar!

- Cumhuriyete sahip olmak en büyük değerimizdir, devletin üniter yapısı, cumhuriyet esası bizim kuruluş ilkelerimizdir. Bunlara sahip olmak da kimsenin tekelinde değildir. Bunların sahibi millettir.

- Bugün ‘halkın devleti’ söylemine karşı çıkanlar 15 Temmuz gecesi cumhuriyet tehlikeye düştüğünde darbe girişimini alkışlayanlardır. O darbe girişiminin başarıya ulaşması için sütre gerisinde, kaçtıkları yerde bekleyenlerdir.

- 15-16 Temmuz’da cumhuriyete, kendi kurucu ilkelerine bu millet, bu halk sahip çıkmıştır. Bugün ‘halkın devleti’ fikrine karşı çıkanlar ise o gece cumhuriyeti satmışlardır. Açık söylüyorum; o gece cumhuriyeti sattılar onlar. Fakat onların pazarlaması tutmadı, bu halk, bu millet cumhuriyetine, kurucu değerlerine sahip çıktı. Demokrasisine, laikliğine sahip çıktı.

16 Nisan Türkiye’nin ikinci kuruluşu

- Türkiye son 100 yıldır bir kuruluş süreci yaşıyor. Bunu net söylüyorum; birinci kuruluşta biz cumhuriyeti kazandık, ikinci kuruluşla da cumhuriyeti halkın devleti ile tamamlayacağız. Bu referandum, seçkinlerle bürokrasinin işbirliğine son noktayı koyacak olan bir tercihtir. Türkiye’de devlet artık belli bir seçkin zümre ve bürokrasinin devleti olmaktan çıkacak, bu bir.

İkincisi, Türkiye’de devlet kadrocu hareketlere, illegal yapılara, faşist yapılara açık olmaktan çıkacak.

Üçüncüsü, Türkiye’de devletin bütün organlarının belirlenmesinde halkın iradesi merkez olacak. Sadece yasamanın değil, yürütme ve yargının idaresinin belirlenmesinde de halkın iradesi merkez olacak.

Dördüncüsü, milli egemenlik artık kurumlara değil, halka ait olacak. Milli egemenlik halka aittir ve halkın iradesiyle devreye girer.

- İşte bu bütünlük içinde ifade ettiğim ‘halkın devleti’ kavramına karşı çıkan koalisyon, seçkinlerle bürokrasinin işbirliğini temsil eden koalisyondur. Devleti, seçkinlerin devleti olarak sürdürmek isteyen koalisyondur. Bürokratik devleti, milli egemenliğe karşı sürdürmek isteyen koalisyondur. Milli egemenliğin tam olarak halka geçmesini istemeyen koalisyondur. Halkın sadece Meclis’i seçip devletin hiçbir işine karışmasını istemeyen koalisyondur.

- Dolayısıyla halkın hem Meclis’i hem hükümeti doğrudan seçmesine katlanamıyorlar. Yargının idaresinde halkın seçtiklerinin seçim yapmasına katlanamıyorlar. Yani demokrasinin meşruiyet ilkelerinin gerçekleşmesine tahammül edemiyorlar.

Yazının devamı...

Kadri Gürsel örneği ve vahim bir durum

Cumhuriyet yazarları hakkındaki FETÖ / PDY iddianamesinde, Kadri Gürsel üzerinden gündeme taşınan çok mühim bir konu var.

Hürriyet’ten Sedat Ergin dün köşesine taşıdı konuyu.

Ergin’in yazısının son bölümünü aynen aktarıyorum:

***

“...Buradaki sorun yalnızca Kadri Gürsel’in meselesi değil. Her vatandaşın meselesi. Sosyal medya üzerinden gönderdiğiniz bir mesaj tanımadığınız kişiler tarafından paylaşılıp çoğaltılabilir. Attığınız bir tweet mesajını gıyabınızda paylaşanlar arasında cep telefonuna ByLock programı indirmiş olanlar varsa, bu sizin de FETÖ ile bağlantılı olduğunuz anlamına mı gelir? Türkiye’de ByLock kullananların sayısının 200 binin üstünde olduğunun tahmin edildiğini unutmayalım. Aynı durum cep telefonunuza gelen SMS mesajları açısından da geçerli. Bu yolun açılması halinde Türkiye’deki bütün vatandaşları bekleyen tehlike, tanımadığınız kişiler tarafından cep telefonunuza gönderilen SMS mesajlarının günün birinde bir suç isnadı olarak aleyhinize kullanılabilmesi ihtimalidir.

Öyle anlaşılıyor ki, savcıların sosyal medyayı kullanan her vatandaşı, edilgen bir konumda aldıkları mesajlar üzerinden suçlayabilmesi artık hukuken rutin bir egzersize dönüşmektedir.

Kadri Gürsel’in de avukatlığını yapan, ülkemizin önde gelen ceza hukuku otoritelerinden Prof. Köksal Bayraktar, savcının bu suçlama kalıbını ceza hukukunun “masumiyet karinesi” ve “kişi güvenliği” ilkeleri açısından son derece tehlikeli buluyor:

“Gıyabınızda cep telefonunuza bir mesajın gelmesi, sosyal medyaya gönderdiğiniz mesajınızın paylaşılması ya da elektronik posta hesabınıza bir e-mail’in düşmesi ve bu iletişimin ByLock kullanan bir şahıs tarafından yapılması sizin açınızdan hiçbir cezai sorumluluk doğurmaz. Hatta bir ByLock’cu telefonunuzdan sizi arayabilir ve siz telefonunuzu açıp ‘alo’ diyebilirsiniz; o kişiyi dinleyip konuşabilirsiniz de... Burada önemli olan nokta suç kastının bulunup bulunmadığıdır. Suç kastının bulunması için sizin o kişinin ByLock kullandığını bilmeniz, ayrıca sizinle kurulan iletişimin yasadışı ByLock faaliyeti ya da suç örgütünün faaliyeti ile ilgili olduğunun da farkında olmanız gerekir. Ancak o zaman suç kastı oluşabilir.”

***

Durum bu...

Birkaç ilave örnekle daha da somutlaştıralım karşı karşıya bulunduğumuz vahameti.

***

Mesela ülkenin bir bakanı...

Seçim bölgesinden, partisinin il ya da ilçe teşkilatından bir grup tarafından o bakana cep telefonu kısa mesajı ya da elektronik posta yoluyla onlarca mesaj geliyor.

Bu SMS ya da e-mailleri atanlar arasından telefonunda ByLock programı yüklü olanlar çıkarsa; bu durum, salt ‘alıcı’ konumundaki bakanı bağlar mı?

Ya da mesela ülkenin ana muhalefet lideri veya diğer muhalefet partilerinden birinin genel başkanı... Attığı bir tweet, yüzlerce, binlerce kişi tarafından ‘retweet’leniyor. Yani yeniden paylaşılıyor...

Twitter’dan yayınladığı mesajını paylaşanlar arasında FETÖ bağlantılı kişiler bulunuyorsa veya o mesajı yanıtlayan ya da paylaşanlardan telefonunda ByLock programı yüklü olanlar varsa; böyle bir durumdan o muhalefet lideri sorumlu tutulabilir mi?

***

Örnekleri çoğaltmak mümkün... Siyasetçilerin, bilim insanlarının, iş adamları / iş kadınlarının, sporcuların, gazetecilerin; sizin, bizim, hepimizin başına gelebilecek bir durumdan bahsediyoruz.

Gelen arama, sms, WhattsApp ya da herhangi bir sosyal medya mesajı... Hasılı, tanımadığınız insanların sizle, sizin iradeniz dışında iletişim kurmasından sizin sorumlu tutulmanızdan söz ediyoruz.

Kadri Gürsel ya da bir başkasına özel bir mevzu değil yani söz konusu olan.

Ve ilgili herkesin ayrımına varması gereken bir durum bu.

Özellikle de adalet dağıtanların.

Yazının devamı...

Son viraja girerken...

Halk oylamasına bugünü de sayarsak beş gün var.

Altıncı gün sandık başına gidiyoruz.

Son viraja girildi yani...

Hayır cenahı

Geçen hafta Kemal Kılıçdaroğlu’nun kampanya çalışmalarını izledim Kahramanmaraş’ta.

“Kemal Kılıçdaroğlu’nun” diyorum zira Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) markası yer almıyor ‘Hayır’ kampanyasında.

Kılıçdaroğlu’nun önünden halkı selamladığı otobüs ne CHP logosu var, ne altı ok.

Sadece bir çocuk fotoğrafı, renkli güneş resmi ve ‘Geleceğim için Hayır’ sloganı giydirilmiş otobüs dolaşıyor caddelerde.

Anonslarda da CHP’nin ‘C’si yok. Sadece ‘Hayır’ kelimesi ve Kemal Kılıçdaroğlu ismi üzerinden yürüyor kampanya.

Hayırlı işler, hayırlı sabahlar, hayırlı günler, hayırlı mesailer, hayırlı akşamlar... Ana muhalefet partisinin iki sözcüğünden biri ‘Hayır’.

Referandum kampanya stratejisini bu şekilde belirleyen CHP’nin çalışmalarında geçmişten farklı bir uygulama daha var.

Gidilen il ya da ilçelerde, CHP örgütü yerine nispeten daha uzak, ‘Evet’ oyu verme potansiyeli olan kesimler ile temas kuruluyor.

Yani kendi söyleyip kendi dinlemiyor CHP bu defa. ‘CHP’ isminin hiç geçmemesi, yeni kitleler ile iletişim ve temasta da kolaylık sağlıyor.

‘Hayır’ cenahından son bir not; CHP’liler, MHP seçmeni içinde Genel Başkan Devlet Bahçeli’den farklı düşünen kesimden gelecek ‘Hayır’ oylarının sandıktan çıkacak sonucu etkileyeceğini düşünüyor.

Evet cenahı

Ana muhalefet partisinin ‘Hayır’ kampanyasında belirlediği strateji ve bu doğrultuda yürüttüğü uygulama, AK Parti’nin de söylem ve pozisyonunu güncellemesi sonucunu doğurdu.

İktidar partisinde kampanya stratejisini oluşturan kadrolar, “CHP ilk günlerde işimizi biraz zorlaştırdı ama birkaç hafta içinde taşlar yerine oturdu” cümlesiyle özetliyor durumu.

Politikada bir hedef tabiri caiz ise bir kum torbası gerekli malum. Bu yüzden, kampanyanın başlangıcında ‘Hayır’ tarafının tercih ettiği yöntem, ‘Evet’ kanadında bir güncellenme ihtiyacı doğurmuş.

MHP yönetiminin desteğini de alan iktidar partisinin kulislerinde, sandıktan çıkacak sonuca etki edecek, dört kritik gelişme yaşandığı konuşuluyor.

İlki, Mart ayı başında yaptığı açıklama üzerine Kılıçdaroğlu’na, “18 maddelik Anayasa değişiklik tasarısını okumamış, içeriğini bilmiyor” şeklinde yüklenebilme imkânı bulmuş olmak.

İkincisi Almanya ve Hollanda’da yaşanan gerginlikler. Özellikle de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın başına gelenler.

Üçüncüsü, İsviçre’de açılan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başına tabanca dayanmış olarak resmedildiği pankart.

Ve dördüncüsü de CHP Konya Milletvekili Hüsnü Bozkurt’un sözleri üzerine başlayan ‘denize dökme’ tartışması.

AK Parti kulislerinde özellikle Avrupa Birliği’nin ‘Hayır’ kampanyası yürütüyor olmasının Anadolu’da bir ‘Haçlı ittifakı’ algısı oluşturduğu ve bu durumun ‘Evet’ oylarında artışa yol açtığı tespiti seslendiriliyor.

Yazının devamı...

Terör, güvenlik turizm...

Tarih 24 Mart 2017

Cuma…

Yer Fransa’nın başkenti Paris’teki Orly Havalimanı…

Saat öğleden sonra 2 civarı…

Orly Sud (güney) terminalinde, check in kontuarlarının bulunduğu bölümde şüpheli bir paket tespit ediliyor.

***

O gün itibariyle henüz 6 gün önce, 18 Mart’ta bir askerin silahını almaya çalışan saldırganın vurularak öldürüldüğü Orly’de, daha bir hafta geçmeden ikinci bir hareketlilik yaşanıyor.

Sahipsiz, şüpheli paketin belirlenmesi üzerine 30’dan 120 numaralı kontuara kadar olan kısım güvenlik şeridi çekilerek boşaltılıyor.

Yolcular yaklaşık 20-25 metre uzakta bekletiliyor. İlginçtir, terminal dışına çıkartılmıyorlar. Yani bir tahliye işlemi yapılmıyor. Yine ilginçti, söz konusu bölüm dışındaki kontuarlardan hizmet verilmeye devam ediliyor.

Yani terminalin diğer kısımlarında yolcular bagajlarını teslim edip biniş kartlarını almayı sürdürüyor.

***

Kısa bir süre sonra şüpheli paketin bulunduğu noktaya bomba imha uzmanları geliyor. Pakete fünye yerleştiriliyor ve iki düdük sesinin ardından paket uzaktan patlatılıyor.

Ardından da ortalık temizlenip şerit kaldırılıyor ve havalimanındaki rutin faaliyete dönülüyor.

Ve Orly’de şüpheli bir paketin fünye ile patlatıldığından o anda orada olanlar dışında kimsenin haberi olmuyor. İnternet sitelerinde, televizyonlarda haber olmuyor bu gelişme.

***

Bütün bunları, bir iş seyahati için gittiği Paris’ten İstanbul’a dönmek üzere o dakikalarda Orly Güney Terminali’nde bulunan bir iş adamı arkadaşım anlattı.

“Sadece Orly’de değil, Paris’in tümünde gördüğüm şu oldu” diye de ekledi.

“Paris’te turistleri tedirgin etmemek için ekstra bir dikkat ve çaba var.”

Arkadaşımın anlattıklarına göre; dünyada en çok yabancı turist ağırlayan şehir olan Paris’te durum yine aynı. Başta Japonlar olmak üzere Fransız başkentine yönelik turist akını devam ediyor.

2015 Ocak ayında Charlie Hebdot, ardından aynı yılın 13 Kasım’ındaki saldırılar ve geçen yıl 14 Temmuz’da Nice’teki kamyonlu terör eylemleri…

13 Kasım 2015’te olağanüstü hâl ilan edilen Fransa’da, özellikle de Paris’te, turizmin bu durumdan pek de fazla etkilenmediği görülüyor.

Olağanüstü hâl halen devam ediyor Fransa’da. Ancak görünen o ki uygulamada bir olağanüstülük hissettirilmiyor en azından -Paris’in ziyaretçilerine. Ya da ‘olağanüstü hâl’in adı var, kendi yok. Arkadaşımın görüşü bu yönde.

“Güvenlik önlemleri hiç de öyle üst seviyede değil” dedi arkadaşım ve devam etti:

“Gördüğüm Paris’in güvenli olduğunu düşünmüyorum.”

***

Bu bireysel gözlem üzerine şimdi soru şu:

2015’te terörle sarsılan Fransa’da, turizm güvenlik dengesi nasıl kuruldu, nasıl uygulanıyor?

Turistleri tedirgin etmemek, turizmde kayıp yaşamamak adına güvenlik tedbirleri kağıt üzerinde öngörülen kadar ciddi, sıkı uygulanmıyor mu yoksa uygulanıyor ama bir şekilde sokaktaki insana mı hissettirilmiyor?

Bu nokta önemli.

Sırf turizm kaygısıyla güvenlik hassasiyetinin ikinci plana atılmış olduğunu düşünmüyorum doğrusu.

Fransızlar, terör tehdidine karşı aldıkları önlemleri günlük yaşamı etkilemeyecek şekilde uyguluyor olsa gerek.

Terör eylemleri sebebiyle Türkiye’nin turizmde yaşadığı büyük kaybı düşününce, Fransa örneği üzerinde ciddiyetle durmakta fayda var.

***

Terörün uluslararası bir tehdit olduğu gerçeği dün, tam da ben bu satırları yazarken bir kez daha kanıtlandı.

Rusya’nın St. Petersburg kentinde metroda meydana gelen patlamada 10 kişi hayatını kaybetti, 50 kişi yaralandı.

Terör sınır tanımıyor.

Ateş düştüğü yeri yakmaya devam ediyor.

Yazının devamı...

Referandum soruları

“Referandum ile ilgili son durum ne?”

“Evetler mi önde, hayırlar mı?”

“16 Nisan akşamı ‘evet’ çıkarsa erken seçim olur mu?”

“Halk oylamasından ‘hayır’ çıkarsa ne olur?”

“Senin kulağın deliktir... Nasıl görüyorsun, ‘hayır’lar önde diyorlar, doğru mu?”

“Son iki haftada ‘evet’ler artar diyorlar, sen bilirsin, öyle mi gerçekten?”

“Terör ve ekonomi nasıl etkilenir sandıktan çıkacak sonuçtan?”

Ve benzeri... Ve benzeri...

Sokakta yürürken, market alışverişinde, berberde tıraş olurken, takside, restoranda yemekte, maçta tribünde...

Nerede karşılaşsak benzer sorular...

***

Siz de haklısınız tabii, merak ediyorsunuz. Eyvallah. Kızacak hâlim yok.

Kızmıyorum ama bir itirafta bulanayım mı?..

Çok sıkılıyorum bu sorulardan. Çok hem de...

Evet mesleğin kaderi bu, kabul. Kabul de; gün içinde kendimize ayırabildiğimiz birkaç saatte de gündemin esiri olarak yaşamak gerçekten sıkıcı. Aile üyelerini, komşuları, eşi dostu da dışında tutmuyorum bu söylediklerimin. Ayrıcalık, torpil yok yani onlara da...

***

Küçük bir dertleşme, dert yanma olarak kabul edin yukarıdaki cümleleri.

Sıkılıyorum diye işimi yapmayacak değilim elbette.

***

Sizin sorularınızla başladım; Ankara’daki ‘ağır’ sorularla devam edeyim.

16 Nisan sandığından çıkacak sonuç üzerinde belirleyici olma potansiyeli taşılan sorular şimdi aktaracaklarım.

Cevapları önemli elbette ama sadece soru olarak gündemde yer almaları bile haber niteliği taşıyor.

Başlıyoruz...

İki taraflı kritik soru

Ankara kulislerinde sıkça seslendirilen ilk soru şöyle... İki versiyonu var bu sorunun.

A şıkkı ‘evet’ oyu vereceklere, B şıkkı ‘hayır’cılara yönelik:

A) 16 Nisan’da bir parti ya da kişiye değil, bir sistem değişikliğine oy vereceksek... Yani konu partilerden ve kişilerden bağımsız ise... Mevzu AK Parti ya da Recep Tayyip Erdoğan meselesi olmadına göre; 17 Nisan itibariyle ülkeyi Kemal Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli, Selahattin Demirtaş veya sizin tasvip etmediğiniz bir isim yönetecek olsa, bu sistem değişikliğine yine de ‘evet’ der misiniz?

B) Halk oyuna sunulan bu sistem değişikliği hayata geçtiğinde Türkiye’yi Cumhurbaşkanı olarak, Kemal Kılıçdaroğlu, Selahattin Demirtaş ya da sizin gönlünüzdeki kişi yönetecek olsa, oyunuz yine ‘Hayır’ mı olur? Yani ‘Hayır’ dediğiniz gerçekten getirilmesi önerilen yeni sistem mi yoksa bu sistemde ülkeyi yönetecek kişi mi?

***

Mevzunun özüne temas eden bu iki versiyonlu soru, dediğim gibi, son günlerde çokça soruluyor. İki taraf da birbirine soruyor uygun olan seçeneği...

MHP seçmeni ne yapacak?

Diğer mühim soru şu:

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tavrı ortada. MHP adına ‘evet’ diyor Bahçeli; hem de en net, en açık şekilde...

Pekiyi MHP seçmeninin ne kadarı, oy verdiği partinin lideri ile aynı görüşte?

Genel ya da yerel seçimlerde MHP’ye oy verenlerin tümü referandumda ‘evet’ demeyecek olabilir ama buradaki oran çok önemli. Geleneksel MHP seçmeninin yüzde kaçı Bahçeli’ye rağmen ‘hayır’ diyecek?

Bu sorunun yanıtı, 16 Nisan sandığından çıkacak sonuç üzerinde belirleyici olabilir.

Müjdeler sandığa yansır mı?

Ve bugünlük son soru:

Hükümetin son dönemde farklı toplum kesimlerini hedef alan, art arda açıkladığı müjdeler, ekonomik destek kararları, vergi harç vb indirimleri halk oylaması sandığında ‘evet’ oylarını artırır mı?

NOT: Yazı günlerimden biri değişti. Cuma yerine bugün oldu. Cumartesi yani. Sonuç olarak her Salı, Çarşamba, Perşembe ve Cumartesi buradayım artık. İlginize, bilginize...

Yazının devamı...

Tayfun

Tanıştığımızda ben 23 yaşındaydım. Demek ki o da 31’indeymiş.

1993 sonunda, ATV’nin, Baki Şehirlioğlu yönetimindeki o efsane Ankara Bürosu’nda birlikte göreve başlamıştık.

Muhabir kadrosunun; o kıdemlisi, ben çömeziydik...

***

‘Nevi şahsına münhasır’ diye bir tabir var ya; kişiliğiyle diğerlerinden ayrılan, kendine özgü manasında... Tayfun tam da öyle bir insandı işte. Özgün...

Mülkiye’den kaymakam çıkmış bir adam, pavyonda bağlama çalmış olmakla daha çok övünürdü. Düşünün işte...

***

İlk zamanlar garipser, hatta rahatsız olurdum; ona bir şey anlatırken bir anda boşluğa yönelen bakışlarıyla dalıp gitmesinden.

Bu adam beni ciddiye mi almıyor diye geçirirdim içimden.

Sonra baktım hep öyle, herkesle öyle... Baktım Tayfun işte.

“Hoooppp !” derdim dalıp gittiğinde...

“Dünyadan Tayfun’a... Bir şey anlatıyoruz kardeşim şurada, dinlesene...”

Gülerek dönerdi gerçek dünyaya böyle durumlarda.

Hep gülerdi zaten.

***

Kızamadığınız insanlar vardır ya şu hayatta... Öyleydi Tayfun. Kızamazdınız...

Onu tanıyıp da sevmeyenle karşılaşmadım ben bunca yıldır. Tanıyan severdi Tayfun’u.

***

Dalıp dalıp gitmeleri gibi unuturdu bir de.

Randevularını, yapalım diye konuştuklarımızı...

Unuturdu. Biz de bilirdik unutacağını zaten.

Tayfun’u bilirdik çünkü.

***

Eğlenceli, komik adamdı.

Aklı fikri hayattaydı.

Güzel insandı her şeyden önce.

***

Ha, bir de çocuktu.

Bildiğiniz çocuk...

Son dönemin süslü sloganlarından biri var ya; “İçinizdeki çocuğu öldürmeyin” türünden afili cümlelerle herkesin ağzında sakız.

O yıllarda moda olsa, kamu spotunda Tayfun’dan başkasını oynatmazdınız.

***

‘Özel’i olmaz mı bir insanın?

Yoktu biliyor musunuz Tayfun’un.

Bütün büro bilirdik koca çocuğun hayatının detaylarını.

Herkes bilirdi; o hiç umursamazdı...

İçi dışında bir adamdı. İçi dışı bir... Olduğu gibi, göründüğü gibi...

***

Adam bildiğiniz ‘şöhret’ti.

Onun onda biri kadar tanınmayanların hâline baktığınızda anlam kazanırdı ‘tevazu’ sözcüğü.

***

Hakkaniyetliydi... Çok hem de.

Adil bulmadığı durumlarda sözünü esirgediğini hiç görmedim. Karşısındaki kim olursa olsun üstelik.

Bütün o rahatlığına, vurdum duymaz görüntüsüne karşın işini çok ciddiye alırdı. “Çocuk oyuncağı değil” derdi gazetecilik için.

Yalan mı?..

Çocuk oyuncağı mı gazetecilik !

O gün de değildi, bugün de değil.

***

Haberi çok severdi.

Haber de onu...

Habercilik kısmeti hep açıktı. Neredeyse, yolda ayağına takılırdı haber.

Haber de bilirdi yani kimin ayağına takılacağını. Hak edeni, onu seveni bilirdi haber.

***

24 senedir tanıdığım ve sevdiğim bir arkadaşımı kaybettim.

Önceki sabaha karşı saat 4’te geldi ölüm haberi.

“Tayfun Talipoğlu öldü” !

Candaş’ı ile konuştum gün içinde; babasını almaya gittiği İzmir’den.

Sonra da diğer ‘kıymetli’si Filiz ile...

“Ben Tayfun’u beklemeye öyle alışığım ki; bundan sonra da devam edeceğim onu beklemeye” dedi Filiz.

Boğazımdaki düğüm, yumruğa dönüştü bu cümleyle.

***

Tayfun 55 yaşında göçtü gitti bu dünyadan.

Evet çok gençti ölmek için. Çok erken öldü, doğru.

Ama misal - 95’ine kadar nefes alıp veren, buna da ‘hayat’ diyenlerin çoğundan daha çok, daha dolu dolu ve aslında daha uzun yaşadı bence.

Eyvallah koca çocuk.

Eyvallah...

Yazının devamı...

İt dalaşı mı bitti yoksa bizim mi haberimiz olmuyor?

Bilmiyorum farkında mısınız ama Yunan Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçaklarıyla Türk Hava Kuvvetleri’nin jetleri arasında Ege’de ‘it dalaşı’ yaşandığına dair haberleri uzun süredir duymuyoruz.

Bu durumun sebebi; iki ülke jetlerinin artık Ege semalarında ‘dalaş’maması mı yoksa havada değişen bir şey yok ama biz yerdekiler mi olan bitenden habersiziz?

Sorunun cevabını birazdan vereceğim.

Önce şu ‘it dalaşı’ndan bahsedeyim biraz.

***

İki ülke arasında yıllar içinde adeta gelenekselleşen bir durumdur ‘it dalaşı’.

Havacılıkta İngilizce ifadesi ‘dog fight’tır.

Karşılıklı hava sahası ihlali ve taciz iddiaları üzerine yaşanan ‘semada yakın manevralar’ olarak özetleyebiliriz ‘it dalaşı’nı.

Ses hızının üzerinde uçan jetlerin birbirlerine riskli seviyede yaklaşması ve zaman zaman radar kilitlemesi, yani hedefe almasıyla ortaya koyulan bir gövde gösterisidir.

Tarafların birbirlerine verdiği, “İstersem, şu anda seni vurabilirim” mesajıdır radar kilitleme.

Türk ve Yunan savaş pilotlarının, Ege Denizi üzerindeki uluslar arası hava sahasında yıllardır sürdürdüğü tehlikeli bir oyundur ‘dog fight’.

Pilotlar için de bir cesaret ve ustalık gösterisidir bu savaş oyunu.

***

Arşivi şöyle bir taradım; Genelkurmay’ın internet sitesinden çok uzun süredir ‘it dalaşı’ açıklaması yapılmadığını gördüm.

Daha sonra da var ve benim gözümden kaçmışsa düzeltirim ama bulabildiğim son açıklamanın üzerinden iki seneden fazla zaman geçmiş.

En son 7 Mart 2015 tarihli bir Yunan tacizi ve it dalaşı haberi var arşivde.

***

Dönelim baştaki soruya...

Son iki yıldır hiç taciz ve dolayısıyla it dalaşı olmadı mı Ege semalarında?

Tabii ki oldu.

Hatta, en son geçen Cuma günü oldu.

Nereden mi biliyoruz?..

***

VATAN Haber Merkezi’nden muhabir arkadaşımız Mehmet Ali Demir’in dikkatinden kaçmamış. Mehmet Ali’nin sayesinde haberimiz oldu.

Yunan haber sitesi www.naftemporiki.gr 17 Mart 2017 Cuma günü saat 18.39’da bir haber yayınladı.

Haberde Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı CN 235 tipi bir Casa uçağının Yunan Hava sahasını ihlâl ettiği, bunun üzerine Yunan jetlerinin uçağa önleme yaptığı; ardından da iki ülke jetlerinin it dalaşına girdiği, karşılıklı radar kilitlediği bilgileri yer alıyor.

***

Yunan medyasında yer alan bu son habere ilişkin de Türkiye’de resmi makamlardan herhangi bir açıklama yapılmadı.

Ne Genelkurmay Başkanlığı’ndan, ne Dışişleri Bakanlığı’ndan.

“Bu son habere ilişkin de...” diyorum çünkü eminim haberimizin olmadığı tek örnek bu değil.

On yıllardır neredeyse ortalama haftada bir yaşanan ‘Ege’de it dalaşı’, iki yıldır ilk kez geçen Cuma gerçekleşmiş olamaz.

İki yıl önce ‘Krizdeki komşu ile iyi ilişkiler’ türünden bir gerekçeyle ‘it dalaşı’ haberlerinin kamuoyu ile paylaşılmaması kararı alınmış olabilir. Bilemiyorum...

Ankara’nın bu yönde bir tercihi varsa bile sanırım artık tekrar gözden geçirilebilir.

Atina yönetiminin son dönemde askeri ve siyasi alanda sergilediği tutum düşünüldüğünde, ‘it dalaşı haberlerinin kamuoyu ile paylaşılmaması’ uygulaması pek anlamlı gelmiyor doğrusu.

NOT: Savaş çığırtkanlığı ya da düşmanlık çağrısı yapıyor değilim elbette. Sadece, iyi niyetin karşılıklı olması gerektiğini söylemeye çalışıyor ve mütekabiliyet esasını hatırlatıyorum o kadar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.