Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Devlet bizi korusun!’

Kilis’e dün de 2 roketatar mermisi atıldı. Önceki gün de atılmıştı, ondan önceki gün de…

18 Ocak’tan bu yana 21 kişinin hayatını kaybettiği ve bunların arasında çocukların bulunduğu biliniyor.

Başbakan Davutoğlu “Kilisliler rahat olsunlar, her türlü önlem alınıyor” demişti ama maalesef Hükümet’ten Kilis’e “kasıtlı olarak atılan” mermiler konusunda da, birçok ilde sürmekte olan terör konusunda da açıklama duyulmuyor.

İzmir Konak’ta durdurulan şüpheli araçta “bomba düzeneği, el bombaları, silahlar” çıktı. Gözaltına alınan 4 kişinin PKK’lı olduğu söylendi.

Cuma günü “Gaziantep’ten Suriye’ye geçmek isteyen IŞİD’lilere” ateş açıldığı, 3 IŞİD’linin öldüğü, 11 kişinin yaralandığı haberi çıktı (Bunların hepsi neden ve nasıl Türkiye’de?)

Abd’nin derdi

Giresun Jandarma karakoluna PKK’lılar tarafından roketatarlı saldırı yapıldı.

Hakkari Çukurca’nın birçok köyünde sokağa çıkma yasağı ilan edildi.

Kahramanmaraş’ta Suriyelilerin barınacağı 20 bin kişilik konteyner kenti istemeyen halkın “oturma eylemi”ne Vali emriyle güvenlik güçleri “basınçlı suyla” müdahale etti. Çadırlar mahalleli tarafından yakıldı.

Sadece bu olaylara bakmak bile Türkiye’nin Hakkari’den İzmir’e, Kilis’ten Giresun’a kadar, başta terör olmak üzere büyük tehlikelerle boğuştuğunu göstermeye yeter.

Biz bunları yaşarken ABD’nin Davutoğlu görevden ayrıldıktan sonra yaptığı açıklama ise “sadece kendi çıkarları” konusundaki önceliğini bir kez daha ortaya koyuyor.

“Davutoğlu’nun iyi bir çalışma arkadaşı olduğunu ama onun görevden ayrılmasının IŞİD’e karşı mücadelede ABD-Türkiye ilişkilerini etkilemeyeceğini” söylediler.

Yani tek dertleri “IŞİD” başka sorun yok.

Pkk terörü ve Kilis

Ya PKK İle PYD’nin aynı olduğunu bilmelerine rağmen onlara her desteği vermeye devam etmeleri?

Bir yandan Rusya, Esad, İsrail desteklerken diğer tarafta kendilerinin de farksız politika izlemeleri?

Kilis’e “IŞİD mi, PYD mi, yoksa ortaklaşa mı atıldığı bilinmeyen” ve 21 canı alan roketlerde rolleri yok mu?

Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan sorunlar, PYD bölgesi, IŞİD tehlikeleri ABD istese önlemez miydi?

Türkiye’de süren PKK vahşetinde, canlı bombalarda onların PYD-PKK’ya verdikleri desteğin rolü yok mu? Neden “PKK-PYD ile mücadele” onları hiç ilgilendirmiyor da sadece IŞİD’le ilgililer?

Kendi büyükelçileri bile “ABD’nin Suriye ve PYD politikalarının çok yanlış olduğunu” söylerken biz neden susuyoruz? Kilis’e atılanlar IŞİD mermileriyse bu“mücadele işbirliği” orada neden devreye girmiyor?

Kilisliler son olarak gazetelere “Vatan saldırı altında. Devlet bizi korusun” diye gazetelere ilan vermiş. Bu feryat, yaşadıkları korku ve çaresizliği yeterince anlatmıyor mu?

Hakkındaki dava dünya tarafından izlenen Can Dündar’a yapılan saldırı da “devlet güvencesi” ile ilgilidir. Can Dündar’ın bu tür bir saldırıyla karşılaşmayacak şekilde devlet tarafından korunması gerekirdi.

Bu olaylar yaşanırken Türkiye gündemi ise “başbakan ve lider sorunlarıyla, başkanlık ve yeni anayasa ile” dolu.

Ben anlayamıyorum, umarım anlayan birileri vardır!

Yazının devamı...

Nasıl bir anayasa?

Başbakan ve AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun aniden görevi bırakması, toplumda ve Türk medyasında olduğu kadar yabancı medyada da devam eden yorumlara neden oldu.

Bu yorumların çoğu, özellikle de karar Erdoğan-Davutoğlu görüşmesinden sonra çıktığı için iktidar partili siyasetçilerin “Davutoğlu’nun kendi kararı” açıklamalarının aksine “Davutoğlu’nun iktidar mücadelesinin kurbanı olduğu, hatta bu kadar süre dayanmasının bile sürpriz olduğu, yazın erken seçime gidileceği” yönünde.

Tabii bu tür hiç beklenmedik gelişmelerde olduğu gibi spekülasyonlar bitmiyor.

Davutoğlu’nun “sakin ve hiç tepki vermeden kabullenmiş” veda konuşmasından sonra toplum içinde yayılan bir başka söylem ise onun başlangıçta bu görevi kabul ederken belli bir süre sonra bu gelişmenin olacağını bilerek başladığı…

Onun görevden ayrılmasından önce ve hemen sonra partisinden bazı isimlerin yaptığı “Gördüğünüz gibi birbirini iyi tanıyan bir başbakan ile cumhurbaşkanı bile anlaşmazlığa düşüyor. Başkanlık bunun için gerekli” şeklindeki konuşmalar da bu düşünceye yol açmış olabilir.

En kısa zamanda…

Yani Cumhurbaşkanı ile Başbakan “parlamenter sistem”de çekişme yaşayabilir, çift başlılık karmaşa yaratır ama “başkanlık sistemi”nde bu olmaz algısının yaratılması…

Burhan Kuzu bu algıyı uzun süredir konuşmalarıyla yarattı, Davutoğlu’nun ayrılmasından hemen sonra AK Parti Milletvekili Aydın Ünal’ın yaptığı konuşma da aynı noktayı vurguluyordu.

Bu yorumların hangisi gerçeğe uygundur, hangisi tahmindir bilemeyiz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan dün “Yeni anayasa ve başkanlık sistemini hayata geçireceğiz. Farklı önerisi olan varsa onu da tartışırız” dedi.

Yeni anayasa ve başkanlık sisteminin “kendi şahsi meselesi olmadığını, Türkiye’nin yaşadığı tecrübelerin bunları acil ihtiyaç olarak ortaya çıkardığını, önlerinde 2023 hedefleri gibi kapsamlı ve heyecan verici bir yol haritası olduğunu” söyledi.

Ak Parti bu konularda yapılan konuşmalarda halkın bilmediği, anlamadığı çok nokta olduğunu kabul etmelidir.

Rejim ve sistem

Mesela Davutoğlu ile hangi sorun çıktı ki böyle bir aciliyet olduğuna karar verildi?

Parlamenter sistemle yönetilen diğer ülkelerde “daha önce Türkiye’de yaşandı” denilen cumhurbaşkanı-başbakan çekişmelerinin benzeri hiç mi yaşanmamıştır?

Devamlı dile getirilen “2023 hedefleri” nedir? Dün Enerji Bakanı Berat Albayrak “Türkiye’de rejim sorunu yoktur, sistem-yönetim sorunu vardır” dedi.

Kararların hemen hepsinin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından alındığı bilinirken acaba Berat Albayrak “hangi yönetim sorunu”ndan söz etti?

“Parlamenter sistemin” kaldırılıp yerine “başkanlık sistemi”nin getirilmesi rejim değişikliğinin ta kendisi olduğuna göre acaba ne demek istedi?

Eski Başbakan Davutoğlu “yeni anayasayı hazırlayan akademisyenlerin ‘bazı manevi değerlerin anayasada yer almasını’ istediklerini” söylemişti. Bu konu açıklığa kavuşacak mı?

Laiklik “devletin dinlere karşı tarafsız” olması demek olduğuna göre laiklik tarifi nasıl değişecek? Bunlar ve daha birçok soru şimdiden tartışılmaya başlanmalıdır!

Yazının devamı...

Anlaşılmaz bir değişim!

İki muhalefet partisi; CHP ve MHP’de genel başkan değişimi beklenirken iktidar partisi AKP’de dün Genel Başkan bir veda konuşması yaparak her iki görevinden ayrıldı.

Doğrusu Türkiye dış politikada en sorunlu dönemlerinden birini yaşarken, terörün en acımasız eylemleriyle karşılaşırken siyasi partilerin iç sorunlarına yoğunlaşması bir kayıptır ve üzücüdür.

Dün tüm dikkatler Başbakan Davutoğlu’nun veda konuşmasına yöneldiği sıralarda Kilis’e 4 roket mermisi atıldı.

Bunların infilak etmesi sonunda 1 kişi öldü, 7 kişi yaralandı.

Karadeniz’de Gümüşhane’de bulunan hidroelektrik santralı borusu PKK’lı teröristler tarafından patlatıldı. Tunceli’nin birçok bölgesinde “terör ve operasyonlar nedeniyle” sokağa çıkma yasağı ilan edildi.

Bu eylemler, başta Kilis’e atılan ve halkı korku içinde bırakan, hayatından bezdiren roketler olmak üzere önlenemiyor.

Anlaşmazlık neydi?

Çarşamba günü Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Ahmet Davutoğlu arasındaki görüşmeden çok önce “adının çizildiği, yakında görevden alınacağı” söylentileri gündemdeydi.

Oysa görünürde Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında bir sorun, Davutoğlu’nun “Cumhurbaşkanı’na karşı bir söylemi” yoktu.

İki kez farklı görüş ortaya çıktı; Davutoğlu’nun “PKK silahları tümüyle bırakırsa tekrar masaya oturulabilir” sözünün arkasından Erdoğan “Böyle bir şeyin söz konusu olmadığını” söylemişti.

Bir de “başkanlık sistemi” konusunda Davutoğlu’nun “Bunu savunursam kendimi inkar etmiş olurum” dediği haber oldu ki kendisi bunu yalanladı. Demokrasilerde, bir hükümet tarafından yönetilen ülkelerde cumhurbaşkanlarıyla başbakanların “her konuda aynı görüşte” olması gerekir gibi bir şart da yoktur.

Güçlü Cumhurbaşkanı, Başbakan…

Ak Parti Ankara Milletvekili Aydın Ünal başbakan değişimini dün şöyle yorumladı;

“Sayın Cumhurbaşkanı ‘güçlü başbakan ve güçlü cumhurbaşkanı’ demişti. Ama böyle yürümediğini gördük. Birbirini çok iyi tanıyan iki isim olmalarına rağmen görüş ayrılıklarını ortaya koydular. Davutoğlu’ndan sonra gelecek başbakan ‘düşük profilli’ bir başbakan olacak”.

Aydın Ünal “Bu süreç Cumhurbaşkanı tarafından yönetilmiş bir süreç değildir” de diyor, oysa AKP içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istemediği, onaylamadığı bir sürecin yaşanmasının imkansız olduğu biliniyor.

Burada hatırlamamız gereken nokta, “cumhurbaşkanını halk seçsin” isteği ortaya çıktığında hukukçuların ve siyaset bilimcilerin bunun ilerde bugün yaşanan tabloyu ortaya çıkaracağını söyleyerek yaptıkları uyarılardır.

Aydın Ünal’ın sözlerine benzer şekilde Burhan Kuzu da “Çok başlılık olan yerde karmaşa olur. Niye başkanlık sistemini istiyoruz, işte bunun için” diyerek Davutoğlu’nun gidişini başkanlık sistemine bağladı.

Daha önceki dönemlerde de sorunlar olduğunu söyledi.

Oysa “parlamenter sistemle ve bunun yanında ‘koalisyonlarla’ yönetilen Avrupa ülkelerinde” bile işler sorunsuz şekilde yürüyebiliyor.

Her sorunu “başkanlık sistemi olmayışına” bağlamaktan, o sistem gelirse her sorun halledilir demekten vazgeçmeliyiz.

Yazının devamı...

Koltuğu değil, ülkeyi düşünmek!

Bir ülkede demokrasinin olduğunu iddia edebilmek için ortada “güçlü ve ülke geleceğinde söz sahibi olacak yetki ve yeterlilikte muhalefet partileri” olması gerekir.

Oysa Türkiye’deki üç muhalefet partisi de farklı nedenlerle yıpranmış ve zayıflamış durumdalar. HDP 7Haziran’dan bu yana “seçim öncesi yaptıkları kardeşlik, Türkiye partisi olma söylemlerini” tümüyle bir tarafa bırakarak terör örgütü PKK’nın açık destekçisi durumuna geldi.

Ana muhalefet CHP 1 Kasım seçiminde de antidemokratik şekilde yeni milletvekilleri seçerek, kurultayını aynı antidemokratik ve baskıcı havada yaparak, birçok konuda tutarlı politika ortaya koymayarak kendini zayıflattı.

MHP ise 1 Kasım seçiminde 4’üncü parti konumuna düştüğü yetmezmiş gibi adeta bir cadı kazanına dönüştü.

Neden korkuyorlar?

Partide genel başkanlığa aday olan isimler ve muhalifler olağanüstü kongre için gerekli imzadan da fazlasını topladı.

Bahçeli “Bu yetmez, haklarını mahkemede arasınlar” dedi, muhalifler mahkemeye gittiler, “olağanüstü kurultaya gidilmesi” kararı çıktı. Genel başkan adayları “Bu imzaları atan delegeler, sizi de seçen delegeler, neden korkuyorsunuz” derken bu kez MHP Genel Merkezi “Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin verdiği karara karşılık Sivas’ın Gemerek İlçe Mahkemesi’nden “Ankara’dan çıkan kararı tedbiren durdurma” kararını çıkarttı.

Yetki gaspı ve hsyk

MHP’de en güçlü genel başkan adayı Meral Akşener bu kararı veren Gemerek Hakimi İlhan Işık’ı HSYK’ya şikayet etti.

Akşener’in şikayeti Hakim Işık’ın “yetki gaspı yaptığı ve tarafsız olmadığı” gerekçesine dayanıyor.

Bu arada MHP Burdur İl ve Merkez ilçe yönetimleri “Meral Akşener’i karşıladıkları için” MHP Genel Merkezi tarafından dün görevden alındı. Yine dün Mersin’de Meral Akşener’i destekleyen isimlerin bulunduğu otele “Genel başkanımız aleyhinde hiçbir organizasyona izin vermeyeceğiz” diyen bir grup MHP’li tarafından baskın yapıldı.

MHP’de Grup Başkanvekili ve partinin en güçlü isimlerinden Oktay Vural’ın muhaliflere yönelik sert dil nedeniyle “Bahçeli’ye destek deklarasyonunu” imzalamadığı haberi de önemli bir gelişmedir. Bütün bu olanlar, genel başkanların koltuk kaybetme korkusuyla yaptığı baskılar sadece kendi partilerine zarar vermelerine sebep oluyor.

Genel seçim…

CHP’de de Yalova Milletvekili Muharrem İnce dokunulmazlıklar konusunda muhalefeti “Anayasa’ya aykırı olmasına rağmen ‘evet’ dediklerini söyleyerek korkak davranmakla” suçladı. “Muhalefet liderleri değişmelidir. CHP’nin lideri de değişmelidir” dedi.

Meral Akşener siyasete yakın isimlerin dillendirdiği bir ihtimali vurgulayarak “MHP’de kongre olmaması halinde Ağustos ayında genel seçime gidileceğini” söylüyor.

Anketlere bakarak bunu “muhalefet partileri oylarını arttıracak değişimi gerçekleştiremediği takdirde bir kez daha kaybedecekler” şeklinde değerlendirmek de mümkün. Bu durumda sormak lazım; çırpınmak yerine partiniz ve ülkeniz adına doğru olanı yapmanız gerekmez mi? Yine kaybederseniz seçmeniniz sizi bağışlar mı?

Yazının devamı...

Fedai timleri ve dokunulmazlık!

PKK yaptığı terör katliamlarına “savaş” havası vermek için terörünü Güneydoğu’nun tüm illerine yayma stratejisi uyguluyor.

Hatta IŞİD’le birlikte “ülkenin tamamında yaygın terör olduğu” izlenimi vermek üzere fedai timlerini Türkiye’ye salıyor.

Mardin, Şırnak, Diyarbakır, Nusaybin, Hakkari, Gaziantep, Kilis, Ankara, İstanbul, Bursa, planlarına nereyi uygun görürlerse canlı bombaları orada patlatıyor, saldırılarını orada yoğunlaştırıyorlar.

IŞİD’in fedai timlerinin Türkiye’de olduğunu duymuştuk, şimdi PKK’nın İran kolu olan PJAK’ın 21 kişilik fedai timinin “yasadışı yollardan” Türkiye’ye girdiği bildirildi.

“Yasa içi” var mı?

Önce Kandil’e geçip oradan Türkiye’ye sızıveriyorlar. Güneydoğu’dan gelenler Türkiye-Irak sınırından geçişin çok kolay olduğunu anlatıyor.

Anlaşılmayan noktalardan biri bu haberlerde “yasa dışı yollardan” denmesi. Teröristlerin geçişi için hala “yasa içi” yol var mı? Mülteci mi bunlar?

PKK fedai timiyle ilgili olarak bütün iller, 81 ilin tamamının Emniyet’i “muhtemel eylemler” konusunda uyarılmış.

1 Mayıs için tüm illerde aşırı önlemler alınmasına rağmen o gün Gaziantep’te Emniyet Müdürlüğü’ne canlı bomba saldırısı yapıldı. Emniyet uyarılarından önce sınırların en sıkı şekilde güvenliği sağlanmalıydı.

IŞİD’in fedai timi Türkiye’de haberleri verilmişti, “TAK” Ankara ve Bursa eylemlerini üstlenmişti, şimdi bir de PJAK’ımız var.

Özeleştiri zamanı

Avrupa ülkeleri, ABD eyaletleri “mültecilerin arasına teröristler karışıyor, mülteci almak istememizin bir nedeni de bu” derken Türkiye, sınırların yanında sığınmacıların geçişlerini de uzun süre kontrolsüz bıraktı.

PKK saldırılarında, PKK-IŞİD bombalı eylemlerinde yüzlerce insanımızı kaybettik.

Buna rağmen Antalya’da, Ankara’da, sınırlarda “IŞİD üyesi olmak suçundan” gözaltına alınan çok sayıda militanın serbest bırakıldığı haberleri medyada sık sık yayınlandı.

Özeleştiri yapmamız gerekiyor, çünkü bu durumda her eylemlerinden sonra “Acaba PKK mı, IŞİD’ mi” araştırmaları yapmanın hiçbir anlamı yoktur.

Onların acımasız saldırılarıyla kaybettiğimiz insanlarımızı da geri getirmez, bundan sonra yapacakları eylemleri de önlemez.

Bağ ve fark…

Dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili Anayasa Komisyonu toplantısında HDP milletvekilleri salonu terk etmiş.

Bunu yaparken “dağdaki teröristlerin marşını” söylemiş ve sloganlar atmışlar. Dokunulmazlık “Fezlekesi olan bütün milletvekilleri” için kaldırılacak.

Onlardan birinin cezaevine girme ihtimali de az değil, hatta “her nasılsa hala iş başında olan” bazı cemaat savcılarının şimdiden CHP liderini tutuklamak için harekete geçtiği haberleri çıktı.

Ayrıca Selahattin Demirtaş Ocak ayında “Biz hazırız, tüm dokunulmazlıklar kalksın” demişti.

Bu durumda salonu neden terk ettiklerinin açıklaması yok.

Her gün “yollara, evlere döşedikleri bombalarla, canlı bombalarla insanları katleden” terör örgütünün marşını söylemeleri ise…

Demirtaş’ın seçim öncesi söylediği “PKK ile bağımız yok” sözünü “PKK ile farkımız yok”a çevirmekten başka bir şey değil!

Yazının devamı...

Devleti sorma hakkı!

Başbakan’ın Muş’ta yaptığı konuşmada “Her sokak İstanbul sokakları kadar güvenli olacak” dediğinin ertesi günü Güneydoğu’nun birçok il ve ilçesinde sokaklar savaş alanı gibiydi.

“Kilisliler endişe etmesin, tüm güvenlik önlemleri alınıyor” sözünün arkasından Kilis’e bir gün içinde 4 roket atıldı.

1 Mayıs nedeniyle güvenlik önlemlerinin arttırıldığı Pazar günü Nusaybin’de yine her nasılsa “fark edilmeden” yola tuzaklanan patlayıcı ile

3 askerimiz şehit oldu, 14 asker yaralandı.

Şırnak’ta 1 şehit verdik. Gaziantep’te Emniyet Müdürlüğü’ne yapılan bombalı araç saldırısında

2 polis şehit oldu, 19 kişi yaralandı.

Aynı gün Dicle Jandarma Komutanlığı ve lojmanlara PKK “2 ton bomba” yüklü araçla saldırdı, 1 asker şehit, 25 yaralı…

Rus dürbünleri

Şırnak’ta yapılan operasyonlarda “PKK’nın sokaklara kamera yerleştirdiği, soba içlerine, kanalizasyonlara bile patlayıcı tuzakladığı” ortaya çıktı.

Ele geçen dürbünlerin ise “Rus yapımı” olduğu anlaşıldı.

Bir yanda sınır ötemizde kurulacak Suriye Kürdistanı için PYD’nin almaya çalıştığı Azez-Cerablus hattından yapılan ve “IŞİD yapıyor” denilen roket atışları, diğer yanda PKK’nın Güneydoğu’yu savaş alanına çevirmesi…

Bütün bu olayların birbirine bağlı olduğunu, Esad ve Rusya’nın bu olaylardaki rolünü, ABD’nin “PYD ile PKK bağlantılıdır” demesine rağmen PYD’ye vermeye devam ettiği desteği açıkça ortaya koymazsak bu “IŞİD-PKK ortaklığı” ile yapılan saldırılar durdurulamaz.

Bölgeyi bütünleştirmek…

Başbakan Davutoğlu “Türkiye’nin bir başarı hikayesinin tekrar etmesinden korktukları için Arap Baharı’nı yok ettiler. Bölgedeki statükocu aktörleri güçlendirerek bunu yaptılar. Bizim bütün meselemiz bölgeyi bütünleştirmek” dedi.

Oysa bu gelişmelerin “Türkiye’nin başarı hikayesiyle değil, Ortadoğu haritasının değiştirilmekte olmasıyla” ilgisi var.

Bizim meselemiz de “bölgeyi bütünleştirmek” değil, kendi topraklarımızın Suriye’nin kuzeyinde yapılan operasyonların benzerinden korunmasını sağlamak olmalı.

Öncelikli meselemiz bütün gücümüzle “şehit vermemek için ülkemizdeki IŞİD ve PKK militanları nasıl temizlenecek” sorusunu çözmek olmalı.

Sorumluluk kimde?

Eğer Türkiye’de “tonlarca patlayıcı ile canlı bomba saldırılarıyla” yüzlerce insanımızı kaybediyorsak, şehit analarının ve eşlerinin evlatlarının gözyaşları dinmiyorsa, toplumun “devlet nerede, neden önleyemiyor” sorusunu sorma hakkı vardır.

PKK yollara kamera yerleştirmiş ve bu fark edilmemişse aynı soru sorulur.

CHP İzmir Milletvekili Tuncay Özkan’ın “birçok masum insanın da hayatını tutukluluk nedeniyle kaybettiği” Ergenekon sürecinde haksız yere Silivri Cezaevinde 6 yıl geçirmesi sonucunda ağır şekilde hastalandığı anlaşıldı.

DDT izlerine rastlanan karaciğerini kurtarmak için kök hücre tedavisi yapılıyor.

Ergenekon-Balyoz davaları için “Kumpastı, paralelin zulmüydü” dendiğinde nasıl ki “devlet neredeydi” sorusu soruluyorsa, terör olaylarında da devletin önlemleri ve dış politikası sorulacaktır.

Siyasi çekişmeler bitmeli, teröre çözüm ve diğer konular çok yönlü olarak ele alınmalıdır.

Yazının devamı...

Tarih gerçekten gizlendi mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “1919 yılından başlatılan bir tarih anlayışını reddediyorum. Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa bilin ki o kişi milletimizin de, devletimizin de hasmıdır” dediği konuşması, yapıldığı andan başlayarak tartışmaların merkezi oldu.

Buna şaşmamak gerekir. Zira Cumhurbaşkanı sözlerine “Okul kitaplarından filmlere kadar tarihimizle irtibatımızı kesecek çalışmalar yapıldığını, milletin hayata bu yalanlar üzerinden baktığını, zaferlerimizin bile birileri tarafından özenle gizlendiğini” söyleyerek devam ediyor.

“Cumhuriyetle birlikte medreselerin kaldırılmasının” büyük boşluk yarattığını ekliyor.

Mucize’nin başlangıcı

Oysa 1919’da başlayan Türk tarihi değil, neredeyse tamamı işgal edilmiş Osmanlı topraklarının düşmandan temizlenmesi için Mustafa Kemal’in başlattığı ve sonunda Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuna varan Milli Mücadele’nin Samsun’da başladığı tarihtir ve bu bütün tarih kitaplarında bu şekilde yer alır.

1919’da başlatılan süreç olmasaydı bugün diğer Müslüman ülkelerdeki mezhep kavgalarından kendini uzak tutmayı başarmış, insan haklarından-hukuktan söz edebilen çağdaş ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti olmayacaktı.

Tarih kitaplarında Osmanlı döneminin savaş ve zaferleri vardır, gizlenmemiştir, bunları hepimiz okuduk.

Eğer Türk tarihinin başlangıcına gideceksek Asya Hunları’ndan başlamak gerekir ki bunu da okuduk. Anadolu’daki Türk devletlerini Saltuklular, Danışmentliler, Selçuklular’dan başlayıp tarih sınavlarında yazdık.

Uzmanlar anlatmalı

Mustafa Kemal’in komutan olarak savaştığı ve mucize bir zaferle biten Çanakkale savaşı da, ondan önce kazanılmış tüm zaferler de gizlenmediğine göre nasıl oluyor da birileri bizi soyutlamış oluyor anlamak mümkün değil.

Yok olmak üzere olan bir imparatorluktan büyük bir devlet yaratan Atatürk ve silah arkadaşlarının, onlarla birlikte bu tarihi yazan kahraman milletimizin ve bize bıraktıkları Cumhuriyet’in takdir edilmesi, Osmanlı tarihinin unutulması anlamına gelmez.

Medreseler konusu başlı başına “uzman tarihçilerin anlatması gereken” bir konudur. Nasıl ki Ermeni iddiaları konusunda “Tarih, tarihçilere bırakılmalı” diyorsak, bu konularda da durum aynıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın değindiği gibi “Osmanlı’nın son döneminde yozlaşan ve dünyadaki bilimsel gelişmelere kapalı medreseler” kaldırılmış, yerine çağdaş, bilimsel eğitim getirilmiş.

Adını duyuran Türkler!

Bugüne kadar ve bugün dünya çapında başarı kazanan sanatçılar, edebiyatçılar, bilim insanlarımız bu çağdaş eğitim sistemi sayesinde isimlerini duyurdular.

Nobel dahil çok sayıda gurur veren başarılara imza attılar.

İnsan yaşamının kalitesini arttıran bilim insanlarına verilen Vehbi Koç Vakfı Ödülü’nü bu yıl “İnsan beyniyle ilgili çalışmaları, Fonksiyonel MR buluşu ile” alan Kamil Uğurbil’in, 9 yıl önce alan Aziz Sancar’ın hayatını okumak bile bu tartışmanın cevabını verecektir.

Aziz Sancar bu ödülden 8 yıl sonra da Nobel’i almıştı!

Yazının devamı...

Terör önlemleri yetersiz!

Türkiye’deki canlı bomba ve diğer terör eylemlerini artık Batı ülkelerinde olanlarla karşılaştırmak, “o ülkelerde de aynı derecede terör ihtimali var” demek pek doğru değil.

Perşembe günü Gaziantep’in Karkamış ilçesinde Suriye Cerablus’tan yapılan havan atışları sonunda bir mahalle toptan boşaltıldı.

Cuma günü Nusaybin’de yine yola tuzaklanan bomba patlatıldı, 3 asker ve 3 polis yaralı.

Aynı gün “Nasıl oluyor da yollara tuzaklanan bombaların hiçbiri bu eylem gerçekleştirilirken fark edilmiyor. Asker ve polisin geçeceği yolları PKK bu kadar iyi bilirken Emniyet ve TSK neden gereken önlemleri önceden alamıyor” sorularını sormuştum.

Bu sorular halkın merak ettiği ve öğrenme hakkının bulunduğu sorulardır ama cevap veren veya tartışan yok.

Oysa Meclis’teki partiler, vekiller ya sille tokat birbirine giriyor ve zaten nereye baksa şiddet ve üzüntü gören halkın moralini bozuyor, bu şiddet dalga dalga topluma yayılıyor.

Veya “yeni anayasa, dokunulmazlıkların kalması, başkanlık sistemi” gibi konular en önemli sorunumuz olan iç ve dış terörün önüne geçiyor.

Canlı bomba fark edilmedi

Bursa saldırısını yapan canlı bomba kadın ve yanındakilerin bulunduğu otobüs Bursa İnegöl’de durdurulmuş.

Kimlik güvenlik görevlileri tarafından incelenmesine rağmen “sahte olduğu” anlaşılamamış ve hiçbir işlem yapılmamış.

Kadının yanındaki imam nikahlı eşi Faysal Ç’nin “IŞİD fedai timiyle birlikte eylem yapabileceği” bilgisi var.

Gruptaki bir başkası 2015 Haziran’ında Suriye’den Türkiye’ye girmiş.

Üstelik saldırı anında Almanya Başbakanı Merkel’in eşinin de Bursa’da olduğu açıklandı.

Önceden “IŞİD’li fedai timine ait istihbarat” alınmış.

Bütün bu verilere baktığınızda ortada açık ve net bir “güvenlik zafiyeti” olduğunu kim inkar edebilir?

ABD Bakanı’nın itirafı

Artık terör eylemlerini IŞİD mi yaptı, PKK mı sorusuna cevap aramanın da bir anlamı yok. Belli aralıklarla canlı bomba eylemlerini sırayla yapıyorlar ve Türkiye bu eylemlere yoğunlaşırken diğer tarafta “PYD’nin ele geçirmek ve kantonlarını birbirine bağlamak için uğraştığı Cerablus ve Azez”den Türkiye’yi top atışlarına tutuyorlar.

Perşembe günü ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, Senatör Lidsey Graham’ın sıkıştırarak, arka arkaya sorduğu “PKK ve PYD ilişkisi” hakkındaki sorularını cevaplarken “PYD-YPG’nin PKK ile bağlantılı olduğunu” resmen kabul etti.

Graham’ın “Türkler’in Suriye’de YPG’yi silahlandırıdığımız için bize kızgın olması sizin için şaşırtıcı mı” sorusuna da “Hayır” cevabını verdi. Senatör Graham’ı kutlamak ve teşekkür etmek gerekiyor. Türkiye’nin sorması gereken soruları sormuş ve gerçeği söyletene kadar da vazgeçmemiş.

ABD yalnız silahlandırmadı, hava desteği ile PYD’ye sınırımızda toprak kazandırdı.

Bizim sormamız gereken soruları Graham sormuş da, “yaşadığımız bunca terörün sebeplerinden olduğunu itiraf eden ABD’ye Türkiye’nin soracağı soru” yok mudur?

Bir nokta daha var; ABD Parlamentosu’ndaki tablo bir Meclis’in denetim gücünü gösteriyor. Bunun bizde de olduğunu iddia edebilir miyiz?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.