Şampiy10
Magazin
Gündem

Terör, adalet ve TEOG!

Ünlü İngiliz gazetesi The Guardian birkaç gün önce “Suriye İdlib’den kaçan yüzlerce eski DEAŞ’lı militanın Türkiye sınırına dayandığını, bu cihatçıların çoğunun son haftalarda Türkiye’ye girdiğini” yazdı.

Türkiye’de takip edilemeyen veya yakalandığı halde mahkemeler tarafından serbest bırakılmış IŞİD’lilerin sayısı belli değilken, binlerce insanın hayatını kaybettiği katliamlar yapmış bir terör örgütü militanlarının Türkiye’ye girmesine nasıl izin verilir anlaşılır gibi değil.

Dün Mardin’de 2 ayrı DAEŞ hücresine MİT ve Emniyet’in birlikte baskın yaptığı ve bir DAEŞ’li teröristin yakalandığı haberi çıktı. Biri yakalanırken yüzlercesinin Türkiye’ye girmesi olacak iş midir?

Atatürk’e saldırılar

Bu ülkenin kurtarıcısı, kurucusu Atatürk’e ve heykellerine yapılan saldırılar artıyor derken, Antalya’da bir Atatürk heykelinin “çalılar arasına atılmış olarak” bulunması da gündemin en çok tepki çeken olaylarından biri.

Emniyet ve MİT artık ortak çalışmayla bu saldırıların önlenmesini de sağlamalı, yapanlar yargılanmalıdır.

Diğer tarafta, IKBY referandumu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurul toplantısı için ABD’ye gidişi gibi gündem haberleri “15 Temmuz’la ilgili tartışmaları, cevapsız kalan soruları” ve FETÖ ile ilgili haksız yargı kararlarını geri plana itti.

FETÖ’cüler tanık…

Cumhuriyet ve Sözcü’den “FETÖ ile herkesten önce, yıllarca mücadele etmiş” olan gazeteciler, avukatlar haksız ve hukuka uymayan iddialarla, yargı kararlarıyla Balyoz-Ergenekon sürecinden farksız şekilde cezaevlerinde yıllar geçirmekteler.

Bu iddialar arasında “kendileri FETÖ ile yakın ilişkide olan, buna rağmen tutuklanmayan” ve üstelik tanık yapılan kişilerin attığı iftiralar da bulunuyor.

Türkiye’nin bitmeyen sorunlarının, bu haksızca tutuklanmış kişiler hakkında verilecek beraat kararlarının ertelenmesine yol açması toplum vicdanını rahatsız etmektedir.

Adaletin kısa sürede sağlanması gerekir.

TEOG yapılmayacak

Dün Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz “Bu sene TEOG sınavının yapılmayacağını” resmen açıkladı.

Ondan bir gün önce 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “Gündemde olan sınav değişikliğinin çok boyutlu bir çalışma ile yapılmasını ve özellikle fırsat eşitliği ilkesinin korunmasını umuyorum” açıklaması yapmıştı.

Abdullah Gül’ün söz ettiği “çok boyutlu çalışma” eğitimcilerin görüşlerinin alınmasını gerektirirdi ki eğitim uzmanları ve sendikaları “kendilerine danışılmadığını,TEOG kaldırılırsa Anadolu Liseleri ve Fen Liselerine hak eden öğrencilerin giremeyeceğini, başarısız öğrencilerin şişirme notlarla okullara girebileceğini, başarılı okulların sıradanlaşacağını, imam hatipler gibi başarısız okulların görünmeyeceğini” anlatıyor.

Önemli konularda Meclis tartışmaları yapılmıyor, bir geceden bir geceye alınan kararlarla eğitim sistemi ve diğer konular aceleye getiriliyor.

İlerlemek ve kazanmak istiyorsak bu adımların hepsini çok daha dikkatle atmalıyız.

Yazının devamı...

Trump, Türkiye’ye yardım eder mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna katılmak üzere New York’a giderken yaptığı basın toplantısında “Bölgesel anlamda kritik gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, ABD Başkanı Trump ile yapacağımız görüşmeye özel önem atfediyorum” dedi.

“Arakan’da yaşanan insanlık dramının uluslararası toplumun gündemine taşınması” açısından da bu toplantının önemli olduğundan söz etti.

“Bölgesel anlamda kritik gelişmeler” ile kast ettiği Barzani’nin yapacağı “Kürdistan bağımsızlık referandumu” meselesidir.

Bilindiği gibi IKBY Başkanı Mesut Barzani aylardır “savaşmaları gerekse bile kimsenin referandumu durduramayacağını” ilan ediyor.

Geç tepkiler

Bu süreçte ABD zaman zaman fısıltıyla yaptığı “Biz referanduma karşıyız” çıkışları dışında sert bir tepki göstermedi.

Irak Başbakanı İbadi “Biz sonucu kabul etmeyiz” dedi ama “Referandumun Irak’ın egemenliğinin ihlali anlamına geldiğini ve askeri müdahale yapacaklarını” henüz yeni söyledi.

Türkiye de son günlere kadar kesin ve sert bir dille karşı çıkılacağını bildirmemişti, son birkaç gündür “Gerekirse her adımı atacağımız” söyleniyor.

Geçen hafta Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford’la görüştüğünde “Türkiye’nin güney sınırlarında bir Kürt kuşağı kurulmasına izin vermeyeceğini ve ABD’nin Suriye’de PYD/PKK/YPG ile birlikte hareket etmesinden duyulan rahatsızlığı” iletmişti.

Akar’ın söyledikleri zaten ABD’ye son yıllarda yüzlerce kez tekrarlandı. ABD ve İsrail, hatta Afrin’i korurken Rusya “Suriye ile Irak’ta Kürdistan projesini” desteklediklerini yeterince gösterdiler.

İsrail bu konuda resmi açıklama da yaptı.

Mahkeme kararı

Irak Federal Mahkemesi “IKBY Yönetiminin 25 Eylül’de düzenleyeceği referandumu askıya alma kararı” verse de ABD ve İsrail’in desteğindeki Barzani, Irak ve Suriye’de bu konudaki gayretlere ara vermeyecek, belki iş yeni ve bizim için çok riskli bir savaşa varacaktır.

Şimdi merak edilen şudur; Son yıllarda Türkiye’nin Suriye’de ABD’nin PYD/PKK’ya verdiği destekle, kentleri göstermelik şekilde IŞİD’den ABD ve PYD’nin birlikte almalarıyla ilgili tepkilerini gayet iyi bilen Trump acaba bu görüşmede farklı ne söyleyecek?

Bir yandan “PKK terör örgütüdür” derken diğer yanda onlarla birlikte (İsrail’in çıkarını ve petrol kaynaklarını düşünerek) Kürt kuşağını oluşturma gayreti içinde olmasını nasıl açıklayacak?

Deneyimli Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni Cumartesi günü Milliyet’teki röportajında “ABD’nin Ortadoğu’da Müslümanları birbirine kırdırttığını, Arakanlı Müslümanları Myanmar güçlerine saldırmaya ABD’nin kışkırttığını, buralardaki çatışmaların en çok ABD’nin işine yarayacağını” çok güzel açıklamıştı.

ABD, Afganistan’da yaptıklarının ve Körfez Savaşı’nın verdiği büyük zararlardan ders çıkarmamış şekilde diğer ülkelere müdahaleye devam ediyor.

Bakalım Türkiye, kendisini de bu Ortadoğu bataklığına iyice kaptırmadan çözüm bulabilecek mi?

Yazının devamı...

Savaşa mı gireceğiz?

Aylardır bu köşede Barzani’nin 25 Eylül’de yapacağı “Kürdistan Bağımsızlık Referandumu”nu yazdım ve bu konuda alınacak kararlar ve yapılacak girişimler için geç kalındığını vurgulayarak uyardım.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 15 Eylül Cuma akşamı “Barzani’nin kararını yanlış bulduğunu” söylediği konuşmada şu açıklamayı yaptı:

“Referandum kararını akıl tutulmasından öte bir şey olarak görüyorum… Sayın Barzani bizim bu konuda ne düşündüğümüz gayet iyi biliyor… Bizim yıllardır Irak’ın toprak bütünlüğü konusundaki hassasiyetimizi biliyor. Bunun yanında Kerkük özellikli bir bölge, bunu da bildiği halde kalkıp hala buralarda bazı operasyonlar yapma gayreti içine girmesini doğru bulmuyoruz”.

Erdoğan, 27 Eylül’de yapılacak olan MGK toplantısının bu nedenle 22 Eylül’e çekildiğini, Barzani’nin “bu konudaki hassasiyetimizin ne denli ilerde olduğunu MGK toplantısı ve Bakanlar Kurulu’nun ardından çok açık ve net olarak göreceğini” söyledi.

Barzani değişmedi ki…

Mesut Barzani son yıllarda nedense Türkiye’de krallar gibi karşılandı, ağırlandı.

Hatta salonlarda yaptığı konuşmalarda ayakta alkışlandı, “Türkiye seninle gurur duyuyor” nidaları yükseldi.

Oysa Barzani hiç değişmedi ki. “16 yaşında eline silah aldığı ilk gün hedefinin ‘bağımsız bir Kürt devleti kurmak’ olduğunu” söylemişti ve hep aynı hedef için çalıştı. Bunu son ana kadar görmek istemeyen bizdik.

Kerkük’ten çıkmayacak

9 Eylül 2017’de verdiği bir TV röportajında “Bu referandumu bugüne kadar ertelememiz bile hataydı” dedikten sonra:

-Tehditleri dinlemeyeceklerini,

-Referandumun Kerkük’ü de kapsayacağını,

-Herhangi bir grup Kerkük’ün durumunu güç kullanmaya kalkarak değiştirmeye çalışırsa her Kürt’ün bunun için savaşacağını,

-Bağdat yönetimini de dikkate almayacaklarını söylemişti.

Mesut Barzani’nin uzun zaman önce “Artık kimse Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünden söz edemez, sınırlar yeniden çizilecek” dediği de biliniyor.

Karar ne olur?

Ak Parti Milletvekilleri arasında Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, Ardahan Milletvekili Orhan Atalay gibi Barzani’nin “bağımsızlık referandumuna tam destek verenler” var.

Örneğin; Ensarioğlu, tehdidi bilmiyormuş gibi “Türkiye’ye karşı bir tehdit, tehlike oluşturmadığı sürece herkese düşen Kürdistan halkının tercihine destek vermektir” dedi.

Bu desteklere bir itiraz duyulmadı.

ABD ile Rusya’nın “Türkiye Afrin, Menbiç ve Rakka’ya girmesin diye” askerlerini girişlere yığdıkları görüldü, yaşandı.

MGK ve Bakanlar Kurulu’ndan çıkacak karar ne olur bilmiyoruz ancak eğer “Irak ve Suriye’ye askeri müdahale” kararı çıkarsa, işin içinde ABD, Rusya ve İsrail olduğuna göre bu ülkelerle de savaşacak mıyız, bunu iyi düşünmek gerekir.

Türkiye’yi iki ayrı ülkede harekat yapmaya zorlayacak bir gelişmenin sonunda Güneydoğu’nun, sınırlarımızın savaş havasına girmesi ve beklenmedik başka gelişmelere yol açması ihtimali tüm detaylarıyla hesaplanmalıdır.

Dediğim gibi çok zor ve tüm dikkatimizi bu konuya yoğunlaştıracağımız bir süreçteyiz!

Yazının devamı...

Yargıya güvensizlik ve kaos!

Demokrasinin bir numaralı gereği bağımsız bir yargı ile “hukuk devleti ilkelerinin korunması”dır.

Sıkça tekrarladığımız gibi Türkiye içerde ve dışarda son derece riskli bir sürecin içinde.

Güney sınırımızın bitişiğinde Irak ve Suriye’de “bağımsız Kürt devleti” kurma adımları son noktaya varmış durumda.

Sürekli yapılan “Hükümet acilen bu konuya yoğunlaşmalı” uyarılarına rağmen Hükümet, TBMM’deki diğer partilerle uyum içinde bir çalışma yaparak çözüm aramıyor.

İçerde işsizlik, yoksulluk, şiddet olaylarının zirve yapması, “büyük deprem beklentisi” uyarıları sürüyor, dışarda en geleneksel dost ülkelerle ilişkiler bozuldu.

Kabul edilemez

Toplumun tepkisini çeken olaylar da maalesef saymakla bitmiyor.

Bunlardan biri; HDP’li Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine bir grubun saldırısı ve cenazenin mezardan çıkarılması.

İnançla, gelenekle filan ilgi kurmak gereksiz, insanlık dışı bir olay ve yaşanmaması için gereken önlemler önceden alınmalıydı.

Bir diğeri; Zonguldak’ta plajda bira içen 2 kadın doktorun başına “suçlu yakalar gibi” dikilen polislerle ilgili haber.

Zonguldak Valisi “İçki içtiler diye kontrol durumu yok, toplumu rahatsız ettikleri için polis görevini yapmış” diyor. Fotoğraflarda kadınlar şezlongda, etrafta halk kendi havasında, bir rahatsızlık görünmüyor.

Demokratik bir ülkede kimseye böyle bir baskı yapılamaz.

Konu yalnızca laik demokraside insan hakları da değildir, Türkiye bir turizm ülkesi. Bu tür olayların yaşandığı bir ülkeye turist gelir mi?

Kılıçdaroğlu’nun avukatı

CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanması, onun yanında Sözcü ve Cumhuriyet gazetelerinin FETÖ soruşturması ile ilişkilendirilmesi yargı bağımsızlığına güveni sarstı derken, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik de “FETÖ soruşturması kapsamında” gözaltına alındı.

Birinci neden; Çelik’in kapatılan STV, Bugün gibi kanalların Digitürk’ten çıkarılması üzerine aboneliğini iptal ettirdiği…

İkinci neden; Çelik’in, daha önce İstanbul Üniversitesi’nde “FETÖ yapılanması”na ilişkin operasyonda tutuklanan, Kılıçdaroğlu’nun eski başdanışmanı Fatih Gürsel ile “MİT TIR’larının durdurulması sürecinde” yoğun şekilde irtibatlı olması.

Neden şimdi?

Bir genel başkanın en yakınındaki isimlerin yıllar önce irtibatlı olmaları nasıl suç sayılabilir anlaşılmıyor.

Böyle iddiaların “bilindiği halde neden yıllarca bekletildiği ve gözaltı ya da tutuklamaların neden şimdi yapıldığı” anlaşılmıyor.

İnsanların “Digitürk’ten istediği zaman çıkma özgürlüğü” nasıl suçla, TV kanallarının kapatılmasıyla ilişkilendirilebilir anlaşılmıyor.

Yargının “Kemal Kılıçdaroğlu’nun etrafındaki çemberi giderek daralttığı” duygusu veren gelişmeler bunlar.

Eğer Kılıçdaroğlu’yla ilgili iddialar da bunları izleyecekse “seçim yaklaşmadan, büyük önem taşıyan seçimleri, seçmenin oyunu etkileyecek” süreç başlamadan, yargının bu iddiaları en kısa zamanda açıklaması gerekir.

Hukuka ve yargıya güvensizlik kaosu birlikte getiriyor, unutulmasın!

Yazının devamı...

‘Devletin devamlılığı’ düşünülmelidir!

Türkiye içerde ve dışarda en zor dönemlerinden birini yaşıyor, sanıyorum hepimiz bunun farkındayız.

Almanya ve AB ile olan gerilimlerden sonra Almanya “Türkiye’nin talep ettiği önemli miktarda silah satışının da askıya alındığını” açıkladı.

AB Bakanı Ömer Çelik “Türkiye AB’nin sınırlarını da koruyor” dese de bizim sadece kendimizi korumak, ihtiyacımız olan destekleri sağlamak veya demokrasi standartlarımızı evrensel düzeyde tutmak için bile Batı ile ilişkilerimizi bozmamamız gerekirdi.

Güneydoğu’da PKK, saldırılarını Irak ve Suriye’deki gelişmelerden de, ABD desteğinden de cesaret alarak sürdürüyor.

İsrail yan çizse de…

İsrail son birkaç günde “PKK bizim politikamıza hizmet ediyor” açıklamaları yapmıştı, dün İsrail Başbakanı Netanyahu güya bu itirafı düzeltti ve bir yandan IKBY’nin “bağımsızlık referandumu kararını desteklediklerini” söylerken, “PKK’yı terörist örgüt olarak gördüklerini” açıkladı.

Oysa bu ikisi birbirine bağlıdır. Barzani sadece Irak’ta Kürdistan ilan etmekle kalmayacağını, diğer ülkelerde de Kürtlerin toprak almaları için çağrı yaptığını bildiriyor.

PKK/PYD, ABD desteğiyle Suriye’de aldığı toprakları 5 ayda “yüzde 2” genişletmiş. Şu anda Suriye’nin yüzde 37’si PKK/PYD ve İŞİD tarafından işgal edilmiş vaziyette.

IŞİD’in birçok yerde “elindeki toprakları savaşmadan PYD’ye bıraktığı” düşünülecek olursa, aynen IKBY’nin kısa sürede Irak’ta çok geniş bir alana yayılması gibi PKK/PYD de giderek Suriye’de yayılmaktadır. Bu hızlı gelişmelere bakarak Hükümet’in acilen Güneydoğu bölgesinin korunması için tüm dikkatini buraya yönlendirmesi gerekmektedir.

Ülke kaybeder mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmalarında “Ülkenin kaderiyle Ak Parti’nin kaderinin bütünleştiğini, Ak Parti kaybederse Türkiye’nin kaybedeceğini” tekrarlıyor.

Oysa büyük devletlerde hükümet değişiklikleri genel politikaları etkilemez. “Devletin devamlılığı” ilkesi önemlidir ve hangi parti veya koalisyon iktidara gelirse gelsin bu kural korunur. Dış ilişkiler, uluslararası anlaşmalar, hukuk devleti, demokrasi, ülkenin genel çıkarlarına saygı değiştirilemez. Bu nedenle, gelişmiş demokrasilerde siyasetçiler “Benim partim kazanmazsa ülke kaybeder” gibi açıklamalar yapmazlar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 16 Nisan referandumundan sonra aynı zamanda partisinin genel başkanı konumuna da döndüğü için konuşmaları daha çok bu yönde oluyor.

Yalnızca gerçekler!

Örneğin aynı konuşmada Ana Muhalefet Partisi’ni daha önce de seçim propagandalarında yapıldığı gibi “teröristlerle aynı safta” gösteriyor.

Kanıtlanmamış, böyle bir eğilim görülmemiş partiler için ortaya atılan ve atılacak bu tür iddialar medyaya da (hatta yargıya da) aynı şekilde yansıyor ve isteyen kişi istediği gazeteciler veya siyasetçiler için gerçek dışı suçlamaları rahatça ekranlardan, köşelerden yapıyor. Yargı, halkın güvenini kaybedeceği kararlar veriyor. Türkiye’nin bir hukuk devleti olarak kalmasını istiyorsak hepimiz “yalnızca gerçekleri” gözetmeye dikkat etmek zorundayız.

Yazının devamı...

Kenetlenirsek sorunlar çözülür mü?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin özel kalem müdürü Ömer Karakaş ve aralarında Niğde eski milletvekillerinin de bulunduğu 300 kişi Pazartesi günü MHP’den istifa ettiler.

İstifa nedenleri; Meral Akşener’in kuracağı partiye katılmak… Partisinden toplu kopmalar karşısında Bahçeli’nin sesi çıkmıyor ama bu gidişle 2019 genel seçimine fazla kalabalık bir partiyle girmesi zor görünüyor.

Aslına bakarsanız MHP’de bu zincirleme tepkiyi yaratan nedenler “parti içi demokrasi”nin olmayışı, üst üste seçimler kaybeden liderin istifaya yanaşmaması, lider değişimi isteyen partilileri ise ihraç ederek kurtulacağını sanmasıdır.

Ancak, görüldüğü gibi bunlar artık çare olmuyor. Siyaset; “demokrasi ve hakkıyla, dürüstçe elde edilen başarı” istiyor.

Toprak bütünlüğü

Devlet Bahçeli İsparta’da yaptığı konuşmada “dört parçalı Kürdistan”dan söz etti.

“Suriye’de yürütülen projenin, Barzani’nin ağır provokasyonunun ileriki safhasında Türkiye’nin toprak bütünlüğünün de bozulmak isteneceğini, Irak ve Suriye’yi dört parçalı Kürdistan için uygun kıvama getirenlerin Türkiye’yi aynı cendereye sokmak için pusuda beklediklerini” söyledi.

“Bekamıza hep birlikte omuz vermeli, kenetlenmeliyiz” dedi.

Söylemediği tek şey; Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumak için ne yapılması gerektiği.

ABD ve Barzani

Suriye iç savaşı başladıktan sonra ABD “Türkiye’yi bu savaşın içine itmek için” çalıştı.

“Muhaliflere eğit-donat yapalım” önerileriyle bunu başardı ve geriye çekildi. Esad sınırımıza komşu illeri PKK/PYD’ye bırakarak güçlerini güneye kaydırdı.

Bugün Suriye’deki üs sayısını (özellikle petrol ve maden bölgelerinde) arttırmasının yanında PYD/PKK’nın silahlı kolu YPG’ye o üslerde eğitim veriyor, her tür silah ve araç yardımı yapıyor.

Suriye’deki gelişmeler de, Türkiye için oluşacak tehdit de Irak’la yakından ilgilidir.

Bu ilgiyi anlamak için, 25 Eylül’de, aslen bir Türkmen kenti ve yine petrol cenneti olan Kerkük’te Kürdistan Bağımsızlık Referandumu yapacak olan IKBY Başkanı Barzani’nin konuşmalarına bakmak yeterlidir.

Her ne kadar dün Irak Meclisinde “Bağımsızlık referandumu” için iptal kararı çıksa da bu karar Barzani ile ABD’ye ancak kısa süreli bir erteleme yaptırabilir.

İsrail’in itirafı

Türk hükümetinin son yıllarda büyük yakınlık gösterdiği Barzani “Kerkük referandumunun engellenemeyeceğini, Türkiye ve İran’daki Kürtleri de ‘taleplerinin peşine düşmeye, haklarını almaya’ davet ettiğini” söylüyor.

Suriye Kürdistanı’nın ilanı da yakındır.

Durum böyleyken ve her gün Güneydoğu’dan şehit haberleri gelmeye devam ederken, Bahçeli’nin zayıf “bölünme-kenetlenme” çıkışı neye çözüm getirebilir?

Yıllardır Barzani peşmergelerini eğiten İsrail de “PKK’yı terör örgütü olarak görmediklerini, onların İsrail’e hizmet ettiğini” çekinmeden itiraf ettiğine göre Hükümet artık kesin kararlar almak ve işe “Türkiye’ye de bulaşacak olan Kürdistan sorunu aslında bir ‘Büyük İsrail projesi’ midir” noktasından başlamak zorundadır.

Yazının devamı...

Anlaşılmayan olaylar zinciri!

15 Temmuz’la ilgili Marmaris Davası’nda hakim Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli sanığa şöyle demiş; “Polislerin hangi psikoloji ile davrandığını bilemeyiz. Ayrıca sizinle çatışmaya giren polislerin bir kısmı da FETÖ’den tutuklandı. Su o kadar bulanık ki”…

Su gerçekten de bulanık, üstelik sadece bir konuda değil, birçok konuda bulanık ve içinden çıkılamaz halde.

Hakimin bu cümlelerinde bile bulanıklık var, örneğin; o gece Marmaris’te Özel Kuvvetler ile çatışmaya giren polislerin neden yalnızca “bir kısmı” FETÖ’den tutuklandı? Diğer kısmı için hangi nedenle tutuklama kararı çıkmadı sorusu hemen akla geliyor.

Önceden bildirilmiş

MİT’in Anadolu Ajansı’na verdiği “Komisyona cevap” bilgisinde “MİT tarafından daha önce dış makamlarla paylaşılan notlarda FETÖ’nün darbe girişiminde bulunabileceği bildirilmiş olmakla birlikte TSK bünyesinde istihbarat toplanamadığından darbe girişiminin tarihi konusunda ‘net bir istihbarata’ ulaşılamamıştır” deniyor.

İhbarcı “Kara Havacılık Okulu’nda görevli” Binbaşı’nın 15 Temmuz’da erken bir saatte MİT’e giderek “MİT Müsteşarı’na saldırı yapılacağı yönünde ham bilgiler vermiştir” ifadesi de var.

Oysa ihbarcı Binbaşı 15 Temmuz günü saat 14.30 sıralarında “Bir darbe girişimi olabileceğini, komutanının kendisine ‘çok kan akacak’ dediğini MİT’e bildirdiğini” kesin bir dille söylemişti.

Eğer MİT’e “bu ihbardan önce de” FETÖ’nün darbe girişiminde bulunabileceği bildirilmişse, 15 Temmuz günü yapılan ihbarı ilk anda, teyit edilmesine filan gerek duymadan ciddiye alarak hemen Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na aktarması gerekmez miydi?

Çelişkiler yumağı

Madem ki “darbe ihbarı” yapılmış, MİT neden daha sonra bu ihbarı “MİT Müsteşarı’na saldırı” olarak değiştirdi?

MİT Müsteşarına saldırı ihbarı yapıldı ise Müsteşar’ın “bilgi teyit edilmedi” diyerek saat 20.20’de “Suriyeli bir muhalifle görüşmeye gitmesi” normal midir?

Olay böyle geliştiyse ve MİT Müsteşarı yerinde kaldığına göre bir sorun da yoksa, Başbakan Binali Yıldırım “MİT bana 10.30’a kadar haber vermedi” şikayetini neden birkaç kez tekrarladı?

Aynı şikayet, “hükümete karşı sorumlu Genelkurmay Başkanlığı” için geçerli değil midir, neden hepsi susmuştur?

Emirlerindeki askerlerin FETÖ ilişkisini hiç anlayamamış, MİT’e gelen ihbara rağmen düğüne gitmiş veya odasında beklemiş, derdest edilerek Akıncı üssüne götürülmüş komutanların bu nedenle sorgulanması gerekirken, bazıları son YAŞ’ta nasıl “önemli terfiler” alabildiler?

MİT Müsteşarı, Genelkurmay Başkanı, dönemin 2’nci Başkanı ve düğüne giden komutanların “bir çapraz sorgulama” ile o geceyi açığa çıkarması neden sağlanmadı?

Darbe girişimini açıklığa kavuşturabilecek kişilerin “Ben sözlü olarak soru cevaplamam” deme hakkı var mıdır?

Bu önemli olayın aydınlatılması için bunlar ve daha birçok sorunun cevap bulması gerekiyor.

Yazının devamı...

Seçim öncesi anlaşılmalı!

Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz “Yeni müfredat, yapılmış en demokratik, en bilimsel, en çağdaş müfredattır” demişti. Dün bu müfredattaki kitaplardan birinde yazılanları irdeledik. Gençlerin beynine işlenen yanlış bilgilerin, onların ve ailelerinin felaketine sebep olabileceğini, böyle kitleler yaratıldığında sonucun ülkeyi felakete götürebileceğini hepimiz biliyoruz.

Bazı okul kitaplarından Atatürk ilke ve devrimleri çıkarıldı, 15 Temmuz darbe girişimi kondu. Ancak… Öğrenciler “Bu darbe girişimi nasıl oldu, on binlerce FETÖ’cü devlete nasıl sızabildi, o gün ve gece neler yaşandı” diye araştırsa veya soru sorsa cevabı bulmayı başaramayacak. Çünkü bugüne kadar 15 Temmuz’un karanlıkta kalan yönleri açığa çıkamadı.

Tehlike altında!

Yargıdaki FETÖ darbe girişimi ile ilgili kararları izlerken şaşkınlığa düşmemek mümkün değil.

Hakkında 3 kez “ağırlaştırılmış hapis istemiyle açılmış dava olan” biri her nasılsa serbest kalırken, bir başkası “şüpheli” ifadesi ile tutuklanabiliyor. Böyle bir yargının normal işlediği düşünülebilir mi?

Diğer tarafta, FETÖ’cüler için “idam cezası” bile düşünülüyor.

Bazı yayın organları istedikleri kişilerin tepesinde “FETÖ’cü damgasını” Demokles’in kılıcı gibi sallandırıyor, masum insanlar bile bu “iftira tehlikesinden” korkar hale geliyor, devlet darbe girişiminden 1 yıl sonra bile hallaç pamuğu gibi atılıp FETÖ aranıyor ama bazı isimlere hiç dokunulmuyor.

Yargı kalkanı

Mesela, yeni parti kurma çalışması yapan Meral Akşener’in 2009’da MHP’li belediye başkan adaylarıyla Zaman’ı ziyaretini “bir sırmış gibi” veren Takvim gazetesi veya ona karşı asılsız iddialar ortaya atarak yıpratmaya çalışan “aynı basın grubuna ait” diğer gazeteler nedense Bülent Arınç ile Melih Gökçek arasında geçen “parsel parsel”li konuşmayı veya Gülen’in sağ kolu olarak bilinen Hüseyin Gülerce’nin Beyaz TV’de kendi geçmişini unutarak başkalarına FETÖ suçlaması yaptığından hiç söz etmiyor.

Türkiye’de siyasi etik ve medyada “basın ahlakına uygun yayın” kurallarının ortadan kalkması, isteyenin istediği isimlere sınır tanımaz yalan ve iftiralarla saldırabilmesine yol açtı.

“Bir şüpheli şu isim için böyle dedi” ifadesi çoğu masum insanların suçlanmasına yeterken suçlu olduğuna dair her delil ortada olan isimler adeta bir “yargı kalkanı” altında tutuluyor.

Arkasında siyaseten güçlü kişilerin olduğu isimlerin, tutuklansalar bile hemen serbest bırakıldığı görülüyor.

Adil seçim için…

2019 seçimlerinin bir yıl önceye alınıp “15 Temmuz 2018”de yapılacağı ihtimali güçlü bir ihtimal olarak ortada dolaşmakta… Bu gerçekleşecekse tarih gizli tutularak böyle önemli bir seçimin emrivaki haline gelmesi önlenmeli, “15 Temmuz erken seçiminden önce” mutlaka darbe girişimi tüm detaylarıyla, saat ve ifade çelişkileri tartışılarak ortaya çıkmalıdır.

Aksi takdirde kitaplardaki bilgiler yetersiz kalacağı gibi seçmenler yapılacak seçimlere de “aydınlatılmamış bir darbe girişimi”nin kafa karışıklığı ile gidecektir ki bu olmamalıdır!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.