Şampiy10
Magazin
Gündem

Bekarların hepsi ‘sancılı’ mı?

Türkiye’de birbirinden bağımsız görünen birçok gelişme dikkatle bakıldığında oldukça bağımlı.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Hz. Muhammed’in Hayatı” ders kitabında -ne alaka ise- evlilik, küçük yaşta evlilik, kız isteme, kocaya itaat, iffet gibi konular yer almış.

Tarafsız gözle irdeleyelim;

“Bekarlık sultanlık değil, karar verilememiş bir sürecin sancılı bekleyişidir”. Demek ki evlenmek istemeyen veya kendine uygun bir eş bulamayan insanların, kadın veya erkek fark etmez hepsi sancılı bir bekleyiş içinde hayat sürüyorlar.

Bu anlamsız ve kabul edilemez yorum da gençlerin beyinlerine işleniyor.

Bekara ‘huzur’ da yok!

Ne olması beklenmektedir, evlenmemiş kadın ve erkekler psikolojik bunalım mı yaşasın? “Sancılı bekleyişimiz bitmedi” diyerek karalar mı bağlasın?

“İnsan fıtratı gereği karşı cinsiyle birlikte yaşamaya muhtaçtır. Bunun dışındaki bir hayat insana saadet ve huzur vermekten uzaktır”.

Demek ki hayatını bekar geçiren ama çok mutlu görünen insanlar ‘aslında saadet ve huzurdan uzak’lar ama kendileri bile bunun farkında değil.

Yeni yetişecek kuşaklar, böyle bir mutluluk olamayacağına inanmaya zorlanıyor.

Çocuk evlilikleri

Hz. Muhammed’in Hayatı isimli kitapta böyle cümlelerin yer alması mümkün müdür gerçekten?

Okul kitabıyla beyin yıkama devam ediyor: MEB “Evlilik yüzüğünün esaret halkası değil, bir hürriyet nişanesi olduğuna” karar vermiş, üstelik nişan sürelerini de kendisi öneriyor.

Çok uzun bir süre olmayacak. Yani, Bakanlık istedi diye mutlaka evleneceksin ama nişan sürene bile kendin karar veremeyeceksin.

Türkiye’de en büyük sorunlardan biri kızların çocuk yaşta evliliğe zorlanmasıdır ki “çocuk istismarı” demek olan ve yeterince yaptırım uygulanmadığı için süregiden bu evliklerde kızlara “çocuk gelin” denmesi bile doğru değildir.

Kitap “ülkemizde örfe dayalı olarak genç yaşlarda evlenildiğini” belirterek bu suçu olağanlaştırıyor ama “çocuklarla evlenenler suç işlemiş sayılırlar, kadınlara ve çocuklara (aile içi ve dışında) cinsel saldırılar ağır suçtur” demiyor.

‘Domates’ meselesi!

Artık kadın ve erkeklerin eşit güçle, her meslekte eşit başarılar elde ederek yaşadıklarını, ailelerin de bu şartlar altında kurulduğunu göz ardı ederek “erkekler güç ve kuvvet yönünden daha ileri oldukları için” aileyi erkeğin yöneteceği, kadının da “kocasına itaat edeceği, bunun ibadet olduğu” ifadeleri yine aynı kitapta mevcut…

Gerçekten yazan kişiyi görme isteği beliriyor, acaba Irak, Suriye, Mısır gibi bir Ortadoğu ülkesinden veya Malezya, Endonezya gibi bir yerden gelmiş olabilir mi?

Yoksa bazı bakanlıklarımız hala FETÖ’den arınmamış mıdır, arındıysa bir başka “dinci” terör örgütü mü sızmıştır?

Bu hafta içinde “tesettürsüz kadınların ‘kabuğu soyulmuş domates’e benzetildiği” bir sempozyum da duyulduğu için insanın aklına geliyor bunlar.

MEB, bu ve benzeri, çağdışı görüş ve yorumların yer aldığı kitapları müfredata keyfi şekilde yerleştirme hakkına sahip olmamalıdır.

Yazının devamı...

İnsanlar devamlı savunmada mı olacak?

Ülke için karışık ve zor bir süreçteyiz ve bu süreçte “tüm dikkatimizi sorunlara vermek” yerine yeniden seçim havasına girdik. Dün, hayati önem taşıyan 2019 seçimlerinde yüzde 51’e ulaşmak amacıyla Ak Parti’nin “daha geniş bir yelpazeye ulaşmak” için başkan yardımcılarını farklı kesimlerden seçeceği, bu yardımcılar arasına Bahçeli ile Çiller’in de girebileceği haberi çıktı. (Hürriyet)

MHP’den ayrılarak yeni bir parti kurma hazırlığına giren Meral Akşener ve MHP’nin eski ağır topları olan diğer siyasetçilerin yeni parti ile sürpriz bir sonuç alma ihtimali, Akşener cumhurbaşkanı adayı olursa oy oranlarında sürpriz olması ihtimalinin bu planlarda rolü olduğu da haberde yer alıyor.

Dürüstlük ve namus

Bunlar olası gelişmelerdir ve seçime doğru daha çok sürpriz gelişmelerle karşılaşmak da mümkündür. Ancak…

Her şeyden önemlisi artık siyasette ve genel olarak ülkede, yargıdan, medyaya ve her vatandaşa ulaşan; “dürüst, namuslu, şüpheye yer bırakmayacak” bir ortamın gerçekleşmesidir. Siyasette oluşan şiddet ve etik sorunları doğrudan toplumu da bu yönde değiştirmektedir.

Cem Yılmaz, iftira, FETÖ

Bugüne kadar “vergi kaçırma” gibi bir suçlamayla hiç karşılaşmamış, 2016 yılında 5.2 milyon TL. vergi ödeyerek daha önce de olduğu gibi “vergi rekortmenleri” listesine girmiş olan sanatçı Cem Yılmaz bile atılan iftiralar karşısında isyan etti.

Bodrum’da 9 milyon TL’lik yatıyla hava attığı, iş vergi ödemeye gelince uyanıklık yaparak ABD bayrağı astığı ve vergi kaçırdığı şeklinde çıkarılan bir haber için;

“Teknem Türk bayraklı ve İstanbul limanına kayıtlı. Vergi kaçırma konusuna ise ancak gülerim. Ahlaksız ve çaresiz insanların nelerle uğraştığını hepiniz görün istedim” diyor.

Alın teriyle isterse 15 milyonluk tekne alır, istediği gibi tatil yapar ama “kendini savunmak zorunda kalacağı çirkin iftiralarla” uğraşıyor.

Ülkede “gerçek FETÖ’cüler, onun masasında yemek yiyen, iş birliği hatta sözcülüğünü yapanlar” elini kolunu sallayarak dolaşırken” Meral Akşener’e “FETÖ etiketi yapıştırmaya çalışmak” da Cem Yılmaz’ın söz ettiğinden farksız bir çabadan başka bir şey değildir.

Övüldüğü yıllar

Akşener’in 2009 yılı yerel seçimlerinde, belediye başkan adaylarıyla gazeteleri ziyaret ederken Zaman gazetesine ziyaret sırasında, Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni olan Ekrem Dumanlı ile çekilmiş ve hiç de gizli olmayan bir fotoğrafı “Akşener projesinin tohumlarının atıldığı gizli görüşme” olarak vermek gazetecilik mesleğinin yüz karası denebilecek bir olaydır.

Eğer “Gülen’in göklere çıkarıldığı” o yıllarda Zaman gazetesine gitmek böyle bir suç ise, bunu iddia edenler o dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın 30 Kasım 2011’de Zaman’ın 25’inci kuruluş yıldönümünde yaptığı, Zaman için “Ateşlerde açan bir çiçek” dediği ve Gülen okullarını övdüğü konuşmayı daha da çok suçlayacaklar demektir. Siyaset ve medyada etik, toplumda etik demektir, bu anlamsız ve acımasız yakıştırmalara izin verilmemelidir.

Yazının devamı...

Adalet, yargı ve AB!

Dün Türkiye’nin AB ile adaylık müzakerelerinin durdurulmasının ülkeye vereceği zararların küçümsenmemesi, Batı ile bağımızın koparılmaması gerektiğini yazmıştım.

Bunun yalnızca çok ciddi ekonomik zarar vermesinin yanında hukuk, insan hakları ve genelde demokrasimiz açısından ne kadar önemli olduğunu, Arap ülkeleriyle yapılan ticarette, Türkiye’ye yapılacak yatırımlarda bile “özendirici, güven verici” olduğunu göz ardı edemeyiz.

Yukarda da belirttiğim gibi bunun yanında “hukuk, yargı denetimi, demokrasimizin evrensel standartlara uyması” açısından da AB kriterleri bizim için çok önemli.

Tek parti ve yargı

O nedenle yıllardır “AB’nin üye olacak devletlerden uymasını istediği Kopenhag Kriterleri” sık sık tartışılmış, uyum konusunda adımlar atılmıştır.

Bu kriterler “kurumsallaşmış demokrasi, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, azınlıkların korunması” başlıkları altında toplanıyor.

Ülkelerin “çok partili demokratik sistemle yönetiliyor” olması, idam cezasının, ırk ayırımcılığının, kadınlara karşı ayırımcılığın yasak olması gibi şartları var.

Türkiye, özellikle son yıllarda bu şartların çoğundan uzaklaştı, örneğin çok partili sistem devreden çıkarıldı, Ana Muhalefet Partisi Meclis dışına itildi, Meclis’te tek parti (veya MHP desteğiyle) tüm kararları yalnız veriyor, denetim de yapılamıyor.

Şu anda “hukuk devletini, adaleti sağlayacak olan yargı bağımsızlığı” konusunda da büyük bir sıkıntı ortaya çıkmıştır.

Bağımsız demekle olmuyor

16 Nisan referandumuyla yapılan Anayasa değişikliğinde yargı “bağımsızlığı”nın yanına bir de “tarafsızlığı” ilave edildi.

Bağımsız olmayan, iktidarların güdümünde olan yargının “tarafsız olamayacağı” bilinen bir gerçektir.

Yine aynı referandumda “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne geçişi sağlayan Anayasa değişikliği ile, hakim ve savcılar hakkında tüm kararları veren “HSK”nın tüm üyelerinin Cumhurbaşkanı ve onun parti çoğunluğunun kararıyla atanması bu bağımsızlık ve tarafsızlığı iyice ortadan kaldırmış, vatandaşların da yargıya güveni azalmıştır..

Hakimlerin “görevden alınma endişesiyle” suçsuzluğuna inandıkları tutukluları bile tahliye edemediklerini önde gelen tüm hukukçular söylüyor, uyarıyor.

Yeni Adli Yıl açılışında Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın konuşmasına bile izin verilmemesi kabul edilir bir durum değil.

Başkan Metin Feyzioğlu “yargı bağımlı ve taraflı oldu” derken, Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk da “Adliyenin bağımsız olduğuna iktidardan başka kimsenin inanmadığını, yargıya güvenin yüzde 80’lerden yüzde 30’un altına indiğini” söylüyor.

Felaketi gördük

Türkiye, yıllarca Balyoz-Ergenekon davalarında “devleti adeta esir almış FETÖ’cü savcı ve hakimlerin” yarattığı fahiş adaletsizliği yaşadı.

Bağımsız olmayan bir yargının yaratacağı felaketi gördü.

Yargı bağımsız değilse, hukuk devletinden söz edilemez.

Yaşadıklarımızdan ders çıkarmak, yargı bağımsızlığını sağlamak en önemli ve öncelikli görevdir.

Yazının devamı...

AB’den kopma süreci!

Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul Çatalca’da şehit cenaze töreninde yaptığı konuşmada; Kurban Bayramı’nda da İslam dünyasının içerde ve dışarda büyük mücadelelerle, savaşlarla iç içe olduğunu söyledi.

Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, Libya’da bunların yaşandığından, özellikle Myanmar’da büyük katliamların yapıldığından, bütün bu katliamlara insanlığın sessiz kaldığından söz etti.

Bu ülkelerde katliamları önleme gücüne sahip olanlar başta ABD olmak üzere Batı ülkeleridir, NATO’dur.

Ancak, ülkeler bir kez din, mezhep savaşına, iç savaşa girdikten sonra Batı ülkeleri bu parçalanmalardan, savaşlardan kendine pay çıkarmayı “o ülkenin insanlarının hayatını korumak”tan önde görüyor.

Batı müdahalesi!

İslam dünyasında hep “iç savaşla başlayan felaketler” olduğunu, bu iç savaşlar başladıktan sonra ABD, Çin, Rusya ve AB ülkelerine, NATO’ya “müdahale fırsatı” doğduğunu, bu müdahalelerin de çözümden ziyade “daha çok sivilin ölmesine, ülkelerin de parçalanmasına” yol açtığını unutmayalım.

İçerde ve dışarda gördüğümüz örnekler, kendi ülkemizde “din, mezhep üzerinden bölünmeler”in, “dindarlık” kavramı üzerinden düşman kitleler yaratmanın, Türkiye’yi din kavgalarından bugüne kadar “laik rejiminin koruduğunu” göz ardı ederek “dini siyasete karıştırmanın” zararlarını yeterince anlattı.

16 Nisan referandumu öncesinde Almanya ve Hollanda ile zaten “toplantı izni” yüzünden büyük gerginlikler yaşanmıştı.

Birkaç ay sonra Büyükada’da yapılan insan hakları toplantısında Alman vatandaşı, insan hakları savunucusu Peter Steudner’in tutuklanması başta Almanya olmak üzere AB ile gerginliği arttırdı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Almanya seçimleri konusunda” orada yaşayan Türk vatandaşlarına yaptığı çağrı ve son olarak Türkiye’ye tatile gelen 2 Alman vatandaşının daha (FETÖ soruşturması kapsamında) tutuklanması AB ile ipleri iyice koparma noktasına getirdi.

İngiltere’nin zararı

Alman Başbakanı Merkel ve seçimdeki rakibi Martin Schulz “seçimi kazandıkları takdirde Türkiye ile AB müzakerelerini bitireceklerini” açıkladılar.

İngiltere “AB’den çıkacağını” açıkladıktan sonra Londra gibi AB’den akın akın turist alan bir başkent bile ekonomik açıdan görülmemiş bir durgunluğa girdi.

Turist sayısı azaldı, gayrimenkul fiyatları, kiralar hızla düştü.

Ticaretinin en az yüzde 40’ını AB ile yapan (4 milyona yakın mülteci için de büyük maddi destek ihtiyacında olan) Türkiye için mesele sadece ekonomik boyutta değildir.

Türkiye’de, evrensel hukukun, insan haklarının, çoğulcu demokrasinin bir anlamda denetimi de AB ile ilişkiler sayesinde olmaktadır.

“Çağdaş medeniyetler düzeyine çıkmak” bu evrensel ölçüleri korumakla mümkündür. Doğu ile Batı arasında köprü olan Türkiye, Batı için diğer Müslüman ülkelerden daha önemlidir, aradaki bağların koparılması hiç şüphesiz bizim aleyhimize işleyecektir. Bu yanlış gidişin bir an önce durdurulması için gayret gerekiyor.

Yazının devamı...

Ihlamuruna ağlayan adam

Gelecek yıllarda üzerinde düşünüleceği umuduyla dün başladığım konuya devam ediyorum.

Bayramda, birkaç gün içinde Türkiye’de de milyonlarca kurban kesiliyor. Diyanet başkanlarının ve diğer ilahiyatçıların büyük bölümü ise “Kur’an’da hayvan kesmek diye bir emir yoktur” diyor.

Çoğu “farz değil, sünnettir, herkes kesmek zorunda değildir” diyor.

Yine çoğu “Hz. Peygamber’in en yakınında bulunan, onun konuşmalarını ve davranışlarını gözleyen sahabelerin en tanınmışları ‘farz olduğu zannedilmesin diye kurban kesmemiştir” hatırlatmasını yapıyor.

Prof. Dr. Süleyman Ateş konuyla ilgili bir soruya; “Kurban Bayramı’nda kesilen kurbanın bir kısmı fakirlere dağıtılıyor ama aynı eti kasaptan alıp dağıttığımızda kurbana ödenen parayla daha fazla et almak mümkün. Kurban kesmek isteyenler kurban parasını fakirlere verebilir hatta bu belki daha efdaldir (faziletlidir). Çünkü bu zamanda fakirlerin etten çok paraya ihtiyaçları vardır” cevabını vermiş.

Zenginlere düşer

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk “Kurban kesmek geleneksel fıkha göre ‘sünnet veya vacip’ bir ibadettir. İttifak edilen nokta, kurban kesmenin farz olmadığıdır. Ülkemizde bu göz ardı ediliyor ve kurban ‘farz, ibadet’ olarak algılanıyor.

Kurban kesmek ‘zengin’ sıfatı olan kişilere düşer… Ülkemizde bu da göz ardı ediliyor, hemen herkes kurban kesiyor. Borçlanarak kurban kesmek, Hac ziyareti yapmak ibadet değildir” diyor.

Şöyle devam etmiş: “Kur’an’da ‘etler ve kanlar Allah’a gitmez’ der, yine Kur’an’da yoksullara yardımdan söz edilmektedir. Ameliyat olması gereken bir adama et vermek ona ne kadar yardımdır?”

Yoksullara dağıtılsa…

Bayram arifesinde Sakarya Belediye zabıtası “yere oturmuş ıhlamur satan 75 yaşındaki Recep Aktaş’ın ıhlamurlarına” el koydu.

Yaşlı adam ağlayarak “onlar benim çocuklarımın rızkıydı” diye bağırınca halk tepki gösterdi. Sosyal medyada da oluşan büyük tepki üzerine Belediye özür dileyerek ıhlamurları geri verdi.

Aile bireylerine sorulduğunda “yardıma ihtiyacımız yok” diyecek kadar onurlu bir cevap alınmış.

Şimdi, doğal olarak merak konusudur; eğer kurban farz değilse:

Milyonlarca kurban kesilip, çoğu “kesen kişilere ziyafet” olacağına Recep Aktaş gibi, yoksul asker ve şehit ailelerimiz gibi insanlarımıza bağış olarak verilse daha doğru, daha sevap olmaz mı?

Hz. Peygamber’in açık ve ısrarlı talimatına göre “kurban kesimi hayvanın acı çekmesini en aza indirecek şekilde” olmalıdır. (Manisa’da çocukların eline bıçak verip kurban kestirenler, hayvanları üst üste araba bagajlarına tıkarak taşıyanlar neden engellenmedi acaba?)

Tekrar hatırlatalım; Bir kurbanın kabulü için “kurban yaşına girmiş olması” gerekir, bu da kuzu, oğlak ve buzağıların (2 yaşından önce) kesilmemesi demektir.

Bunları bizden önce Diyanet İşleri’nin ve Sağlık Bakanlığı’nın detaylarıyla açıklaması gerekiyor.

Yazının devamı...

Dini bilgiler tartışılmalıdır!

Dini bayramımız olan Kurban Bayramı’nı saygıyla kutladığımız günler içindeyiz.

Bununla birlikte, bugüne kadar her Kurban Bayramı’nda kurbanlık hayvanların kesim sırasında çektikleri eziyeti, sokakların hatta denizlerin kan rengine boyandığını görmek toplumun duyarlı insanlarına acı verdi.

Bu nedenle konunun tartışılması gerektiğine inanıyorum. Dine, inanca saygılı ve aklı selime sahip insanlar düşünceye ve dini konuların da tartışılıp doğrunun bulunmasına karşı çıkmazlar.

Son yıllarda Sağlık Bakanlığı “sokakta kurban kesiminin önlenmesi” için yasaklar koydu, cezalar açıkladı. Bu çaba biraz olsun hayvanlara “din adına” yapılan kesim işkencelerini önledi.

Kesmek yerine bağış

Sosyal medyada “kurban kesmek, hele de kurban yaşı dolmamış hayvanları kesmek yerine bağış yapılması” talebi o kadar yoğun ki bu konuda din adamlarının, Diyanet Başkanlarının ne düşündüğünü biraz araştırma gereği duydum.

Kısa süre önce “Biz din ile siyaseti iç içe kıldık, bundan en çok zarar gören dini değerler oldu” diyen Diyanet İşleri Eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu “kurban” konusunda daha önce şunları söylemiş:

“Fıkıh bilgisiyle 20-30 yıldır meşgul olan bir akademisyen olarak kurbanın ‘sünnet olduğu’ görüşündeyim. ‘Vacip’ demiyorum, sünnet olduğu ağırlıklıdır. Yani, kesen sevap kazanır, kesmeyenin günahı yoktur”. (20 Ocak 2004)

Farz mı, değil mi?

Bardakoğlu’nun bu açıklamasından sonra birçok ilahiyatçı “farz değil” görüşünü paylaşmış.

Yine Diyanet İşleri eski başkanlarından Prof. Dr. Süleyman Ateş aynı tarihlerde;

“Farz değildir, bu konuda Hanefiler arasında bir oy birliği yoktur. Kur’an’da kurban kesmenin ‘farz olduğunu’ söyleyen bir hüküm de yoktur. Halk arasında ‘farzmış gibi’ algılanmasının sebebi, cami imamlarının sürekli ‘kurban kesin demesidir. Onlar da ‘deri toplamayı düşündükleri için’ vatandaşlara bu telkinleri yapmaktadır.

Sırf yanlış anlama olmasın diye kurban kesmeyen büyük sahabeler (Hz. Muhammed’in meclislerinde bulunmuş, söylediklerine ve davranışlarına tanıklık etmiş kişiler) vardır, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir gibi…

Davacı olacaklar…

Ünlü İlahiyat Profesörü merhum Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ise yıllar boyu katıldığı televizyon programlarında şunları söylemiş:

“Son yıllarda kurban ‘sünnet’ olmaktan çıkarılıp ‘farz’laştırıldı. Onunla da yetinilmedi ‘İslam’ın en büyük farzı’ haline getirildi…

Kurbanın esas İslami amacı olan ‘yoksulun et yemesi’ adeta unutuldu, kurban denince akla bir tür ‘deri kapma yarışı’ gelir oldu. İslam dininin, Kur’an dininin ‘hayvan kesmek diye bir ibadeti’ yoktur.

Bunu Peygamber’in en büyük sahabeleri, mesela ‘sahabelerin babası’ denilen İbni Abbas söylemiş ve uygulamıştır.

‘Acı çektirilen, hakları ihlal edilen hayvanların Allah huzurunda bizden davacı olacaklarını’ söyleyen ilk insan bizim Peygamberimiz’dir.”

Bu bilgilerin unutulup gitmemesi, değerlendirilmesi, uygulanması için yarın diğer konular yanında biraz daha üzerinde duracağım.

Yazının devamı...

Bayram düşünceleri ve kurban!

Öncelikle mübarek Kurban Bayramı’nızı kutluyor, ülkemize, milletimize hayırlı, mutlu, güvenli nice bayramlar diliyorum.

Her bayramda eski bayramlar aklımıza gelir, bu sene benim aklımdan çocukluğumun, gençliğimin bayramlarında “daha sakin, şiddet olaylarından, söylemlerinden uzak, daha huzurlu yaşadığımız” düşüncesi gitmiyor.

O günler de toz pembe değildi, darbeler, muhtıralar, çekişmeler, çalkantılı süreçler yaşandı ama genele baktığımızda bugünkü kadar gergin, güvensiz ve huzursuz bir ülke değildik.

İyi haberler

Bu hüzünlü duygular arasında Sağlık Bakanı Ahmet Demircan’ın verdiği “Meme kanseri ilacı Türkiye’de üretilecek” haberi gibi güzel haberlere rastlamak moralleri düzeltti.

Birkaç aydır “Tamoksifen” isimli ve hastalar için hayati önem taşıyan ilaç bulunamıyor, şikayetlerin, Sağlık Bakanlığı’na çağrıların arkası kesilmiyordu.

Bakan Demircan’ın “şu an için sorunu Amerika’dan çözdüklerini, Ocak ayından itibaren de Türkiye’de üretimine başlayacaklarını” bildirmesi olumlu bir gelişme.

Çevre Bakanlığı’nın “sokaklarda kurban kesilmesini yasaklayan, sadece ‘çalışma izni olan kesimhanelerde, kasaplık belgesi olanlar tarafından’ kesilebileceğini bildiren, kesmeyenlere verilecek para cezasını arttıran, karara uygun olarak kesmeyenlerin ‘Alo 181’ hattına bildirilmesini hatırlatan” açıklaması bir başka güzel haberdi.

Diyanet’in de; bir hayvanın kurban olabilmesi için “kurban yaşına girmiş olması” gerektiğini, “bundan küçük olanlarının kesilmemesini, isteyenlerin kurban kesmek yerine yoksullara bağış yapabileceğini” hatırlatması gerekiyor.

Devlete güvenmek

Diğer konulara gelince… “Devlete güven duyma” açısından baktığımızda, yargısından, ordusuna, polisinden Meclis’ine kadar birçok konuda sorun var. Henüz “başkanlık sistemi”ne tam geçiş bile başlamamış olmasına rağmen parlamento devre dışında, Meclis’te alınması gereken tüm kararlar Cumhurbaşkanı KHK’ları ile alınıyor.

Yargı, tek parti ve tek lider tarafından atanan HSK ile ne yazık ki güven sarsacak bir düzenleme içinde. Orduda, Emniyet’te, yargıda hala FETÖ temizlenmiş değil.

Şiddet olayları had safhaya çıkmış vaziyette. Ne kadar uğraşsak da “her şey düzelecek, bunlar geçecek” demek zor görünüyor.

Kaldı ki, konuştuğunuz ilk vatandaş size aynı duyguları hemen aktarmaya başlıyor.

AB, Merkel, ekonomi

Almanya Başbakanı Merkel, daha önce de açıkladığı gibi “Almanya’nın, Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği genişletilmesini veto ettiğini” AB Komisyonu Başkanı’na iletti.

AB Komisyonu Merkel ile aynı fikirde olmasa da üye devletlere bu konuda görüşlerini sormuştu ve Almanya AB içinde en güçlü devletlerden biri.

Gümrük Birliği için verilecek olumsuz bir karar, ticaretinin yarısına yakınını AB ile yapan Türkiye’nin ekonomisi için ciddi sorun yaratacak.

Bu tür gelişmeler, dış politikanın duygusallıkla, öfkeyle, ani kararlarla yürütülmesinin ülke adına sakıncalarını bize bir kez daha gösteriyor.

Gelecek bayramlarda güzel haberlerin çoğalacağını ümit etmekten vazgeçmeyelim.

Yazının devamı...

Genelkurmay Başkanı neden sessiz?

Dün 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı her yıl olduğu gibi büyük bir coşkuyla kutladık.

Mustafa Kemal Atatürk’ün başkomutanlığında yapıldığı için “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak da anılan 30 Ağustos Büyük Taarruz’u, başta Dumlupınar olmak üzere Türk topraklarının düşman işgalinden temizlenmesiyle sonuçlanmıştı.

İmkansızlıklar içindeki Türk ordusu Dumlupınar’da Yunanlıları gece gündüz aralıksız yaptıkları ani saldırılarla öyle sıkıştırmıştı ki Yunan orduları ağır kayıplar vererek silinip gittiler.

Yunan ordularının yenilgisiyle birlikte Batı ülkelerinin Türk toprakları üzerindeki toprak kazanma hayalleri de silinip gitti.

Atatürk Kurtuluş Savaşı sonrasında “Memleketimizi esir etmek isteyen düşmanları behemehal mağlup edeceğimize dair olan emniyet ve itikadım bir an olsun sarsılmamıştır” diyor.

Bu sözler kendisine, ordusuna ve milletine duyduğu güvenin, cesaretin, onurun göstergesidir.

Malazgirt ve adalar

Dünya liderleri, diplomatlar ona olan takdirlerini anlatacak söz bulamazken Türkiye’de onun manevi değerini sarsabileceğini zannedenlerin çıkması büyük talihsizliktir.

Fransız diplomat ve romancı Claude Ferrere’nin sözleri bence en etkileyici olanlardan biri. Diyor ki: “Sevr’den sonra Türkiye’nin öldüğünü sanmıştım. Ama Türkiye yaşıyor, hem Mustafa Kemal başına geçeli beri öylesine canlı yaşıyor ki; bir Lloyd George’un bütün çabaları, bütün imkanları, sağduyuya meydan okuyan bu şiddetli yaşama isteğinin karşısında erimekten başka bir şey yapamıyor”.

O Lloyd George “Yunanlıları kışkırtarak, destekleyerek Büyük Taarruz’un nedenini ve Yunan yenilgisini yaratan, başarısızlığının arkasından istifa eden İngiliz Başbakanı” idi…

26 Ağustos’ta ise Büyük Selçuklu Hükümdarı Alp Aslan’ın 1071’de, 1000 yıla yakın zaman önce Bizans’a karşı kazandığı Malazgirt Zaferi kutlandı.

Bu zaferin yıldönümünde Yunanlılar “Türkiye’ye ait olan ve el koydukları adalardan birine Bizans bayrağı çektikleri bir fotoğrafı” Yunan ordusunun internet sitesinde yayınladılar.

Bizans bayrağı

Bayrağın yanında da Yunan askerleri ellerinde silahlarla poz vermişti.

Bu olaydan önce Yunanistan Genelkurmay Başkanı’nın adalarımızda dolaştığı, hatta “askeri gözetleme istasyonu” kurduğu ve Türkiye’nin Ege’deki faaliyetlerini Atina’ya rapor ettiği haberleri sık sık verildi.

Yunanistan Dışişleri Bakanı “Türk Genelkurmay Başkanı isteseydi de Kardak’a çıkamazdı” dedi.

Türk Dışişleri Bakanı bu küstahlığı “Görevi çıkmak olsaydı çıkardı” diye cevapladı. Oysa şimdi Yunanistan Cumhurbaşkanı Pavlopulos adalarımızda Yunan ve Bizans bayrakları altında dolaşıyor.

Bu konuda Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın ve Başbakan Binali Yıldırım’ın bu son olayla ilgili olarak da hiç konuşmaması, sanki çok önemli değilmiş veya “kabul edilebilirmiş” gibi susması çok garip değil mi? Sonsuza kadar yalnızca tarihteki başarılarımızla övünemeyiz, binlerce şehit kanıyla alınmış topraklarımızın bir karışı için bile aynı mücadeleleri vermek zorundayız.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.