Şampiy10
Magazin
Gündem

Katar ve Beyoğlu kararları!

Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn, BAE gibi körfez ülkelerinin “Katar’a yönelik ambargoyu kaldırmak için hayata geçirilmesini istedikleri 13 maddelik şartlar” arasında Katar’da kurulan Türk Üssü de var.

Dün Katar’a tanınan süre doldu ve Katar Dışişleri Bakanı bir açıklama yaptı. Bu açıklamada “krizin çözümü için diyalog” çağrısında bulunurken “Türk üssünü kapatmayacaklarını” da tekrarladı.

Bu krizin bugüne kadar Körfez’deki ülkeler arasında yaşanan en büyük kriz olduğu söyleniyor.

Kriz ortaya çıkmadan hemen önce ABD Başkanı Trump’ın Suudi Arabistan’a yaptığı ziyareti, onlara silah satmak üzere yaptığı yüklü kazanç getirecek anlaşmayı…

Suudi Kralı Selman ile yaptığı kılıç dansını, Kral, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ve Trump’ın birlikte el bastığı ışıklı küre olayını hatırlayalım.

Aceleye getirilemez

Bunu yapınca ortaya, “Bunca ülke varken neden Türkiye (aynen Suriye iç savaşı başladığında yaptığı gibi) ilk öne çıkan ve üstelik Katar’a asker gönderen ülke oluyor” sorusu çıkmaz mı?

Kendi Güneydoğu sınırımızda çok ciddi gelişmeler olurken, bunun dışında iç sorunlar da başımızdan aşmışken, Körfez ülkeleri “Katar’ın yanında yer alan ülkelere de aynı ambargoları uygulayacağız” demişken, “neden biz” sorusu…

Dış politikada iyice düşünmeden, o bölgelerin siyasi ve diplomatik uzmanlarının görüşü alınmadan alelacele verilen kararlar, sonunda başımıza büyük dertler açıyor.

Türkiye’nin Irak Başika’da üs kurması herhangi bir sorunu çözmedi.

Suriye’de Irak Kalkanı operasyonunda alınan yerlerde “ÖSO’nun PYD saflarına geçerek TSK güçlerini yalnız bıraktığı” haberi çıktı, bunların yanında bir de Katar’da ortaya çıkacak sorun Türkiye’nin başını fazlasıyla ağrıtabilir.

Verdiğimiz desteğin asıl sebebi “ekonomik” ise diğer ülkelerin Türkiye’ye uygulayacağı ambargoyu unutmamak gerekir.

Türkiye’nin kurduğu üssün kaldırılmaması “Körfez krizinin çözümünü zorlaştıracak” önemli nedenlerden biri oldu, bir kez daha düşünmek gerekir.

Beyoğlu ve nostalji!

Hürriyet’te Çınar Oskay’ın başarılı “Büyük Beyoğlu Dosyası” yazılarını, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan ile yaptığı röportajı ilgiyle okudum.

Başkan Demircan, Beyoğlu gibi İstanbul’u “İstanbul yapan”, turizm açısından da önem taşıyan tarihi ve güzel Beyoğlu için:

“Eski yapılar ‘bugünün taleplerini’ karşılayabilir mi? Beyoğlu’nun ‘nostaljik bir hatıra’ gibi görünmesinden yana değiliz.

Kentsel dönüşüm ‘hatıralarımızla örtüşmüyor diye’ karşı çıkacak değiliz” ifadelerinin bulunduğu bir konuşma yapmış.

Efes Antik Tiyatrosu’nda düğün yapılmasına izin verilen bir ülkede bu sözleri duymak da mümkündür ama kabul ettirmek kolay değildir.

Eğer diğer ülkelerde de belediye başkanları böyle düşünseydi bugün ne Londra kalırdı, ne Paris, Prag, Atina, Roma veya Viyana…

Kendisine sadece bunu hatırlatmak istedim. İstanbul’un gözbebeği semtlerinden birinin karakterini, kültürel yapısını keyfe göre değiştirme sorumluluğu bir dönem belediyesinin hakkı olmamalıdır.

Yazının devamı...

Adalet ve güven sorunu!

Pazartesi akşamı TV’de ANAR Araştırma Şirketi sahibi Faruk Acar’ın da katıldığı ve “Adalet Yürüyüşü”nün enine boyuna tartışıldığı bir program izledim..

Programda Faruk Acar “Toplumun son yıllarda yaşanan badireler dolayısıyla medyaya, araştırmacıya, hukukçuya, siyasetçiye ve adalete güvenmediğini… Toplumda genel olarak herkese ve neredeyse her kuruma karşı bir güvensizlik probleminin ve toplumsal yorgunluğun ortaya çıktığını” söyledi.

Gerçekten doğru bir gözlem bu.

Aslında “güvensizlik” ve mutsuzluk öyle bir boyuta geldi ki bulunduğu kenti değiştirip sakin sahil kasabalarına ve hatta başka ülkelere taşınan vatandaşların sayısının en yüksek olduğu dönemlerden birinin içindeyiz.

Bu durumun değişmesinin de tek bir yolu var, öncelikle “adalet ve kurumlara güven” duygusunun geri gelmesi... Bu nasıl sağlanacak?

Talepler incelenmeli

Adalet Yürüyüşü sonunda CHP’nin manifesto niteliğinde bir “talepler listesi” açıklayacağı söylendi.

Bu listenin yeni bir çekişmeye veya terörist suçlamalarına sebep olmak yerine iktidar partisi tarafından incelenmesi, şikayet konusu olan karanlık noktaların aydınlatılması toplum huzuru ve geleceğimiz açısından önem taşıyor.

CHP Lideri Kılıçdaroğlu, yürüyüşü Milletvekili Enis Berberoğlu’nun “MİT TIR’larıyla ilgili belgeyi Can Dündar’a vermesi” nedeniyle tutuklanıp 25 yıl hapis cezasıyla yargılanması üzerine başlatmıştı.

Şimdi İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı yeni şüphelilerin tespitiyle “MİT TIR’larının durdurulmasına ilişkin” yeni bir iddianame hazırlamış.

Aralarında rütbeli askerler ve 1 MİT mensubu da olan 55 yeni şüpheli var.

MİT TIR’larını durduran Jandarma görevlilerinin “11 sivil imamı” olduğu, bunlar arasında 2 bakanlığın görevlileri, RTÜK uzmanı, öğretim üyesi olduğu açıklandı.

Çok soru var!

Bir “gizli tanık”, talimatın Kara K. Komutanlığı imamı olan kişi tarafından Fethullah Gülen’den alındığını söylemiş.

Olay yerine giden imamların ertesi gün ABD Büyükelçiliği ile telefon konuşması yaptığı da ortaya çıkmış.

Bunları duyunca yine akla “Bu kadar FETÖ imamı, elemanı bu kurumlara nasıl girdi?” sorusu geliyor.

MİT TIR’larında “açıklandığı gibi Türkmenlere yardım gidiyorsa” FETÖ veya ABD bu olaya neden girmiş olabilir, yardım değilse TIR’lar neden bu kadar önemli oldu sorusu çıkıyor.

Dört bakanın istifa ettiği, Yüce Divan için Meclis Komisyonu kurulduğu 17 Aralık operasyonu da FETÖ’nün eylemidir ancak böyle olması olayı tümüyle aklamaya, yok saymaya yeter mi?

15 Temmuz FETÖ darbe girişimi ile ilgili tüm soru işaretleri giderilmiş midir?

Adalet ve yargı bağımsızlığı konusunda toplumda ortaya çıkan tepkilerin önemli bir nedeni de “olayların aydınlatılmaması, soru işaretlerinin kalması”dır.

Örneğin Hüseyin Gülerce gibi yıllarca Gülen’in en yakın adamı olarak çalışmış biri “tanık” olurken, ilişkisi olmayan hatta ilk günden ona karşı çıkmış gazetecilerin “sanık” olmasıdır.

Güvenin yeniden tesis edilmesi için detaylar bile aydınlatılmalı, yargı bağımsız ve adil çalışmalıdır.

Yazının devamı...

Demokrasi Nöbeti ve Adalet Yürüyüşü!

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararıyla 15 Temmuz’da “demokrasi nöbeti” başlatılacağı ve Erdoğan’ın kendisinin de bu nöbete katılacağı açıklandı.

Türkiye gibi Avrupa Birliği’ne girme yolunda olan bir ülkede, 21’inci yüzyılda bile bir darbe girişiminin yaşanması, bunu yaşatan FETÖ militanlarının devleti yıllarca bir örümcek ağı gibi sarmış olması unutulacak bir olay değildir.

15 Temmuz 2016’dan bu yana, bir yıldır devlet kurumları FETÖ’cülerden temizlenmeye çalışılıyor, hala da bu temizlik tümüyle başarılmış değil.

Bu süreç içinde gerçekten FETÖ ile bağlantılı olan kişiler yanında hiçbir ilgisi olmadığı halde tutuklanan vatandaşların bulunması, bu suç dışında örneğin “çocuk tecavüzü” gibi en ağır suçları işlemiş kişilerin ya da yakalanmış DAEŞ militanlarının hafif cezalarla salıverilmesi adalete olan güveni kökünden sarstı.

Sızma nasıl oldu?

FETÖ’nün TSK’ya, Emniyet’e, Diyanet’e, eğitim kurumlarına, bakanlıklara yüzbinlerce elemanıyla sızmasının sorumluları, örneğin TSK’da “bu sızmanın ve rütbe yükseltmelerin” nasıl mümkün olabildiği ortaya çıkarılamadı.

FETÖ’nün “siyasi ayağı”nın Meclis’te ve yargıda sorgulanması sağlanamadı.

“Devlete virüs gibi sızmışlar” ifadesi 10’larla veya diyelim ki 100’lerle sayılabilecek FETÖ’cü için mümkündür ama bu sayı 10 binlerce kişiye ulaşmışsa ve hala temizlik bitememişse buna “devlet neredeyse örgütün eline geçmiş” denebilir.

O nedenle, “demokrasi nöbeti” tutmakla sorunu kökünden çözmüş, riski ortadan kaldırmış, milletin gönlünü rahatlatmış sayılamayız, bunu unutmamak gerekiyor.

Böyle olabilmesi için önce 15 Temmuz günü ve gecesinde neler olduğu dakika dakika ortaya konmalı, Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı ve “saat 15 sıralarında MİT’e darbe ihbarını yaptığını belirten pilot binbaşı” başta olmak üzere kilit isimlerin ifadeleri dikkatle karşılaştırılmalı, çelişkiler incelenmelidir.

Delilsiz tutuklama

Yapılacak ikinci iş, yılları kapsayan uzun bir süreçte “bu örgüte yardım eden asker, sivil, siyasi herkesin eşit şekilde sorgulanması, hiç kimseye ayrıcalık tanınmaması”dır.

Bazı kişilerin “ortada açık deliller varken” dokunulmaz sayılması, Sözcü gazetesinde olduğu gibi bazılarının ise “deliller toplanmadı” denmesine rağmen, ortada delil olmadığı halde neredeyse 40 gündür tutuklu olmaları adaletin doğru işlemediğinin göstergesidir, vicdanlarda da, hukukta da açıklaması yoktur.

Bu arada CHP lideri tarafından başlatılan Adalet Yürüyüşü’ne katılan kalabalık kitle İstanbul’a yaklaştıkça “provokasyon” ihtimalinin de arttığı söyleniyor. Neyse ki, güvenlik güçleri ve zırhlı araçlar tarafından korumanın da arttırıldığı görülüyor.

Bu yürüyüşün olaysız tamamlanması sorumluluğu İçişleri Bakanlığı’na aittir, bir üzücü olay daha yaşanmaması, ayrıca Türkiye’nin imajının daha fazla zedelenmemesi için gereken her önlem alınmalıdır.

Başımızda PKK/PYD sorunu, Suriye ve Katar sorunu gibi çok ciddi problemler varken içimizdeki meseleleri sağduyu ile halletmeye çalışmalıyız.

Yazının devamı...

Trump, Suriye ve PKK terörü!

Ak Parti Van-Özalp İlçe Başkan Yardımcısı Aydın Ahi evinin önünde PKK’nın silahlı saldırısına uğradı ve hayatını kaybetti.

PKK’nın daha çok asker ve polislere saldırı yaptığını ve her ay onlarca asker ve polisimizin şehit olduğunu biliyoruz.

Bir sivile, iktidar partili yerel bir siyasetçiye neden saldırmış olduklarını anlamak güç.

Belki bundan sonra sivillere de doğrudan saldırılacağını anlatmak istiyorlar, belki işin içinde bizim bilmediğimiz başka planları var.

Ak Parti 1 Kasım seçimi öncesinde de, 16 Nisan referandumu öncesinde de “Bize oy verirseniz terör biter” demişti ama gelişmelere bakılırsa bunun gerçekleşmesi kolay değil.

Neden kolay değil?

Bunun birinci nedeni Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da açıklamış olduğu gibi “Çözüm Süreci denen dönemde PKK’ya tanınan özgürlük nedeniyle son derece rahat şekilde silah, patlayıcı ve militan stoku yaptılar”.

İkinci nedeni ise ABD’nin ve koalisyon güçlerinin (zaman zaman Rusya ve Esad’ın) PYD/PKK’ya verdiği sınırsız destektir.

Önce ortaya IŞİD denilen ve yaptığı kanlı eylemleriyle yalnız Suriye’de, Irak’ta değil, tüm dünyada korku uyandıran bir terör örgütü çıktı.

Bu örgüt El Kaide’den türemiş görünse de Suriye’de savaşan muhalif gruplar ve Türkmenler IŞİD’in “proje bir örgüt” olduğunu ve PYD ile ortak hareket ettiğini birçok kez açıkladı.

IŞİD nedir?

Irak ve Suriye sınırlarımız boyunca bir Kürt devleti kurma amacıyla ve Barzani (IKBY) ile bağlantılı şekilde çalışan PYD’nin asıl başlangıç noktası Kobani’ydi.

Kobani’de “IŞİD’le çatıştıklarına” bizi ve dünyayı inandıran PYD/PKK’ya Kobani’yi kurtarmaları (!) için yardım etmemizi bile sağladılar.

Daha sonra birçok yerden “PYD ile savaşmadan” çıkan IŞİD’in de katkısıyla Kobani, Afrin ve Cezire “özerk kantonlar” olarak ilan edildi, Irak’tan sonra Suriye’de “Kürdistan”dan söz edilir oldu.

Sınırlarımız boyunca kurulmak istenen Kürt koridoruna izin vermeyeceğimizi ilan ederek “Fırat Kalkanı” operasyonunu yaptık ama ABD ile Rusya “ÖSO ile birlikte alınan bölge”nin Batı’da Afrin’e, Doğu’da Menbiç veya Rakka’ya uzanmasına izin vermedi.

Trump güya karışmıyor

Şimdi, Donald Trump’a yakınlığıyla tanınan The Washington Times gazetesi “ABD ve İsrail’in Suriye savaşına doğrudan dahil olmasının kaçınılmaz olduğunu, Başkan Trump’ın ‘başka ülkelerin içişlerine karışmama politikasını değiştirebileceğini” yazıyor.

Yani, bugüne kadar Suriye ve Irak haritasını değiştirmek için her şeyi yapan, bunu da açıkça ifade etmekten çekinmeyen Donald Trump meğer “başka ülkelerin içişlerine karışmıyor”muş.

Güney sınırımız boyunca yürütülen plan, PYD/PKK’ya bu destek sürerken Türkiye’de terör bitmez, aksine artar.

Her gün acıyla yanıp şehitler vermeye devam ederiz. O nedenle… Durup dururken Katar’a asker göndermek ve Körfez ülkelerinin çözüm ihtimaline de bir zorluk daha eklemek yerine tüm gücümüzü Güneydoğu’da ve sınırımızda olanlara yöneltmek zorundayız.

Lütfen artık bunu zamanında görelim!

Yazının devamı...

Demokraside protesto hakkı!

Demokrasi ve adalet kavramlarının evrensel olduğunu hatırlamak, bilmiyorsak anlamak açısından önemli gelişmelerin olduğu bir dönemden geçiyoruz.

Demokratik bir hukuk devletinde yalnızca “cumhurbaşkanı KHK’larının” çok uzun bir süre “Meclis’ten çıkması gereken kanunların yerine geçmesi”…

Ya da parlamento çoğunluğunu elinde tutan bir veya 2 partinin “ana muhalefet partisini devre dışı bırakması”…

Bir terör örgütünü, liderini, onun kumpaslarını savunmuş bazılarının yanında “hiçbir terör örgütüyle bağlantısı olmayan gazetecilerin” tutuklanması, medya bağımsızlığının ortadan kalkması vatandaşlara veya siyasi partilere “anayasal gösteri hakkı”nı kullanma imkanı verir.

AB ülkelerinin çoğu, birden fazla partinin olduğu koalisyonları “tüm kesimlerin görüşleri ülke kararlarında yer alsın diye” tercih etmektedir.

Türkiye’de ise (başkanlık referandumundan sonra daha da yoğun şekilde) ana muhalefet partisi “yok sayılmakla” kalmadı, adeta düşman veya terörist muamelesi görüyor.

Küçük bir köy!

Ülke büyük bir terör tehdidi altındayken, milletin seçimiyle gelmiş bir parti “yargı kararlarını adil bulmadığı için” yürüyorsa, örneğin bir bakanın o partiye ve birlikte yürüyen binlerce vatandaşa terörist demesi kabul edilebilir mi?

Bugün artık dünyanın “küçük bir köy haline geldiği” iddiası doğrudur, bir ülkede yargının veya siyasilerin yaptıkları dünyanın öbür ucundan anında izleniyor. Dışişleri Sözcüsü Müftüoğlu, Almanya’da yapılacak olan G-20 Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Almanya’daki Türk vatandaşlarla etkinlik düzenlemesine izin verilmemesini “toplanma ve ifade özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik yaklaşım” olarak değerlendirdi.

Onlara kızabiliriz ancak…

Türk siyasetçilerle vatandaşların Anayasal toplanma ve ifade özgürlüğünün iktidar partisi tarafından “Hükümet izin verdiği için kullanılabilen bir hak” görüldüğünü de unutmamalıyız.

Neden terörist?

Alman kaynaklar, Başbakan Merkel’in G20 Zirvesi için solcu protestolarla tanınan Hamburg kentini özellikle seçtiğini, “ABD, Rusya, Türkiye ve Çin liderlerine sağlıklı demokrasilerde büyük protestoların tolere edilebileceğini göstermek istediğini, bu nedenle ‘protesto yasağı’ getirilmediğini” belirtmiş.

Gümrük Bakanı’ndan sonra dün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da benzer bir ifade kullanarak, CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü için “CHP’nin temsil ettiği çizgi muhalefeti aştı, artık terör örgütleriyle birlikte hareket etme noktasına geldi” sözlerini duymak üzücüydü.

Keşke Ak Parti Genel Başkanı olarak konuşmak yerine Cumhurbaşkanı kimliğiyle “Protesto demokrasilerde haktır, bu kadar büyük kitleler yargıdan, adaletten şikayetçiyse Adalet Bakanı’nın ve tüm liderlerin katılacağı bir toplantıda bu konuyu masaya yatırırız” deseydi.

Türkiye gerçek demokrasiyi ve onun can damarı olan hukuk devleti özelliğini kaybetmemelidir, kaybederse bundan bir kesimin veya partinin değil, herkesin zararlı çıkacağını unutmayalım!

Yazının devamı...

Doğru zamanda doğru politika!

Türkiye, başta PKK ve IŞİD olmak üzere terör örgütlerinin alçakça saldırılarıyla asker-polis-sivil çok can yitirdi.

Bayram’da yine şehitlerimizi ve geride bıraktıkları ailelerini düşünmekten gönül rahatlığı bulamadık, vicdanların bir köşesi hep sızladı. İlk gün de Trabzon’da kırsalda teröristlerin patlattığı el yapımı bombayla 2 askerimiz yaralandı.

Hakkari-Çukurca’da PKK’nın askerlere taciz atışıyla 28 yaşındaki keskin nişancı Piyade Uzman Çavuş Mete Yahşi şehit oldu. Geride 3 yaşında bebeğini babasız bırakarak… Cumhurbaşkanı Erdoğan Bayram konuşmasında, ABD’nin Suriye’de PYD-PKK’ya silah vermesiyle ilgili olarak bir kez daha “Suriye’nin kuzeyinde sınırlarımızda bir terör devletinin kurulmasına asla izin vermeyeceğiz” dedi.

Hayati yanlış

“Bu terör örgütüne verilen silahların ‘geri alınacağını’ söyleyerek Türkiye’yi kandırdığını sananlar, sonunda hayati bir yanlış yaptıklarını anlayacaklar.

Bir tarafta NATO’da beraber olacağız, öbür tarafta terör örgütleriyle birlikte hareket edeceğiz. Bu nasıl iştir? O zaman NATO’nun yeniden gözden geçirilmesi gerekir” dedi ki bu çok doğru bir konuşmadır. Ancak… “İzin vermeyeceğiz” derken artık (müttefikini seçmiş ve belli etmiş olan) ABD ile karşı saflarda olacağımız ve durumun zorluğu açıktır. Şehitler vermeye devam ettiğimiz bir ortama destek olan ABD veya diğer ülkelerin durumu acilen NATO’da tartışılmalı, sonuca bağlanmalıdır.

Eğer NATO’nun bir anlamı varsa, NATO bu ülkeleri uyarmak, “teröre desteği” bitirmek zorundadır.

Söz ettiğimiz “hayati yanlış” tamamen ve her gün Türkiye aleyhine işlemektedir.

Ancak… Bunları söylerken Türkiye’nin de “tüm terör örgütlerinden uzak durması, örneğin Mısır’da daha iktidarının bir yılı dolmadan halkın Mürsi’ye karşı ayaklanmasına neden olan Müslüman Kardeşler’e karşı da aynı özeni göstermesi” gerekir.

Neden gerekli?

Mısır Mürsi’yi seçerken “demokrasi” istiyordu.

Müslüman Kardeşlerin perde gerisinden faaliyete devam edip “şeriat düzeni” getirmeye çalışması, buna uygun yasaların çıkarılması bardağı taşıran damla oldu.

Askeri darbe, büyük kitlelerin ayaklanması sonunda ortam bularak gerçekleşti.

Şimdi Körfez Krizi’nde Katar’dan yana taraf alan Türkiye için Suudi Arabistan ve Mısır basını “İhvan-Müslüman Kardeşler üyelerinin Türk Hükümeti’yle toplantı yaptığını ve birlikte karar aldığını” yazıyor.

ABD Dışişleri Bakanı Tillerson; Türkiye ve Bahreyn parlamentolarını örnek göstererek “Müslüman Kardeşler hükümetlerin bir parçası haline geldi” dedi.

Bu haberlerin çıkması nasıl mümkün oluyor veya bu ilişkilere neden gerek duyuluyor bilmiyoruz. Bilinen şudur ki Türkiye şu anda kendi Güneydoğu sınırında ve bölgesinde artan terör tehdidi ve kurulması planlanan terör devletine öncelik vermeli, Arap ülkelerinden önce kendi geleceğini, ordusuna yönelik tehditleri düşünmelidir.

Zaman geçiyor, sonra yine “Fark etmedik, geç kaldık” demeyelim.

NOT: Sevgili okurlarım, birkaç gün için kısa bir izin istiyorum. Tekrar görüşmek üzere hoşçakalın.

Yazının devamı...

Adalete kefil olmak!

Yazıma başlamadan önce mübarek Ramazan Bayramı’nızı en iyi dileklerimle kutluyorum. İnşallah nice bayramları daha huzurlu, daha güvenli ve sakin, gönül rahatlığıyla kutlarız.

Daha güvenli ve huzurlu günlerin gelmesi için “Kısmete hizmet gerek” sözünü unutmamak gerekiyor.

Başta ülkeyi yönetenler olmak üzere “yanlış yapılan her şeyin düzeltilmesi, kılıf bulmak yerine çözüm üretmek” için herkes üzerine düşen görevi hakkıyla yapmalıdır.

Örneğin Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in “Adalete ben kefilim, adalete güvenebiliriz” sözüne bakalım.

12 Eylül döneminden Ergenekon Davası’na kadar “haksız suçlamalarla yıllarca tutukluluk yaşamış” olan Doğu Perinçek’in bugün “adalete kefil” olması tartışılacak bir konudur.

İnsan duyunca “Acaba adaleti nasıl tarif ediyor” diye düşünmeden edemiyor.

‘Bizden korkarlar’

Kendisini “Ermeni soykırımı iddiası yalandır” diyerek davalı olduğu İsviçre’ye karşı AİHM’de kazandığı davada milletçe takdir etmiştik. Ancak…

Perinçek unutmamalı ki eğer AİHM’de de adalet “siyasi etkiler altında kalsaydı” bu davayı kazanamazdı.

Mesela 2016’da bir röportajda ona şöyle bir soru sorulmuş; “MİT TIR’ları konusunu siz Cumhuriyet gazetesinden, Can Dündar ve Erdem Gül’den çok önce yayınladınız, neden size bir şey yapılmadı?”

Doğu Perinçek’in cevabı şöyle başlıyor; “Hükümet yargı organı… Şimdi bizden korkuyor. Üzerimize gelen onun altında kalır. Vatan Partisine bulaşan belasını bulur”.

Gazetecilerin önemli bir konu hakkında haber yaptığı için “devlet sırrını açığa verdi” gibi nedenlerle tutuklanması veya örneğin “Sözcü” gibi terörle ilgisi olmayan bir gazetenin terörle ilişkilendirilmesi 21’inci yüzyılda, hiçbir medeni ülkede görülebilecek bir durum değildir.

Yargı bağımsız ise…

Burada değinmek istediğim nokta farklı, Perinçek’in “Şimdi bizden korkuyor” sözü…

Bugün “Adalete kefilim” sözünü sadece “yargının FETÖ’cülerden temizlenmiş olması”na bağlıyor.

Gerçi Mayıs 2017’de bile hala “FETÖ’den tutuklanan hakim ve savcılar” haberleri çıktı, devlet kurumlarından FETÖ’cülerin tamamen temizlenmemiş olduğunu Hükümet üyeleri de söyledi.

Buna rağmen diyelim ki Perinçek’in dediği doğrudur, adalet sadece bu mu?

Örneğin, yargının-hakimlerin bağımsız olduğu bir ülkede “Bizden korkuyorlar, onun için bulaşamazlar” sözünü kim söyleyebilir?

Zehirlenme ve saldırı

Katar’a kadar gıda yardımı gönderirken Manisa’da 1000’den fazla askerin 4 ayrı olayda gıda zehirlenmesiyle hastanelik olması, çocuklara-kadınlara cinsel saldırıda bulunanların, şort giyen genç kıza saldıranların serbest bırakılması, zeytinliklere sanayi tesisi kurulmasından vazgeçilmediğinin Bakan tarafından açıklanması “adalete kefil olma”nın zorluğunu gösteren sadece birkaç olay…

Perinçek’in “Büyük olaylarda bazı kişiler de mağdur olabilir, haksızlığa uğrayabilir” sözü ise demokrasiyle asla yan yana gelmeyecek bir sözdür. Hukuk devleti, adalet “tek kişinin bile haksızlığa uğraması önleniyorsa” var demektir!

Yazının devamı...

Çözüm Meclis’te aranabilir mi?

İrdelenmesi gereken çok sorunumuz var ama en önemlisi “adalet” konusu.

FETÖ ile ilgili soruşturmalarda bu örgütle, Cemaatle, lideri Gülen’le çok yakın olan, yıllarca onunla yan yana çalışmış, “Hocaefendi Hazretleri” diye hitap etmiş kişiler için “bunlar hiç olmamış gibi” davranılırken hiçbir ilgisi olmayan kişilerin tutuklanması adaleti ciddi ölçüde zedeledi.

Eşitsizlik ve yargının taraflı kararları için başlatılan yürüyüş için Hükümet üyeleri “Adalet sokakta aranmaz, yargıda, Meclis’te aranır” dediler.

Acaba bu öneride haklılık payı nedir?

Mesela MİT TIR’larıyla ilgili haber yapan gazeteciler için müebbet hapis cezası bile düşünülürken Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in (MHP’de iken) televizyonda bu konuyla ilgili “bilerek söylüyorum” vurgusuyla yaptığı ağır suçlamalar, toplumdaki tepkilere rağmen neden yargının dikkatini çekmemiştir?

Tarafsızlık meselesi

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın Cumhurbaşkanı’nın AKP Genel Başkanı olmasına değinerek “Bu Türk siyasetinde yeni bir başlangıçtır” dedi.

İbrahim Kalın “cumhurbaşkanlarının parti kimliği olmasının ‘tarafsızlığa engel’ teşkil etmediğini” de söylüyor.

Cumhurbaşkanlarının bundan sonra aynı zamanda “parti genel başkanı” olması 1960’tan bu yana yeni bir başlangıçtır, doğru, ancak bugünün Türkiye’sinin had safhada kutuplaşmış siyaset ortamında “tarafsızlığa engel teşkil etmediği” doğru değildir.

Tek bir kişi ve tek bir parti tarafından belirlenen HSK’nın atayacağı hakim ve savcıların “tarafsız” olması ne kadar zor ise, parti genel başkanı bir cumhurbaşkanının tarafsız olması o kadar zordur. Partili cumhurbaşkanı olarak “partiler arası uzlaştırıcı bir görev” üstlenmesi mümkün değildir.

Nitekim referandumdan bu yana Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Ana Muhalefet Partisi ve Lideri’nin çekiştiği ve gündemin bu tartışmalara yoğunlaştığı görülmektedir.

Önergeler reddediliyor

Her iki lider de 15 Temmuz’un detaylarıyla ortaya çıkmasını istediğini söylüyor.

Oysa “15 Temmuz’un siyasi ayağının ortaya çıkarılması için araştırma komisyonu kurulması” önergesi Ak Parti oylarıyla reddedildi.

Manisa’da 1000’den fazla asker, daha önce Maliye Bakanlığı’nda gıda zehirlenmesine neden olan “Rota” şirketinin yemeğinden 4 ayrı olayda zehirlendi.

Araştırma komisyonu kurulması teklifi AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.

İkisi de anlaşılır gibi değildir ve aynı zamanda “Meclis’te çözüm arama”nın zorluğunu ortaya koymaktadır.

Yargı ve Meclis’te çözüm devre dışı olduğu zaman, bir partinin çözümü yürüyüşte aramasına şaşırmamak gerekir.

Anayasal bir hak olan ve AİHM’nin “ifade özgürlüğü” kapsamında gördüğü “gösteri ve toplantı yapma hakkı” için “hükümet lütufta bulundu da yürüdüler” dersek, başka ülkelere “hükümet üyelerimize vatandaşlarımızla toplanma hakkı vermiyorlar” diye kızmaya hakkımız olabilir mi?

Keşke 21’inci yüzyılda hala bunları tartışıyor olmasaydık.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.