Şampiy10
Magazin
Gündem

Öncelikli konu hangisi?

Güneydoğu’da bazı ilçelerin PKK’dan temizlendiği bildirildi, öte yanda Şırnak, Hakkari Yüksekova ve Mardin Nusaybin’de operasyonlar devam edecek.

Vatandaşları evlerinden diğer bölgelere göçe zorlamaktan çekinmeyen terör örgütü, Suriye’de Esad ve Rusya’nın desteğinde halkın göçüne neden olan PYD-YPG saldırılarının benzerini Türkiye’de uyguluyor.

Mülteci sorunu devam ediyor ve Türkiye’nin önceliği bunlar olmalıdır.

Diğer tarafta ise hararetle yeni anayasa çekişmeleri içindeyiz.

Başkanlık tartışması

CHP ve MHP “yeni bir anayasa yapılmasına destek vereceklerini ama başkanlık sistemine karşı olduklarını” tekrarlıyorlar.

Kılıçdaroğlu “Biz şartlarımızı önceden söyledik. Parlamenter sistemden yanayız. Sadece başkanlık sistemi için komisyon istiyorlarsa biz bunda yokuz. Düşüncelerimizi yazılı aktardık, davet ettiler, gittik. Baktık ki yine aynı dayatma içindeler, masada neyi tartışacağız” anlamında açıklama yaptı.

Bahçeli “Sonunda totaliter sisteme kayabilecek bir başkanlık sistemi talebi ve Anayasa’nın ilk 4 maddesiyle oynanması halinde MHP sıcak bakmayacak” diyor.

HDP de “başkanlık sistemini kabul etmiyoruz” görüşünde…

Masadan kalkmak…

Yani “masaya oturmadan kalkmak” gibi bir durum yok, üç muhalefet partisi kendi görüşlerini bildiriyor ve ısrar durumunda kabul etmeyeceklerini söylüyorlar.

Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik dün Kemal Kılıçdaroğlu’nun “AB ve mülteciler” açıklamasına cevap verirken buna değindi.

“Yeni anayasa siyasal gündemin birinci maddesidir. Masaya oturmadan kalkmak ‘benim millete sunacak bir argümanım yok’ demektir. Siyasetsiz siyasettir” dedi.

Görülüyor ki dört partinin bu durumda, “başkanlık” konusu baştan öne çıkarılmışken yeni anayasa konusunda uzlaşması mümkün değil. Şimdi merak edilen konu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın değindiği gibi “AKP’nin tek başına sunacağı bir tasarı” ile yeni bir anayasa yapılabilir mi?

Maddelerin TBMM’de tek tek tartışılarak kabul edilmediği bir anayasa “referandum ile” geçerli sayılır mı? Gerçekten “330 bulunsa her şey halledilmiş olur” mu?

Hükümetin, bu soruların cevabını anayasa hukukçularıyla ve TV’lerden halkla paylaşarak vermesi doğru olacaktır.

Cemil Çiçek’in konuşması

Yalnızca bir dava ile ilgili olarak değil, yargının ve demokrasinin önemi açısından hayati bir tartışma daha var; Anayasa Mahkemesi kararı tartışması.

Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar-Erdem Gül davasıyla ilgili kararı ve bunu takip eden tartışmalar en üst yargı organı olan AYM’yi yıpratacak boyutlara ulaştı.

AKP kurucu üyelerinden, eski TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in açıklaması bu konuda net bir uyarı sayılır.

“Hukuk herkese lazım. Hukuki bir konuyu siyaseten değerlendirmek hukuku aşındırır, kutuplaşmaya yardım eder”.

Ergenekon-Balyoz davaları sürecinde de herkesin hemen bir değerlendirme yaptığını hatırlatan Çiçek; “Hukuka yerli yersiz müdahalenin ülkeyi ne hale getirdiğini iyi değerlendirmek lazım. Bu hukuksuzlukların hepsi Türkiye’de yaşandı, Türkiye bundan ders çıkarmalı” dedi. Hem hukuk, hem siyasi deneyimi olan Çiçek’e kulak vermek doğru olmaz mı?

Yazının devamı...

Dokunulmazlıklar, pazarlıklar!

Güneydoğu’da Cizre ve Silopi’den sonra Sur’da da PKK operasyonlarının bittiği açıklandı. Bu kez Hakkari Yüksekova’da operasyon yapılacağını duyan vatandaşlar ilçeyi topluca terk ediyor. O arada TSK Hakkari sınırındaki PKK hedeflerini vuruyor.

Özerklik planları

HDP’nin yıllardır PKK’yı savunmasına “çözüm süreci” nedeniyle sessiz kalındı. Devletin, valilerin “aldıkları talimatlar” nedeniyle PKK’ya operasyon yaptırmadığı, bu süreç içinde PKK’nın güçlendiği ve silah depoladığı Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklandı.

7 Haziran seçiminden sonra PKK terörü “IŞİD’le birlikte” başlatıldıktan ve Suriye sınırımızın ötesinde PYD’nin ilerleyişi görüldükten sonra operasyonlar ve terörle silahlı mücadele hız kazandı.

Seçim önceleri barışçıl, demokratik konuşmalar yapan ve seçmeni inandırarak 1 Kasım’da 3’üncü parti durumuna gelen HDP bu başarının ve Suriye’de PYD’nin aldığı büyük destekle ilerleyişinin verdiği cesaretle tüm söylemlerini değiştirdi.

Açıkça “Güneydoğu’da kurulacak Kürdistan”dan, “Kobani’de olanın burada da olacağından” söz ederken BDP ve KCK Güneydoğu’nun 9 il ve ilçesinde kendi kafasına göre “özerklik” ilan ettiğini açıkladı.

Kürsüyle sınırlı!

“Çözüm süreci”nde HDP-PKK’ya bölücü söylem ve eylemler için tanınan özgürlük onların bu fırsatı “Güneydoğu’da Suriye savaşı benzeri bir savaş başlatma” ümidi verdi. PYD-YPG (hatta IŞİD) desteğiyle Türkiye geneline yaymaya çalıştıkları terör eylemleri, çok sayıda insanımızın kaybına yol açtı.

Bu acılara ve Güneydoğu’daki terör nedeniyle evlerinden kaçmalarına rağmen, halkın sağduyusu, PKK ve HDP’ye destek vermemesi amaçlarına ulaşmalarını önlemiştir.

Hiçbir devlet; bir terör örgütü, uzantıları ve destekleyen bir siyasi partinin kendi topraklarında “savaş çıkarmaya çalışarak bölünme sağlamasına” izin vermez.

Bir siyasi parti mensupları da “ifade özgürlüğüne sığınarak” açıkça terör örgütünü hatta onlarca vatandaşın ölümüne neden olan “bombacıyı” destekleyemez.

Doğru olan “dokunulmazlıkların” tüm partilerin tüm milletvekilleri için, yıllardır tartışıldığı gibi sadece “kürsü dokunulmazlığı” ile sınırlı kalması ve bunun dışında “suç teşkil edecek eylem ve söylemlere” yargı yolunun açılabilmesidir. Sadece HDP’ye karşı alınacak bir karar, bugüne kadar Batı ülkelerinde ortak oldukları terörü “meşru bir hak arayışı” olarak göstermeyi başarmış bu partiye zarardan çok yarar sağlayabilir.

Bu pazarlık olmaz

BM ve Uluslar arası Af Örgütü sığınmacılar konusunda Türkiye ile pazarlık yapan ve Avrupa’daki sığınmacıları bile Türkiye’ye göndermeye kalkan AB’ye uyarı üstüne uyarı yapıyor.

Bu “uluslar arası anlaşmalara göre yasadışıdır” diyor. Merkel’in kendi ülkesinde bile partiler “vize ve müzakerelerin hızlandırılmasına karşı olduklarını” açıkladılar.

AB verdiği bu sözleri tutamaz, tutması kesinlikle birçok ülke tarafından önlenecektir.

Biz de “Ege’den Yunanistan’a geçişleri ve bot facialarını önleme, AB’deki mültecileri bile alma” sözü veremeyiz. Bu anlaşmadan geri dönmek zorundayız, sonu pişmanlık olacak!

Yazının devamı...

‘Kedi-fare oyunu’ suçlaması!

Türkiye’nin mülteciler konusunda “AB’nin tüm yükünü alma” karşılığındaki talepleri Almanya’nın iktidar milletvekillerini kızdırmış.

Bu beyler Türkiye’nin AB ile “kedi-fare oyunu oynadığını” söyleyerek Türkiye’ye fazla taviz verilmemesini istemişler.

Yıllardır yaptığımız fedakarlıklar ve kendi küstah ve bencil isteklerinden sonra hala bunu söyleyebiliyorlar.

Neyse ki BM Yüksek Komiserliği Salı günü AB-Türkiye arasında “AB’nin mülteci sorununu Türkiye’nin gidermesi”yle ilgili görüşmelerin arkasından AB’ye tepki bildiren bir açıklama yaptı.

“Sığınmacıların toplu şekilde Türkiye’ye gönderilmesini öngören bir düzenlemeden endişe duyuyoruz. Türkiye 3 milyon sığınmacıya ev sahipliği yapıyor. Daha fazla mültecinin Türkiye’ye gönderilmesinin iyi bir fikir olmadığını düşünüyoruz.

Bunun yerine Avrupa’da bulunan mültecilerin AB ülkelerine, ABD’ye ve Arap ülkelerine yeniden yerleştirilmesini istiyoruz”.

BM aynı zamanda “AİH Yasası’na göre yabancıların topluca sınır dışı edilmesi yasaktır, yapılamaz. Başka bir çözüm bulun” diyor.

AB bu karara uyarsa “geri dönüş” anlaşmasıyla “Avrupa’ya gitmiş mültecilerin de Türkiye’ye gönderilmesi” gerçekleşmeyecek.

Neden Türkiye?

Aslına bakarsanız sadece AB’den geri gönderilecek olanların durdurulması yeterli değil, Türkiye’deki 3 milyon mülteciden de bu ülkeler almalıdır.

ABD’yi oluşturan eyaletlerin çoğu “mülteci kabul etmeyeceklerini” açıkladılar. İngiltere 500 kişi bile almadı, Fransa son 3 yılda toplasanız 10 bin kişiyi kabul etmiştir.

Avusturya, Macaristan, Yunanistan, Hollanda gibi ülkeler hiç istemiyor, Hollanda’da halk ayağa kalktı.. Biz neden milyonlarcasını tek başımıza üstlenmenin bitmeyecek sorumluluğunu ve risklerini kabul ediyoruz?

“İnsani nedenlerle” demek yeterli değildir, diğer ülkelerin de insani nedenleri düşünme zorunluluğu olmalıdır.

Mülteciler için “2 yılda 6 milyar euro” verebilecek zengin AB ülkeleri o parayla pekala kendileri de çok sayıda sığınmacı alabilirler, ABD alabilir.

Tekrarlayalım; vize, para, AB müzakeresi gibi tutulmayacak vaatlere aldanmamak gerekiyor.

‘Kadın siyasete girmeli’ymiş!

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde liderler “kadın, eşitlik, aile, anne olmak, siyasette kadın” konularında çok şey söylediler.

Bunlar arasında dikkat çeken, eleştiriye açık söylemler az değildi. Fakat artık Türkiye’de “kadın ve çocuklara karşı şiddet” öyle ürkütücü boyutlara ulaştı ki bu konu dışında yapılan bütün vurgular zaten “zamansız ve gereksiz” duygusu yaratıyor.

Yalnız Kadınlar Günü’nde değil, yılın her gününde, başta Hükümet ve yargı olmak üzere herkes “kadın ve çocuk tecavüzleri ve cinayetlerinin önlenmesi, cezaların doğru şekilde verilmesi” konusunda yoğunlaşmak zorundadır.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kadınlara “Siyasete daha çok girin ve mücadele edin” çağrısı ise “Liderler erkeklere öncelik verirken, adayları da kendileri seçerken nasıl olacak” sorusunu birlikte getiriyor ve gülümsetiyor.

Kadınların “mücadele etmesi” için eşit fırsat verdikleri gün bu konuşmalar kabul edilebilir.

Yazının devamı...

Suriye çıkmazı ve AB sözleri!

Önceki gün TSK Kilis karşısındaki “IŞİD mevzilerini” vurdu ve dün Suriye’den Türkiye’ye roket atışları yapıldı.

Yazımı yazdığım saatlerde biri “4 yaşında çocuk” olmak üzere 2 vatandaş hayatını kaybetmiş, 2 kişi yaralanmıştı.

Biz de, Rusya da, Esad da, ABD de biliyor ki asıl mesele hiçbir ülke için “IŞİD’i bombalamak” değil. IŞİD Suriye Kürdistanı’nın kurulması için adeta piyon olarak ortada duruyor.

Bütün bu ülkelerin PYD’ye yardım nedeni de Ortadoğu’da harita değiştirmek!

Şimdi ABD “PYD’nin, Suriye’deki ateş kes konusunun tartışılacağı Cenevre görüşmelerinde yer almayacağını” veya “Suriye’de özerk bir Kürt bölgesi istemediklerini” açıklıyor.

Bunların artık hiçbir anlamı yoktur.

Diğer tarafta ABD, PKK’nın kolu olduğunu bir türlü söylemediği PYD’nin “amaca ulaşması” için Rusya ve Suriye rejimiyle birlikte ona destek vermeyi ve Türkiye’ye mülteci akınını sürdürecek.

Neden savaş?

Bir yanda Esad’la ortaklaşa PYD’nin yanında yer alırken aynı anda “Esad’ın uluslar arası mahkemelerde yargılanması için bir süreç başlarsa destek veririz” demesi nasıl bir çelişkidir?

PYD’nin Cenevre görüşmelerinde yer almaması, onun Türkiye sınırı boyunca özerk bir bölge kuracak şekilde ilerlemiş olmasını geri çevirir mi?

Türk Hükümeti Sözcüsü Numan Kurtulmuş’un “Bizim vazifemiz Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak. Bölünmesine yönelik her planı reddediyoruz” açıklaması, zaten mevcut durumda açık şekilde bölünmüş olan Suriye konusunda bir yarar sağlar mı?

Bütün bu gerçekler göz önüne alındığında Türkiye’nin “vatandaşlarının can kaybına ve muhtemel bir savaşa neden olacak” adımlardan kaçınması çok daha doğru görünüyor.

Zor durumda olan…

Türkiye ile AB’nin mülteci krizini çözmek için yaptığı Brüksel toplantılarında Başbakan Davutoğlu’nun yeni şartları bizim medya tarafından “Brüksel’i zor durumda bırakan hamle” olarak değerlendirildi.

Acaba bu ifade doğru mu? Yoksa AB, mültecileri Türkiye’ye hapsetmek için sonunda her şartı kabul ediyor görünebilir mi?

Öncelikle tekrar hatırlatayım ki Batı medyası bu zirveden önce de “AB liderlerinin göçmen krizine çözüm olarak Türkiye’yi seçtiğini” yazdı.

Aynı zamanda birçok AB ülkesinin haftalardır “Schengen vizesi filan gözetmeden sınır kontrolü”ne başladığı haberleri de veriliyor.

Bu durumda “Haziran 2016 sonunda Türk vatandaşlarına vizesiz Avrupa’ya geçiş hakkı” verilir mi, verilse ne anlamı var? Elimize “zaman sınırsız Schengen vizesi” mi verecekler?

Her AB ülkesi de bunu kabul mü edecek? Verseler bile “bir terör olayı” bahanesiyle anında kaldıramazlar mı?

Türkiye’de 3 milyon mülteci varken, “geri kabul” diyerek AB’den binlercesi daha gönderilecekken “Yunan adalarından gelecek her göçmene karşılık Türkiye’den bir mülteci almaları” neyi çözer?

Brüksel’de öne sürdüğümüz yeni şartlar, NATO’nun Ege’yi kaçak mülteciler için kontrol altına alacağı haberi veya diğer şartların hiçbiri aldığımız ağır sorumluluğa yardımcı olmayacaktır. Batı ülkelerinin dost görünerek oynadığı kurnaz oyunları kabul etmek büyük hata olacak!

Yazının devamı...

AB, ABD ve biz!

Gösterime giren güzel bir aksiyon filmi izledim; “Kod Adı Londra”… İngilizcesi “London Has Fallen” yani “Londra düştü”…

İslamcı terör örgütlerinin Londra’da birçok ülke liderini öldürdükten sonra “ABD Başkanı’nı öldürme girişimlerini” ve koruması rolündeki Gerard Butler ile Başkan’ın birlikte mücadelesini anlatıyor.

Filmin sonunda ABD Başkan Yardımcısı “Başka ülkelerin işlerine burnunuzu sokmasanız başınıza bunlar gelmezdi diye düşünenler olabilir ama biz bunları yapmak zorundayız” diyor.

Daha önceki benzer filmleri de, bunu da elbette “teröristlere karşı” duygularla izliyoruz ama artık görülüyor ki ABD’nin kendisi bile “başka ülkelerin işlerine burnunu sokmalarının akla geleceğini” hesaplıyor.

Türkiye oyunları!

Afganistan’da Ruslara karşı kullanmak üzere Taliban’ı güçlendirip, El Kaide’nin ve bugünkü IŞİD’in bu örgütlerden türemesinde ABD’nin “yapmak zorundayız” iddialarının büyük rolü var.

Aynı şekilde bugün Türkiye sınırı boyunca “özerk bir Kürt bölgesi” faaliyeti yapan PYD-Rusya ve Esad rejimi ile birlikte “IŞİD’i bahane ederek” çalışması ve sonra dönüp “Biz burada özerk Kürt bölgesi istemiyoruz” açıklaması yapması onu kurtarmıyor.

Suriye’nin kuzey doğusunda açtığı hava üssünden PYD’ye aktif hava, silah, istihbarat desteği verdi, şimdi “Ayn El Arab’da 2’inci hava üssünü açacağı” Batı’lı gazeteciler tarafından açıklanıyor.

Onlar Huntington’ın “Medeniyetler Savaşı” kitaplarında anlatılan bu “Ortadoğu oyunları”nı oynarken binlerce masum sivil evini, yurdunu, hayatını kaybetti.

Milyonlarcası (aralarına karışmış teröristlerle beraber) başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelere kaçtı.

Mültecileri AB alsın!

ABD kendi “istihbarat merkezi”nin sitesinde “PYD’yi PKK’nın Suriye kolu ve terör örgütü” olarak tanımlayan, PKK terörü yüzünden onbinlerce insanın öldüğünü anlatan” ifade fark edilip gündeme gelince siteden kaldırttı.

Buna rağmen hala “PYD terör örgütü değil, müttefikimiz” demeye devam ediyor.

Dün İngiliz gazeteleri “Türkiye’nin PKK’ya karşı kirli bir savaş yürüttüğünü” yazdılar. Yaşadığımız korkunç terörü bile dünyaya anlatabilmiş değiliz.

Bu gazeteler “AB liderleri göçmen krizine çözüm olarak Türkiye’yi seçti” diyorlar.

Birçok ülke gibi “Shengen vizesi”ni kaldırarak sınırlarını koruyan Macaristan Başbakanı “Para veririz ama tek göçmen almayız” açıklaması yaptı.

Merkel dün Brüksel’de “Tüm AB ülkelerine, Yunanistan dahil mülteci akışı deniz sınırları dahil duracak. Bunu Türkiye yapacak” ısrarını tekrarladı.

Pazar günü ise son olarak Aydın Didim’de batan teknede 3’ü çocuk,biri hamile kadın olmak üzere25 mülteci hayatını kaybetti, bunlara seyirci mi kalacağız?

Ege’deki bu kaçakları durdurmak, ölümleri önlemek imkanı olsa bugüne kadar başarılırdı. AB istiyor diye 3 milyon ve “geri dönüş anlaşması”yla gelecek onbinlerce sığınmacıyı almak Türkiye’nin vazifesi değildir.

Schengen vizesi şu anda bile kalkmış durumdayken ve milletin de umurunda değilken, bu vaatlerden vazgeçip “hayır” demek zorundayız. Aksini yapmak, telafisi olmayan büyük bir yanlış olacak!

Yazının devamı...

AB sınırı aştı...

Avrupa Birliği artık “mülteciler konusunda Türkiye’den taleplerini” iyice tehdit boyutuna çıkardı ve bunu da açıkça yapmaktan hiç çekinmiyor.

Türkiye ile AB arasında 7 Mart Pazartesi günü yapılacak olan zirve öncesinde AB delegasyon başkanı “Türkiye’nin Yunanistan’a giden sığınmacı sayısını 1 Haziran tarihine kadar kontrol altına almaması durumunda ‘vize kolaylığının’ durdurulabileceği” uyarısında bulundu.

Bunu yaparken de “Türkiye’ye söz verilen 3 milyar eurodan 400 milyonunun ödendiğini” söylemiş.

Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konudaki son konuşmasında “Yılda 3 milyar euro vereceğiz dediler, 4 ay geçti ses yok” demişti. Dün AB Konseyi Başkanı Tusk ile görüşmesi öncesinde de Avrupa Komisyonu’nun “3 milyar’dan sadece 95 milyon euroyu onayladığını” öğrendik. Türkiye’nin bugüne kadar harcadığı en az 10 milyar dolar”ı düşünmüyorlar bile!

Yolgeçen hanı gibi!

Bu arada bir de “Türkiye’nin imzaladığı geri kabul anlaşması” var ki “AB ülkelerinin sığınma hakkı vermediği” tüm mültecileri, Cezayir, Afganistan dahil Türkiye almak zorunda.

Daha birkaç gün önce Yunanistan sınırında onların güvenlik güçleri telleri parçalayarak girmeye çalışan mültecileri kavga dövüş engellediler.

Avusturya Başbakanı Werner Faymann ise “Avusturya, Almanya için bekleme odası değildir. Almanya sığınmacı alacaksa doğrudan Türkiye ya da Ürdün’den alsın” dedi. Görüldüğü gibi AB ülkeleri “geçici olarak, sığınma izni alana kadar” bile sığınmacı kabul etmiyor ve AB yönetimi ile, Almanya ile bunun kavgasını yapıyor.

Ürdün de “daha fazla sığınmacı almayacağını, kendi vatandaşlarının da zor şartlarda yaşadığını” açıkladı. AB ise Türkiye’yi “yolgeçen hanı” gibi gördüğünü sıkılmadan söylüyor.

Açık kapı…

Biz hem bir yandan “Mülteci olayına ekonomik açıdan bakmıyoruz, bizim geleneklerimiz farklı… Açık kapı politikası devam edecek” açıklamaları yaparken diğer tarafta gerçeği saklayamıyor ve “Söz verdiğiniz parayı verin” diyoruz.

Eğer birçok ülkeden milyonlarca mülteciye yıllar boyu bakmak ve aralarına karışan terör örgütleriyle mücadele etmek sadece parayla halledilecek kadar kolay ve tehlikesiz olsaydı, dünyanın en zengin (ve nüfusu da Türkiye’ye kıyasla çok az) ülkeleri bu işi Türkiye’ye yıkma yarışına girmezlerdi.

AB delegasyon başkanının yaptığı “vize vermeyiz” tehdidi sadece diplomatik bir ayıp değildir, Türk halkına mültecilere yaptıkları gibi “istenmeyen ama zorla AB ülkelerine vize isteyen” bir toplum muamelesi yapmaktır.

Türkler bugüne kadar “Schengen vizesi” olmadan pekala yaşadılar, şimdi neden bu kadar önemli oldu? Milyonlarca mülteci ve binlerce teröristin girdiği Türkiye’yi AB’ye almayacaklarını bilmemize rağmen neden bu hakaretlere susuyoruz?

Eğer alacaklarsa biz de diğer ülkeler gibi sıramızı beklemek yerine neden kendi geleceğimiz için ciddi sorunlar yaratıyoruz? Pazartesi yapılacak zirvede, sırt sıvazlamalara aldanmadan AB’ye bu tehditleri kabul etmediğimizi, vizeden ve “geri kabul”den vazgeçtiğimizi ve Türkiye’deki mültecilerin en az yarısını almaları gerektiğini söylemek zorundayız!

Yazının devamı...

Savaşa çevrilen terör!

İngiltere’nin önde gelen gazetelerinden Independent 3 Mart Perşembe günü Associated Press Haber Ajansı muhabiri Dominic Seguel’in Cizre’den izlenimlerini verdi.

Muhabir “Bazı mahallelerde görülen yıkım, açılan ateşle çöken binalar Suriye’deki savaşın ilk günlerini anımsatıyor” demiş.

Terörü diğer bölgelere de yaymak isteyen örgüt Perşembe’den bu yana İstanbul’un çeşitli ilçelerinde polis okulu, polis aracı, adliye personelini taşıyan servis aracı ve daha birçok yere silahlı-bombalı saldırılar düzenledi.

PKK’nın sözcüsü mü?

Bunlar olurken diğer tarafta HDP Eşbaşkanı Demirtaş Sur’da halkı sokağa çağırıyor ve “PKK’nın kendileriyle ortak hareket ettiğinin” açık ifadesi olacak şekilde “operasyonlar durursa çatışmalar, ölümler durur” diyor.

Güvenlik görevlilerine yeni saldırılar yapılırken “Ne bir güvenlik görevlisi, ne bir sivilin ölümüne rıza göstermeyiz” diyor.

PKK’nın sözcüsü gibi konuşan Eşbaşkan Demirtaş terörün bitmesine bu kadar gönüllü ise önce PKK’nın “artık silah bırakmasını” sağlaması gerekirdi. Hendek, barikat eylemlerini teşvik etmekle, “Kobani’de olan Güneydoğu’da olacak” demekle, Güneydoğu’yu Suriye’deki savaş yıkıntısına benzer hale getirmekle, “ölüme rıza göstermeyiz” sözleri bir arada olamaz.

IŞİD’i bombaladık

Türkiye’de yürüttükleri terör eylemlerinin gerçekten de Kobani’yle, Kuzey Suriye ile paralel gittiği de artık ortadadır.

TSK yetkilileri dün “Türk tanklarının Kuzey Suriye’de bulunan IŞİD mevzilerini bombaladığını” açıkladı.

Bu açıklamadan kısa süre önce ise YPG “Afrin bölgesinde 2 Türk tankının kendi mevzilerini vurduğunu” bildirmiş.

Suriye’de PYD-YPG-PKK’nın Rusya, ABD, Esad desteğiyle ve “IŞİD’i vuruyoruz” bahanesiyle Türkiye sınırı boyunca ilerlemesini dünya kabul ediyorsa, Türkiye’nin “IŞİD’i vurmasını” da kabul etmesi gerekir.

Rusya bekliyor!

Türkiye bu konuda ciddi olduğunu çok daha önce, “PYD’nin ilk üç kantonu alıp ilan etmesi” sırasında anlatmalı, Batı’yı da uyarmalıydı. Bu konuda geç kalmamız, şu anda bir savaş tehdidinin ciddi şekilde ortaya çıkmasının nedenlerinden biridir.

Bu ülkeler artık PYD ile birlikte her türlü imkanı sağladılar, Rus savaş gemileri sürekli Boğaz’dan geçerek o bölgeye gidiyor. Savaş uçakları hazır bekliyor.

NATO’nun ne kadar destek vereceği belli değil, bu şartlarda bir savaşın çıkmasının Türkiye’ye faturası tahmin edilenden çok daha fazla olabilir. Dikkat gerekiyor!

CHP’de ihraç!

CHP Yüksek Disiplin Kurulu “Aylin Nazlıaka’nın bir milletvekilinin odasından Atatürk resmini indirdiği” iddiasının gerçek olmadığını oy birliğiyle tespit ettik dedi.

Tanıkların dinlenmesinden sonra ise “yukardaki vurguyla birlikte” oy çokluğu ile “Nazlıaka’nın partiden ihracına” karar verildi. Ortada bir çelişki var gibi görünüyor, bu olay tam açıklığa kavuşamadı.

Atatürk’ün fotoğrafını Atatürk’ün kurduğu Meclis’te duvardan indirmek hiçbir milletvekili için kabul edilemez, CHP milletvekili için hiç kabul edilemez. Bununla birlikte çelişkinin de açıklığa kavuşması gerekir!

Yazının devamı...

‘Türk tipi’ hukuk!

Hepimiz aslında bu ülkede gerçek bir demokrasi varmış gibi konuşuyor ama demokrasinin şartlarını da “kendimize göre eğip bükebileceğimizi” sanıyoruz.

Örneğin, bir demokrasi ancak “hukuk devleti” ile var olabilir ama biz neredeyse evrensel hukuku da tamamen “Türk tipi hukuk”a çevirmek üzereyiz.

Anayasa Mahkemesi’yle ilgili son tartışmaların halkta ciddi endişelere yol açtığını dün yazmıştım. Oysa AYM’nin tartışılan kararı, davanın sürdüğü bir ceza mahkemesine “beraat ettir, bu dava yanlıştır veya mahkum et” şeklinde bir karar değildi.

Devlet tartışıyor

Anayasa Mahkemesi “temel, demokratik hak ve özgürlükler” çerçevesinde, bir mahkemenin davayı görürken verdiği “tutuklama” kararını hak ihlali saydığını, yapılanın “gazetecilik faaliyeti” olduğunu bildirmişti. Bu AYM kararı her şeyden önce uluslar arası masumiyet karinesine uymayı içeriyor.

Mahkemenin devam etmesine hiçbir engel yok, bir yetki gaspı da yok.

Devlet makamlarının “yargı özellikle de yüksek yargı kararlarını” eleştirme değil, hukuksallığını tartışması toplumda “devletin devleti tartışması, saygınlığını zedelemesi” algısı yaratır ve sonucu da kaos olur.

Paket olmamalı!

Başkanlık daha doğrusu “Türk tipi başkanlık” sisteminde nelerin değişeceğini topluma anlatmadan, parlamenter sistemi kaldıracak “başkanlığı da içeren bir paket halinde” referanduma sunmak da çok yanlış sonuçlara yol açar.

Başkanlıkla ilgili konuşmalar bugüne kadar sadece “başkanlık sistemi de parlamenter sistem gibi meşrudur, bütün gelişmiş ülkelerde başkanlık sistemi var” gibi kalıplaşmış söylemler içinde kaldı.

Neden dünyada sadece “ABD’de nispeten başarılı” olduğu, orada “2 ayrı meclis” olmasının ve baştan beri (sonradan çevirerek değil) mevcut olan “federatif yapının ve valilerin” denetimdeki rolü, başkan dahil herkesin tartışılmayacak şekilde saygı gösterdiği ve kararlarına uymak zorunda olduğu güçlü-bağımsız bir yargının “başkanı denetleme”deki önemi halka anlatılmadı.

Başkanlık ve muhalefet

Türkiye’de, çoğunluğu tek partide olan “tek meclis”le nasıl bir denetim olabileceği, Parlamento ve muhalefet partilerinin ne olacağı, başkanın “Meclis’i feshetme yetkisi ve kararnamelerle yönetme” konusu, başkanın tek başına nelere karar verebileceği bilinmiyor. AKP İstanbul Milletvekili Mustafa Şentop’un Antalya’da “Yeni Anayasa Konferansı”nda neden “Türkiye’de başkanlık sistemi olması halinde CHP, MHP ve HDP’nin hükümet olma ihtimali kalmaz” dediği sorulmuyor. Ya Hukukçu Bülent Arınç’ın “Ancak muhalefet partileri varsa ve iktidara gelme fırsatı bulabileceklerse demokrasi var demektir” sözleriyle Şentop’un sözlerindeki tamamen zıt durum?

Chp’nin raporu

CHP 3 farklı üniversiteden bir “anayasa hukukçuları heyeti”ne kapsamlı bir “Başkanlık Raporu” hazırlatmış.

Uzun çalışmalar sonunda ortaya mükemmel bir rapor çıkmış ama sonra bu rapor rafa kaldırılmış. Nedenini açıklayabilirler mi?

Tepkisel konuşmalar yerine tüm partiler halka “referandum sonucunda neler olabilir, başkanın yetkileri ne olacaktır” konusunu anlatmak zorundadır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.