Şampiy10
Magazin
Gündem

Türkiye ‘sağduyuya’ dönmeli!

Ülke 15 Temmuz’da “devletin içine ağ kurmuş” bir cemaatin planladığı darbenin eşiğinden döndü.

Darbe girişiminin yıldönümü günlerce törenlerle anıldı, bu hatırlatmalar artık gelecekte bir daha benzer tabloların yaratılmasına fırsat vermemek için herkese yetmelidir.

Bununla birlikte her gün yapılan siyasi açıklamalar gelecek adına ne yazık ki fazla ümit verici değil.

Örneğin; Cumhurbaşkanı Erdoğan “Ak Parti Genel Başkanı” kimliğiyle konuştuğu zaman Ana Muhalefet Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na aşırıya kaçan uyarılar yapabiliyor.

Adalet yürüyüşü sırasında “O savcılar seni de çağırır” demişti, arkasından “sokaklara çıkamaz hale gelirsin” dedi ki; birincisi “yargı bağımsızlığı” açısından, ikincisi “bu sözlerin sokaklardaki radikal taraftarların yasadışı eylemlerine yol açması” açısından sakıncalıdır.

Kaos görüntüsü

Dikkat çekmek isterim ki; Türkiye dünyanın gözünde “kaosla çalkanan bir ülke” haline geldi.

Son yıllarda PKK ve diğer terör örgütlerinin saldırılarıyla da, darbe girişimiyle de “sakin, güvenli ülke” imajı bozulan ülkemizin turizmi baltalanmıştır.

Bu şartlar altında, bir de sokaklar üzerine kışkırtıcı sözler söylemekten kaçınmak gerekir.

Sosyal medyada; kanun dışı olaylarla tanınan kişilerin “yürüyüşlere katılan kitleleri tehdit eden” sözleri dolaşıyor ve büyük tepki alıyor.

Halkın veya siyasetçilerin (terör saldırıları dışında da) sokağa güvenle çıkamayacağı endişesi demokratik bir ülkede olabilir mi?

Cumhurbaşkanı’nın sözlerinden sonra CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da Times’a verdiği mülakatta “Bundan sonra daha fazla sokak protestoları yapacaklarını” söyledi. Bunların hepsini birleştirecek olursak, toplum psikolojisinin nasıl hırpalandığını görebiliriz. Ülkemiz bunlara layık bir ülke midir?

HSYK üyesi ve TBB başkanı!

Ana Muhalefet Partisi “15 Temmuz’dan 5 gün sonra OHAL ilan edildiğini ve Meclis’in devre dışı bırakılarak Cumhurbaşkanı kararnameleriyle ‘FETÖ’yle ilişkisi olmayan’ önemli kararların alındığını, uygulamaların yapıldığını” söylüyor.

Aynı şekilde “yargı”nın bazı hukuksuz kararları, “yapılan ihraç ve tutuklamalar nedeniyle boşalan yerlere” istenen başka isimlerin tayini tepki nedeni…

“Laik Türkiye’nin HSYK üyesi” Mehmet Durgun’un 3 gün önce “Davamız, islam ahlakına dayanan bir düzen kurulmasıdır” şeklindeki siyasi mesajı tepki topladı, bütün hakim ve savcı atamalarını yapan kurumda bu olursa endişeler yersiz midir?

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu 15 Temmuz nedeniyle yayınladığı açıklamada:

Türkiye’yi 15 Temmuz’a getiren trajedinin nasıl yaşandığını çözmeden çıkışın bulunmayacağını vurguluyor ve: “Bu zor süreçten çıkış kuruluş felsefesine sımsıkı sahip çıkarak (…), taşıyıcı kurumları güçlendirerek olur. Taşıyıcı kurumların başında da ‘bağımsız, tarafsız, güven veren yargı’ olmalıdır” diyordu.

Güven veren yargı ile HSYK üyesinin “şeriat düzeni” talebi arasındaki ilişkiyi kim açıklayacak?

Yazının devamı...

Demokrasinin önemi anlaşılmıştır!

Türkiye 15 Temmuz 2016’da şahit olduğu ve bir korku filminden farksız olaylarla bir kez daha “güvence altında bir demokrasinin” önemini anlamıştır.

Güvence altında bir demokrasi de ancak “siyasi hiçbir partinin kontrolünde olmayan mahkemeleri ve laik rejimi korumakla, devlet kurumlarının ve bu kurumlardaki kadrolarını sıkı şekilde denetim altında tutmak ve liyakate göre yükselmeye önem vermekle” sağlanabilir.

Laiklik ve demokrasi

Şunu iyi anlamak ve topluma anlatmak zorundayız; “laiklik içermeyen bir demokrasi” de olamaz.

Laik bir rejimde dini cemaatlerin, tarikatların devletle, devlet kurumlarının hiç birisiyle, siyasetle ilişkisi asla olmamalıdır.

Laikliğin tek tarifi “herkesin dininde, inancında özgür olması” değildir. Aynı zamanda “din ve devlet işlerinin ayrılması, devletin her din ve inanca eşit mesafede durması”dır ve her ikisi aynı derecede önemlidir.

Ülkeyi yöneten her hükümet bu kurala önem vermek zorundadır, verilmediğinde bir cemaatin vatandaşları okullardan ve öğrenci yurtlarından başlayarak amaçlarına uygun şekilde yetiştirdiği ve yeterince güç kazanıp istediği gün geldiğinde kullandığı görülmüştür.

TSK’nın yıpratılmaması

TSK bundan önce Balyoz-Ergenekon “kumpası” sürecinde çok yıpratıldı. Adeta tüm ordu hainlik, casusluk ve kötü emeller içindeymiş gibi bir imaj yaratıldı. Hiçbir hatası olmayan, hayatını PKK terörüne mücadeleye adamış, karda kışta dağlarda terörist kovalayarak geçirmiş onurlu askerler, komutanlar yıllarca “terörist” gibi gösterildi.

Bu sürecin de üzüntüsüyle 15 Temmuz’un yıldönümü öncesinde en çok tepki gören konu; askerler için toptan “darbeci” görüntüsü veren afişlerdi.

Başbakan Binali Yıldırım “Alınganlık gösterecek bir şey yok” dese de toplumda gözle görünür bir rahatsızlık yarattığı göz ardı edilmemelidir.

15 Temmuz darbesi “TSK’nın içine yıllar boyunca yerleşmiş FETÖ’cü grupların” yaptığı bir eylemdir. Ülkesine sadık askerlerin, harp okulu öğrencilerinin bu darbeyle ilişkisi yoktur ve bu konu “her yıldönümünde” net anlatılmalıdır.

CHP’nin tepkisi

TBMM’de 15 Temmuz gecesi yapılacak oturumda “kimlerin konuşacağı” birkaç kez değişince ve Ana Muhalefet Partisi olmadığı halde Devlet Bahçeli’nin bile adı geçince CHP Meclis Başkanı Kahraman’a tepkisini bildirmiş. Son anda “sadece AKP Genel Başkanı’nın ve TBMM Başkanı’nın konuşacağı” açıklandığında ise oturuma katılmaktan vazgeçmiş.

Başbakan Yıldırım “CHP 5 dakikada bir karar değiştiriyor” dedi ama TBMM Başkanı’nın da konuşmacılarla ilgili birkaç kez karar değiştirdiğini, bu kararların birinde “liderlerin de konuşacağının olduğu” unutulmamalı.

Cumhurbaşkanı eskisi gibi tarafsız olsaydı , TBMM Başkanı konuşmalarında tarafsızlığını korusaydı belki bu sorun çıkmayacaktı.

Ana Muhalefet’in böyle önemli bir oturumda da görüş bildirmesi, yok sayılmaması “çok sesliliğe, demokrasiye ” önem verildiğini gösterebilirdi.

Yazının devamı...

Bahçeli’ye göre herkes FETÖ’cü!

Dün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “parti içindeki muhalifleri olağanüstü kurultay istedi diye” onları 15 Temmuz öncesi ve sonrasında pervasızca “FETÖ’cülükle suçladığını” yazmıştım ki…

O yazıyı yazdıktan hemen sonra Bahçeli bir kez daha “canı kimi isterse onu FETÖ’yle işbirliğiyle” suçlayıvermiş.

Aslında Hürriyet’e yaptığı açıklamalardaki tutarsızlıkların her biri ayrı bir yazı konusu olabilir ama önce konuşmasının FETÖ ile ilgili kısmına bakalım.

Hiç kimse, özellikle de bir parti lideri bir başkası için keyfi suçlamaları, konuşma arasında bile yapamaz. Fetullah Gülen’le ilişkileri ortada olan kişiler serbestçe dolaşırken masum insanları “darbe girişiminde bulunmuş bir terör örgütüyle” ilişkilendiremez.

Bu Da Mı Yaşanacak?

Bahçeli önce Ana Muhalefet Lideri Kemal Kılıçdaroğlu için “FETÖ’nün dolaylı sözcülüğünü yaparak elemanlarını mağdur, FETÖ ile mücadele edenleri suçlu mevkiine taşıma çabasına girdi” diyor.

MHP Genel Başkanı açıkça ortada olan eylem ve söylemleri çarpıttıktan hemen sonra dün; 15 Temmuz Darbe Komisyonu raporunda “CHP’nin 15 Temmuz’a giden süreçte, 17-25 Aralık sonrası örgütle amaç birliği içine girdiğinin savunulduğu, son günlerde de bu tavrına döndüğü” haberi çıktı.

Acaba şimdi de “15 Temmuz’un siyasi ayağı ve yargı bağımsızlığı” diyen Kemal Kılıçdaroğlu’na mı geldi sıra? “Demokrasi” isteyen Türkiye bunu da mı yaşayacak?

Truva atı mı?

Bahçeli, Kılıçdaroğlu’ndan sonra tekrar sözü “MHP genel başkanlığına aday” muhaliflerine getirmiş.

“Paralel yapının Truva Atı’na bindirildiler… 1 Kasım 2015 seçimi sonrasında MHP’de olağanüstü kurultay tezgahlandı”.

7 Haziran seçimi sonrasındaki tutumuyla MHP’yi “4’üncü parti”liğe düşürdüğünü, kendisinin de “10 Haziran 2016’da seçimli kurultay yapacağım” dediğini unutmuş olmalı.

Devlet Bahçeli’nin, parti içi muhaliflerinin hepsini partiden ihraç ettirmesi ve canı istedikçe FETÖ’yle ilişkilendirmesi aslında mevcut sistemde demokrasiden, özgür ve denetleyebilen bir parlamentodan söz etmenin imkansızlığını da anlatıyor.

Beklenti!

İş Dünyası Vakfı iftarında masada Meral Akşener’in adı geçince Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın “Şu Meral Kılıçdaroğlu mu” demesi ise inanılması zor bir cinsiyet ayırımcılığıdır maalesef.

Dün yaptığı “masum bir teşbihti” açıklamasına rağmen “üstelik siyaseten tarafsız olması gereken” bir Meclis başkanı “düzeyine” yakışmadı.

Yalnız, öyle görünüyor ki Akşener’i yıldırma faaliyeti ters yönde etki yapıyor.

Bir sahil kasabasında gittiğim balık restoranı sahibi “Buralarda herkes Akşener’in kuracağı partiyi bekliyor. Merkezde bir parti büyük beklenti halinde, Akşener’in siyasi deneyimi ve konuşmaları güven veriyor” deyince şaşırdım.

Yeni partinin kurucuları arasında olan Yusuf Halaçoğlu “Türkiye’de yeni bir parti için büyük beklenti olduğunu gördük” sözlerinde haklıymış demek ki.

Onun ilerleyişinden korkmakta haklıdır ama Meral Akşener’le daha fazla uğraşmamak Bahçeli’nin yararına olabilir.

OKAY GÖNENSİN’İN KAYBI

Değerli meslektaşımız, aynı gazetelerde yıllarca birlikte çalıştığımız dostum Okay Gönensin’in ani vefatını derin bir üzüntüyle öğrendim. Ona Allah’tan rahmet, ailesine ve tüm sevenlerine, okurlarına başsağlığı diliyorum. Nur içinde yatsın!

Yazının devamı...

Kim korkar Meral Akşener’den?

Hatırlayacaksınız, MHP’de olağanüstü kongre isteyen muhalif ve genel başkanlığa aday milletvekilleri gerekli imza sayısına ulaşmış, mahkeme talebi kabul etmişti.

Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 8 Nisan 2016’da kongre talebini kabulünden sonra Yargıtay da mahkeme kararını onayladı.

Buna rağmen iki ilçe mahkemesinden (Gemerek ve Tosya) çıkarılan “ihtiyati tedbir” kararıyla Ankara Sulh Hukuk Mahkemesi’nin kararını bozma planı uygulandı.

15 Mayıs 2016’da Meral Akşener, Sinan Oğan, Ümit Özdağ ve Koray Aydın’ın başı çektiği muhalif MHP’liler “kongrenin yapılacağı otel”e alınmadı.

Bahçeli’nin MHP’yi seçimli kurultay’a götürme kararı aldığı açıklandı ama bu söz de tutulmadı.

Güçlenen aday

MHP’de bu olaylar olurken 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı, partideki çekişmelere ara verildi.

Arkadan 16 Nisan Başkanlık referandumu geldi, Bahçeli bu referandumun yolunu açan “fiili bir durum var” çıkışından sonra referandum sürecinde de Ak Parti’nin hazırladığı yeni anayasaya tam destek verdi ve MHP ile AKP “görünmeyen bir koalisyonun iki ortağı” haline geldiler.

Öyle ki, toplumda geniş çaplı destek gören “Adalet Yürüyüşü” sırasında CHP’ye ve Genel Başkanı’na yaptığı olumsuz yorumlar nedeniyle Bahçeli “muhalefete muhalefet eden muhalefet lideri” esprilerine neden oldu.

Devlet Bahçeli, muhaliflerinin kongre için çalıştığı ve özellikle Meral Akşener’in çok sayıda MHP il ve ilçe teşkilatı tarafından desteklenmeye başlandığı süreçte dikkat çeken ve siyasi etikle hiç bağdaşmayan bir davranış daha yapmıştı.

FETÖ ile sindirme

Çok sayıda teşkilatı “Meral Akşener’in yanına geçtikleri için” feshediyor, bazıları ise kendileri topluca istifa ediyordu. Muhalifler 19 Haziran’da “Olağanüstü Tüzük Kurultayı” yaptığında öfkeden ağzına geleni söylerken şunları da söyledi:

“Paralel yuvalarda pışpışlanıp MHP’ye yuvalanmak isteyenlerin farkındayız”. “19 Haziran oyunu deşifre olmuştur. Pensilvanya’nın oyunlarına kanmayınız”. Bu tür sıkıştırma, sindirme baskıları Balyoz-Ergenekon “kumpas” davaları sırasında çok yapılmış, “yargılamalar hukuksuz” diyerek tepki gösterenler de neredeyse “Ergenekoncu” ilan edilmişti.

Bahçeli yukardaki sözleri rakipleri için pervasızca söylerken henüz 15 Temmuz darbe girişimi olmamıştı ama o 15 Temmuz sonrasında aynı rahatlıkla devam etti.

“MHP’nin olağan büyük kongresi”ne ilişkin davada karar “Genel Merkez lehine” çıkınca “Adaletin ruhuna El Fatiha” diyen Akşener’e “Şimdi adaletin ruhuna Fatiha okuyanlar, geçmişte kendi lehlerine karar çıkarken, herhalde Gülen’in mektuplarını okuyorlardı” dedi.

İnsanlara iftira atmak, hele böyle “hedef göstererek, kasıtlı büyük iftiralar atmak” ciddi bir suçtur ve cezai yaptırım gerektirir.. Yargının bile “FETÖ’yle hiçbir bağlantısı olmayan vatandaşları” FETÖ’cü iddiasıyla (hatta iddianame bile olmadan) tutuklayabildiği bir dönemde Devlet Bahçeli de bunu yapabilmektedir.

Adalet yürüyüşünün önemli bir nedeni de bu tür haksızlık ve hukuksuzluklardı zaten!

Devam edeceğiz.

Yazının devamı...

Talepler, 15 Temmuz, referandum!

Adalet yürüyüşü sonrası Maltepe’de yapılan mitingde kaç kişi olduğu sosyal medyada ve medyada en çok tartışılan konulardan biriydi.

Mitingde en az 2-2.5 milyon vatandaşın olduğu görülüyordu ancak… Demokrasilerde zaten yüz binlerce vatandaşın Ana Muhalefet Lideri’nin “adalet isteyerek” başlattığı 450 km’lik bir yürüyüşe, kavurucu sıcakta eşlik etmiş olması bile bir hükümetin dikkatini çekmek için yeterli olmalıdır.

Kısa süre sonra “15 Temmuz Demokrasi Nöbeti” yapılacak, ona katılanların sayısıyla, adalet mitingine katılanların sayısını mı yarıştıracağız?

Adaletin korunmasını isteyen halk ile demokrasinin korunmasını isteyen halk kitleleri rakip midir?

Türkiye böyle yıkıcı bir bölünmeye mi uğratılacak?

Yanlışlar!

Yoldaki bazı provokasyonlara bile hoşgörüyle yaklaşılarak, sessiz ve barışçıl şekilde tamamlanan adalet yürüyüşü sürecinde medyada ve siyasetçiler tarafından “yürüyüşe katılanları terörist veya terör örgütleriyle birlikte” göstermeye çalışan yorumlar bu yürüyüşe yapışmadı, yapanlara ise yakışmadı.

Yürüyüşü “referandumda Evet veya Hayır veren kitlelerle karşılaştırma, özdeşleştirme, Hayır diyenler yürüdü benzeri yorumlar” yanlıştı.

Nasıl ki 16 Nisan referandumu da bir “parti meselesi” değilse, “rejimin değiştirilmesine karşı olan her görüşten insan ‘Hayır’ demişse”, adalet yürüyüşünde de “mahkemelerin iyice siyasi bağımlılık kazanmasından başlayarak hukuka aykırı tüm karar ve eylemleri” protesto eden vatandaşlar vardı.

FETÖ ile mücadele

Bu yürüyüşle partisine yapılan “elitler” yakıştırmalarını ortadan kaldıran, gerçekten halkın partisi haline getiren Kemal Kılıçdaroğlu’nun “talepler listesi”nde kimseyi rahatsız edici bir talep yok.

15 Temmuz’un yıldönümünü anarken elbette toplum “FETÖ’nün en hayati devlet kurumlarına on binlerce mensubunun ‘sızmasını’ nasıl sağlayabildiğini, FETÖ’nün siyasi ayağının ve tüm kurumlardaki sorumlularının, o gün ve geceye ait detayların ortaya çıkarılmasını” istiyor.

15 Temmuz’u araştıran savcıların neden görevden alındığını, FETÖ iddianamelerinin neden önce Adalet Bakanlığı’na gittiğini, FETÖ ve 15 Temmuz’un daha şeffaf araştırılmadığını merak ediyor.

YSK kararı

OHAL sürdükçe “bir kişinin yazdığı KHK’ların kanun yerine geçmesi”nin veya üniversitelerin “İbrahim Kaboğlu gibi dürüst, değerli hocaları görevden alınarak” susturulmasının sakıncasını…

OHAL ortamında yapılan ve toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeyeceği “yargıdan başlayarak” görülen yeni anayasa yerine bu beklentiyi karşılayacak bir anayasa ihtiyacını biliyor.

“Referandum sırasında YSK’nın yasadışı kararla geçerli saydığı mühürsüz oylar, bu nedenle yeni anayasanın meşruiyetini kaybetmesi” tartışması da bitmemiştir.

Dün belirttiğim gibi, empati yapılsa ve “YSK kararının sonunda Hayır oyları 2 puan fazla çıksaydı, Ak Parti ne yapardı” sorusu sorulsa, cevap bu durumun haklılığını ortaya koyacaktır. Bu gerçekler göz önüne alınarak çözüm aranmalıdır.

Yazının devamı...

Partiler yer değiştirseydi…

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın “11-16 Temmuz arasında demokrasi nöbetlerinin tekrar başlayacağını” söylemişti.

Bu açıklamada, bugün başlaması gereken “Demokrasi Nöbeti”ne Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da 15 Temmuz gecesi katılacağını belirttikten sonra “Zannediyorum o gece bütün vatandaşlar sokakta olacak” demişti.

Dürüst bir gözlem yapacak olursak, hem Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ve “Adalet” adına 450 km’lik yolu 25 günde binlerce vatandaşla birlikte yürüdüğü, 1.5 milyondan fazla kişinin katılımıyla Pazar günü İstanbul Maltepe’de bitirdiği eylem haklıdır…

Hem de 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin yıldönümünde “bir darbeye izin vermeyen halkın” başarısını kutlamak ve “demokrasinin önemini” hatırlatma eylemi haklıdır.

İki eyleme birden “dışardan” baktığınızda ise şunları görüyorsunuz;

Türkiye’de “adalet ve demokrasi” konusunda sorun ve endişe vardır.

Türk halkı kısa aralıklarla, elinde bayraklarla sokakta bu iki değeri koruma mücadelesi vermektedir.

Önce adalet, hukuk!

Toplumların yaşamında “hukuka, adalete güvenmek, dürüst vatandaşların bu hukuk şemsiyesi altında kendini huzurlu, özgür hissetmesinin sağlanması” da kutsaldır ve korunması şarttır.

Hakkı, adaleti, masum insanların güvence altında olmasını sağlamayan bir “demokrasi” olmayacağı için demokratik ülkelerde “hukuk, hukuk devleti olmak” her şeyin üstünde yer alır.

Bu nedenle Türkiye’nin rejimi de tüm inançları koruma açısından “laik”, insan haklarını koruma açısından “demokratik-hukuk devleti” olarak tarif edilmiştir.

Türkiye’nin 21’inci yüzyılda, bu sorunları çoktan aşmış ve sistemini oturtmuş bir ülke olmak yerine hala “adaleti ve demokrasiyi sokakta, vatandaşlarıyla korumaya çalışan” bir ülke görünümünde olması bizim için de, dünyaya karşı imajımız açısından da üzücüdür.

Erdoğan’ın sözleri

Adalet yürüyüşüne CHP dışında hemen her görüşten-partiden veya partisiz yüzbinlerce insan katıldı. Bunlar arasında son zamanlarda “yargının ve verdiği haksız kararların mağduru olanlar” kadar, yalnızca ülkesinin bugünü ve geleceği için endişe duyan kitleler vardı.

Hiç kimse kavurucu sıcak altında sebepsiz yere yürümez, 450 kilometreyi kan ter içinde kat etmez.

Kaldı ki bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan bile 15 Temmuz’dan sonraki günlerde “Tutuklamalarda suçluyla suçsuzun, at iziyle it izinin birbirine karıştığını, FETÖ’cü diye tutuklanan birçoklarının hiç ilgisi olmadığını” söylemişti.

Siyasette “empati” çok önemlidir, şöyle düşünsek “partiler yer değişse, CHP’nin yerinde AKP olsa, referandumdaki 2 puanlık fark da ‘Hayır’ lehine olsaydı bugüne kadar yapılan uygulamalara Ak Parti nasıl bir tepki verirdi?”.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Maltepe mitinginde açıkladığı “Adalet için 10 maddelik şartlar listesi”nde kınanması değil, gerçekten üzerinde düşünülmesi ve çözülmesi gereken talepler var.

Bunları ve son günlerdeki bazı yanlış söylemleri biz de irdeleyeceğiz.

Yazının devamı...

Siyasi etik ve adalet!

İngiltere Başbakanı Theresa May 13 Haziran gecesi Londra’da 24 katlı bir bina olan Grenfell Tower’da çıkan ve çok sayıda can kaybı olan yangın için halkından özür diledi.

May, gözyaşları içinde “Başbakan olarak bu başarısızlıktan dolayı özür dilerim” dedi.

Demokratik, insan haklarına ve vatandaşlarına saygılı bir devlette, o devleti yönetenler böylesi büyük ihmaller, hataların olmaması için çalışır, binde bir olursa da özür diler.

Siyasi etik budur. Adalet de önce zirveden “siyasi etik”le başlar.

Örneğin siyasetçilerin, iktidara gelen partilerin “adalet dağıtması gereken yargıyı kontrol altına almaları, tarafsız ve bağımsız olması hayati önem taşıyan mahkemelerin bu yapısını bozmaları” siyasi etik kaygısının kaybolduğunu gösterir.

İngiltere Başbakanı yangın için halkından özür dilerken, Türkiye’de çok daha büyük facialar için “Biz aslında önlem almıştık, kader, bu işin fıtratında ölmek de var” gibi geçiştirici ve şaşırtıcı açıklamalar ve hatta ölenleri, mağdurları suçlu çıkarmak, suçu rakiplerinin üstüne atmak sık rastlanan bir durum.

Terörist saymak…

Bir başka sık rastlanan durum ise yaşanmış olayları kolayca unutmak, unutturmak veya ders almamak.

Eski Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner “Gülen ve İsmailağa cemaatlerini soruşturan” Erzincan Başsavcısı’ydı. Bir süre sonra gözaltına alındı ve Ergenekon davasında 26 yıl hapis istemiyle yargılandı.

Bugün Milletvekili olan Cihaner bugün de yargının tamamen siyasi iradenin kontrolünde olduğunu söylüyor:

“Biz yargıda, bürokraside Fethullahçı yapılanmaya yıllar önce dikkat çekerken bize ‘terörist’ diyorlardı, bugün ‘hakim ve savcılar siyasi iktidarın ağzının içine bakarak karar veriyor, adalet yok oldu’ diye uyarınca yine ‘terörist’ sayıyorlar” diyor.

Suçsuzu tutuklamak

“Adalet Yürüyüşü”nü bugün İstanbul Maltepe Parkı’nda yapılacak 1 milyondan fazla vatandaş katılımı olması beklenen mitingle bitirecek olan CHP Lideri Kılıçdaroğlu da:

“Belli yerlere, makamlara, mahkemelere belli kişiler yerleştiriliyor. Bu mahkemeler ‘muhalif biri’ yargılanıyorsa ‘ne kadar ağır ceza verirsem o kadar iktidarın gözüne girerim’ diyor” vurgusunu sık sık yaptı.

Eğer büyük kitleler aynı görüşü paylaşmıyor olsaydı Adalet Yürüyüşü bu kadar ilgi görmez, gündemin ilk sırasına yerleşmezdi. HSYK 2010 referandumundan sonra büyük ölçüde FETÖ’nün eline geçmiş, “kumpas”ın yönetimi kolaylaşmıştı.

16 Nisan 2017 referandumundan hemen sonra ise hakim ve savcılar hakkındaki kararları veren HSYK’nın ismi HSK olurken onu oluşturan üyelerin tamamı “aynı kişi ve onun partisi tarafından” seçilecek şartlara getirildi.

Eğer “bağımsız ve tarafsız yargı” ve onun sağlayacağı “Adalet” gerçekten isteniyorsa, buna neden gerek görüldü?

İktidarlar, yönettikleri toplumun taleplerini, rahatsızlıklarını, duyarlılıklarını gözledikleri sürece güçlenirler, aksi takdirde büyük tepkileri kabul etmek ve çözüm aramak zorunda kalırlar.

Adalet Yürüyüşü, iktidar partisine bu seçeneği sunmaktadır.

Yazının devamı...

Biz kusursuz muyuz?

Avrupa Parlamentosu, Hollandalı “AP Türkiye Raportörü” Kati Piri tarafından hazırlanan Türkiye Raporu’nu kabul etti, böylece ilk kez “Türkiye ile müzakerelerin askıya alınması” çağrısı onaylanmış oldu.

Kati Piri daha önce demokratik ilkeler açısından “Referandumda ‘Evet’ çıkarsa AB bu sistemi değerlendirir” açıklaması yapmıştı.

Müzakerelerin askıya alınması konusundaki raporda da; Türkiye’de 16 Nisan’da yapılan halk oylaması ile ilgili şu çağrı var:

“Anayasa paketinin ‘mevcut haliyle yürürlüğe girmesi’ durumunda Türkiye ile müzakerelerin resmen askıya alınması için AB üyesi ülkeler ve AB Komisyonuna çağrıda bulunulur”.

Gerekçe olarak “Anayasa değişikliği paketinin ‘kuvvetler ayrılığı ve Kopenhag kriterleri’ ile uyumlu olmaması” gösteriliyor.

Neden uyumlu değiliz?

AP’nin müzakerelerin askıya alınması raporunun kabul edilmesi için “bağlayıcı niteliği yok” dense de Türkiye’nin AB yönetimi ile ilişkilerini ve sonuç olarak AB’ye alınma kararını olumsuz etkileyeceği şüphesizdir.

AB’nin “tam üyelik” için istediği şartların şu anda bizde mevcut olduğunu iddia edersek acaba haklı sayılır mıyız?

Rapordaki gerekçeye bakalım. 16 Nisan referandumu sonucunda “kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kalktığı” bildiriliyor ki referandumda toplumun yarısı bu görüşteydi, hala da öyle.

Henüz başkanlık sistemine tam olarak geçmediğimiz halde Hükümet ve parlamento tek parti ve tek kişinin kontrolü altında… Parlamentoya gerek bile yok, OHAL’in sürmesi nedeniyle KHK’lar “Meclis’te tartışılması ve oradan çıkması gereken kanunların” yerini aldı.

Yasama-yürütme-yargı arasında “kuvvetler ayrılığından söz edilemez” bir durum ortaya çıktı.

İstikrarlı demokrasi

“Kopenhag Kriterleri” denilen şartlar da AB’ye girmek isteyen tüm aday ülkelerin uygulaması gereken standartlar.

En başta “istikrarlı bir demokrasinin var olması” yer alıyor.

(Buna “çok partili bir demokratik sistem olması” dahil ki bizde Ana Muhalefet Partisi bile parlamentodan dışlanmış durumda.) İstikrarlı demokrasi değiliz, daha yeni “bir darbe teşebbüsü” atlattık, demokrasi için nöbet tutuyoruz.

2’inci sırada “Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü” var.

Bu kaybolduğu ve bir çözüm görünmediği için hak, hukuk, adalet “yollara dökülerek, adalet yürüyüşüyle” aranıyor.

Üyesi olduğumuz Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) heyeti daha önceki seçimlerde olduğu gibi referanduma gözlemci olarak geldi, referandum şartlarını ve YSK kararını eleştirdi, “kanunla çelişiyor” diye rapor yazdı, Hükümet büyük tepki gösterdi.

Zaten sorun olarak gördükleri nüfusumuzun bir de milyonlarca mülteciyle arttığını unutmayalım.

AB’den çıkan İngiltere bile büyük kayba uğradı, İngilizler sürekli olarak terör saldırıları yanında Brexit’in de başta turizm olmak üzere ülkeyi çok olumsuz etkilediğini söylüyor.

Türkiye’yle 2005 yılında “tam üyelik” müzakerelerini başlatan AB, bugün müzakereleri askıya alıyorsa hemen kızmak, öfkelenmek yerine şartlarımızı düzeltmeye çalışmak zorundayız.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.