Şampiy10
Magazin
Gündem

Terör ve uyarılar!

Bu soru gerçekten giderek daha çok önem kazanmaya başladı.

Türkiye’de herhangi bir bölgede, herhangi bir örgütün yapacağı bombalı saldırıları ABD veya Almanya nasıl oluyor da bizden önce haber alıyor?

Bu soruyu Ankara-Kızılay’da 37 kişinin hayatını kaybettiği arabalı katliam sonrasında da sormuştuk, çünkü o saldırı öncesinde de ABD vatandaşlarını önceden uyarmıştı.

Reuters haber ajansı Çarşamba günü ABD’nin Türkiye’deki vatandaşlarını “Turistik bölgelere yönelik terör saldırısı düzenlenebileceğini, bu konuda sağlam bulgular olduğunu” söyleyerek uyardığını bildirdi.

Aynı gün ikindi vakti Bursa’da cami bahçesinde bir kadın canlı bombanın kendini patlatması sonucu en az 10 kişi yaralandı.

Başbakan kızdı

Eğer bu canlı bomba bahçe yerine cami avlusunda patlasaydı bir cenaze için toplanmış olan 700 kişiden kim bilir kaç vatandaşımızı kaybedecektik.

Başbakan Davutoğlu saldırıyla ilgili olarak yaptığı konuşmada “ABD’nin saldırı uyarısı”na değinerek “ABD’nin diğer ülkelere değil de Türkiye’ye karşı uyarı yapması düşündürücüdür” dedi.

Ancak… Burada sorun ABD’nin “neden diğer ülkeler yerine Türkiye’ye uyarı yaptığı” değil, ABD’nin “her uyarısının aynı gün veya 2 gün sonra gerçekleşiyor olması”dır.

Doğrulanmış!

ABD Büyükelçiliği, Ankara saldırısı sonrasında ikinci bir açıklama yaparak; “ABD Büyükelçiliği’nin olay haftası sosyal medyada dolaşan ve Türk Hükümeti kaynaklı olduğu belirtilen bir uyarı mesajıyla tehditten haberdar olduğunu, söz konusu uyarıyı Türk makamlarıyla teyit ettikten sonra bu gibi durumlardaki rutin uyarının yapıldığını” belirtmişti.

Bu durumda “ Sosyal medya uyarısını doğrulayan Türk makamları neden kendi vatandaşlarını da uyarmadı” sorusu kadar “ABD Bursa saldırısı ile aynı gün yaptığı uyarıdan nasıl haberdar oldu” sorusu da merak konusudur.

Türkiye her gün farklı il ve ilçelerinde terörle karşı karşıya. Bir süre öncesine kadar canlı bomba saldırılarının “IŞİD’e ait” olduğu düşünülürken artık PKK da aynı cani yöntemi kullanmaya başladığı için hemen anlaşılamıyor.

Öncelik meselesi

Çarşamba akşamı Van’da yola döşenmiş bomba polis aracı geçişi sırasında patlatıldı, patlama şans eseri “araç geçtikten sonra” olduğu için ölen veya yaralanan olmadı.

Aynı gün Muş’ta yola döşenen bomba polis aracı geçişi sırasında patladı, 1 polis şehit oldu, 2’si yaralandı. Dün Manisa’da aynı şekilde 2 patlama oldu.

Asker ve polis araçlarının geçeceği yolları PKK bu kadar iyi bilirken, Emniyet ve Genelkurmay’ın “o yollarda gereken önlemi önceden almayışını veya nasıl olup da yollara görülmeden devamlı olarak bombalar döşendiğini” merak etmez misiniz?

Bir soru da şu; PKK’nın Kandil liderleri “ABD ile direkt temasımız var, görüşüyoruz” dediğine göre ABD’nin bu cinayetleri işleyen PKK’yı da “müttefik” kabul ettiğini mi düşünmeliyiz?

Bu arada dün de Gaziantep Karkamış ilçesine Cerablus’tan havan atışları yapıldı, bir mahalle boşaltıldı. Türkiye açıkça Suriye’de savaşa itiliyor.

Yeni anayasa ve dokunulmazlıklar için gösterilen telaş bu konuları anlamak için gösterilmelidir.

Yazının devamı...

Halk kime inanacak?

Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın “Yeni anayasada laiklik olmamalıdır. Dindar anayasa yapmalıyız” sözlerine iktidar partisi içinden ve dışından tepkiler sürüyor.

Dün de yazımda belirttiğim gibi bu tepkilerde Ak Parti’nin şu sıralarda tek parti olarak bir “yeni anayasa metni” hazırlamakta olmasının da etkisi var.

Hazırlanan metinin kabulü için Meclis’te gereken milletvekili çoğunluğu sağlansa da, referanduma gidilse de “başkanlık, laiklik tarifi, yerel yönetimlere ilave yetkiler” gibi konular bir arada oylamaya sunulacak.

Başkanlık sistemi “gelsin” veya “gelmesin” diyenler diğer konuları da topluca kabul veya ret durumunda kalacaklar ki 2010 Anayasa Değişikliği referandumunda da bu hata yapılmıştı.

Bu konuların hepsi de son derece önemli ve her iki durumda halkın ve milletvekillerinin tüm detaylarıyla konulara hakim olması gerekiyor.

Onsuz demokrasi olmaz!

İktidar partisinden birçok isim “Meclis Başkanı’nın kendi görüşüdür. Anayasada laiklik ilkesi olacak” derken Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş farklı konuştu.

Kurtulmuş; “Kahraman tecrübeli, ne söylediğini bilen birisi. Tesadüfen söylediğini sanmıyorum. Anayasanın gündeme geldiği ortamda tartışılması son derece doğal” dedi.

Burada iki önemli soru ortaya çıkıyor; tartışılacak olan ne?

Demokrasi için “olmazsa olmaz” şart olan ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de yer alan “laiklik ilkesi”nin kaldırılabileceği mi?

Diğer soru ise şu; Toplum, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’den birçok ismin “Yeni anayasada laiklik olacak” sözüne mi inanacak, yoksa Numan Kurtulmuş’un hak verdiği “TBMM Başkanı’nın ilk sözleri”ne mi?

Aslında aynı konuda ve çok önemli konularda birçok partiliden “tamamen zıt” açıklamaların yapılması adeta alışkanlık haline geldi, oysa devlet yönetiminde net ve şeffaf açıklamalar büyük önem taşır.

Devletin tarafsızlığı

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu son laiklik tartışması için “Mısır’da yaptığım konuşma önemli. Parti programımızda da bu açık şekilde yer almaktadır. Devlet tüm inanç gruplarına inançlarını yaşama hususunda eşit mesafededir ve laiklik budur” dedi.

Bu laiklik tarifi doğrudur ama eksiktir.

Demokratik ülkelerin benimsediği evrensel laiklik tarifi “din ve devlet işlerinin ayrılması, devletin ve tüm kurumlarının dinler karşısında mutlak tarafsızlığı, devletin teokratik kurallara göre yönetilmemesi” anlamındadır.

Yani “devlet kurumlarının dinler açısından tarafsız” olması, tüm inançlardan vatandaşlara eşit haklar tanıması, din ve inancı siyasete, devlet yönetimine karıştırmama niteliği vatandaşlara “inançlarını yaşama özgürlüğü” verir.

Bu arada AİHM’nin dün medyada yer alan:

“Türkiye’de Alevilere ayrımcılık uygulandığı, Türkiye’nin vicdan ve din özgürlüğünü ihlal ettiği, Alevilerin dini hizmetlerden yararlanamadığı, ibadetleri ve ibadet mekanlarına yaklaşımın tarafsız olmadığı, çocuklarının okullarda güçlüklerle karşılaştığına” hükmeden son kararını hatırlamamız gerekiyor.

Önemli olan tarif etmek değil, uygulamasını yapmaktır.

Yazının devamı...

Meclis Başkanı ve laiklik

TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır” sözü ağzından çıktığı anda toplumun gündemine bomba gibi düştü. Tepkiler dün de sürdü. Kahraman şöyle demişti; “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır… Biz niye Müslüman bir ülke olarak dinden kendimizi çekme, arındırma durumunda olacağız. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini olarak bahsetmesi lazım”.

Laiklik hiçbir zaman “dinden kendini çekme, arındırma” olarak tarif edilmeyeceği için… Tam aksine “devletin tüm din ve inançtan vatandaşlarının haklarını korumak üzere din ve inançlara karşı tarafsız olması” demek olduğu için…

Namus ve şeref yemini

Milletvekilleri Meclis’e girerken;

“hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete, Anayasa’ya bağlı kalacağına” namus ve şerefi üzerine yemin ettiği için… Anayasa’nın kurucu irade tarafından konmuş, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” denilen ilk 3 maddesinin 2’cisi olan “…Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” tanımını hiçe saydığı için…

Ve bunu yapan kişi üstelik TBMM Başkanı olduğu için toplumda büyük tepki yarattı ve medyanın dediği gibi “muhalefet partileri” değil, geniş çaplı toplum tepkisi olarak çığ gibi büyüdü. Bunun üzerine önce Anayasa Komisyonu Başkanı Şentop “Sorun laiklikte değil, uygulamasında. Meclis Başkanı parti adına konuşmuyor. Anayasa teklifimizde laiklik var” dedi.

Özgürlüğün güvencesi

Arkasından Meclis Başkanı Kahraman ikinci bir açıklama yaptı.

“Yeni anayasa ile ilgili şahsi görüşlerimi ifade ettim. Laikliğin tarifi ve tatbikatı yeni anayasada olmalıdır. Laiklik her türlü din ve inanç özgürlüğünü güvence altına alır. Konuşmamın farklı değerlendirilmesi masum bir tavır değildir”.

İktidar partisi şu günlerde “tek parti” olarak yeni anayasa metni hazırlıyor, önemli ve dikkat gerektiren bir süreçteyiz.

Bu nedenle “tarafsız ve Anayasa’ya en çok saygı göstermesi gereken konumda” olarak Meclis Başkanı’nın “Yeni anayasada laiklik olmamalıdır. Dindar anayasa olmalıdır” açıklaması yapması, bunun tüm toplum tarafından aynı şekilde algılanması “farklı değerlendirme, masum tavır” gibi söylemleri geçersiz kılıyor.”

İsmail Kahraman son açıklamasındaki gibi düşünüyorsa, birinci konuşmayı neden yaptı? Özellikle Ortadoğu’daki din-mezhep savaşlarının yarattığı tahribat göz önündeyken, tek bir dine ve tek mezhebe izin veren, bunun dışındakileri dışlayan, onlara her tür saldırıyı yapan liderler ve ülkeler ortadayken, böyle ülkelerde ibadet-dini kıyafet ve yaşam baskıları, “dini silah olarak kullanan” terör örgütlerinin vahşeti sürerken Türkiye’yi bu baskı ve savaşlardan koruyan ayrıcalığın “laiklik” olduğu vurgulanmalı değil midir?

Ortadoğu ülkeleri ve Batı “Türkiye’nin laik rejimi sayesinde demokratik bir sistemi sürdürebildiğini” anlatırken biz bindiğimiz dalı mı kesmek istiyoruz?

İsmail Kahraman “Ben Meclis yönetirken tarafsızım” dese de ülkenin temel değerleri hakkında dikkatli konuşacak tarafsızlığa sahip olmadan bu görevi yürütemez.

Yazının devamı...

Türkiye savaşa mı çekiliyor?

Almanya Başbakanı Angela Merkel ve AB Konseyi Başkanı Donald Tusk 23 Nisan’da birlikte Gaziantep’e gelerek “Suriyeli mültecilerin kaldığı kampları” ziyaret ettiler.

Batı ülkelerinin kendilerini koruma planıyla uzak durması sonunda milyonlarca mülteciyi tek başına kabul eden Türkiye’de “sığınmacıların şartlarını” denetlediler, verecekleri paranın nasıl harcanacağını planladılar.

IŞİD’e karşı koalisyon güçlerinde yer alan Almanya’nın Başbakanı ve AB yetkilileri bunu yaparken Gaziantep’in bitişindeki Kilis’in ateş altında olmasının, Suriye’den yapılan aralıksız saldırıların onları pek ilgilendirmediği görüldü.

Aynı şekilde “müttefikim” dediği PYD’nin Türkiye sınırı boyunca ilerlemesi için aylarca hava saldırısıyla destek veren ve bugün de Menbiç ve Cerablus’u almak üzere operasyon hazırlığındaki PYD’ye desteğini sürdüren ABD, Suriye’den Kilis’e atılan roketler ve havan mermileriyle ilgilenmiyor.

İçler acısı durum!

Suriye iç savaşı başladığında ABD Türkiye’yi “Esad’a karşı” bu iç savaşa müdahaleye yöneltmişti.

Türkiye aktif olarak karışmasa da ilk günden muhalifleri desteklemesi sınır ötemizdeki değişikliklerde, özellikle PYD ve bugüne varan sorunlarda olumsuz rol oynadı.

ABD ise zaman zaman “Esad çekilmeli” benzeri açıklamalar dışında Suriye rejiminin karşısına geçmedi.

Şimdi ise Obama BBC’ye verdiği mülakatta “ABD veya Batılı ülkelerin askeri müdahaleyle Esad rejimini devirmesi hata olur” diyor. Peki sormaz mısınız; başta neden bizi ittin diye?

Obama aynı konuşmada “Suriye’nin çok içler acısı ve karmaşık durumda olduğunu, Avrupa’ya yabancı savaşçı gönderen yerlerde ABD öncülüğündeki koalisyonun IŞİD’i hedef almaya devam edeceğini” söyledi.

Görülüyor ki ABD için sadece “Batı’nın çıkarları ve PYD’nin “Kobani ile Afrin kantonlarının birleştirmesini sağlayacak son noktaları alması” önem taşıyor.

IŞİD’le karşı karşıya

Bu noktayı anlamak “Kilis’e yapılan saldırılarla Türkiye’yi Suriye’de sıcak savaşa itmek” arasındaki ilişki açısından çok önemli.

Zira görünüşte “IŞİD ile YPG-PYD arasında çekişme olduğu” havası yaratılsa da, terör uzmanları Kilis’e atılan havan mermileri ve katyuşa roketlerinin “kim tarafından atıldığının” kesinlik kazanmadığını bildiriyorlar.

18 Ocak’tan bu yana Kilis’e Suriye’den yapılan saldırılarda 17 kişi hayatını kaybetti, 88 kişi yaralandı.

YPG’nin 29 Ocak 2016’da “Cerablus, Menbiç ve Azez’e saldıracağız” açıklamasını…

PYD Lideri Salih Müslim’in “Biz yalnızca Kobani ile Afrin arasındaki bölgeyi almayı ve Rojova’yı birleştirmeyi istiyoruz” açıklamasını unutmamak gerekiyor.

Deneyimli emekli asker ve terör uzmanı Abdullah Ağar “7 Nisan’da muhalifler Azez-Cerablus hattındaki Çobanbey’i IŞİD’den aldı, 11 Nisan’da IŞİD tekrar ele geçirdi” dedi.

Suriye’deki “içler acısı karmaşa”ya düşmemek için IŞİD-PYD arasındaki bağlantının ortaya çıkarılması şarttır.

Acaba o bölgede savaş; göründüğü gibi IŞİD ile muhalifler arasında mı, yoksa “IŞİD-PYD” ile “muhalifler” arasında mı?

Hangi ülkenin hangi planla hareket ettiği bilinmeyen bir ağın içindeyiz!

Yazının devamı...

İki kitap ve gerçekler!

Yargıtay’ın “Ergenekon terör örgütü diye bir örgüt yoktur” kararı yıllarca sürdürülen Ergenekon davasının yok sayıldığını gösterdi.

İlker Başbuğ’un ancak Yüce Divan’da yargılanacağı, iddianamelerdeki delillerin sahte olduğu, hukuksuz tutuklama ve telefon dinlemeleri kesinlik kazandı.

Kısacası Ergenekon davasının tümüyle bir kurgu olduğu anlaşıldı.

Balyoz davasının da “orduya Cemaat kumpası” olduğu açıklandığına göre bu demektir ki ülke yıllarca kirli bir plan üzerine kurulmuş olaylarla meşgul edildi, yüzlerce insan sebepsizce hapis yattı, onların ve ailelerinin onuruyla oynandı.

Kumpas demek yetecek mi?

Ancak kanserin son evresindeyken tahliye edilen Kuddusi Okkır’ın eşi Sabriye Okkır yaşatılan zulme karşı “Ergenekon ailemi yıktı. Kumpasla eşimi katlettiler. Hesabını kim verecek” diyor. (Milliyet, 23 Nisan haberi)

Şimdi bin kez daha yargılama yapılsa artık hiç kimse bu iki davanın “Cumhuriyetçi insanları ve TSK’yı etkisiz kılmaya, karalamaya, acı çektirmeye yönelik bir kurgu olmadığına” inanmayacaktır.

Peki Sabriye Okkır’ın ve onun gibi yüzlerce mağdur ailenin sorusunun cevabı ne; bunların hesabını kim verecek?

Sadece birkaç hakim ve savcıyı tutuklamak, “kumpas” demekle bu yıllar süren acılar örtülecek mi?

Özkök unutulacak mı?

Bütün o kumpasların, terör örgütü üyesi gibi gösterilerek dinlenen saygın mağdurlarının “bu olayların arkasında hangi isimlerin olduğunu, kumpasçı polislerin ve diğer kurumların o yetkileri kimlerden aldığını, bulundukları noktalara nasıl getirildiklerini” öğrenme hakkı yok mu?

Mesela Balyoz davasında; o dönemin Genelkurmay Başkanı olan ve Yargıtay kararından sonra “Birçok hata bu şekilde düzeltilmiş oldu” diyen, Balyoz’un da kumpas olduğu açıklandığında söyleyecek sözü kalmayan Hilmi Özkök yargı karşısına çıkıp “ordusuna yapılan kumpası neden göremediğini” anlatmayacak mı?

Yüzlerce masum insana komik denecek kadar anlamsız sorular sorduktan sonra tutukluluklarını sağlayan savcı Zekeriya Öz’ün nasıl olup da hakkındaki yakalama kararıyla aynı gün yurt dışına kaçmasına izin verildiği anlatılmayacak mı?

Neden kumpas kuruldu?

Şu sıralarda iki kitap okuyorum; biri Soner Yalçın’ın yine olağanüstü araştırmalar ve bilgi birikimiyle yazdığı son kitabı “galat-ı meşhur”…

Diğeri ise teröristlerle birçok kez çatışmaya girmiş, 27 yıl TSK’da hizmet vermiş Emekli Kurmay Albay Mustafa Önsel’in “Ağacın Kurdu-TSK’da şakirtlerin işgali mi” kitabı.

Soner Yalçın Ergenekon-Balyoz olaylarında sorulacak sorunun “Cemaat orduya nasıl kumpas kurdu” değil, “Cemaat orduya neden kumpas kurdu”olması gerektiğini…

ABD’nin Türkiye’deki terör ve bütün siyasi gelişmelerle bağlantısını ve merak edilen birçok konunun perde arkasını açıklıyor. Mustafa Önsel ise Harp Okullarına her nasılsa yerleştirilmiş çok sayıda Cemaatçi askerin başarılı öğrencilere “okulu terk etmeleri” için yaptıkları akıl almaz işkenceleri.

Türkiye bu hale nasıl getirildi, önce bunu çözmek, bilmediklerimizi öğrenmek zorundayız!

Yazının devamı...

23 Nisan ve Ergenekon Davası!

Bugün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla “Türk milletinin egemenliğinin ilan edilmesi”nin, ülkeyi yönetme yetkisinin millete verilmesinin 96’ıncı yıldönümü. Kurtuluş Savaşı henüz devam etmekteyken Atatürk ve mücadele arkadaşları TBMM’yi açarak demokrasiyi resmen ilan etmiş, millete de bu büyük mücadelede moral ve azim kazandırmışlardı.

Bu azim ve kararlılıkla 1922’de vatan toprakları düşmandan tamamen temizlenmiş, arkasından Cumhuriyet ilan edilerek Türkiye saygın ve huzurlu bir ülkeye dönüşmüştü.

Tam 96 yıl sonra bugün 23 Nisan kutlamaları yapılmıyor ama çocuklar için bayram olması gereken bir haftada “çocuklara yapılan insanlık dışı saldırılar” haberlerin baş köşesinde yer alıyor.

DEVLETİN SORUMLULUĞU

Dünkü yazımda da yer verdiğim gibi bu ülkenin çocuklarının, toplumunun huzuru, güvenliğinin sağlanması “devletin öncelikli görevi”dir. Uzunca bir süredir aralıksız devam eden terör olayları, canlı bomba eylemleriyle, terörist saldırılarıyla hayatını kaybeden insanlarımızın verdiği üzüntü ve kendi hayatları için duydukları endişe toplumun üzerine kara bir örtü gibi çökmüş durumdadır.

Bunlara ilaveten yıllarca süren Ergenekon ve Balyoz davalarıyla, 3’üncü dalga, 5’inci dalga diye isim koyulan tutuklama operasyonlarıyla toplum her güne endişe içinde başladı.

Aralarında saygın gazetecilerin, sivil toplum kuruluşlarının, hukukçuların, ünlü cerrahların bulunduğu yüzlerce kişi sahte dijital belgelerle, sahte ıslak imzalarla, disklere eklenen sahte bilgilerle yıllarca cezaevinde tutuldu.

UNUTULMAYACAK SÜREÇ!

Sahte haham Tuncay Güney’in bir anda ortaya çıkarak anlattığı “Ergenekon örgütü” yalanları ve bir gecekonduda bulunduğu iddia edilen 27 el bombası ile başlayan Ergenekon Davası’nın hukuksuzluğu Perşembe günü Yargıtay’ın verdiği “yeniden yargılama” kararıyla açıkça ortaya kondu.

Bu karar, birilerinin ve bir kısım medyanın yıllar boyu “ETÖ” diye her gün ballandırarak yazdığı, masum insanları “yargısız infazlarla” üyesi gibi gösterdiği Ergenekon Terör Örgütü diye bir örgütün “kabul edilmediğini, Danıştay saldırısıyla da bir ilgisinin olmadığını” açıkladı.

Ergenekon olayları adeta Balyoz soruşturması sürecine bir giriş gibiydi. Arkadan Balyoz davaları geldi ve o süreçte de Ergenekon’da olduğu gibi cezaevinde hastalanarak veya intihar ederek yaşamını kaybedenler yanında çok sayıda onurlu asker “sahte delillerle suçlamalar” karşısında intihar etti.

Kendisi de Balyoz sürecinde tutuklanarak cezaevinde kalan Genelkurmay Eski Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ Yargıtay’ın kararı üzerine; “Bu karar elbette gidenleri geri getirmez. Acıları hafifletecek tek husus hukuk cinayeti işleyenlerin yargılanmasıdır” dedi. Doğrudur. Bu kadar mağdurun ve can kaybının olduğu davalar “kumpas” dense de unutulamaz. Devlet suçluları tek tek ortaya çıkarmak, insanlara cehennem yaşatan savcılardan başlayıp, sahte haham’a, Emniyet içindeki sorumlulara kadar hepsinin yargılanmasını sağlamak zorundadır.

Yazının devamı...

Adalet yerini buluyor!

Karaman’da 10 öğrenciye cinsel istismarda bulunduğu için yargılanan öğretmenin 508 yıl hapis cezası alması tüm ülkede gündemin başköşesine oturdu.

Karar verilmeden önce kendisi “10 yaşından beri eşcinsel olduğunu ve hemcinslerine ilgi duyduğunu” açıklayan tecavüz sanığı daha sonra ifadesinde bu sözlerini değiştirmesine rağmen suçlarının karşılığı olan toplam cezayı almaktan kurtulamadı.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın bu konudaki konuşması çok önemli. Şöyle dedi;

“Karaman’da yaşanan olayın failinin aldığı ceza bundan sonraki suçlar için caydırıcı etki yapacaktır… Kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla suçlar, ahlaksızlıklar konusunda suskun kalmamalıyız. Yargıya çıkarmalı, hesap vermesini sağlamalıyız”.

Toplum infiali

Karaman’da yaşanan çocuk istismarı duyulduğu andan itibaren büyük bir toplum tepkisiyle karşılaştı.

Hukukçular, barolar, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlar olayın peşini bırakmadı. Türkiye Barolar Birliği de içinde olmak üzere 30 baronun avukatları davaya müdahil oldu, mağdur çocukları savundu.

Bu kadar büyük bir tepkinin davanın kısa zamanda sonuçlanması ve alınan karar üzerinde etkisi olmuştur.

Zira böyle bir tepkinin olmadığı tecavüz hatta cinayet suçlarında bile verilen cezalarda “hafifletici nedenler” arandığı biliniyor. Duruşmaya takım elbise ve kravatla gelen cinayet sanıklarına “iyi hal indirimi” yapıldığını görmek bugüne kadar toplum vicdanını yaraladı.

Bundan sonra Adalet Bakanı’nın vurguladığı şekilde her suçun cezasının “yasalara uygun” şekilde verildiğini görmek toplumun hakkı ve beklentisidir.

Okullar ve Bakanlık

İki gün önce Denizli Yetiştirme Yurdu’nda bir çocuğun 2 görevli tarafından dövüldüğü kamera görüntüleriyle haberlere yansıdı.

Bursa İmam Hatip Okulu’nda müdür yardımcısının sille tokat dövdüğü öğrenci günlerdir “iç kanama şüphesiyle” müşahede altında..

Başka yetiştirme yurtlarında, okullarda, cezaevlerinde benzer olaylar yaşanıyor.

Öğretmenlerin ilkokul, ortaokul ve liselerde öğrencilerine cinsel istismar haberlerinin arkası kesilmiyor.

Eğer “caydırıcılık ve adalet” önemliyse; Kayseri’de 18 yaşındaki öğrenci Cansel Kınalı’ya cinsel istismarda bulunarak intiharına neden olan öğretmenin de Karaman olayının faili gibi en ağır cezayı alması gerekir.

Böyle öğretmenlerin okullarda görev yapmasına izin verilmemesi, geçmişleri hakkında araştırmaların iyi yapılması okulların ve Milli Eğitim ile Aile Bakanlıklarının sorumluluğunda olmalıdır.

18 yaş altı çocuk!

Adalet Bakanlığı verilerine göre 2009’da 12 bin 635 çocuk cinsel istismara uğramış. 2014’te bu rakam 18 bin 104’e çıkmış. Bu tablo bile yeterince korkunç değil midir?

Her türlü önlem alınarak “aile içi ve dışında çocuk taciz ve tecavüzlerinin” örtbas edilmek yerine derhal önlenmesi” için başka veriye gerek var mıdır?

CHP Gaziantep Milletvekili Akif Ekici’nin “TCK’da da 18 yaş altı çocuk olarak belirlenmelidir” şeklindeki kanun teklifi de son derece önemlidir. Toplumun, çocukların ve kadınların korunması devletin görevidir.

Yazının devamı...

‘Atom bombası gibi’ olaylar!

Milyonlarca insanın tüm geleceğini değiştirecek, bugününü de zehir eden olaylar yaşanıyor ve bir çok konuda yaratılan algılarla gerçekler görmezden geliniyor.

Akla gelen ilk örnek Avrupa Birliği’nin hala “mültecilerle ilgili” olarak bulduğu tek çözümün onları Türkiye’ye göndermek olması.

Bunu “Geri Kabul Anlaşması” ile sağladılar ama buna rağmen hala mutlu değiller ve Türkiye’yi suçlamaktalar.

Avrupa Komisyonu Başkanı Prodi İtalya’da mültecilerle ilgili bir toplantıda Türkiye-AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması’na değinmiş.

Bu anlaşmanın “biraz acıklı, biraz insani, biraz da ticari olduğunu” söylüyor ve şöyle devam ediyor;

“Anlaşma tatmin edici değil. Güç dengesini dikkate alan bir ticarete dönüşüyor. Türkiye’nin elindeki 1,5 milyon mülteci adeta atom bombası gibi. Ne zaman isterse bunları üstümüze atabilir”.

Sorumlu sizsiniz

Önce yanlışlarını düzeltelim, yapılan anlaşmanın “insani” hiçbir yanı yoktur. Olmadığını yalnızca AB medyası defalarca “Merkel’in utanç verici anlaşması” başlığıyla verdiği biliniyor.

Birleşmiş Milletler birçok kez AB’nin “mültecileri topluca deport etmesinin AB ilkelerine ve insan hakları yasalarına göre yasak olduğunu, bunu yapamayacaklarını” söyleyerek uyardı.

Buna rağmen AB anlaşmayı yaptığı gibi bir de üstüne Türkiye’ye –zaten asla vermeyecekleri- vizesiz geçiş hakkı konusunda “Haziran’a kadar Yunanistan’a geçen mülteciler azalmazsa vize yok” tehditleri yapmayı sürdürüyor.

Türkiye’deki mülteci sayısı da Prodi’nin dediği gibi 1,5 milyon değil, şu anda 3 milyona yaklaşmış haldedir.

Ölümler kimin umurunda?

Geçen Cumartesi yine Ege’de Sisam adasına geçmeye çalışan mülteci teknesi battı, 1’i çocuk, 4’ü kadın olmak üzere 5 kişinin öldüğü bildirildi ama “kayıp” olduğu söylenen 4 sığınmacının da boğularak hayatını kaybettiği muhakkaktır.

Mısır’dan İtalya’ya geçemeye çalışan mülteci dolu teknenin batmasıyla 400 kişinin bir defada boğulduğunu AB bilmiyor mu?

Bunu yapan, yüksek ihtimalle öleceğini bilerek Mısır’dan İtalya’ya veya Türkiye’den Yunan adalarına geçmeyi göze alanlar bundan sonra mı vazgeçecek?

AB tamamen kendi çıkarı uğruna, sorumluluktan ve terörden kaçmak için mültecilerin ölümünü hiç de düşünmeden, yalnızca “çıkarcı ve ticari” denecek bir plan yaptı.

Şimdi ise anlaşmanın “ticarete dönüşmesinden” söz ediyor. Bu skandal tablonun en büyük sorumlusu “mültecileri ülkeler arasında eşit şekilde paylaşmayan, Türkiye’nin hiçbir ciddi sorunuyla ilgilenmeyen” Batı ülkeleridir. Bunu konuşsunlar!

Terörist cenneti…

PKK Türkiye’de IŞİD’den farksız eylemler yaparken hala “PYD-PKK ortaklığına verdikleri desteği” konuşsunlar.

Dün Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş “ Suriye terör örgütlerinin cenneti haline geldi… Birçok ülke ellerindeki devasa imkanlara rağmen göçmen sorunu başta olmak üzere bu sorunları tiyatro seyreder gibi seyrediyor” dedi.

Bizim ülkemizi aynı duyarsızlıkla seyrediyorlar, dikkat edelim de AB’nin kaçındığı Suriye kaosu burada yaratılmasın!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.