Şampiy10
Magazin
Gündem

Asıl sorumlular kim?

İstanbul’da on günden az zamanda ikinci sel felaketi yaşandı. Bildiğiniz gibi İstanbul’da bu kez “kafalara taş yağdı” denecek kadar büyük bir tehlike de ortaya çıktı, yağan dolu taneleri neredeyse insanları bile bayıltabilecek ölçülere ulaştı.

Neredeyse evini sel basmayan kimse kalmadı, alt geçit, metro ve evler, bahçeler sular altında kaldı.

Bu olurken birçok ilçede, köyde “orman yangınları” da sürüyordu.

Kısa süre önce yangın ve sellerle ilgili yazdığım yazıda “doğanın dengesini bozarak ormanları yok edip taş yığınları dikerek” atmosferdeki oksijeni yok ettiğimizi ve bu felaketlerin artmasına sebep olduğumuzu” vurgulamıştım.

(Kasıtlı veya dikkatsizlik sonucu çıkan orman yangınlarının hesabını da, gereken dikkati göstermeyen belediyeler ve Bakanlık vermelidir.)

Bir kez daha uyarayım; son kalan yeşilliklerimiz de yok oluyor, zeytinliklerin de kesilip sanayi alanına dönüşmesi için hükümetin ısrarı sürüyor.

Türkiye’de iklim değişikliği ciddi bir uyarıdır. Artık sorumlu belediyelerin de, kararları veren bakanlıkların da bu dev sorundaki rollerini konuşma zamanı gelmiştir.

Sanık ve tanık

Cumhuriyet gazetesiyle ilgili davanın son oturumu dün yapıldı.

Yazımı yazdığım saate kadar henüz kesin sonuç çıkmamıştı ancak…

Gazetecilerin avukatlarının “Sanıkların tutuklu yargılanmasını gerektiren deliller dosyada yok. Beraat kararı verilmeli” talebine Mahkeme Başkanı’nın “Beraat kararı koşulları oluşmadı” cevabını verdiğini duyduk.

Gülen Cemaati hakkında yıllar öncesinden başlayarak yazılar, kitaplar yazmış, televizyonlarda FETÖ örgütlenmesini anlatan sayısız konuşma yapmış gazetecilerin “FETÖ’ye yardım”la ilişkilendirilmesi ve tutuklu yargılanması demokrasiyi zedeleyen, yargıya güveni iyice sarsan bir durum yaratıyor. Üstelik yargının “Gülen tehlikesi” konusunda uyarmış olan gazeteciler için yapılan soruşturmalarda “Gülen’in en yakın adamı”nı tanık yapması akıl alacak şey midir?

Akıl vermek için…

Güvenilir gazete ve gazeteciler “FETÖ’ye yardım”la suçlanırken, “Gülen’in sözcülüğünü yapan şahıs” nasıl olur da başkalarının örgüt üyeliğiyle suçlandığı davalarda tanık olabilir?

Binlerce hakim ve savcının ihraç edildiği, yüzlercesinin tutuklandığı (ve bunların devlete nasıl girdiğinin hala anlaşılmadığı) FETÖ araştırma ve soruşturmaları ve OHAL hala sürerken kimsenin yargıya kayıtsız şartsız güvenmek zorunda olmadığını unutmayalım.

Almanya bize “toplantı izni vermediğinde” onları “sizde ifade özgürlüğü yok” diye suçlamak için, Arap ülkelerine “demokrasi ve insan hakları” önermek için önce Türkiye’de bunların bulunmasını sağlamalıyız! Türkiye giderek “çoğulcu demokrasi”den iyice uzaklaşıp “çoğunlukçu demokrasi”ye dönüşüyor.

Demokrasi “insan haklarını, medya ve milletin vekilleri başta olmak üzere vatandaşların ifade ve düşünce özgürlüğünü, inanç özgürlüğünü ve devletin tüm dinlere-inançlara karşı tarafsızlığını sağlayan laikliği, hukuk devletini yani yargı bağımsızlığını” içerir. Bunların olmadığı rejimlere demokrasi denemez.

Yazının devamı...

Fatih Terim, şiddet ve basın!

Türkiye Futbol Federasyonu yetkilileriyle bir araya gelen Fatih Terim “Milli Takımı bırakma” kararı aldı.

TFF Başkanı Yıldırım Demirören “Terim ile anlaşarak yolları ayırdıklarını” açıkladı. Bu olaydan sonra TFF “Futbol direktörlüğü bölümünün de kaldırılması” kararını aldı.

Fatih Terim, kısa süre önce A Milli Takım uçağında bir gazeteciye saldıran Arda Turan’ı bu olay nedeniyle Milli Takım kampından göndermişti.

Geçtiğimiz günlerde İzmir Alaçatı’da damadının restoranının yanındaki kebapçıyı basarak “sandalyelerin havada uçuştuğu, tarafların birbirini yumrukladığı” ve yaralıların darp raporu aldığı bir kavgaya karışan Fatih Terim için o günden sonra sular durulmadı.

Sonunda Terim uzun yıllar teknik direktörlüğünü yaptığı Milli Takım’ı bırakmak zorunda kaldı.

Spor centilmenliktir

Fatih Terim, Türkiye’de olduğu gibi uluslararası futbol camiasında da tanınan, başarılı bir teknik direktördür. Ancak…

Maçlarda bile takımını motive etmekten öteye geçen, “öfke kontrolü” yapamadığını gösteren davranışları sıkça görülmüştür.

Önemli görevlerde bulunan ve bu nedenle topluma “rol model” olan kişilerin hareketlerine sıradan vatandaşlardan da çok daha fazla dikkat etmesi gerekir.

Türkiye’de siyasetten başlayarak her alanda topluma “konuşma ve davranışlarla şiddet pompalayan” kişileri yeterince izliyoruz.

Bu, bir kısmı şov, bir kısmı doğal “şiddet içeren söz ve davranışlar” sonunda toplu bir kaos ve ülkede daha büyük şiddet olayları olarak yansıyor.

Hele de “centilmenlik” gerektiren sporda, gençleri yetiştiren ve onlara örnek olan birinin böyle bir şiddet olayının baş aktörü olması ne yazık ki “görevi bırakmayı” gerektirirdi.

Umarız, bu sonuç “kavgayla, kabadayılıkla, şiddetle istediğini almaya kalkan” herkese “yanlış”ı göstermeye yetmiştir.

Sanık sandalyesinde!

İki gün önce İngiliz Times gazetesinin “Türkiye sanık sandalyesinde” başlıklı başyazısında Türkiye’de “basını susturma girişimleri” tartışılıyor, hapisteki 177 gazetecinin “Çin ve Mısır’da cezaevindeki toplam gazeteci sayısından fazla” olduğu belirtiliyordu.

Yalnızca “Mısır gibi darbe yönetimi olan bir ülke ile karşılaştırılmak” bile demokratik bir ülke için yeterince acıdır.

Times, “gazetelerin yayın politikası savcıların görevi değildir” vurgusunu yaparken:

“Eleştirel seslerin susturulmasına dayalı bir anlayış” sürdürüldüğü sürece Türkiye ile uzun vadeli bir ilişkinin yürütülemeyeceğini belirtiyor, “Erdoğan, araştırmacı gazeteciliğin suç olmadığını, ifade özgürlüğünün hayati önem taşıdığını bilmeli” diyordu.

Türkiye’de basının yargılanmasıyla ilgili tür yazılar Batı’da ve diğer ülkelerde bir değil, birçok gazetede yazılıyor, televizyonlarda konuşuluyor ve görüldüğü gibi “yargının hataları” Cumhurbaşkanı Erdoğan’la özdeşleştiriliyor.

Yargı, geçmişte FETÖ savcı ve hakimleri sayesinde yıllarca yaşanılan adaletsizliklerin tekrar edilmemesi için gereken özeni göstermelidir.

Yazının devamı...

Bodrum yalanları ve medyanın hali!

Eskiden bir siyasi etik, bir toplum etiği vardı. Hiç değilse asgari ahlak kurallarına uyarak konuşulur, yazılırdı.

Maalesef bütün kuralların ortadan kalktığı, şiddetin ve ahlak dışı eylemlerin sınırsız uygulandığı bir ülkeye dönüştük.

Toplumsal ahlakın dejenerasyonuna net örneklerden biri yaşadığımız “Bodrum depremi”nden sonra bir gazetede atılan manşetler, sosyal medyada ülkenin en turistik kentlerinden Bodrum’un imajını ahlaksızca zedeleyen mesajlardır.

Gazetelerde çıkan ve çoğu reklam için sahillerde çekilen sanatçı fotoğrafları, Bodrum’da, Çeşme’de yaşayan veya tatile giden binlerce vatandaşı ve sahil kentlerini karalayacak yorumlara sebep gösterilemez.

Demokratik bir ülkede insanlara çirkin yakıştırmalar özgürce yapılamaz. Bunların yapıldığı ülkeye turistlerin korkusuzca gelmesi beklenemez.

Yüzlerce yıldır var

Sakarya Üniversitesi Afet Yönetim ve Araştırma Merkezi Bodrum depremini inceledi.

Gökova Körfezi civarında, Marmaris-Rodos, Bodrum, Büyük Menderes Vadisi’nde 1493 yılından beri “arkeolojik ve tarihi kayıtlarda bulunan” sayısız şiddetli depremin olduğunu, son depremin de Ege sahillerindeki faylarda hareket sonucu oluştuğunu, sürpriz olmadığını açıkladı.

Toplumu ahlak dışı ve asılsız mesajlarla, medya yayınlarıyla bölmek, en güzel kentlerimizi karalamak yaptırım gerektirir. Bir haber nedeniyle gazeteciye 25 yıl hapis verilen ülkede bu suç neden görmezden geliniyor?

Adnan Menderes ayakta!

23 Temmuz Pazartesi günü başlayan, tutuklu Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticilerinin mahkemeye verdiği ifadeler dün devam etti.

Sorulan sorulardaki karışıklıklar, ilgisiz sorular dikkat çekici.

Örneğin gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu savunmasında bir soruya karşılık:

“Gazeteye 2014’te girdim, siz 2013’te Vakıf’ta olanları soruyorsunuz… Hiç MASAK raporum yok ama savcı zengin göstersin diye iddianameye ‘MASAK raporu da var’ diye eklemiş… Pensilvanya’ya hiç gitmedim, Gülen’den hediyeler almadım, Gülen’i öven tek yazım yok” demiş. (Aynen Balyoz-Ergenekon süreci tekrarlanıyor gibi değil mi?)

Pensilvanya’ya defalarca giden, Fethullah Gülen’le aynı masada yemekler yiyen, buluşmalara aracılık eden, örgütün sözcülüğünü yapan isimler, gazeteciler serbestken bu tablo, “haber ve yazılar nedeniyle tutuklama ve ağır ceza nedenleri arama” acaba savcı ve hakimleri de rahatsız etmiyor mu?

Aynı durum SÖZCÜ gazetesi için mevcut, sadece muhalif-eleştirel yayın yaptıkları için 2 gazetecinin ve gazetenin sahibinin benzer iddialarla suçlanması adil midir?

Cumhuriyet yazarı Kadri Gürsel’in, çocuğuna sarılmasına jandarma komutanının izin vermemesi ise yorumlanamayacak kadar acı bir durumdur.

Bu olay insana 27 Mayıs ihtilali sonrasında, idam edilmeden kısa süre önce eski Başbakan Adnan Menderes’i “eşinin ve çocuklarının önünde oturmasına izin vermeyerek ayakta bekleten” Yassıada Kumandanı Tarık Güryay’ı hatılatıyor.

Tarih tekerrürden ibarettir derler ama bu kadarı da fazla değil mi?

Yazının devamı...

Basın özgürlüğü ve Lozan!

Dün 24 Temmuz hem “Türk basınında sansürün kaldırılmasının 108’inci yıldönümü”, hem de “Lozan Anlaşması’nın 94’üncü yıldönümü” idi. Ülke adına üzücü bir tesadüf olarak, aynı gün Cumhuriyet gazetesinin “tutuklu yargılanan” gazetecileri 8 ay sonra ilk kez yargı önüne çıktılar.

Toplumun yıllardır yakından tanıdığı ve herhangi bir terör örgütüyle ilişkisi olamayacağı bilinen yazar ve yöneticilerin hem FETÖ, hem de PKK terör örgütlerine “yardım ve yataklık” veya “casusluk” gibi iddialarla böylesine uzun süre tutuklu kalmaları başlı başına ciddi bir hukuk hatasıdır.

IPI Türkiye Başkanı olan Kadri Gürsel’in duruşmada verdiği ifade onun da aynen Balyoz veya Ergenekon iddianamelerinde olduğu gibi nasıl haksızca suçlandığını açıkça gösteriyor.

O davalar sahte belgeler, FETÖ’cü polisler tarafından cep telefonlarına yüklenen sahte numaralarla yürütülmüştü, bu davalarda da örneğin; kasıtlı şekilde “3 gün içinde gönderilmiş ve Gürsel’in cevaplamadığı 150 SMS mesajı” delil olarak gösteriliyor.

FETÖ’cü savcı

Ahmet Şık, Kadri Gürsel ve diğerleri için operasyon başlatan ve soruşturmayı yürüten savcı Murat İnam’ın kendisi “FETÖ üyeliği” suçundan sanıktı.

Cumhuriyet gazetesi avukatları bu nedenle “onun soruşturma yapamayacağı” itirazında bulundular.

Bu gazetecilerin tutuklanma nedeni öncelikle “Suriye’deki Türkmenlere veya muhaliflere yardım gönderildiği” söylenen MİT TIR’ları konusunda yaptıkları haberler veya yazdıkları bazı köşe yazılarıydı.

Kumpas deyince…

O TIR’larda ne olursa olsun bu nedenle veya köşe yazılarında “baskıdan” söz edilmesi nedeniyle haberlerin kaynağı veya yazan gazetecilerin “hapis cezası” alması ifade özgürlüğüne de, basın özgürlüğüne de vurulacak en büyük darbedir.

Bu soruşturmayı başlatan ve yürüten savcı “FETÖ sanığı” ise (ve aslında hapiste olması gerekiyorsa) olayın zaten Balyoz veya Ergenekon sürecindeki “kumpas”tan farklı olması beklenemez.

Dünyanın gözü “başta yargı ve hukuk” olmak üzere birçok olumsuzlukla Türkiye’nin üzerinde…

Mesela, Almanya ile gerginlik durulmuyor. Alman Ekonomi Bakanı dün “AB ortaklarımız ile Türkiye’yle Gümrük Birliği anlaşmasını da genişletmemeyi görüşüyoruz” dedi. Türk ekonomisine ciddi zararlar verecek AB yaptırımları konuşuluyor.

“Türkiye’ye seyahat etmeyin” uyarıları yapılıyor.

Bundan öncekine “FETÖ kumpası” dendi, buna ne diyeceğiz?

Türkiye’nin hukuk devletinden bir kez daha uzaklaşması da bu kararları etkileyecektir.

Yargının, vereceği tüm kararlarla Türkiye’nin hukuk devleti imajını da tartışmaya açtığını unutmaması gerekiyor.

Erdoğan’ın konuşması

Son olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Lozan Antlaşması’nın yıldönümü mesajı güzel ve yerindeydi.

2016 Sonbaharı’nda söylediği “Bizi Lozan’a razı ettiler. Birileri de bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı” sözleri yerine…

“Kurtuluş savaşını bitkin ve yoksul şartlarda zaferle bitiren, Türkiye’nin tapusunu da Lozan’da alan kahramanları saygıyla anması”nı mutlulukla izledik.

Yazının devamı...

Kafamızdaki ‘Neden’ soruları!

Türkiye’de her gün öyle beklenmedik olaylar, gelişmeler oluyor ki sanırım birçoğumuz artık bunları gördükçe ilk tepki olarak “Neden” sorusunu soruyoruz. Neden böyle bir karar verildi, neden şeffaflık yok, neden iç ve dış politika hep gerilim üzerinde yürüyor gibi…

Birkaç gün önce Washington’da düşünce kuruluşu “Partilerüstü Politika Merkezi”nde Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişiminden sonraki 1 yılın değerlendirildiği bir panel düzenlendi.

Bu panelde konuşmacılar “Darbe girişimiyle ilgili hala çok sayıda soru işareti bulunduğunu, Türk hükümetinin darbe girişimine dair ciddi bir inceleme yürütmediğini, özellikle 15 Temmuz sonrası baskıların arttığını” vurguladılar.

İfade özgürlüğü

Mc Cain Enstitüsü’nden bir konuşmacı “Türkiye’de kaos ve korku ortamının arttığını” söyledikten sonra “Hiç kimse birbirine güvenmiyor. Cumhurbaşkanı veya hükümete en küçük eleştiri yöneltenler ‘casus, terörist ya da darbe planlayıcısı gibi yakıştırmalarla’ karşılaşıyor” dedi.

Gazetelerin mesleklerini icra edemez hale geldiği, ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi ilkelerin kaybolduğu konuşuldu.

Batı ülkelerine kızdığımız konular var, örneğin Suriye ve Irak’ta ABD ve diğerlerinin PYD-PKK’ya verdikleri destekle bu terör örgütlerinin “Türkiye aleyhinde olacak şekilde güçlendirildiği” bu konulardan biridir. Ancak…

Ülke içinde “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, adalet” gibi konularla Ortadoğu politikası ayrı ele alınmalıdır.

Sorular cevaplanabilir

Örneğin; Türkiye’de önemli ölçüde bir “hukuk, adalet, demokrasi” sıkıntısı yaşandığını ve bu sorun nedeniyle milyonlarca insanın “Adalet yürüyüşü” yaptığını unutmamalıyız.

Biz Batı’ya “15 Temmuz’da beklenen tepkiyi vermediniz” diye kızarken onların “15 Temmuz’la ilgili soru işaretleri çözülmedi” sorusunu da dikkate almalıyız.

Bu soru işaretlerini “Meclis’te tartışarak, muhalefetin sorularını cevaplayarak çözmek” gayet kolaydır ve olayın tarihe doğru aktarılması için şarttır.

AB ile ilişkilerimiz referandum öncesinde “toplantı izni” nedeniyle bozulmuş, Almanya’nın İncirlik’ten çekilmesiyle devam etmişti, şimdi de farklı konulardaki gerilimlerle sürüyor.

Diplomasi ile…

Büyükada’da insan hakları aktivistlerinin yaptığı toplantıda biri İsveçli, biri Alman iki kişinin de tutuklanması bizi “Türkiye- Almanya ilişkilerinin tamamen kopması” noktasına getirdi.

Almanya, turizm ve yatırımlardan başlayan ve Türk ekonomisine büyük zarar verecek yaptırımlar açıkladı. Neyse ki dün Almanya ve Türkiye Dışişleri Bakanları “krizi medya yerine diplomasi ile yönetmek” üzerinde görüş birliğine vardılar.

Dış politikada fevri çıkışlar genellikle “Öfkeyle kalkan zararla oturur” sözünü doğrulayacak sonuçlar yaratır ki biz de bunu sıkça yapıyoruz.

Televizyon programlarında yapılan; “AB olmasa da olur”, “Biz kendi kanunlarımızı kendimiz yaparız” gibi yüzeysel yorumların gerçeklerle ilgisi yoktur.

Yazının devamı...

Felaketler uğursuzluk mu?

Perşembe günü Almanya ile aramızda çıkan ciddi soruna yoğunlaşmışken o gece Bodrum ve çevresi, merkezi Kos adası olan büyük bir deprem yaşadı.

Kos’ta 2 can kaybı ve 5 ağır yaralı dışında çok sayıda cana zarar gelmemiş olması tesellimizdir.

Uzmanlar artçı depremlerin 3 hafta daha sürebileceğini ve 5.2 şiddetine ulaşabileceğini bildirdiler.

Ben “uğursuzluk” lafını sevmem, karşılaştığım vatandaşlar ülkemizin karşılaştığı şokları; bir uğursuzluk var diye nitelendirince “yanılıyorsunuz, iyi düşününce her olayın bir sebebi var” diye cevaplıyorum.

Örneğin; insanoğlu doğanın dengesini inatla bozarsa, doğa felaketleri arka arkaya yaşanabilir.

İstanbul’da yazın ortasında sel felaketi nedeniyle yolları, evleri, metroları basan sularda yüzmek zorunda kalan insanlar aslında “doğayı katlederek yerine taş binalar dikme, rant elde etme hırsımızın sonucu”dur.

Dünya yanacak

İngiliz fizikçi Stephen Hawking Temmuz başında BBC’ye konuşarak “ABD Başkanı Trump’ın ülkesini Paris İklim Anlaşması’ndan çekmesine” ürkütücü yorumlar yaptı.

“Küresel ısınmanın tersine çevrilemez hale geleceği taşma noktasına yakınız. Trump’ın eylemleri dünyayı sıcaklığı 250 derece olan ve sülfürik asit yağan Venüs gibi olma noktasına getirebilir” dedi.

Küresel ısınma dediğiniz şey sadece sıcaklıkların dayanılamaz ölçüde artması değildir. İklimlerin tersine dönmesi, seller, fırtınalar, buzulların erimesi ve aşağı kayması, kentlerin donması, bu hızlı değişikliklerden yerkürenin etkilenerek depremlerin artması gibi her çeşit felaketi beraberinde getirir.

ABD “sanayileşme” uğruna dünyanın bu felakete sürüklenmesinde en büyük rolü oynayan ülkelerden biri. Atmosferdeki oksijenin tüketilmesini, zararlı gazların artması ile küresel ısınmanın artmasını önlemek için AB ülkeleri ve birçok ülke gayret gösterirken Trump karşı çıkıyor.

Şakası yok!

Ancak bizim gibi ülkeler de bu ciddi tehlikeyi görmezden gelmekteyiz.

İstanbul’da çeşitli projeler için Kuzey Ormanları’ndan 3 milyona yakın ağaç kesildi, koca ormanlar düşüncesizce yok edildi.

Sanayi tesisi yapmak için, oksijen deposu ve gelir kaynağı olan “zeytinliklerimizin” kesilmesi halkın tepkisiyle şimdilik önlendi ama Sanayi Bakanı “vazgeçtiğimizi sanmayın” açıklaması yaptı.

Taş yığınları dikmek için tek bir park, tek bir yeşil alan bırakmayıp “Türk halkının dokunulmazı” olan Anıtkabir’deki yeşil alanları bile kazırsak, dünyanın 3’üncü büyük Flamingo üreme alanı ve 319 bitki türünün yaşam alanı olan Gediz Deltası’ndan “otoban geçirmeye” kalkarsak, kısacası doğayı ellerimizle ve umursamazca yok edersek sonunda kabak bunları yapanların da başına patlayabilir.

Bu yaz Bodrum, Antalya, Manavgat, İzmir, Çanakkale, Kaş’ta orman yangınları günlerce bitmedi, binlerce ağaç kül oldu. Ormanların yok olmasının nelere mal olacağını her vatandaş, özellikle “kararları veren” hükümet dikkatle incelemelidir.

Son pişmanlık fayda etmeyecek, gelecek kuşaklar da bizi affetmeyecek unutmayalım!

Yazının devamı...

Gerçekler doğru okunmalıdır!

Dün Bakanlar Kurulu’nda yapılan değişiklikler gündemin baş konusuydu. Beş bakan değişti, Adalet eski Bakanı Bekir Bozdağ gibi bazıları Başbakan Yardımcısı oldu, 15 bakan ise yerinde kaldı.

Kabine değişikliği haberlerinde en çok üzerinde durulan konulardan biri “kabineye 2’inci bir kadın bakanın girmesi” idi.

Dr. İmren Aykut’tan 36 yıl sonra “bir kadının çalışma bakanı olması” haberlerde neredeyse bir şaşkınlıkla yer aldı, çünkü kabinelerde ne yazık ki “Aile ve Kadın bakanları” dışında başka bir kadın bakana nadiren yer veriliyor.

Bu arada 21 yıl önce İçişleri Bakanlığı gibi en önemli bakanlıklardan birini yapmış olan Meral Akşener’in de unutulmaması lazım, ancak o da “bir kadın başbakan” döneminde mümkün olmuştu.

Yeni Bakanlar Kurulu hayırlı olsun diyor ve bir başka konuya dönüyoruz.

AK Parti anketi

AKP’nin kendi seçmenleri arasında yaptığı ankette “Adalete güvensizlik % 50, Adalet Yürüyüşü’ne destek % 35” çıkmış.

AKP’nin genç seçmenlerinin sadece “yüzde 35’i Referandumda Evet oyu” vermişler. Parti yönetimi bu oranı düşük bulmuş.

Marmara-Ege-Akdeniz bölgelerinde Ak Parti seçmeninin yüzde 10-12’si “Hayır” oyu kullanmış, diğer bölgelerde bu oran daha düşük.

Adalet Yürüyüşü’ne genel olarak “toplumsal destek yüzde 35” çıkmış ki (karşı çıkanlar yüzde 40 imiş) bu oranın CHP oylarından yüzde 10 fazla olması da AKP yönetiminin üzerinde durduğu konulardan biri.

Aynı ankette vatandaşlar “Adalet Yürüyüşü ile Gezi gösterileri” arasında ilişki kurmuyor, gösteri hakkının kullanımını ise “normal” buluyor.

Adalet ve temel haklar

Bu anketin sonucu aslında son derece nettir ve Ak Parti için de en azından “yol gösterici” olmalıdır.

Ortada her 3 AKP seçmeninden 2’sinin Adalet Yürüyüşü’ne destek verdiği, Adalete güvensizliğin yüzde 50 çıktığı bir anket varsa bu ülkede yargı ve siyaset konusunda ciddi bir sorunun kabul edilmesi ve acil çözüm aranması gerekir.

AKP’li gençlerin referandumda yalnızca yüzde 35’i “Evet” demişse, daha eğitimli kesimlerin bulunduğu bölgelerde “yüzde 12’ye varan Hayır oyu” çıkmışsa “başkanlık sistemi ile güçler ayrılığının ortadan kalkması”, yargının “tek kişi ve onun partisi tarafından seçilen bir HSK ile tümüyle taraflı hale gelmesi” ülke için AKP tabanı tarafından da güvenli bulunmuyor demektir.

Adalet Yürüyüşü’ne toplumsal destek “CHP oy oranından yüzde 10 fazla” ise bu; yürüyüşün partiyle, siyasetle değil “adalet sorunu” ile alakalı olmasındandır ancak hükümet için de bir uyarıdır.

Adalet Yürüyüşü sırasında TV’lerden yapılan konuşmalarda “Gezi gösterileriyle arada bir ilişki kurulmaya çalışıldı”, oysa Gezi “doğanın yok edilmesine, tek park bırakılmamasına tepki” olarak başlamıştı, bu yürüyüşün ise “son dönemde verilen yargı kararındaki adaletsizlik, OHAL’in devamı ve baskılar” gibi nedenleri vardı.

Gezi sürecini her tepki gösterisinde gündeme getirmenin yanlışlığı da görülüyor.

Bu anketi doğru okumanın ülke yararına olduğuna inanıyorum.

Yazının devamı...

Güneyde tehdit ve 15 Temmuz!

Pazartesi günü, Kilis’in karşısındaki Azez’de ÖSO ile PYD-YPG çatışması olurken YPG’nin sınır ötesinden Türkiye’ye açtığı ateşe TSK top atışlarıyla cevap verdi.

Aynı gün yapılan MGK toplantısında ise:

Güney sınırlarımıza Suriye ve Irak’tan gelecek bir tehdit durumunda gereğinin yapılacağı…

Türkiye sınırları boyunca bir terör devleti kurulmasına izin verilmeyeceği…

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin aldığı referandum kararının hukuken ve fiilen uygulanamayacağı ve Irak’ın toprak bütünlüğünün önemi vurgulandı.

Savaşa çekebilirler!

Suriye’de ve Irak’ta bir yanda PYD-PKK, diğer tarafta Barzani güçleri alan kazanmaya devam ediyor.

Kısacası sınırlarımızda Türkiye’ye “daha çok PKK terörü” olarak yansıyacak, belki de bizi sınır ötesi bir savaşa çekecek büyük tehlike giderek daha da büyüyor.

IKBY Başkanı Barzani “Artık Irak’ın ve Suriye’nin toprak bütünlüğünden söz edilemez” diyeli çok zaman oldu.

Kıbrıs meselesi sarpa sardı, Yunanistan adalarımıza el koydu ve daha birçok sorun…

Biz ise bu konulara yoğunlaşmak yerine hala iç politikayla, çekişmelerle meşgulüz.

MİT ve istihbarat

Bir yıl önce 15 Temmuz’da ülke olarak büyük bir tehlike atlattık.

Ana Muhalefet Partisi CHP “15 Temmuz konusunda MİT’in verdiği bilgiler bizi tatmin etmedi. 15 Temmuz günü darbeden bilgi var mıydı, yok muydu” diye soruyor.

Devlet Bahçeli de “15 Temmuz’da istihbarat eksiğinden” söz etti.

Sorunu ortadan kaldıracak basit karar, MİT Müsteşarı ile Genelkurmay Başkanı’nın “sözlü olarak” partilerin sorularını cevaplamasıdır. Bu bir yıldır neden yapılamıyor?

CHP “OHAL ekonomiyi felç etti, KHK’lar binlerce mağdur yarattı, demokrasi-hukuk zedelendi” diyor, MGK’dan ise “OHAL’in 3 ay daha uzatılması” kararı çıktı.

Acaba Ana Muhalefet Partisi Lideri de MGK’da bulunsaydı, “ülke çıkarı ekseninde” tartışıp uzlaşamazlar mıydı?

Ortaya çıkarılmalı

Cumhurbaşkanı Erdoğan 15 Temmuz gecesi Atatürk Havalimanı’na inen Kılıçdaroğlu’nun “korkudan dışarı çıkamadığını, sonra da Bakırköy Belediyesi’ne gittiğini” söyledi.

Hatırlamak gerekir ki “Bir tehlike söz konusuysa liderlerin tehlikeden uzaklaştırılması” genel bir kuraldır. Bu kural, güvenlik görevlilerinin başbakan ve cumhurbaşkanları gibi parti liderlerini de (özellikle ana muhalefet liderlerini) aynı dikkatle korumalarını gerektirir.

Bu nedenle Cumhurbaşkanı Marmaris’teki otelden çıkarılmış, Başbakan bir tünelde bekletilmiştir.

Bu nedenle Cumhurbaşkanı’nın araçlarını kalabalık güvenlik ekipleri koruyor.

Kılıçdaroğlu “15 Temmuz’un siyasi ayağı araştırılsın” ısrarında, Ak Parti ise bu konuda verilen önergeyi ret etti.

Oysa… Örneğin; FETÖ’cülükten 15 yıl hapsi istenen Bolu eski Valisi İbrahim Özçimen ifadesinde “Vali yardımcısıyken Şaban Dişli’ye ‘vali olmak istediğimi’ ilettim. O da adımın verildiğini söyledi” demiş.

FETÖ militanlarının devlete sızması ve yükselmesine yardım edenlerin ortaya çıkarılması ancak tüm partilerin bunu istemesi ve uzlaşmasıyla sağlanabilir ve bu yapılmalıdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.