Şampiy10
Magazin
Gündem

Çekişmeyi bırakın, sınırlara bakın!

Irak ve Suriye’nin kuzeyinde, “Türkiye’nin güney sınırları boyunca uzanacak bir Kürdistan” için dış gayretlerin devam ettiği görülüyor.

Medyada yapılan tartışmalarda bazen gereğinden fazla naif, bugüne kadar olan gelişmeleri gözden kaçıran, “Belki de korkulan olmayacak, güneyde devlet kurulsa bile Türkiye ile iyi geçinecekler” benzeri görüşler de var.

Dış politika bu tür zayıf tahminler üzerine inşa edilemez, bugüne kadarki gelişmelere, tarihe bakılır, deneyimli diplomatların-siyaset bilimcilerin görüşü de alınarak, her ihtimal göz önüne alınarak karar verilir.

‘Sınırlar değişecek’

Örneğin; 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı olan Condoleezza Rice “Büyük Ortadoğu Projesi ile Türkiye dahil 22 ülkenin sınırları değişecek” demişse…

Örneğin; Barzani’nin Rudaw TV’si yıllardır “Türkiye’nin doğusunu, güneydoğusunu, hatta güneyini içine alan Kürdistan haritaları” yayınlıyorsa…

Örneğin; ABD, Türkiye’ye binlerce şehit verdiren PKK terörünü görmezden gelerek PKK-PYD’ye hala tanklar, tüfekler gönderiyorsa…

Suriye’deki gelişmelere paralel şekilde Irak’ta ABD, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne-Barzani’ye ve PYD’ye “ortak, müttefik” muamelesi yapıyor, IKBY’yi Irak’a yayıyor ve Türkiye’nin müttefikliğini lafta bırakıyorsa…

IKBY’de “Suriye Kürdistanı Rojova’da Kürt güçlerinin birleşmesi” için anlaşma imzalanıyorsa, bu gelişmelerin hepsi zamanında, geç kalınmadan, iç çekişmelerle zaman kaybetmeden değerlendirilir.

Rusya Afrin’de!

Türkiye, ÖSO ile birlikte Cerablus, El Bab gibi kentlerin kontrolünü (kim için çalıştığı açıklanmayan) DEAŞ’tan aldıktan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan “Sırada Menbiç ve Rakka’nın olduğunu” söylemiş, hatta ABD’ye “Gelin Rakka’yı birlikte DEAŞ’tan alalım” demişti.

ABD bu teklifi (aynen Irak’ta Musul operasyonunda olduğu gibi) kabul etmedi.

PYD’nin amacının güney sınırımız boyunca tüm bölgeyi tek parça halinde alıp genişleyerek Akdeniz’e açılan bir koridor haline getirmek istediği biliniyor.

Bu nedenle Türkiye kuzeybatıda Afrin’e, Kuzeydoğuda Menbiç ve Rakka’ya önem veriyordu. Ancak Rusya Afrin girişine birliklerini konuşlandırırken ABD’de Menbiç girişini tuttu.

Böylece Türkiye’nin yapmak istediği operasyonlarda karşısında kendilerini bulacağını gösterdiler ve Fırat Kalkanı’nın devam etmesine izin vermediler.

Geçen ay “Türkiye’nin Afrin’e operasyon düzenleyeceği, Rusya ve İran’ın da bu operasyona olumlu bakacağı” iddiası duyuldu.

Bu iddiadan sonra, geçen Pazartesi “Halep’in kuzeyindeki YPG bölgesinde Rus zırhlı birliklerinin görüntüleri” yayınlandı.

ABD ve Rusya’nın ezeli rekabetini bile bir yana bırakarak bu işin içinde “aynı safta” yer aldığını bazı ABD senatörleri de tepki göstererek açıklamıştı.

“Güneyimizde bir Kürdistan”ın Türkiye’de önce planlı olarak PKK terörünü arttıracağı, sonra toprak tehdidinin ortaya çıkacağı şu anda en önemli gündem olmalıdır.

“Güneyimizde bir devlete izin vermeyiz” derken Irak ve Suriye’de ne gibi bir politika izleyeceğimizi düşünmek gerekiyor.

Yazının devamı...

Bu referandum “savaş sebebi” mi?

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi IKBY Başkanı Mesut Barzani “25 Eylül’de ‘Bağımsızlık Referandumu’ yapacaklarını” açıklayalı uzun zaman oldu.

Bu süre içinde ABD Savunma Bakanı Jim Mattis, daha önce de yaptıkları gibi Barzani ile sık sık görüştü. Söyledikleri arasında akılda kalan tek şey “Referandum süreci DEAŞ ile mücadeleye engel olur”.

ABD’ye ne söylense aynı cevap alınıyor zaten; “DEAŞ ile mücadele”…

PKK Türkiye’de cinayetlerine devam ediyor, ABD’nin PYD-PKK’yı “eğitip donatması” ile cesaretleri de, güçleri de arttı, Karadeniz Bölgesi’nde bile terör faaliyetini sürdürüyorlar ama bunlar ABD’yi ilgilendirmiyor.

ABD, Barzani’ye “Refarandum süreci DEAŞ ile mücadeleye engel olur” dediğinde Barzani “Referandum şahsi bir mesele değildir. Milletin hakkıdır. Terörle mücadeleye engel teşkil etmez” cevabını vermiş.

PYD-PKK ile birlikte!

Kobani’de terör örgütlerinden başka kimse olmadığında da hala “IŞİD saldırıyor” bahanesiyle Barzani-PYD-PKK Türkiye’den yardım almışlardı. O Rojova’nın “Kobani, Afrin, Cezire kantonları” aynı yalanlarla alındı, PYD’ye verildi.

Suriye savaşına müdahelemizin etkisiyle Kuzey illerine yerleşen PYD-PKK, Suriye’de Türkiye sınırı boyunca ilerlerken ABD ve bazen Rusya, hatta Esad güçleri onlara havadan, karadan destek verdi.

Türkmenler ezildi, saldırılara uğradı ve köylerinden Türkiye’ye doğru sürüldü. İsteyen tüm Suriyeliler mülteci olarak girerken kaç Türkmen içeri alındı bunu bilmiyoruz.

Asıl neden petrol mü?

Güya ABD 25 Eylül bağımsız Kürdistan referandumu’na itiraz ediyor havası içinde, oysa eğer gerçekten ediyor olsaydı Barzani’yi durdurabilirdi.

Onu durduracağına Türkiye’nin çok sayıda şehit verdiği “Fırat Kalkanı” operasyonunu durdurdu, Türkiye’nin Rakka’ya ilerlemesine karşı çıktı.

Rakka operasyonunu Türkiye’nin tüm ısrarlarına rağmen bizim yerimize PYD-PKK ile yapma kararı nasıl açıklanabilir?

Bazı Suriyeliler bu konuda “ABD, Cezire ve Rakka gibi petrol ve diğer değerli madenlerin bulunduğu kentleri Kürtlere verecek, onun için buralarda üs kurdu. Kürtlere verecek ve madenleri kendisi alacak asıl neden bu” diyorlar.

Durum böyleyse ABD, kendi çıkarı için mi bölgede ve Türkiye’de bunca masum insanın can kaybına göz yumdu?

Barzani ile dostluk

Biz hala “Sınırlarımızda bir PYD devletine izin vermeyiz” diyoruz.

IKBY Başkanı Barzani ve ABD için PYD ve PKK’nın “dost, müttefik” olduğu, “her 2 ülkenin toprak bütünlüğü” ile ilgilenmedikleri açık ve nettir.

Yıllar önce “Ortadoğu’da ülkelerin sınırları değişecek” diyen ABD’nin desteklediği Barzani istediği tüm adımları bu destekle atacaktır.

Asıl mesele, niyeti “TV’sinde yayınladığı Kürdistan haritaları”ndan belli olan Barzani ile dostluğu nereye kadar götüreceğimizdir.

Şimdi MHP Lideri Bahçeli “Kuzey Irak’ta yapılacak referandum savaş sebebi sayılır” diyor ve bu konuda Başbakan Yıldırım’la çekişiyor.

Sormak lazım; Akıllar şimdi mi, Kürdistan referandumunda mı başa geldi acaba, bugüne kadar neredeydi?

Yazının devamı...

Dokunulmazlıklar ve MİT!

Milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasını sağlayacak Anayasa değişikliğinin tümü 376 oyla Meclis’ten geçti ve dokunulmazlıklar kaldırıldı.

OHAL kapsamında çıkarılan “kanun hükmünde kararname-KHK” ile dokunulmazlıkların “Meclis’te partilerin konuyu tartışmasına bile gerek duyulmadan” kaldırılması bundan sonra “milletvekilleri ile ilgili herhangi bir iddia” ile onların soruşturulması veya tutuklanmasına yol açabilecek.

Kanunlar karşısında her vatandaş eşittir, kimsenin suç işleme özgürlüğü olamaz, bunlar doğru ancak Türkiye gibi Balyoz-Ergenekon kumpaslarını yaşamış olan, yüzlerce kişinin uzun yıllar bin çeşit hile ile haksız yere tutuklu kaldığı bir ülkede bu karar “demokrasiyi ciddi şekilde zedeleyecek” ve “milli iradenin seçtiği tüm vekilleri” baskı altına alacaktır.

Muhalefeti korumak için…

Türkiye’de tüm kurumlar gibi yargının da FETÖ/PDY’den tamamen temizlendiğini kimse iddia edemez.

Milletvekili dokunulmazlıkları her ülkede özellikle “muhalefet milletvekillerini veya iktidar partisinden olduğu halde farklı görüş bildiren vekilleri korumak” üzere düşünülmüş bir önlemdir.

Milletin temsilcilerine özgürce konuşabilme, düşünce ve eleştirilerini açıklayabilme, siyasi görüşleri konusunda tercih yapabilme hakkını sağlar.

Türkiye gibi artık “yargıyı oluşturan HSK üyelerinin tamamen iktidar partisi tarafından atandığı” bir ülkede dokunulmazlıkların kaldırılması bağımsız ve denetleyebilen bir parlamentoyu tamamen ortadan kaldıracaktır.

MİT KHK’sı!

OHAL kapsamında 694 sayılı KHK ile de MİT “Cumhurbaşkanlığı’na” bağlandı.

Bütün istihbarat; MİT, TSK, Emniyet ve Jandarma’ya bağlı tüm istihbarat birimleri, bunların birbiriyle koordinasyonu ve bilgilerin kullanımı “tek elden” yönetilecek ve bu el de Cumhurbaşkanlığı olacak.

Böylece eşgüdüm sorunu nedeniyle yıllardır verimli çalışmayan, birbirinden bilgi gizleyen istihbarat teşkilatları artık “tek bir merkeze bağlı oldukları için” bunu yapamayacakmış.

Düşününce enteresan geliyor: 15 Temmuz öncesinde onlarca yıl TSK, Emniyet ve tüm kurumlara on binlerce FETÖ’cü yerleşebildiğine, Cumhurbaşkanı’nın, Genelkurmay Başkanı’nın en yakınına kadar girebildiğine ve fark edilmediğine göre şimdi istihbaratı tek merkezde toplayınca bu ihmaller ve ihtimaller ortadan kalkacak mı?

Neden konuşmuyor?

MİT, Başbakan’a bağlıyken Binali Yıldırım “15 Temmuz gecesi saat 10.30’a kadar MİT Müsteşarı’ndan bilgi alamadım” demişse, eğer MİT Cumhurbaşkanı’na bağlı olsaydı o zamanında mı haber alacaktı?

MİT Müsteşarı, Başbakan’a vermediği bilgiyi Cumhurbaşkanı’na zamanında vermiş miydi? Yeni KHK ile “MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında soruşturma yapılması, tanık olarak dinlenmesi” de cumhurbaşkanlarının iznine bağlanmış.

OHAL KHK’sı ile olduğuna göre “MİT Müsteşarının 15 Temmuz gibi hayati konuların aydınlanması için yapmak zorunda olduğu açıklamalar” OHAL’i mi ilgilendiriyor?

Hakan Fidan’ın “darbe girişimi ile ilgili konuşması” neden bu kadar büyütülmüştür anlamak mümkün değil!

Yazının devamı...

Parlamenter demokrasi ve genel seçim!

Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlık sistemi referandumu öncesinde de söylemişti, bu hafta tekrarladı; “Artık parlamenter demokrasi yok. Artık yüzde 34 ile seçim kazanmak yok. Şimdi yüzde 50+1 alacaksın en az!”

İlk bakışta; “madem ki parlamenter demokrasi yok, o zaman neden milletvekili seçimi yapıyor ve bir parlamento oluşturuyorsunuz” sorusunu sormak mümkün.

Bu sorunun cevabı mantık çerçevesinde “Artık ‘başkanlık sistemiyle demokrasi’ olacak ve parlamento, başkanı denetleyecek” olmalı.

Ancak referandum öncesinde de tartıştığımız gibi eğer seçimde Meclis çoğunluğunu “başkanın partisi” alırsa, “milletvekillerini de liderlerin seçtiği” bir parlamento nasıl denetleyecek?

“2019’da kimin başkan olacağı şimdiden belli olmadığına göre” o güne kadar bu sistemi birçok kez tartışmak gerekir.

Koalisyon çıkamaz mı?

Cumhurbaşkanı ve Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan’ın “En az yüzde 50+1 alacaksın” dediği oy oranı “başkan seçilmek” için gerekli oran. Yanılmayalım.

“İktidar olmak” için gereken oran tabii ki bundan çok daha düşük olabilir.

Örneğin 7 Haziran seçimindeki gibi bir sonuç çıkarsa “2 veya 3 partinin koalisyon yapmak zorunda kalacağı” ve cumhurbaşkanının da onlarla uyum içinde olması gereken bir tabloyla karşılaşırız.

Bugün “başkanlık sistemi” olan birçok ülke de dahil olmak üzere ülkeler koalisyonlarla yönetiliyor.

Avukat Ece Güner Toprak’ın “Çare Başkanlık mı?” isimli kitabında bu konu gayet açık anlatılmış.

Diyor ki: “Koalisyon olmaması en büyük amaç ise bu ancak seçim sistemi değişikliği ile sağlanabilir”.

Seçim sistemi değişirse…

“Örneğin, Türkiye’de dar bölge, iki turlu seçim sistemi getirilirse her yerde ya en büyük sağ partinin adayı veya en büyük sol partinin adayı seçilir. MHP gibi bir parti neredeyse hiçbir seçim bölgesinde aday seçtiremez”.

Avukat Güner, burada Ak Parti’nin “seçim yasalarında değişikliği (Anayasa değişikliği sonrası) tek başına yapabileceğini” de vurguluyor.

Ak Parti seçim sistemini “sadece 2 büyük partinin kazanacağı şekilde” değiştirirse bugün yüzde 10 barajı nedeniyle Meclis dışı kalan oy sayısı kat kat artacak bu da “milli iradenin Meclis’e yansımaması” demek olacaktır.

Uzlaşma politikası

Eğer “daha küçük partilerin de seçilebilmesini, böylece milli iradenin büyük kısmının sistem dışı kalmamasını” sağlayacak bir sistemle seçime gidilirse bu takdirde bütün partilerin ülke yararını gözeterek sonucu kabul etmesi ve koalisyonları da uzlaşma yoluyla uygulayabilmesi gerekecektir.

Cumhurbaşkanı’nın “yürütme”yi (hükümeti) tek başına temsil etmesi anlamına gelen, “cumhurbaşkanı kararnameleri”nin Meclis’in çıkarması gereken yasalar yerine geçeceği bir sistemde diğer partilerin de devre dışı bırakılması ise “denetlenmeyen bir gücü” ortaya çıkarır.

Bu sistemde “yargıyı şekillendiren HSK” üyelerini de cumhurbaşkanı ile onun parti çoğunluğunun seçtiğini, yargı denetimin de güçlü olmayacağını unutmayalım.

Değişiklikler bunlar gözetilerek yapılmalıdır.

Yazının devamı...

Fanila meselesi ve bilirkişi!

Türkiye en hayati sorunlarla mücadele gerektiren bir sürecin içinde.

Bir yanda hala 15 Temmuz soruları, davaları, yeni tutuklamalar, FETÖ ile mücadele. Diğer tarafta PKK, DEAŞ ve diğer terör örgütleriyle mücadele…

IKBY’de yapılacak “Bağımsız Irak Kürdistanı” referandumu.

Biz ise Ana Muhalefet lideri de tutuklanacak mı, Ana Muhalefet Lideri’nin fanila ile yemek yemesi gibi konuları gündemimizin baş köşesine yerleştiriyoruz.

Öncelikle, “Suriye’deki Türkmenlere yardım gönderiliyordu” açıklaması yapılan bir konuyla ilgili olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun “dünya gözünde de hukuk dışı karar” olarak değerlendirilecek şekilde tutuklanması gibi bir ihtimalin söz konusu bile olmaması gerekir.

İlk kez duyuldu

Fanila ile fotoğrafa gelince, belki de Adalet Yürüyüşü hakkında yapılacak bir arşivde bulunması için çekilen ve “perde arkasını” gösteren bir fotoğraf.

Bir genel başkan için olmasa da olurdu ancak… Türkiye’de birçok vatandaş, özellikle de bunaltıcı sıcakta bu şekilde yemek yiyor olabilir ki bu fotoğraf da normal şartlarda çekilmemiş.

Yalnız burada parantez içinde şunu vurgulamak gerekiyor; halk kesimleri bugüne kadar büyük önderden hep “Gazi” veya “Gazi Mustafa Kemal” diye söz eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk kez “Atatürk” adını kullandığına dikkat etmiş. Erdoğan, Atatürk’ün “böyle bir resminin bulunamayacağını” vurgularken onun “ne kadar özenli bir lider” olduğunu ortaya koymuş.

Bir başka ihtimal

Gerçekten de insan bunu duyunca “keşke bütün liderler onun sadece giyimine değil, devlet yönetimindeki her konuda özenine dikkat etseler” diye düşünüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu arasında sürdürülen çekişmeler; Acaba gelecek seçimler için “yarışta araya girebilecek bir başka liderin önünü kesmek ve yine sadece bu iki ismin rekabeti mi keskinleştirilmek isteniyor” sorusunu da akla getiriyor.

Malum, yakında “merkezde yer alacak ve beklentiyle karşılanan bir yeni parti ve lider” çıkmak üzere.

Her ne kadar şimdiden bir takım anketler ve köşe yazarları tarafından bundan sonraki seçimde de “sadece bu iki parti ve 2 lider karşılaşacakmış gibi” gösterilse de çok daha farklı gelişmeler olabilir.

Taraflı bilirkişi

Hukuk dışı yargılamalar, tarafsız bilirkişilerin raporlarını hiç umursamayan ve olmayacak raporları kabul eden mahkemeler, FETÖ’nün işine yarayacak ifadeler veren gizli tanıklar Balyoz-Ergenekon döneminde masum insanlara çok acı çektirdi, ülkeye karanlık yıllar yaşattı.

Bunların artık geçtiğini düşünürken hala örneğin Sözcü gazetesi’yle ilgili davaya bilirkişi atanan ve Sözcü’yü FETÖ ile ilişkilendirmeye çalışan Ömer Faruk Gerçek’in “FETÖ ile bağlantısının ortaya çıkması” yine Ergenekon-Balyoz dönemini hatırlatıyor.

Onun bağlantılarına benzeyen ilişkiler nedeniyle binlerce kişi hapisteyken böyle birinin bırakın serbest olmayı, üstelik tanınmayan bir yerel gazeteci olarak bilirkişi seçilmesi hukuki sayılamaz. Bir hukuk devleti isek böyle fahiş yanlışlara izin verilemez.

Yazının devamı...

Deprem ve YAŞ kararı!

Dün İtalya’da 4 büyüklüğünde deprem oldu, 1 ölü, 25 yaralı var, bunun dışında hasar da oldukça fazla. İstanbul’da “yakın bir gelecekte 7’nin üzerinde deprem beklendiğini, 250 yılda bir 7 üzerinde deprem olduğunu ve bu 250 yılın dolduğunu” deprem uzmanları son günlerde sık sık söyledi, çok ciddi uyarılar yapıldı.

Buna rağmen kentteki ve çevre kentlerdeki “deprem toplanma alanları” kentsel dönüşüm diye inşaatlarla dolduruldu. Bu alanlara da binalar yapılıyor.

Son olarak Kandilli Rasathanesi Müdürü Prof. Haluk Özener “Şu anda 7.2 gibi bir deprem olsa sürpriz olmaz” dedi.

Muhatap kim?

Plansız, özensiz yapılaşmayla çirkinleşen, iklimi de değişen İstanbul’da İBB Başkanı Kadir Topbaş 2 gün önce şiddetli yağmurla ilgili konuşmasında “Biz çevreyi kirletirsek, çevreye saygı göstermezsek gezegen yaşanmaz hale gelir” dedi.

Acaba Kadir Topbaş’a göre çevreye saygısızlığın, örneğin İstanbul’un İstanbul olmaktan çıkmasının sebebi kimdir, bu sözlerin muhatabı kim?

İstanbul Belediye Başkanı, deprem uzmanlarının, Kandilli’nin tüm çırpınmalarına, “depreme hazır değiliz” uyarılarına karşı bir açıklama yapmıyor.

Prof. Dr. Naci Görür de kısa süre önce “İstanbul depreme sadece yüzde 10 hazır ve her an deprem olabilir” demişti.

Kadir Topbaş “1999 Gölcük depremini unutmayarak, kendi başkanlığı dönemlerinde İstanbul’un hangi depreme yüzde kaç hazır hale getirildiği konusunda” en kısa zamanda açıklama yapmalıdır.

TV kanallarından “toplanma alanlarının, deprem ihtimali için hazırlanması gereken ilk yardım çantalarının” duyurulması için yardım istenmelidir. Bu konuda “pişmanlık” olamaz!

Aksakallı ve yaş!

Geçen yılki YAŞ toplantısında korgeneralliğe terfi eden, Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başarıyla yöneten, darbe girişiminde gösterdiği cesaretle “15 Temmuz kahramanı” diye anılan Zekai Aksakallı’nın son YAŞ toplantısında “Gelibolu 2’inci Kolordu Komutanlığı”na atanması tartışmaları beraberinde getirdi.

Bu nedenle Korgeneral Aksakallı’nın istifa kararı aldığı ve ikna edilmeye çalışıldığı söylendi.

Pazartesi günü Hürriyet’te Deniz Zeyrek’in konuyla ilgili yazısı ilgi çekiciydi. Zeyrek bu yazıda; 2017 yılı başında bir Kuvvet Komutanı ile yaptığı görüşmeden söz ediyor, bu komutanın “Hulusi Akar’ın Aksakallı’ya bakışı ile toplumda oluşan Aksakallı algısının farklı olduğu” şeklindeki sözlerini aktarıyordu.

Söylediğine göre Aksakallı’nın “Fırat Kalkanı sırasında elinde dürbünle El Bab’a baktığı fotoğraf” da onu rahatsız etmiş.

“Atamaların Genelkurmay Başkanı önerisiyle hükümet tarafından yapıldığı” vurgusu da Zeyrek’in yazısında var.

Bütün bunları birlikte okuyunca bu kadar kahramanlıktan sonra görevinden alınıp daha pasif bir görev verilen Korgeneral Aksakallı için Genelkurmay Başkanı’nın “farklı algıya sahip olması” soru işareti yaratıyor.

Acaba Akar o fotoğrafa neden kızdı, Aksakallı ile ilgili algısı nedir ve sebebi nedir?

Bu önemli soruların cevabını kamuoyu da şüphesiz merak etmektedir.

Yazının devamı...

Kendini gizleyen FETÖ’cüler!

Sayısız önemli olay yaşanıyor, seller-depremler geçiyor ama her gün tartışılmasına ara verilmeyen tek konu var; 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi.

Son tartışmalardan biri “Adil Öksüz Almanya’da mı? FETÖ’cüler neden iade edilmiyor” idi.

Tamam, Avrupa ülkelerinin FETÖ’cüleri iade etmemesi konusunda kızmakta haklıyız ama bundan önce örneğin “Adil Öksüz yakalanmışken ve onunla birlikte yakalananlar tutuklu iken, çevresi yüzlerce güvenlik elemanı ile doluyken, kendisi nasıl serbest kalabildi” sorusunun cevabı bulunmalıdır.

Balyoz-Ergenekon davalarında yüzlerce masum insanın onuruyla-hayatıyla oynayan, onlarla birlikte tüm toplumun yaşamını esir alan savcı Zekeriya Öz, yanında savcı Celal Kara ile “haklarında yakalama kararı çıkmadan 12 saat önce” nasıl yurt dışına kaçabildi sorusu cevaplanmalıdır.

Gerçeği öğrenme hakkı

Mesela Zekeriya Öz “12 saat sonra verilecek yargı kararını” nasıl bildi?

Bunu da FETÖ’cü hakim ve savcılar bildirdiyse, istihbarat ve Emniyet’te FETÖ’cü olmayanlar o sırada neyle meşguldü?

Onların da “hepsi FETÖ’cü” idiyse, devletin temizlenmesi nasıl mümkün olacak?

Yıllardır Balyoz, Ergenekon, 17 Aralık, 15 Temmuz derken “darbe” endişesiyle yatıp kalkan toplumun bu konularda gerçeği öğrenme hakkı vardır.

Biliniyor ve söyleniyor ki; “2011 sonrasında terfi eden general ve amirallerin büyük bölümü 15 Temmuz darbe girişimine karışmış”… Tekrar Pazar günkü yazımda söz ettiğim Necdet Özel röportajına dönelim.

İhbar olsaydı…

2011 yılında Genelkurmay Başkanı olan Org. Necdet Özel orada “2011-2014 yılları arasında 1483 personelin ihraç edildiğini, çoğunun ‘disiplin suçları’ nedeniyle olduğunu” söylüyor.

Askerlerin terfi aldığı YAŞ toplantılarına “onay verilmiş listeyle, ‘hükümetle ortak alınmış’ kararlarla gidildiğini” anlatıyor.

Diyor ki; “Eğer darbeci askerler hakkında bir ihbar olsaydı incelenirdi. Dosyaları temiz. Demek ki kendilerini çok iyi gizlemişler”.

Peki, 2011 yılında kendini ihraç edilmeyecek, soruşturulmayacak kadar iyi gizleyen bu FETÖ’cüler, o tarihten 7 yıl önce 2004 yılı MGK’sında Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün sunumunda “Gülen grubunun TSK ve Emniyet içindeki kadrolaşmasına” vurgu yapacak ölçüde nasıl anlaşılmış olabilir?

Kitaplar önemli!

Eğer Hulusi Akar, Necdet Özel gibi Genelkurmay Başkanlığı yapan askerler “bir darbeye teşebbüs olabileceğini”, en yakınlarındaki emir subaylarının bile Cemaat mensubu olduğunu fark etmezken Balyoz’da tutuklanan askerlerin hepsi bu kumpasa gelinen süreçteki ihmal ve yanlışları, çalıntı soruları, haksız terfileri, kayırmaları nasıl biliyor ve zamanında uyarı yapıyorlardı?

Örneğin, Balyoz mağdurları olan; Emekli Tuğgeneral Süha Tanyeri’nin “Balyoz Kurgusu” kitabında, Emekli Kurmay Albay Mustafa Önsel’in “Ağacın Kurdu” kitabında anlatılanlar konusunda ilgili isimlerden açıklama beklenmeyecek mi? Kurumların tepesindeki sorumlular sözlü ifade vermeli, çelişkiler sonlandırılmalıdır!

Yazının devamı...

Gerçek sorunlarımız!

Türkiye’nin PKK, IŞİD, DHKP-C, FETÖ gibi birçok terör örgütünün tehdidi altında olduğunu biliyoruz, hükümet de bunu sık sık tekrarlıyor.

IŞİD’e karşı koalisyonun başında ABD var ama asıl büyük tehlike altında olan Avrupa ülkeleri ve Türkiye.

Son olarak İspanya Barcelona’da yaptıkları saldırıda 14 kişi hayatını kaybetti, 30’u ağır olmak üzere 130 kişi yaralandı.

Türkiye’de de son haftalarda “saldırı hazırlığında olan DEAŞ militanları” yakalanıyor.

Daha önce bu örgüt hücrelerine yapılan operasyonların arkasından, yakalanan DEAŞ’lılardan bazılarının serbest bırakıldığı haberleri çıktığı için bu konuda toplumda ciddi bir endişe mevcut.

FETÖ’cüler ve PKK

Dün “TSK’da hala kaç FETÖ mensubu asker var” diye sormuştum, aynı gün Diyarbakır merkezli 12 ilde FETÖ’ye yönelik operasyonlarda 16’sı muvazzaf 17 askere gözaltı kararı çıktığı duyuldu.

Demek ki hala asker olanlar arasında FETÖ’cüler temizlenmiş değil ve bu sayının hiç de az olmadığı eski askerler tarafından söyleniyor.

Dün çok önemli bir başka haber verildi. PKK ve onun Suriye kolu PYD kendilerini gizlemek amacıyla ortaya sürdükleri “Suriye Demokratik Güçleri” bünyesinde “Devrimci Kuvvetler” adıyla yeni bir askeri grup kurmuş.

Grubun komutanı “Özellikle son birkaç ayda kuzey Halep’teki köylerimizin birçoğunu Türk güçleri bombaladı ve hala saldırılarını devam ettiriyorlar. ‘İsyancı güçler’ Suriye halkına ellerindeki tüm imkanlarla Suriye’yi savunacaklarının ve Osmanlı kolonicilerini ülkeden atacaklarının sözünü veriyor. Canlarını veren kahramanlarımızın intikamını alacağız” sözleriyle Türkiye’ye tehditler savurmuş.

Bu tehditler öncelikle “Suriye topraklarındaki askerlerimizi” hedef alıyor gibi görünse de, Eylül’de Barzani’nin yapacağı “bağımsızlık referandumu” sonrasında Türkiye içindeki saldırılarını arttıracakları da beklenmeli, önlemler şimdiden her ikisi için alınmalıdır.

Almanya ve AB

Türkiye’nin kendi içindeki terör sorunları ve Güney sınırlarımızdaki tehdit başlı başına diğer maddi-manevi dayanışma içinde olmayı gerektiriyor.

Oysa AB ile ilişkilerimiz kopma noktasına geldi.

Almanya ile başkanlık referandumu öncesinde başlayan gerginlik giderek arttı ve Almanya kendi ekonomik yaptırımlarından sonra AB’yi de “Türkiye’ye mali yardımları kesmeye” zorluyor.

Türkiye bir de 4 milyon mültecinin yükünü üstlenmişken, 2020 yılına kadar 4 milyar 450 milyon Euro yardımda bulunmayı planlayan AB bu kaynakta kesintiye gidecek.

Almanya Başbakanı Merkel de şu aşamada Türkiye ile “Gümrük Birliği Anlaşması’nı güncellemeyi düşünmediklerini” açıkladı.

Bizim Almanya’daki Türklere “Yaklaşan Almanya seçiminde bu partilere oy vermeyin” dememiz tepkileri daha da arttırıyor.

Bunu söylerken, Almanya ve AB’nin alacağı kararların ekonomik açıdan bize vereceği zararları düşünmemiz gerektiği gibi, onlar “iç işlerimize bu şekilde müdahale etseler” biz ne yapardık, onu da düşünmemiz lazım sanıyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.