Şampiy10
Magazin
Gündem

Diyanet ve boşa giden vergiler!

Ege’deki depremlerin yanında, yaşadığımız siyasi ve sosyal depremler de maalesef devam ediyor.

Hakkari’de 10 yaşında bir kız çocuğuna tecavüze kalkışırken köylüler tarafından yakalanan sapık “tecavüz tam gerçekleşmemiş” denerek serbest bırakıldı.

Videoda köylülerin görevini yaptığı, verdikleri doğru tepki açıkça görülüyor, oysa hakim görevini yapmamış, bu sapığın cezasını vermeyi başaramamış.

Diyarbakır’da bir başka sapık Münir Y. üç kız çocuğuna tacizde bulunduğu için 30 yıl hapisle yargılanırken, çocuklar baskı altında ifade değiştirmişler ve bu suçlu “iyi hal indirimi” ile 6 yıl 8 ay hapis almış.

Kadın Hakim Berna Saçan Türker “Suç sabit, ceza adil değil” diyerek muhalefet şerhi koymuş.

Suçlu hakimler

Sapığı serbest bırakan veya “iyi hal indirimi” yaparak 30 yılı 6 yıla indiren hakimler bu ağır suçlara ortaktır.

Eğer hukuk işliyorsa ve toplumu koruyacaksa, en kısa sürede görevden el çektirilmeleri ve yargılanmaları gerekir.

TKDF Başkanı Canan Güllü, 1 Temmuz-1 Ağustos arasında “Aile içi şiddet” nedeniyle “Acil Yardım Hattı’nı arayanlar”ın sayısının 318 olduğunu bildiriyor. Sigara içen kadınları “namussuz” ilan eden yazıların çıkmasına, Bakan’ın “Kimse hakkında giydiği şorttan dolayı adli soruşturma açılmıyor ki” demesine hükümetten bir tepki gelmezse kadınlar ve çocuklarla, yaşam tarzları ve giyim-kuşamla ilgili skandallar evlerin içinde bile artacaktır.

Medeni bir ülke mi olacağız, yoksa en geri kalmış ülkelerdeki olaylarla mı yaşayacağız, buna hükümetin ve yargının artık karar vermesi gerekiyor.

Görmez de görevini yapmadı!

Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker sosyal medyada “Diyanet’e giden 7 milyar vergi ile benzin ve elektrik ne kadar ucuzlar? Bunun ekonomiye ve milli gelire katkısı ne olur” diye sordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Diyanet’in “Ülkede kök salan FETÖ konusunda geç kaldığını” söyledi.

Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ayrılan Görmez de “Bir daha sapkın hiçbir dini yapı konusunda 40 yıl gecikmenin mahcubiyeti yaşanmamalıdır” sözleriyle devlet kurumlarına yıllardır sızan FETÖ’ye müdahalede geç kalındığını ima etmişti.

Ortada bir “geç kalma” sorunu olduğu zaten açık, ancak…

Cem Toker’in vurguladığı gibi, devletin nedense bu kadar dev bir bütçe ayırdığı Diyanet’e yıllarca başkanlık etmiş olan Mehmet Görmez’in tek hatası bu da değildir. Ortadoğu’nun ve dünyanın din istismarcısı terör örgütleri tarafından cehenneme çevrildiği bir süreçte, uluslararası bir toplantıda, “savaşlarda kullanılan silahlar”dan yola çıkarak “Laiklik dünyayı topyekun savaşa soktu” diyen de odur, Gezi eylemlerinde “camide içki içildi” yalanını destekleyen de…

Diyanet, skandal bir soruya karşılık “Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir” şeklindeki korkunç açıklamayı da onun döneminde yapmıştır.

Bu yanlışlar yerine toplum Diyanet’ten “kadına ve çocuklara saygılı bakışı, şiddetin ve canlılara zarar vermenin din tarafından yasaklandığını” dinlemiş olsaydı çok şey değişebilirdi.

Yazının devamı...

Defolu kişiler ve devlet!

FETÖ tutuklamaları orduda, yargıda ve diğer kurumlarda hala devam ediyor.

Bununla birlikte “FETÖ militanlarının bu kurumlara yıllar boyunca yerleşmesine göz yumanların, FETÖ ile yakınlığı fotoğraflarla sabit olanların” yapılan soruşturmalarda yer almaması…

Örneğin Adil Öksüz gibi “FETÖ’nün Hava Kuvvetleri İmamı” denilen bir ismin tutuklandıktan sonra serbest kalması…

15 Temmuz günü “darbe girişimi olacağını net şekilde açıklayan” ihbara rağmen o gün ve gecede anlaşılmayan noktalar… Bu konunun daha uzun süre kapanamayacağını gösteriyor.

Büyük tepki

Ülke zaten bir yıldır darbe konusuyla çalkalanırken, bunun üstüne “Rejim değişikliği mi, sistem değişikliği mi” tartışmaları yaratan Anayasa değişikliği gelmişken AKP eski MKYK üyesi Ayhan Oğan’ın TV’deki konuşması toplumda büyük tepki yaratmıştı.

Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu nedense bu konuda açıklama yapmadı, tek sözü “AKP Genel Başkanı ne düşünüyor, onu öğrenmek lazım” oldu. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün Rize’deki konuşmasında bu konuda şunları söyledi: “Bu dörtlü Ak Parti’nin manifestosudur. Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Bizim Türkiye Cumhuriyeti devletinden başka devletimiz yoktur.”

Halkın endişesi

Cumhurbaşkanı’nın kast ettiği; 1923 yılında Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti olduğuna göre bu tartışma kapanmıştır. Ancak…

Her devletin vatandaşları kurucularına ve tarihine saygı gösterir.

Türkiye’de ise özellikle son bir yıl içinde bu saygıyı göstermeyen, Atatürk heykellerine “put” yakıştırması yapan, bu yakıştırmalardan cesaret alarak sözlü ve eylemli olarak saldıranlar arttı.

Bunların yanında kadınlara saldırılar da neredeyse sokağa yalnız çıkmasını bile engelleyecek boyutlarda arttı.

Diğer gelişmelerle birlikte halkta “Tarihimiz ve Cumhuriyet değerleri her alanda yıpratılıyor, bir dönüşüm yaşanıyor” endişesi de giderek yükseldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, aynı konuşmada; yanlış içinde olan belediye başkanları veya bakanlar için “Bencillik batağındaki defolu kişilerle mücadele yürütülmez” dedi.

Devleti bağlar mı?

Karadeniz Bölgesinin turizm açısından önemine değindikten sonra “Yapılaşma konusunda sıkıntı yaşandığından, dikkatsizce yapılmış binaları selin alıp götürdüğünden” söz etti.

Ayder Yaylasının şu andaki hali için “Bizim temsilimiz olamaz… Biz Ayder’i kirlettik, rezil ettik” dedikten sonra belediye başkanlarını işaret ederek “Yahu devlet niye suçlu olsun, suçlu sensin” vurgusunu yaptı. Oysa bu defolu ve ciddi yanlışları yapan kişiler devleti temsil etmektedirler, eylem ve söylemleri önce iktidar partisini, sonra devleti bağlar.

Sonuç olarak, yalnızca görevden ayrılmaları değil, partiden istifa etmeleri ve ülkeye verdikleri kalıcı zarar nedeniyle haklarında soruşturma yapılması gerekir.

Sorumsuz sözleriyle toplumu ayağa kaldıran Ayhan Oğan’ın da partiden istifa etmesi benzer bir yanlışın tekrarlanmaması açısından beklentidir.

Yazının devamı...

Yeni devlet ve yeni sorular!

Ak Parti MKYK Üyesi Ayhan Oğan CNN Türk’te katıldığı bir programda “15 Temmuz’da devlet içine odaklanmış ‘bütün vesayet mekanizmalarının’ darmadağın olduğunu” söyledi.

Aynı konuşmada “Yeni bir devlet kuruyoruz” dedi ve işte bu noktada önce sosyal medyadan başlayan, sonra gazete ve TV’lerde yer alan dev bir toplum tepkisi geldi.

Elbette haklı bir tepkidir bu!

“Eski devletin içine” yıllar boyu virüs gibi yayılırken fark edilmeyen ve önlenmeyen Gülen Cemaati üyelerinin oluşturduğu “FETÖ’nün yaptığı bir darbe girişimi” yaşadı Türkiye…

Bu yayılma sonucunda gerçekleştirdikleri darbe girişimi ülkeyi kökünden öyle salladı ki bir yıldır her gün bu konu konuşuldu, o gece 250 vatandaş şehit oldu, girişimden bu yana 50 binden fazla kişi tutuklandı.

Ülkenin milyonlarca vatandaşı da bir yıldır gece-gündüz en yoğun şekilde “darbe” konusuyla yaşayarak bir tür ceza çekiyor.

Öncelikle, darbeye kalkışan FETÖ örgütü olduğuna göre Ayhan Oğan’ın neden FETÖ yerine “bütün vesayet mekanizmaları” tanımını kullandığı merak konusudur.

Tabii “yeni bir devlet kuruyoruz” sözü de…

Eski devlet nerede?

Türkiye Cumhuriyeti’ne “devletin FETÖ tarafından istila edilmesi” ve bu istila neticesinde bir darbe girişimi yaşanması dışında ne oldu?

Anayasası çok kez değişti, başkanlık ‘sistemi’ için de değiştirildi ama sonuçta Anayasa ve sınırlarını onun çizdiği “Anayasal düzen” yerinde duruyor.

Bu cumhuriyeti kurmak için yapılan koskoca bir Kurtuluş Savaşı, ülkeyi kuşatmış emperyalist ülkelere karşı kazanılan dev zaferler, on binlerce şehit duruyor.

İktidar Partisi’nin MKYK’sında bulunan bir ismin; Türkiye tarihinin yok sayılmasını ve yeni bir devletin kurulmasını bu şekilde televizyonlarda dile getirmesi kabul edilemez.

Eski devletin kusuru ne ve nereye gitti?

Muhalefet konuşamıyor

Gerçi başkanlık sistemi için yapılan Anayasa değişikliğinden sonra Ana Muhalefet Partisi’nin Meclis’teki rolü, etkinliği ortadan kalktı, “konuşma ve sorunları tartışma hakkı” bile kalmadı.

Tepki göstereceği olayları ya 450 kilometre yol yürüme veya Meclis’te gece boyu oturma eylemleriyle duyurabiliyor.

Bu nedenle de “çok partili, çok sesli bir demokrasi”den söz edemeyiz ama en azından görünüşte bir Meclis var.

Türkiye’de yeni bir devlet kuruldu dedikten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da bu yanlış konuşmasına katmak, “yeni devletin kurucu lideri” ilan etmek ikinci büyük hatadır.

En büyük suç!

Daha önce Balyoz davalarında görülmüştü, şimdi “15 Temmuz ve FETÖ” davalarında da darbe girişiminde bulunanlara TCK 309’uncu maddeden “ağırlaştırılmış müebbet hapis” isteniyor.

TCK 309 “Anayasa’nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenlere ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir” diyor.

Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs “en büyük suç”ların başında…

Bakalım Ayhan Oğan yargıya bu sözlerini açıklayacak mı?

Yazının devamı...

15 Temmuz’da gidiş süreci!

15 Temmuz darbe girişiminin en önemli davası denilen “Akıncı Üssü” davası başladı ve verilen ifadeleri, onlar üzerine yapılan tartışmaları izliyoruz. Medyadaki tartışmalarda “vatandaşın konuya ilgisinin kaybolduğu, FETÖ’ye yoğunlaşmak yerine üniversite hocalarını, Cumhuriyet ve Sözcü gazetesi yazarlarını veya yerli-yabancı insan hakları savunucularını bu örgütle ilişkilendirmenin darbe girişimini sulandırdığını” söyleyen akademisyenler, siyasetçiler, terör uzmanları var.

Uzmanlar, konsantre bir mücadele sürdürmek yerine bu şekilde tutarsız iddialarla suçlu aramanın 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi soruşturmalarına güveni azalttığını söylüyor ki bence de doğrudur.

Akıncı Davası başlarken “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanı Akar, CHP, HDP”nin davaya müdahil olmak istediği görüldü. Darbe girişiminin komuta merkezi olan Akıncı Üssü Davası büyük önem taşıyor ama acaba en önemli dava sadece bu mudur?

Nasıl başladı?

Dün bu davada “darbenin 1 numarası” denilen, 2016’da Hava Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Akın Öztürk’ün savunması dinlendi.

Akın Öztürk, Akıncı Üssü’ne gidişinin detaylarını anlatırken darbeciler tarafından 15 Temmuz gecesi bu üsse götürülen Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’la karşılaşmalarını ve onun kendisine “Bunlar darbeye kalkışıyorlar, onları ikna et” dediğini de aktardı.

Toplum bu olayların nasıl geliştiğini bugüne kadar askerlerin verdiği ifadelerden, köşe yazılarında saatleri de verilerek yazılan yazılardan biliyor. Ancak…

Bütün bu açıklamalara rağmen anlaşılmayan birçok nokta var.

Darbe girişiminin tam olarak, doğru şekilde ortaya çıkması için “darbe nasıl başladı, gelişti, bitti” sorusunun cevabını aramadan önce koskoca devlet kurumlarının hemen hepsi nasıl FETÖ tarafından işgal edilebildi, “darbe noktasına nasıl gelindi” sorularının cevabını bulmak gerekiyor. Bu soruların cevabı anlaşılmadan Türkiye ne 15 Temmuz’u anlayabilir, ne de bundan sonra benzer tehlikelerin, “devletin dini kullanarak siyasete nüfus edecek başka cemaatlerin, grupların” tehdidinden korunabilir.

Balyoz ve öncesi

Örneğin, FETÖ’nün devlete sızmasının 40-50 yıllık mesele olduğu söyleniyor. Acaba, bu örgütün devlete sızması Balyoz-Ergenekon sürecine kadar hiç mi görülmedi?

Balyoz-Ergenekon sürecini burada hatırlamamızın nedeni, Balyoz kumpasıyla hapsedilen masum subayların “albaylardan generallere kadar” bu süreçte cezaevindeyken ve çıktıktan sonra yazdıkları (mesela Mustafa Önsel…Çok önceden başlamıştı, hala anlatıyor) kitaplardır. Yıllar öncesinden TSK’yı uyaracak “kurum içindeki FETÖ örgütlenmesini” açıklayan flash bellekler teslim edilmiş ve hiçbir işlem yapılmamış. FETÖ kumpası Balyoz’dan önce bu örgütün yıllarca “askeri okulların sınav sorularını çalmak, bu çalıntı sorularla FETÖ’cüleri TSK’ya sokmak, FETÖ’cü olmayan öğrencileri bertaraf etmek”ten başlayan eylemleri nasıl olmuş da hiç önlenememiş, sorumluları kimler? Araştırma baştan başlayarak sona doğru gitmelidir.

Yazının devamı...

Şort, müftü, doğum ve ip!

Türkiye gündemi çok önemli sorunlarla doluyken, TV’lerde bu konuları tartışan bazı akademisyen veya gazetecilerin “Ben bu konuda büyük dert görmüyorum” gibi yorumları insanı hayrete düşürüyor.

Günlerce tepki yaratan, milyonlarca kişinin aynı endişeleri paylaştığı olayların hiçbiri bu şekilde geçiştirilecek kadar basit değildir.

Yaz sıcağında şort giyen genç kızlara, kadınlara saldırma, parka girmesini engelleme, sokak ortasında ahlaksız eylemlerde bulunma gibi olaylar Türkiye’de yeni ortaya çıktı.

Atatürk heykellerine saldırılar, belki de bazı belediyelerin Atatürk heykelini kaldırıp yerine anlamsız heykeller koymasından veya siyasi konuşmalarda bu ülkenin kurucusuna saygıyı “putlaştırma” olarak yansıtanlardan güç bularak başlatıldı.

Ayrıca, bu olayların hiçbiri “münferit” ve diğer gelişmelerden bağımsız olarak gerçekleşmiyor.

Rejim dönüşecek mi?

Türkiye’deki endişe yaratan sorunların çözümü önce “demokrasi, insan hakları ve laiklik” konularının anlaşılmasında yatar.

Önce Hükümetin kendisi şu soruyu cevaplamalıdır; Türkiye “laik, demokratik hukuk devleti” olarak kalacak mı, kalmayacak mı?

İstenen kalması mıdır, yoksa yavaş yavaş “münferit” denilen olaylar artarak ülkenin demokratik-laik rejimden uzaklaşmasına göz mü yumulacaktır.

Örneğin son YAŞ toplantısında ilk kez “saygı duruşundan sonra dua edildiği” haberi çıktı. Laik ve “her dine-inanca eşit mesafede” olması gereken devlette buna neden gerek görüldü?

Müftülere “resmi nikah kıyma yetkisi” verilmesi ve ayrıca müftünün de yetkiyi istediği kişilere devretme hakkı konusundaki tepkilere karşı “laikliğe zarar vermez, çocuk gelinleri arttırmaz, aksine resmi nikaha teşvik eder” dendi.

Keyfi şekilde ve aniden…

Dinin devlet işlerine karışmaması gerekirken bunlar kimin aklına geliyor, belediye memuru veya salonu mu kalmadı?

Ayrıca, hangi nedenle “resmi nikaha teşvik” edecek?

Anayasa “evliliklerin evlendirme memuru tarafından yapılmasını” öngördüğüne ve bugüne kadar böyle yapıldığına göre keyfi şekilde ve aniden bu değişiklikleri yapmak haklı olarak tepkileri çekmektedir.

Bu karar çıkarken diğer tarafta doktor ve ebelerin “çocuk yaşta doğum yapanları rapor etmek zorunda olması” şartı kaldırıldı. Evde doğum yapıldığında “sadece beyan üzerine kimlik verilecek”.

Hepsine birlikte baktığınızda “küçük yaşta kızların evlendirilmesinin de, doğum yaptırılmasının da” devletten çok daha kolay gizlenebileceği ortadadır.

Bu konular (ve tabii okul müfredatı değişiklikleri) Meclis’te uzun uzun tartışılmadan karar verilmeyecek kadar önemlidir ama maalesef yapılmıyor.

Bir önemli mesele de “şehit yakınları ip attı, idam istiyorlar” denerek o konunun da aceleye getirilmesi endişesi…

15 Temmuz’dan bir yıl sonra hala Cumhurbaşkanı “gerçek suçlular yerine sıradan insanların üstüne gidildiği” uyarısında bulunurken, Balyoz-Ergenekon gibi “ders alınacak ve hukuk felaketiyle dolu” bir süreç yaşanmışken idam konusunda değişiklik geri dönülmez bir yanlış olacaktır!

Yazının devamı...

15 Temmuz nasıl anlaşılacak?

Aradan bir yıl geçti ama hala 15 Temmuz gecesi MİT ve Genelkurmay’da neler yaşandığı, Başbakan ile Cumhurbaşkanı’na neden geç haber verildiği, tutuklanan asker ve siviller arasında “kimlerin gerçekten suçlu, kimlerin masum olduğu halde tutuklu” olduğu anlaşılmış değil.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bakanlar ve milletvekilleriyle yaptığı toplantıda “FETÖ ile mücadelede asıl isimlerin değil de sıradan insanların üzerine gidildiği yönünde şikayetler var, dikkate alın” dediğine göre o da ortada hukuksuzlukların olduğunun farkında.

Ancak… Eğer yargı bağımsızsa bu hukuksuzluğu giderecek olan “bakanlar ve milletvekilleri” değil, kararları veren “yargı”dır.

Yargı, örneğin tutuklu bırakılan Cumhuriyet yazarları ifadelerinde “FETÖ ile ilişkileri olmadığını, ortaya sürülen delillerin gerçek dışı olduğunu” hukukçu olmayan vatandaşların bile anlayacağı şekilde açıklamasına rağmen hala “tahliyeleri için yeterli delil oluşmamıştır” diyerek tutukluluğu uzattı.

Sözcü gazetesinden üç isim 26 Mayıs’ta ifade verdi, hala tutuklu şekilde bekliyorlar. Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi “Asıl FETÖ’cüler dururken” ilgisi olmadığı FETÖ ile mücadelesinden belli gazetelerde çalışanların tutuklanması, FETÖ soruşturmalarının Balyoz ve Ergenekon kumpas sürecine dönmesi nasıl önlenecek?

Bu ve benzer durumlarda, milletvekilleri ve bakanlar şikayetleri dikkate almak için ne yapabilirler?

Suçlu mu, masum mu?

Örneğin 15 Temmuz gecesi “darbeden hiç haberi olmayan” Kuleli Askeri Lisesi ve Hava Harp Okulu öğrencilerinin üsleri tarafından emirle Köprü’ye götürüldüğü haberleri çıkmıştı.

Bu öğrencilerden bazıları Köprü’deki çatışmalar sırasında maalesef hayatını kaybetti.

O gece köprüde bulunan ve çoğu öğrenci olan 22 asker önce mahkeme tarafından serbest bırakılmış, sonra savcının itirazıyla tekrar tutuklanmış.

Askerler “polis ve vatandaşlarla çıkan çatışmalar sırasında tankların içinde saklandıkları” şeklinde ifade vermişler.

Acaba “masum oldukları halde tutuklu bulunmaları” ihtimali nedir, nasıl ve ne zaman anlaşılacak?

Balyoz-Ergenekon davaları sürecindeki “gizli tanıklar, imzasız mektuplar”dan farksız şekilde Hüseyin Gülerce gibi tanıklarla yürütülen davalara nasıl güvenilecek?

10 Haziran 2017’de o güne kadar FETÖ suçlamasıyla “50 bin 402 kişinin tutuklandığı” açıklaması var. Bunların hepsi devlete sızan FETÖ militanı ise buna “sızma” denebilir mi?

Balyoz kumpası ile cezaevine giren askerlerin yazdıkları birçok kitapta “FETÖ’nün TSK’ya nasıl yerleştiği, çalıntı sınav sorularının FETÖ’cülere nasıl verildiği, haksız şekilde askeri okullara alınıp rütbelerinin nasıl yükseltildiği” net şekilde anlatılmıştı.

O süreçte TSK’daki FETÖ örgütlenmesini “hiç farketmeyen” askeri yönetimlerin ve ilgili bakanların, diğer kurumlarda yıllar boyu FETÖ’cülere verilen destek veya göz yummaların 15 Temmuz’a gelinmesinde sorumluluğu vardır. Bu tartışmanın sağlıklı yapılması için baştan başlayıp sona doğru gelmek gerekiyor.

Yazının devamı...

‘Parlamento’ ve ağır gündem!

Haberleri izlerken hep “şimdi iyi ve gülümseten bir haber de gelecek” diye bekliyoruz ama maalesef yok.

Ülkenin her köşesinde şiddet olayları, feci trafik kazaları, seller, yangınlar ve üzücü ne varsa hepsi bir arada…

Bodrum’da gece kulübünü basıp önüne kim çıkarsa kurşunlayan mı ararsınız, evi boşaltmadı diye eski eşiyle kızını sokak ortasında öldüren mi, çocuklara bile taciz saldırıları mı…

Her şeyden önce Türkiye gibi suçun hızla arttığı bir ülkede “bireysel silahlanma”yı iyice sınırlamak yerine teşvik etmek büyük bir yanlıştır.

Bunun yanında, suçluların hak ettikleri ağır cezaları alması gerekirken “hafifletici nedenler” bularak ceza caydırıcılığını ortadan kaldırmak ikinci büyük yanlıştır.

Suç ve ceza

Karpuz tarlasında aylarca çalışarak biriktirdiği 5 bin TL’den borçları için 700 TL alıp gerisini ailesine 8 aylık geçim parası olarak ayıran ve bu parayı çalmak isteyen kişi tarafından komalık şekilde darp edilen 77 yaşındaki Ali Bulut’un anlattıklarını okumak bile dayanılır gibi değil. (Hürriyet)

Türkiye’de bazıları yolsuzluklarla veya haksız kazançlarla bir anda trilyonlar kazanırken bazıları da Ali Bulut gibi 77 yaşında terini akıtarak 3 kuruş kazanıyor, onu da “döverek elinden alan” vicdansızlar çıkıyor.

Bu suçları işleyenler korkmuyorlar çünkü yakalansalar bile ağır bir ceza almayacaklarını biliyorlar.

Atatürk heykeline saldıran satıcı için Valilik açıklama yapmış; akli dengesi yerinde değil ama soruşturma sürüyor diyor.

Akli dengesi yerindeyse cezasını çekmeli, değilse “akıl hastanesine” alınmalıdır, suçların cezalandırılmadığı bir ülke hiçbir şekilde güvenli olamaz.

Konuşmasız meclis

Yaz ortasında İstanbul’da 10 gün içinde 2 büyük sel felaketinin yaşanmasından sonra çevreci oluşum “İstanbul Kuzey Ormanları Savunması” grubu, 3 milyondan fazla ağacın kesildiği Kuzey Ormanları’nı örnek göstererek “Afetlere karşı emniyetli kentleşme yerine, inşaat şirketlerinin taleplerine göre şekillenmiş rant odaklı bir kentleşmeyle karşı karşıyayız” dedi ve İBB Başkanı Kadir Topbaş ile diğer sorumluların istifa etmesi gerektiğini belirtti.

Bu konuların hepsi Meclis’te tüm partilerin saatlerce düşünerek, konuşarak karar vermesi gereken önemdedir, Batı demokrasilerinde önemli konularda yapılan budur.

Bizde ise; yeni kabul edilen iç tüzüğe göre, en az 6 saat toplantı yapacak olan Meclis’te milletvekillerine verilen konuşma süresi 3 dakika..

Önerge verme sayısı iyice azaltılıyor, konuşma süreleri yeterli değilken onu 3-5 dakikaya indiriyor, hangi konuyu nasıl tartışabilecekler?

İç tüzük konusunu hukukçulara ve siyasetçilere sordum, hepsi bu görüşü destekliyor.

Anayasa Hukukçusu ve CHP eski Milletvekili Süheyl Batum ise en can alıcı noktayı vurguladı:

“Parlamento sözcüğü Fransızca ‘parle’ yani ‘konuşmak’ fiilinden türemiştir ve ‘konuşulan yer’ demektir. Konuşulamayan bir yere artık ‘parlamento’ denemez”. Konuşulamayan bir meclis bizi ne sağlayacak, düşünmek gerekmez mi?

Yazının devamı...

İç Tüzük ve oturma eylemi!

Ak Parti ile MHP tarafından hazırlanan “TBMM İç Tüzüğünde Değişiklik” yapan teklif TBMM Genel Kurulu’nda iki partinin çoğunluğu sağlayan oylarıyla kabul edildi.

CHP’nin bu değişiklikle ilgili muhalefet şerhinde teklifin “Milletvekillerini hizaya getirmeyi ve Meclis’i susturmayı amaçladığı” belirtildi.

Teklifin Meclis Genel Kurulu’nda kabulünden sonra ise CHP bütün gece “Meclis’te oturma, Meclis’i terk etmeme eylemi” yaptı.

1 Kasım seçimlerinden Türkiye’nin 4’üncü partisi olarak çıkan ve ortada resmi bir koalisyon olmadığına göre aslında “bir muhalefet partisi” olan MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli “muhalefet partilerinin konuşma hakkını 3-5 dakikaya indiren” değişiklikten çok memnun.

Tek kızdığı şey Ana Muhalefet Partisi’nin kendisi gibi düşünmemesi.

İçi acıyor…

Bahçeli, adeta bir yabancı veya sokaktaki adam gibi…

“Türkiye’ye bakıyorum, içim acıyor. Geleceği düşünüyorum, keyfim kaçıyor” diyor.

“Kavga sıradanlaştı, kutuplaşma sertleşti, birbirimizden kopuyoruz, birbirimizi boğazlıyoruz…Tehdit bıçak gibi keskin, vatanı kaybedemeyiz” diyor. Ve arkasından:

“Üzerimize çığ gibi düşen doğal afetler manevi ikaz sayılmayacak mı” diye soruyor. Doğru, sonunda kafamıza taş yağdı ama bunlar ülkeye düzen vermek için kurulmuş Meclis’e girmiş bir partinin genel başkanının söyleyeceği sözler değildir.

Sadece bu kadarını dinleyen vatandaşları bile depresyona sokmaya yetecek sözler için mi seçilir genel başkanlar?

Referandumdan önce “Hayır çıkarsa ülke karmakarışık olur” dediğine göre şimdi; Evet çıktıktan sonra da “ülkenin karmakarışık olduğunu, hatta insanların birbirini boğazladığını” söylemesi nasıl değerlendirilmeli?

3 Dakika konuş!

Türkiye’de görülen şekildeki doğal afetler “manevi ikaz” değildir, dün ve daha önce de yazdığım gibi doğayı katletmeye karşı “doğanın intikamı” ortaya çıkmaktadır.

MHP Genel Başkanı, CHP’nin oturma eylemi için “Yürüyünce adalet bulacaklarını sananların, sabaha kadar oturmakla söz hakkına sahip çıkacaklarını iddia etmesi gaflettir” diyor.

Demek ki ortada “bulunması gereken bir adalet, sahip çıkılması gereken bir söz hakkı” var.

İç Tüzük değişikliğindeki en önemli ve “Meclis’i susturmayı amaçlıyor” tepkisine neden olan maddeler partilerin konuşma süresini daha da kısıtlayan maddelerdir.

Grup önerileri için daha önce 10 dakika olan süre kalkıyor, her partiye 3 dakika, önergeyi verene 5 dakika konuşma süresi veriliyor. Usul tartışmaları için de söz hakkı 3 dakikaya iniyor.

Meclis çalışma saatleri 6 veya 7 saat olacağına göre ve ülke en ciddi sorunlarla boğuştuğu dönemi yaşarken, milletvekillerinin 15-20 dakika yerine 3 dakika konuşması “nedeni anlaşılır bir durum” değildir.

Millet onları “Bahçeli’nin uygun gördüğü gibi” sussun ve otursun diye seçip göndermiyor.

Gerçek bir demokraside muhalefet partilerinin konuşması, gerekiyorsa eleştiriler getirmesi, kısacası çok seslilik şarttır. Aksi takdirde “Türkiye otoriterleşiyor” diyenler haklı çıkacaktır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.