Şampiy10
Magazin
Gündem

ABD ne yapmak istiyor?

Son günlerde PKK terörü “ABD’den aldığı silahlar ve moral desteğiyle” hızını arttırdı, şehit ve yaralı asker haberleri arka arkaya geliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan sık sık “Ülkemize taciz olursa gereğini yaparız” diyor ama terörün tamamı “dışardan taciz” kapsamında. PKK teröristlerine askerlerimizi vuran roketatarlar, makinalılar, uzun namlulular, uçaksavarlar ABD tarafından veriliyor.

Erdoğan bir Portekiz TV kanalına yaptığı konuşmada “ABD Kobani’ye havaalanı yapıyor, yarın uçaklarını da indirecek. İnsana sormazlar mı; niye bunları yapıyorsun, buralara giriyorsun” dedi.

PKK-DEAŞ anlaşması

ABD, PYD/YPG’ye verdiği yüzlerce TIR dolusu ağır silahın “Rakka’nın DEAŞ’tan kurtarılma operasyonu için” olduğunu açıklayıp durdu, oysa DEAŞ Rakka’yı da savaşmadan terk ediyor.

Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov bu bilgiyi doğrulamış; “Rusya Savunma Bakanlığı DEAŞ’ın PYD ile anlaştığını ve Rakka’dan çıkmaya başladığını bildirdi, Rusya da DEAŞ konvoylarını vurdu” demişti.

Ancak… Burada da Rusya’nın “DEAŞ-PYD anlaşmasını” açıklamakla birlikte “Rus güçlerini Hatay’ın bitişiğindeki PYD kantonu Afrin’e konuşlandırması ve onları eğitmesi” çelişkisi var.

Hedef Fırat Kalkanı!

Bir PKK-PYD komutanının video ile verdiği mesajı da unutmayalım.

Bu videoda “Rakka sonrası hedeflerinin Fırat Kalkanı bölgesi olduğunu…

Kobani-Afrin bağlantısını (koridoru) sağlamaktan vazgeçmeyeceklerini…

ABD destekli örgütün yakında Cerablus ve El Bab’a, ÖSO ile TSK’ya saldıracağını, silah-asker ve cephane olarak yeterli güce sahip olduklarını” anlatıyor.

Rapor ediyormuş

Silah yardımı bir basın toplantısında ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford’a soruldu. “Bu silahların DEAŞ ile mücadeleden sonra 65 yıllık NATO ortağınıza dönmeyeceğini nasıl temin ediyorsunuz” sorusuna Dunford:

“Türklerle masaya oturarak kaygılarını gidereceğiz. Yaptıklarımızı onlara rapor ediyoruz” cevabını verdi.

Yaptıklarını rapor etmelerine gerek kalmadı, onların yaptıklarıyla Türkiye’nin her zamankinden daha ağır bir terör baskısı altında bulunduğu açık ve net.

Yukardaki bilgileri birleştirince “Irak ve Suriye sınırlarımız boyunca geniş bir alana yayılan bir Kürdistan kurulması için sürecin hızlandırıldığı” ortaya çıkıyor.

ABD süreci yönetiyor

Kendi senatörleri bile “ABD, Kürt grupları korumak için Rusya ile aynı safa geçti” derken ABD ile Rusya’nın kapışması, Rusya’nın ABD’ye “kırmızı hat” tehdidi filan ne kadar gerçektir orası belli değil.

TSK dün “PYD-PKK kontrolündeki Afrin’in karşısında” bulunan Kilis sınır bölgesine yığınak yaptı. PYD’ye verilecek bir cevaba ABD’nin nasıl müdahale edeceği “Suriye uçağını düşürerek Esad’a verdiği gözdağı” ile ortaya konduğuna göre ABD ile tüm ilişkilerimizin bozulacağı süreç de uzak değil gibi…

Kobani’den ve Suriye iç savaşına müdahaleden başlayarak dış politikada yaptığımız hataların gelinen noktada rolü inkar edilemez.

Hükümet, iç çekişmeleri bırakarak önce bu konuya çözüm aramak, acil ve yoğun çalışma yapmak zorundadır.

Yazının devamı...

Zehirlenen askerler ve mülteciler!

Manisa’da 4 olayda toplam 2 bin askerin zehirlendiği yemekleri dağıtan “Rota” isimli şirketin daha önce Maliye Bakanlığı personeline de yemek verdiği, zehirlenme olaylarından sonra anlaşmasının iptal edildiğini yazmıştım.

Verdiği adreslerde de bulunmayan, daha önce başka vakalarda da “güvenilir” olmadığı anlaşılan bu şirketten gözaltına alınanların sayısı 40’a ulaşmış.

Son 4 yılda 70 kat büyüdüğü ortaya çıkan bu şirket çalışanları şimdi sorgulanacak. Hak ettikleri cezai yaptırımlar uygulanacak mı yoksa birtakım mazeretlerle yeniden ihaleler almaya devam mı edecekler bilinmiyor.

Manisa’dan sonra Kuzey Kıbrıs’a giden askerler aynı şikayetlerle hastaneye kaldırıldılar.

Pazartesi gecesi Kastamonu’da da 35 asker ciddi şekilde rahatsızlandı ve mideleri yıkandı. Onlar da aynı şirketin yemeklerinden mi zehirlendiler, bu da bilinmiyor.

Gıda terörü

Görünen o ki “PKK terörü” ile her gün verdiğimiz şehitlerden sonra bir de “gıda terörü” ile askerlerimizin hayatı tehlikeye girecek. Bu ciddi olayın faturası sadece Rota denilen ve devamlı isim-adres değiştiren şirketle sınırlı kalamaz.

Uzak ülkelere yardım yapan, 4 milyona yakın mülteciye (uzmanların deyişiyle) 25 milyar TL’den çok daha fazla harcayan Türkiye’de, kendi askerlerinin binlercesinin zehirlenmesine neden olan bir şirketin yemeklerinin verilmesi tüm sorumluların hesap vermesini gerektirir.

Bir maden faciasında, tren faciasında, depremde yıkılıveren binalarda “ilgili bakanlıklar” da sorumlu olduğu halde böyle bir sorumluluk alınmıyor, onlar hiçbir soruyu cevaplamıyor.

Askerlerin zehirlenmesi olaylarında Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay da birinci dereceden sorumludur, net açıklama ve soruşturma gerekir.

Mülteciler Türkiye’ye…

Dün “Dünya Mülteci Günü” nedeniyle açıklamalar yapıldı.

Türkiye’de 3.3 milyon Suriyeli, bunun yanında en az 300 bin Iraklı, Afgan ve diğer ülkelerden mülteci olduğu, Avrupa ülkeleri arasında ise bunun dörtte biri kadarını alan ülke bulunmadığı (ABD de aynı), Türkiye’nin şu anda “dünyanın en çok mülteci alan ülkesi” olduğu anlatıldı.

Dışardan Türkiye’ye gelen yardım, Türkiye’nin harcadığının “yüzde 5”i bile değil. Konu sadece maddi kayıp da değil.

Travmalar yaşamış, eğitimsiz, çoğu işsiz ve ümitsiz (röportajlarda kendileri söylüyor), 6 yıldır nüfusu hızla artan milyonlardan söz ediyoruz.

Uzmanlar Türkiye’nin bu konuyla ilgili bir politika da geliştirmediğini anlatıyorlar.

Rusya “Artık Suriye’de iç savaş bitmiştir” açıklaması yaptı.

Türkiye’deki mültecilerin on binlercesi günlerdir yine Ramazan Bayramı için “yakınlarıyla bayramlaşmak” üzere sınır kapılarına birikiyor, gidip geri dönecekler.

Madem ki iç savaş bitmiştir veya tehlike riski azalmıştır, artık kendi ülkelerine “kalıcı olarak dönmeleri” için gereken politikalar üretilmeli, Türkiye yakın gelecekte karşılaşacağı büyük risklerden, kaynaklarını “kendi insanları yerine” yabancılara harcamaktan kurtarılmalıdır.

Yazının devamı...

Türkiye’nin üzücü gündemi!

Şu anda gündemin en önemli meselelerinin başında Manisa’da daha önce de karşılaşılan bir gıda zehirlenmesi ile 731 askerimizin günlerdir hastanelerde tedavi altında olması geliyor.

Manisa’da daha önce de aynı birlikte 3 kez gıda zehirlenmesi yaşanmış, yüzlerce asker hastaneye kaldırılmış, yoğun bakıma alınanlar olmuş (26 Mayıs’ta 1046 asker zehirlendi), bir askerimiz hayatını kaybetmişti.

Cumartesi gününden başlayarak askerlerin hastaneye sevki 3 gündür sürüyor.

Neden bu şirket?

Firmanın sözleşmesinin feshedildiği ve 21 kişinin gözaltına alındığı bildirildi.

Bundan sonra Bakan Fikri Işık “Hiç yemek yemediği halde etkilenen askerlerin olduğunu, sadece yemek zehirlenmesi olarak bakmadıklarını, kapsamlı bir çalışma yaptıklarını” açıkladı.

“Bölgede depremler var, suya bir şey karışmış gibi hissediyorum” dedi.

Oysa eğer durum böyle olsa yemek şirketiyle anlaşma feshedilerek 21 kişi gözaltına alınmazdı. Bir gün sonra yemekler “Manisa Belediyesi” tarafından yapılmazdı.

Deprem ve su meselesi olsa yalnızca askerler değil, Manisa’da yaşayan diğer vatandaşlar da etkilenirdi.

“Yemek yemeyenlerde de görülmüş” sözü ise “neden yemek yememişler, ağır eğitim yapan asker yemek yemez mi” sorusunu akla getiriyor.

Ayrıca bu birlikte eğitimi biterek Kuzey Kıbrıs’ta göreve giden askerlerde de ciddi enfeksiyon (mide bulantısı, kusma, yüksek ateş) görüldüğü, bu şikayetlerle revire giden 89 askerden 69’unun hastaneye kaldırıldığı haberi çıktı.

Yemekleri yapan ve bir ay içinde binlerce askerin zehirlenmesine neden olan “Rota” isimli firma 2015’te Maliye Bakanlığı personelinin yemek ihalesini almış, zehirlenme olayları görüldüğü için anlaşma iptal edilmiş.

Firma bu gibi nedenlerle 6 kez isim değiştirmiş. Acaba neden böyle şaibeli, hatta soruşturulması şart olan bir firmaya askeri birliklerin yemek işi veriliyor sorusunun cevabı da Savunma Bakanlığı tarafından verilmelidir.

Dayak olayı!

Türkiye diğer ülkelere hatta dünyanın en zengin ülkelerinden olan Katar’a kadar “gıda yardımı” ve her tür yardım yaparken, ülke savunması için çalışan askerlerine en güzel ve güvenli yemekleri vermek durumundadır.

Manisa ve Kıbrıs’taki duruma bakınca Güneydoğu’da beline kadar kara batarak PKK ile mücadele eden askerlere verilen kumanya veya yemeklerin nasıl olduğu hakkında şüpheye düşmemek imkansız.

Acaba onlara da aynı firma mı yemek veriyor, ne yiyorlar? Bir önemli soru da; zehirlenen askerlerin “bir ay içinde 4 vakadan sonra gösterdikleri tepkiyi anlatan video” için.

Hastanede kollarında takılı serumlarla konuşan askerler “Birliğe döndüklerinde bu yüzden dayak yiyeceklerini” söylüyordu. Duymak bile dayanılır gibi değil!

Genelkurmay Başkanı zehirlenme sonrası ortalarda görünmedi ama bu kadar ağır mağduriyet yaşayan, “devlete emanet edilmiş” askerlerin bir de üstüne dayak yiyecek olması herhalde kendisini de ilgilendirecek, buna izin vermeyecektir. Toplumun daha çok üzüntü çekecek hali kalmadı!

Yazının devamı...

Adalet nerede aranır?

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün yaptığı konuşmada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet Yürüyüşü”ne de değindi.

Adalet Yürüyüşü için “Bakıyorsunuz bir taraftan ‘Bizim hukuka saygımız var, Anayasa’ya saygımız var’, diğer tarafta Anayasa hükümlerini ayaklar altına alacak şekilde vatandaşları sokağa dökmek ne kendilerinin ne ülkenin yararınadır” dedi.

Yürüyüşü “Anayasa’nın 138’inci maddesine” bağladı ve onun çiğnendiğini söyledi, “adaleti aramanın yeri parlamentodur” dedi.

Anayasa son dönemde (örneğin cumhurbaşkanı tarafsızlığı veya YSK’nın “mühürsüz oyları geçerli sayması” gibi konularda) sık sık çiğnendiği için artık Anayasa’dan söz etmek maalesef biraz zor.

Parlamento’da ise “iki partinin gayri resmi koalisyonu” ile artık Ana Muhalefet Partisi’nin tepkileri etkisiz hale gelmiş durumda.

Hakim bağımsızlığı

Hukuka-yargıya saygı deseniz, ancak “yargının bağımsız karar verebildiği ülkeler” için geçerlidir.

Anayasa’nın 138’inci maddesi kısaca şöyle; “Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiç kimse hakimlere emir, talimat veremez”.

Bu maddeye rağmen örneğin 15 Temmuz darbe davasını izleyen Adalet Bakanı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın çıkışta medyaya yaptıkları konuşmalar hakimleri etkileyemez mi?

Mahkemeye çıkan tutuklular arasında suçlu olmayanlar varsa onlar adına mağduriyet yaratamaz mı?

2010 referandumu sonrası HSYK’nın yapısı değiştirilmiş, “hakim ve savcıları denetleyen Teftiş Kurulu” HSYK’ya bağlanmıştı.

O referandumdan sonra HSYK’nın FETÖ tarafından ele geçirildiği, Türkiye’nin her köşesini paralel yapı mensubu hakim ve savcıların sardığı ortaya çıktı.

‘Sizi de davet ederlerse…’

Bugün hala bir günde çok sayıda hakim ve savcı “FETÖ ilişkileri nedeniyle” tutuklanıyor veya görevden alınıyor.

HSK ismini alan HSYK üyeleri artık tümüyle “tek kişi ve Meclis’te tek parti” tarafından seçiliyor.

Verilen adaletsiz yargı kararları sonunda büyük toplum kesimleri yargıya olan güvenini kaybetmiş durumda.

Cumhurbaşkanı Erdoğan dün yaptığı konuşmada, Adalet Yürüyüşü’nü kast ederek “Eğer yargı yarın sizi de bir yerlere davet ederse şaşırmayın” sözünü “138’inci madde herkes için çalışır” dedikten hemen sonra söyledi.

“Yargı bağımsızlığından” söz eden bir Anayasa maddesinin arkasından Cumhurbaşkanı’nın “yargıya etki edecek bir ifade” kullanması dikkat çekiciydi, nitekim CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan kısa süre içinde “Cumhurbaşkanı’nın savcılara Kılıçdaroğlu için talimat verdiğini” öne sürdü.

Ankara’dan İstanbul’a yapılan yürüyüş “Anayasal gösteri hakkı”na uygundur ve bu konuda hiçbir sorun çıkmadan tamamlanmalıdır.

ABD’de Cumhurbaşkanı korumaları için çıkarılan yakalama kararını haksız bularak “Bu nasıl bir yasadır, nasıl bir hukuktur” diyorsak, kendi ülkemizde de haksız yargı kararlarına tepki gösterileceğini kabullenmeliyiz.

Yazının devamı...

Devlet sırrı ve adalet!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından dün Ankara’dan İstanbul’a

“Adalet Yürüyüşü” başlattı.

Güven Park’ta, yürüyüşten önce yaptığı konuşmada “Adalet olmayan bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Bıçak kemiğe dayandı artık” diyen Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşüne büyük kalabalıkların katıldığı görülüyor.

Hukuk dışı yargı kararları sabırları taşıracak düzeye geldi ama “tüm liderlerin halkı sokağa çağırmaktan vazgeçmesi gerektiği” de düşünülmüyor değil.

Türkiye, yargının hukuk kurallarına uymadığı, FETÖ’cü savcı ve hakimlerin sahte belge ve tanıklarla yüzlerce insanın özgürlüğünü elinden aldığı, bazılarının hastalanarak ölmesine neden olduğu korkunç bir süreci yaşamıştır.

Sıkça hatırlattığım gibi “Tarih, ondan ders almayan ülkelerde tekerrür eder”.

Ders almazsak…

Eğer o süreçte yapılan hukuksuzluklardan, FETÖ’nün hala yargıdan ve diğer kurumlardan temizlenemeyişinden ders almazsak bundan sonra toplumumuzu daha büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakabiliriz.

Balyoz-Ergenekon döneminde bazı sanıkların avukatlığını yapan Avukat Hüseyin Ersöz bir tartışma programında:

“AYM’nin uzun tutukluluklarla ilgili birden fazla kararı var. Balbay, İlker Başbuğ için verilmiş içtihat oluşturacak kararlar var. Neden savcılar hala buna dikkat etmeden aynı kararları uyguluyor” dedi.

Siyasi iktidarın istemediği yönde karar veren hakimlerin hemen o görevden alınıp “uzak köşelere düz hakim olarak atandığını” söyledi. Bu durum aynen “FETÖ kumpası” denilen dönemde savcı ve hakimlere yapılanları hatırlatmıyor mu?

Ortaya çıkarılmalı

Bir yandan gazetecilerin “MİT TIR’ları ile ilgili haberleri” devlet sırrını ifşa etmek olarak sayılırken ve FETÖ ile de ilişkilendirilirken diğer tarafta 15 Temmuz’a gelinmesine neden olan süreçte “sorumluluğu bulunan askeri ve sivil yöneticiler” devre dışında bırakılıyor.

Örneğin bir gazeteci çıkıp “Askeri darbelerin siyasi ayağı olmaz. Bunu söyleyenler ‘kontrollü darbe’ olduğunu iddia edenlerdir. Bu tehlikeli bir argüman” diyebiliyor.

Oysa ordu, yargı, polis ve diğer kurumlarda FETÖ’cü kadrolaşmanın “hangi yıllarda arttığı, bunun sorumluluğunu hangi sivil ve askeri yöneticilerin, hangi siyasetçilerin taşıdığı” ortaya çıkarılmalıdır.

O parti, bu parti, kimin ne vebali olduğu araştırılmalı, bu araştırmaları tüm siyasi partiler desteklemelidir.

Katar yardımı sır mı?

Türkiye Filistin’e ve dünyanın birçok ülkesine yardım gönderdi. Suriyeli mültecilere milyarlarca dolar harcandığı açıkça bildirildi, Katar’a “5 seferde 1000 ton gıda yardımı yapıldığı” açıklandı.

Bunlar devlet sırrı sayılmadığı halde “Suriye iç savaşında köşeye sıkıştırılan soydaşlarımız Türkmenlere gönderildiği söylenen silahlar” neden devlet sırrıdır sorusu ortaya çıkıyor.

Adaleti temsil eden yargı, kararlarını “medyayı ve muhalif kesimleri cezalandırma” olarak kullanma özgürlüğüne sahip olmamalıdır.

Yazının devamı...

Hukuk devleti ve dokunulmazlık!

Dün CHP Milletvekili ve gazeteci Enis Berberoğlu hakkında “MİT TIR’larının durdurulması” ile ilişkin davada Berberoğlu’na 25 yıl hapis cezası verildi.

Enis Berberoğlu ile ilgili iddianamede “MİT TIR’larının 1 Ocak 2014 ve 19 Ocak 2014 tarihlerinde durdurulduğu ve devlet sırrı kapsamında olduğu için yayın yasağı konmasına rağmen görüntülerin o dönemde Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Can Dündar’a Enis Berberoğlu tarafından verildiği” iddiası yer alıyor.

Dosyada Berberoğlu’na bu nedenle “devlet sırrını siyasi ve askeri casusluk maksadıyla açıklamak” suçu yanında “FETÖ’ye üye olmak veya yardımcı olmak” suçu da yükleniyor.

Fetö’yle ilgisi ne?

Oysa sonradan “İçinde Suriye’deki Türkmenlere gönderilen silahlar” olduğu birçok kez söylenen bir TIR’ın aranmasını haber yapan gazetecilerle “FETÖ arasında ilişki kurmak” hiç inandırıcı görünmüyor.

Haberin hemen arkasından sosyal medyada en çok yer alan tepki “Damatların ikametgahı belli olduğu için serbest bırakıldılar, Milletvekili Enis Berberoğlu’nun ikametgahı belli değil mi” sorusuydu.

Bunun arkasından “AKP Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in (henüz MHP’de iken) televizyonda yapmış olduğu bir konuşma” geliyordu.

Bu konuşmada Türkeş yeminler ederek “Vallahi, billahi o silahlar Türkmenler’e gitmiyor” demekteydi ki bu durumda; Berberoğlu hapis cezası alırken Türkeş’e dokunulmaması arasındaki çelişki çok tepki topladı.

Tabii dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun verdiği destek de bunlar arasında…

Yanlış olan neydi?

Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması 2016 yılında Ak Parti tarafından gündeme getirildiğinde CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu televizyona çıkmış ve “Biz de Evet diyeceğiz. Başkanlık sistemi için ise Hayır oyu kullanacağız” demişti.

Hatta “Beni de alacaklardır ama alsınlar” derken CHP’li Bülent Tezcan “Anayasa’ya aykırı ama yine de Evet diyeceğiz” diyordu.

Hukukçu milletvekilleri ve diğer hukukçular (örneğin Ersan Şen birçok kez) Kılıçdaroğlu’nu uyarmaya, Türkiye gibi “yargı bağımsızlığı konusunda ciddi sorunları olan” bir ülkede bunun büyük risk olabileceğini anlatmaya çalıştılar ama o dinlemedi.

20 Mayıs 2016’da Meclis’te 376 oyla kabul edilen Anayasa değişikliği ile dokunulmazlıklar kaldırıldı.

Başlangıçta bu değişikliğin asıl nedeni “PKK terörüne destek olan HDP milletvekillerine yargı yolunu açmak” gibi görünse de kararlar emsal olduğu için, Meclis’te “gerekli çoğunluk” sağlandığında artık herhangi bir milletvekilinin kolayca “terörle veya devletle ilgili başka bir suçla ilişkilendirilerek tutuklanması” mümkün olacaktır.

Yapılması gereken, toptancılık yerine “sadece PKK terörü veya başka bir terörle ilişkisi net şekilde kanıtlanmış” milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması, böyle bir Anayasa değişikliğinin risklerinin uzun uzun tartışılmasıydı.

Kılıçdaroğlu sanıyorum -diğerlerinin yanında- bu hatasını da şimdi uzun uzun düşünmek zorundadır.

Yazının devamı...

‘Toplum adalet bekliyor’

Televizyonda tesadüfen “Birkaç İyi Adam” filmine rastladım. Amerikan Deniz Kuvvetlerinde “işkence görerek hayatını kaybeden bir asker”le ilgili mahkeme sürecini anlatan bir film…

Başrollerinde avukat olarak rol alan Tom Cruise ve Demi Moore’un oynadığı filmde tutuklu olduğu askeri cezaevinde işkence gören ve hayatını kaybeden asker için inanılmayacak kadar detaylı araştırmalar ve duruşmalar yapılıyor.

Başlangıçta “onun ölümüne neden olan askerler haklı görünürken ve aksini savunanlar için durum ümitsizken” bu detaylı araştırma sonunda cinayet ortaya çıkıveriyor.

İzlerken “tek bir can kaybı” için adaletin nasıl sabırla ve inatla arandığına büyük bir hayranlık ve özlem duydum.

Türkiye’de de bir zamanlar adalete, mahkemelere güven vardı.

Yargı iyileşmedi

Medeniyet ilerledikçe bu durumun daha da iyiye gitmesi, yargıya güvenin artması beklenirdi ama öyle olmadı.

Tam aksine, en ağır suçları işleyenlere “akıl almaz, mantık kabul etmez ceza indirimleri” yapılmaya, suçu işleyenler yerine mağdurlar suçlu çıkarılmaya başlandı.

Yargı siyasallaştı. Balyoz ve Ergenekon davaları süreci içinde “Yargıya güvenelim, dava yargıda” denirken süreç sonunda o yargının “en güvenilmeyecek hakim ve savcılardan, FETÖ mensuplarından” oluştuğu, bu davaların “FETÖ kumpası” olduğu açıklandı.

Ayrımcılık!

Devletin en önemli kurumlarına on binlerce FETÖ’cü yayılırken, o zaman dilimlerinde bu kurumların bağlı olduğu bakanlıkların veya başındaki kişilerin “ne gibi etkisi olup olmadığı” hala ortaya çıkmış değil.

Bu FETÖ yayılması sonunda yapılan 15 Temmuz Darbe Girişimi süreci de ne yazık ki Balyoz-Ergenekon’da olduğu gibi “suçsuzların suçlandığı, gerçek sorumluların ve FETÖ’ye destek vermiş olanların kurtulduğu” bir sürece dönüştü.

Arkası sağlam olanlar tutuklanmış olsa bile “adresi belli, rahatsızlığı var” gibi anlamsız ve diğer tutuklulara uygulanmayan nedenlerle göz göre göre, hiç çekinmeden serbest bırakılıyor.

Diğer tarafta örneğin Sözcü ve Cumhuriyet gazetesi çalışanları, yazarları ise “açık ve net hangi suçtan ötürü olduğu” bilinmeden, kalıplaşmış ve Balyoz sürecinde de kullanılmış olan, inandırıcılıktan uzak suçlamalarla tutuklu kalıyor.

Muhalefet şerhi

TBMM Darbe Komisyonu’nun “darbe girişimi gününün 3 kilit ismini dinleyemeden” yazdığı rapora MHP ve CHP muhalefet şerhi koydu.

Komisyonun MHP’li üyesi Mehmet Erdoğan “Yüzbinlerce insanın siyaset olmadan kamuda bu kadar yer alması mümkün değil, bunları yerleştiren siyasetçi ve bürokratlar ortaya çıkarılmalıdır” diyor.

Muhalefet partilerinin “muhalefet şerhi”ne kızmak yerine 15 Temmuz’a nasıl gelindiğini detaylarıyla araştırmak şüphesiz en çok iktidar partisinin tercihi olmalıdır.

Toplumun yargıya ve yargı bağımsızlığına güveni isteniyorsa “Anayasa’nın eşitlik maddesi”ne dayanarak, suça karışmadığı, hiçbir ilgisi olmadığı halde tutuklanan “ikametgahı belli” kişiler de tutuksuz yargılanmalıdır.

Yazının devamı...

Ülke sorunlarımız ötelenecek mi?

Türkiye’nin kendi sorunları başından aşmışken diğer ülkelerin sorunlarını gündemin başına yerleştirmemiz yanlış görünüyor.

Batman’da okulların kapandığı gün, ailesinin yanına dönmek üzereyken hain bir PKK saldırısında şehit edilen genç öğretmen Aybüke Yalçın tüm yurdu büyük üzüntüye boğdu. Aynı günlerde Şırnak ve Batman’da 3 askerimizi şehit vermiştik, 2 gün önce Bingöl’de terör örgütü ile çatışmada bir uzman çavuş daha şehit düştü.

İki hafta önce Mayıs sonunda Manisa’da 2 gün ara ile 1000’den fazla asker gıda zehirlenmesinden hastanelik oldu, bir askerimizi kaybettik. Bunlardan 54’ü yoğun bakımdaydı, “Başsavcılık el koydu” denmişti sonuç açıklanmadı.

Yoğun bakımdaki askerler ve diğerleri iyileşip taburcu oldu mu duyulmadı.

Daha önce Hatay’da da 100 asker zehirlenmişti. Pazar günü “Diyarbakır’da 34 askerin gıda zehirlenmesinden hastaneye sevk edildiği, 3’ünün yoğun bakımda olduğu” haberi geldi.

Firmalar hesap vermeli

Başka bir kurumda değil, hep askerlerin yemeklerinde “zehirlenme olayları” akla terör şüphesini getiriyor.

Teröristlerle çatışmalarda binlercesi şehit ve gazi olan askerlerin bir de gıda zehirlenmesi ile acı çekmesi veya kaybedilmesi basit bir olay gibi kısa haberlerle geçiştirilemeyecek kadar önemlidir.

Bu askerlerimizin sağlığı, onların zehirlenmesine sebep olan yemekleri “hangi firmaların verdiği ve bu firmalara ne yaptırım uygulandığı” konusunda (TSK mensuplarını koruyup kollama görevi olan) Genelkurmay’ın açıklama yapması gerekiyor.

Ege’de deprem

Dün merkezi Ege Denizi-İzmir açıkları olan 6.3 şiddetindeki deprem İzmir, İstanbul, Bursa, Tekirdağ, Çanakkale’de şiddetle hissedildi ve büyük paniğe neden oldu.

Eğer başta İstanbul, İzmir olmak üzere tüm illerimizde “binalar depreme karşı güçlendirilmiş, gereken tüm önlemler alınmış” olsaydı, halk bu kadar paniğe kapılmayacaktı. Oysa her an deprem beklenen illerimizde hala binaların büyük kısmı depremde yıkılacak durumda.

Belediye başkanları, ilgili bakanlar bu konuyu halletmek yerine çıkıp “deprem olursa felaket olur, şu kadar kişi ölür, bu kadar bina yıkılır” açıklamaları yapıyorlar.

Vatandaşların can güvenliğini sağlamak devletin görevidir, Allah korusun bu depremlerde can kaybı olsa devlet “başsağlığı” mı dileyecek, “Biz söylemiştik” mi diyecek?

Katar’a asker

Arap ülkelerinin diplomatik ilişkiyi kestiği, Almanya tarafından “savaş ihtimalinin” bile dillendirildiği bir ortamda Avrupa ülkeleri kenara çekilirken yine Türkiye’yi “krizi aşmaya yardım edin” diyerek öne itiyorlar.

Almanya “Türkiye ve İran kriz çözümü için çalışsın” diyor ama kendisi asker göndermeyeceğini de söylüyor. Türkiye ise 5000 askerini gönderme planı yapıyor, “Katar’la birlikte olduğumuzu” açıklıyor.

Suriye ve Irak’a asker gönderdik, şehitlerimiz oldu, sonuç da istediğimiz gibi değil.

Dış politikada ani kararlar vermenin sıkıntısını Suriye iç savaşında ve sonrasında yaşadık, Katar’da aynı hatayı yapmamalıyız.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.