Şampiy10
Magazin
Gündem

Gökçek sonrası istifalar!

Değişen başbakanların, bakanların, cumhurbaşkanlarının, belediye başkanlarının bürokratlardan bir kısmını değiştirerek kendi ekiplerini getirmesi doğaldır. Ancak son değişiklikler daha öncekilere benzemiyor. Artık değişiklik beş, on, on beş kişiyle sınırlı değil.

Belediyelerde ve teşkilatlarda “metal yorgunluğu” olduğu söylenerek Ak Parti’de yapılan değişikliklerin arkasından örneğin Ankara Belediyesinde yüzlerce istifa geliyor.

Ankara’nın Melih Gökçek’ten sonra gelen Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tuna seçildikten hemen sonra 135 görevlinin istifasını istemiş.

Pazartesi günü 6 bürokrat ve belediyeye bağlı “bütün şirketlerde” 100 yönetim kurulu üyesinin istifasının istendiği haberi çıktı.

Arabesk medeniyeti

Mesela “Projeler Daire Başkanı” ve “Kültür ve Tabiat Varlıkları Daire Başkanı” da istifası istenen bürokratlar arasında… Bunları görünce insanın aklına her iki konuda belediyenin ciddi yanlışlar yapmış olabileceği geliyor. Kültür ve tabiat varlıklarına zarar veren çok sayıda proje olması küçük bir olasılık değil.

Bunu da ben değil yöneticilerimiz söylüyor. Hatırlayalım: Şehircilik Bakanı Özhaseki “Bu coğrafyadaki Selçuklu (ilk medeniyet) ve Osmanlı’da ‘şehircilik’ planla yapılıyordu. Bugün kurduğumuz şehirlere baktığımızda hangi medeniyet ismini veririz bilmiyorum, ‘Arabesk medeniyeti’ desek doğrudur” sözlerinden sonra şunları söyledi: “Bilinçsizlikle şehirlerimizin canına okumuşuz. En büyük şehirlerde 100 katlı gökdelen, yanında bir baraka, yanında bir sanayi”…

Yeşillik mezarlıkta!

Aynı sıralarda Cumhurbaşkanı Erdoğan sarayda Şehircilik Şurası’nda yaptığı konuşmada şöyle demişti:

“Şehirler kurucu ve sakinlerinin adeta aynası gibidir. Hayata nasıl bakıyorsak yaşadığımız şehirlere de öyle şekil veririz. Şimdi yeşil arıyorsanız ‘mezarlıkların olduğu yerde’ bulursunuz”.

Sadece 2 büyük şehrimize, dünyanın en güzel mega kenti İstanbul ile başkentimiz Ankara’ya dışardan gelen insanların gözüyle, havaalanlarının yolları üzerindeki yapılaşmaya bakmak yeterli.

Aralarında tek yeşillik olmayan gecekondular ve bitişiğinde en özensiz şekilde dikilmiş çarpık gökdelenler. İstanbul’da ayrıca Boğaz’dan bakıldığında da çirkinlik abidesi gibi duran ve artık kaldırılması da imkansız olan gökdelenler…

Suçlular kim?

Peki Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Çevre ve Şehircilik Bakanı Özhaseki’nin konuşmalarında geçen büyük suçların sorumluları kimdir? Bu çirkin yapılaşmaya kimler izin verdi ve yıllardır bunu konu bile etmedi?

Topbaş 13 yıl İstanbul’da, Gökçek 23 yıl Ankara’da Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığına göre, yukardaki açıklamalar ışığında onların ve istifası istenen bürokratların hesap vermesi gerekmez mi? Hepsi aynı anda metal yorgunluğu diyerek sessizce çekilip gidecekler mi?

Dikkat edelim de “kentsel dönüşüm” adı altında sonradan pişman olacağımız yeni taş yığınları ortaya çıkmasın, örneğin Karadeniz Bölgesi’nin turizm cenneti güzellikleri de elden gitmesin.

Yazının devamı...

Seçim barajı yüzde 5’e inecek mi?

Geçen Haziran ayının ortalarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim sistemi için düğmeye bastığı ve “seçim barajının yüzde 5’e ineceği” haberleri çıkmıştı.

Bu haberlerde seçim sisteminin de “dar bölge” veya “daraltılmış bölge” sistemlerinden birine değişebileceği belirtiliyordu ki Eylül ayında Ak Parti’nin bu konularda çalışmalarına başladığı bildirildi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2013 yılında, henüz Başbakan iken bu iki sistemden ve barajın yüzde 5’e indirilmesinden söz etmiş ve “ikisi de kabul edilmezse yüzde 10 barajlı mevcut sistemle devam” demişti.

Mevcut sistemde partiler yüzde 10 barajı nedeniyle aldığı oy oranıyla kıyaslanamayacak kadar yüksek sayıda milletvekili çıkarıyor.

Buna örnek olarak Ak Parti’nin örneğin 2002 seçiminde yüzde 34.3 oyla Meclis’te yüzde 65 oranında milletvekiline sahip olması gösterilebilir.

Anayasa Hukuku Profesörü Ekrem Ali Akartürk “Mevcut durumun milli iradeyi saptıran, parlamentoya yansıtmayan bir sistem olduğunu, sorunun çözümünün ‘dar bölge sistemiyle’ bulunacağını” söylüyor.

2 turlu dar bölge

Fransa’da da bu sistemin uygulandığını, “2 turlu seçim yapıldığını, yüzde 51 oy alan adayın milletvekili seçildiğini, böylece meşruiyetin arttırıldığını” anlatan Prof. Akartürk’ün açıklamasına bakalım.

“Öncelikle, adil ve temsili adaletin olduğu demokratik bir seçim için yüzde 10 barajının indirilmesi şart. Sonra ‘milletvekili adaylarının halkla doğrudan ilişkisinin olduğu, parti ve genel başkan baskılarının ortadan kalkacağı, partiler tarafından atanmamış milletvekillerinin çıkacağı dar bölge sistemi’nin getirilmesi doğru çözümdür.

Aynen cumhurbaşkanlığı seçiminde olacağı gibi, ilk turda yüzde 51 alan aday yoksa 2’inci tur yapılmalı ve en çok oyu alan aday milletvekili olmalıdır.’

Geriye ‘artan oylar’ kalır.

Biliyorsunuz Anayasa değişikliği ile milletvekili sayısı 600’e çıkarıldı ve ‘partilerin oy oranına göre’ dağıtılacak ‘Türkiye milletvekilliği’ konuşuldu.

Bu da ‘Milli Bakiye Sistemi’ denilen ve partilerin seçim sonunda Türkiye çapında ‘artan oylarına göre’ milletvekili çıkarmasıyla çözülebilir. Bu sistemde ‘temsil edilmeyen oy’ kalmayacaktır.”

Bahçeli ve Başbakan

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli birkaç gün önce “yüzde 10 barajı Türkiye için çok ağır, uzlaşmaya varacak bir çalışma yapılmalı” dedikten sonra seçim barajının yüzde 5-7 arasına inmesi gerektiğinden söz etti.

CHP Sözcüsü Bülent Tezcan “Bize göre seçim barajı hiç olmamalıdır, mutlaka olacaksa en çok yüzde 3 olabilir” dedi.

Başbakan Binali Yıldırım ise Haziran ayında çıkan haberleri yalanlarcasına “Biz seçim kampanyamızda bu yönde bir taahhütte bulunmadık, yine de görüşebiliriz” şeklinde konuştu.

Bahçeli’nin ani talebinin İYİ Parti’nin kurulmasıyla ilgisi var mı bilmiyoruz ama Meral Akşener “Bizim baraj endişemiz yok” dediğine göre MHP ve CHP baraj konusunda uzlaşma arayacak 2 parti gibi görünüyor.

2019 seçimleri daha demokratik bir seçim kanunu ve siyasi partiler yasası ile yapılabilecek mi, yakında anlaşılacaktır.

Yazının devamı...

ABD’yle ilişkiler düzelebilir mi?

Başbakan Binali Yıldırım, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ile görüşmelerinden sonra “ülkeler arası ve bölgesel meseleler” üzerine konuştuklarını söyledi.

Bundan sonra “ilişkilerimizi bulundukları düzeyin daha ilerisine iyi yönde taşımaya” karar verdik dedi.

Bunun üzerine gazetecilerin sorduğu “Pence ile görüşme sonrasında ‘somut bir adım’ bekliyor musunuz” sorusuna ise şöyle cevap vermiş Başbakan Yıldırım:

“Biz olması gerekeni söyledik, karşı taraf da bununla ilgili olumsuz bir şey söylemedi (…) Bizim amacımız ilişkileri germek değil, geliştirmek.”

Vize donduruldu

Bilindiği gibi, ABD ile ilişkilerin bozulmasının önemli nedenlerinden biri “ABD’nin tüm uyarılara rağmen Suriye’de PYD-PKK’ya yardımcı olması”.

Terör örgütü PKK, “ABD’nin (ve Afrin’de Rusya’nın) desteğiyle” şu anda Hatay sınırına dayanmış durumda. Onların güçlenmesi ile Güneydoğu’da PKK saldırıları artıyor, her gün şehitler veriyoruz. ABD’nin “Gülen’i iade etmemesi” ikinci neden…

Üçüncü neden; ABD’de tutuklu bulunan “Reza Zarrab davasında eski Bakan Zafer Çağlayan hakkında verilen tutuklama kararı”.

Türkiye tarafında, bu nedenlerle oluşan gerginlik Amerikan Başkonsolosluğu’nda çalışan bir görevlinin “FETÖ soruşturması kapsamında tutuklanması”yla karşılıklı bir gerginlik haline geldi ve ABD “diplomatik misyonlarına temelsiz iddialarla tutuklama yapıldığını” söyleyerek Türk vatandaşlarına verilecek ABD vizelerini süresiz olarak durdurdu.

İlişkiler gelişir mi?

Belli ki Başbakan Yıldırım’ın ABD ziyaretinin en önemli nedeni (ekonomiyi de etkileyen) gergin ilişkileri biraz rayına oturtmaktı, ancak şu anda iki ülke arasındaki sorunlar o kadar karışık ki işlerin düzelmesi oldukça zor görünüyor.

“Somut bir adım var mı” sorusuna verdiği cevap da bunu gösteriyor. Mesele bir değil, birden çok fazla.

Örneğin; öncelikle ABD Başkonsolosluğu görevlisi tahliye olmadan “ilişkilerin normalleşmesi”nin lafını bile etmeyecekleri kesindir.

Zarrab davasına müdahale etmeyecekleri, edemeyecekleri de ABD’deki “bağımsız yargının çalışma yöntemini” bilenler tarafından açık ve nettir.

Fethullah Gülen’i iade ihtimalleri sıfıra yakın görünüyor.

En önemli konu ise yukarda hatırlattığımız gibi yıllardır PYD-PKK’ya inatla verdikleri destektir.

Başbakan Yıldırım, Pence ile bölgesel meseleleri, BM Genel Sekreteriyle Arakan ve Suriye iç savaşı için Cenevre barış görüşmelerini konuşurken acaba öncelikle kendi sorunumuzu:

“PYD’ye yaptıkları maddi manevi yardımlar nedeniyle Türkiye’deki PKK’nın saldırıları arttırdığını, ABD’nin silahlarını kullandıklarını, bunun ‘müttefik ülkedeki teröre açık destek’ olduğunu” da söyledi mi?_

ABD ile bu görüşmeler defalarca tekrarlandı, her seferinde benzer açıklamalar yapıldı ama ilişkiler özellikle bizim için “iyi yöne” değil, tam aksi yöne ilerledi.

Bu kez umutlu olmak için nasıl bir farklılık var merak ediyorum.

Yazının devamı...

Paylaşılamayan Atatürk!

Dün, 10 Kasım 2017’de vatanımızın kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, dahi asker ve devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’ü aramızdan ayrılışının 79’uncu yıldönümünde büyük bir özlemle andık.

Saat 9’u beş geçe Türkiye’de çocuk- genç-yaşlı milyonlarca vatandaş saygı duruşundaydı. Yollarda, Boğaz köprülerinde araçlar durdu, insanlar dışarı çıktı, uçaklarda yolcular ayağa kalkarak saygı duruşunda bulundu.

O’na olan özlem giderek öyle arttı ki ellerini açıp dua edenler arasında ağlayanlar vardı. Uluslararası haber ajansları “Türk milleti modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e saygısını gösterdi” şeklinde dünyaya yansıttılar bu görüntüleri…

Atatürk kendi döneminin tüm ünlü liderleri, komutanları arasında 21’inci yüzyıla geçen ve “ölümsüzlüğe uğurlanışının 79’uncu yıldönümünde” hala aynı sevgiyle, takdirle anılan tek liderdir.

Partilerin değil milletin!

UNESCO’nun “Eşsiz, benzersiz lider” olarak tanımladığı, birçok yabancı ülkede heykelleri, büstleri yapılan, liderlerinin bugün bile saygı duruşunda bulunduğu bu büyük devlet adamının bizim önderimiz olması ne büyük gururdur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı konuşmada “Birileri çıkmış biz Atatürk’e Atatürk dedik diye senaryolar yazıyor… Ülkemizin, milletimizin bu önemli değerini darbecilerin, vesayetçilerin, ruhu faşist, söylemi Marksist ve marjinal çevrelerin tekeline mi bırakacağız.

CHP gibi bir partinin Atatürk’ü milletimizden kaçırmasına rıza göstermeyiz” dedi.

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel ise hemen “Atatürk’e ilk kez Atatürk demenizin nedeni 16 Nisan’dır… Yapılacak ilk seçim dikta heveslileri ile Cumhuriyet sevdalıları arasındaki bir referandum olacaktır” cevabını verdi.

Burada siyasetçilerin ve hepimizin unutmaması gereken nokta “Atatürk’ün daha çok kime ait olduğunun” tartışılamayacağı, tartışılmaması gerektiğidir.

Atatürk kimsenin ve hiçbir siyasi partinin tekelinde değildir, bundan sonraki yüzyıllarda da olmayacaktır.

Kürtçe ağıt

O, siyasi görüşü veya inancı ne olursa olsun bütün bir milletin Ata’sıdır, büyük önderidir.

Atatürk’ün izinden giden, onun ilke ve devrimlerine, inşa ettiği demokratik ülkeye sahip çıkanlar “bir parti” değil, “bir millet”tir, onun büyük bir mücadeleyle, askeri dehayla kurtardığı ve kurduğu ülkenin “takdir edebilen tüm vatandaşları”dır.

Bunu anlamak için her 10 Kasım’da, 9’u 5 geçe nerede bulunursa bulunsun derin bir saygıyla onu anan milyonlara bakmak, Batman’da diz çökerek “Atatürk için Kürtçe ağıt yakan” lise öğrencisi genç kıza veya ABD’den gelerek Anıtkabir’i ziyaret eden, mozolesine çiçek bırakıp hayranlığını bildiren Amerikalı milyardere bakmak yeterli değil mi?

Bundan sonra Atatürk’ün adını siyasi tartışmalarla birlikte anmamaya özen göstermemiz gerekiyor.

O’nu hatırlamadığımız, takdir etmediğimiz bir gün bile yok, “laik, demokratik, çağdaş hukuk devletini korumak” bu takdirin en önemli ifadesi olacaktır.

Yazının devamı...

Yargının görevi adaleti sağlamaktır!

Dün 2’inci celsesi yapılan SÖZCÜ gazetesi davasında mahkeme ilk duruşmada, aylardır Silivri’de tutuklu bulunan Sözcü muhabiri Gökmen Ulu için tahliye kararı verdi.

Öncelikle “geçmiş olsun” diyorum. Gökmen Ulu “FETÖ örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etme” ve “Cumhurbaşkanı’na suikasta yardım etme” iddialarıyla tutuklanmıştı.

Şimdi SÖZCÜ’nün tutuklu iki gazetecisi de tahliye edildi ama hakkında “gözaltı ve yakalama kararı” çıkarılan, gazetenin sahibi Burak Akbay için yakalama kararı devam ediyor.

Kanıtlamışlardı

SÖZCÜ gazetesi 18 Ekim 2017’de “SÖZCÜ iddianamesinin çöktüğünü” darbecilerin örgüt üyesi pilotlar tarafından havadan F-16’larla çektiği keşif fotoğrafları ile, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz’da Marmaris’te kaldığı otelin daire içine alındığını kanıtlayarak vermişti.

Daha sonra darbe gecesi de Cumhurbaşkanı’na suikast girişimini organize edenlerin saat 23 sıralarında Hava Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı’ndan “Cumhurbaşkanı’nın kaldığı otelin koordinatlarını” aldığı da verilen bilgiler arasındaydı.

Akıncı Üssü İddianamesi bu gazeteye yapılan suçlamaları yeterince çürütüyordu ama Çatı İddianamesi’nde “Erdoğan’ın Başyaveri Ali Yazıcı’nın Marmaris’teki oteli öğrenmek için” yürüttüğü faaliyetler…

Marmaris’teki Suikast Davası İddianamesi’nde “12 Temmuz’da Dalaman Havaalanı’na uçarak bölgede yapılan keşifler”, elde edilen diğer birçok bilgi örneğin Gökmen Ulu’yu “Erdoğan’ın yerini internette haber yapıp FETÖ’cülere bildirmekle” suçlayan iddiaları çürütüyordu.

FETÖ’cüler ihbar ediyor

Gazetenin Avukatı Celal Ülgen de “Soruşturma savcısının, taraflı bilirkişinin medyada yer alan sahte ve fotomontajlı haberleri savcılığa vermesine seyirci kaldığını” söylüyordu ki bu fotomontajlı haberlerde “Gülen ile Ekrem Dumanlı’nın fotoğrafıyla oynanmış” Burak Akbay fotomontajla ilave edilmişti.

Ortada suçlamalarla ilgili açık ve net belgeler varken, Burak Akbay’ın Gülen’in okullarında okuduğunu iddia eden (ki bu suçlamaları yapanların kendileri FETÖ ile ilişkide olmasına rağmen onlara dokunulmamıştır) haberlerin asılsız olduğu da o süreçte okul diplomalarıyla açıklanmışken bu davalar devam etti.

Gökmen Ulu ve Mediha Olgun tahliye edildiler ama örneğin Burak Akbay için neden bir karar değişikliği olmadığı belli değil.

Benzer bir durum, Büyükada’da bir otelde toplantı yaparken tutuklanan insan hakları savunucusu grup için de geçerli.

Bu grup tutuklandığında medyanın bir bölümü onları hemen “casuslukla, FETÖ’ye yardımla” suçlamış, yargısız infazı baştan yapmıştı. Sonra 25 Ekim’de tutuklu 8 sanığa tahliye kararı çıktı ama hala tutuklu olanlar var.

Bu olaylar anlaşılmıyor ve maalesef Balyoz-Ergenekon davaları sürecini hatırlatıyor.

Yargının görevi önce tutuklayıp, sonra suç aramak değil, ancak “kanıtlı bir suç varsa” tutuklama yapmaktır, adalet bunu gerektirir. Yargıya güveni daha da aşağı çekmemek ve hukuka saygı adına dikkat şarttır.

Yazının devamı...

Eğitim ve gazilere saldırı!

Bakan İsmet Yılmaz, Haziran ayında yapılacak sınava girmenin zorunlu olmadığını, “Nitelikli okullara girmek isteyenlerin” bu sınava katılabileceğini, esas gayelerinin “liselere sınavsız geçişi sağlamak” olduğunu açıklamıştı.

Bu durumda önce “tüm okulların neden ‘şimdiye kadar’ nitelikli hale getirilmediği” sorusu ortaya çıkar.

Dün görüşlerini yazdığım eğitim uzmanı ise şunları söylüyor: “Açıklananı aceleye gelmiş bir program olarak görüyorum. Önce eğitimcilerden ve üniversitelerden bilgi alınarak hazırlanmalıydı.

Daha önce TEOG’da Kasım ve Nisan’da öğrencinin başarısını ölçmek için 120’şer soruluk 2 sınav yapılıyordu. Şimdi 60 soruya indiğine göre acaba çocuğun başarısını ne tür sorularla ölçecekler?

Fırsat eşitliği… Nasıl?

Bakan ‘en iyi okul, eve en yakın okuldur’ diyor.

Bu durumda, sınava girmeden okul tercihi yapanların ilk işi istediği okula yakın bir eve geçmek olacaktır.

Okul çevrelerinde kiraların artacağını, başarısı değil, maddi durumu daha iyi olanların şanslı duruma geçeceğini de şimdiden söyleyebiliriz.

Aynı okula yakın oturan 500 kişi müracaat etse ne yapacaklar? ‘Fırsat eşitliğini sunmak istiyoruz’ diyerek getirilen yeni sistemde o fırsat eşitliğini yakalamak eskisinden daha zor olacaktır.

‘Sınavsız geçişe’ varmak için önce Türkiye genelinde tüm öğretmenleri ve okulların alt yapısını hazırlayıp aynı düzeye getirmek gerekir.

Milli Eğitim Bakanı Yılmaz daha önce ‘Bakanlık ailenin istemediği okula evlatlarını göndermez’ demişti ki velilerin en çok merak ettiği konulardan biri bu.

Eve en yakın okul

Örneğin burada imam hatip okulları da diğer liselerle aynı sınıflandırma içinde ve sayıları da oldukça fazla. Türkiye genelinde 952 Anadolu imam hatip lisesi, 1355 imam hatip ortaokulu var.

Diyelim ki, evine en yakın okul imam hatip lisesi olan öğrenci bu durumda eğitimsiz kalmamak için istemese de o okula gitmek zorunda değil mi?

‘Batı ülkelerinde ne beceri kazandırılıyorsa, çocuklarımıza onu kazandıracağız’ sözleri de yine Bakan Yılmaz’a ait.

Amaç bu olduğuna göre; Batı’daki başarılı okul sistemlerini inceleyip, benzer bir sistemin neden kurulmadığını anlamak oldukça zor.”

İşte liseler için yeni gelen “LYS” ile ilgili gerçek bir uzmanın görüşleri.

Yeni sistem açıklanır açıklanmaz kiralık evlere “Fen Lisesine, Anadolu Lisesine yakın ev” ilanları konduğunu da bu açıklamalara ekleyelim.

Gazilere saldırı

Şiddet ülke çapında sözel ve fiziksel olarak hızla artıyor ve akla hayale gelmedik olaylar duyuluyor.

Pazar günü çıkan “iki gazimize trafikte saldırı” haberi de skandal bir haberdi.

Eskişehir yolu üzerinde bir AVM önünde “yol vermedin” diye gazilerin bulunduğu aracın etrafını çevirip biri felçli, diğeri sol bacağını kullanamayan gazi askerlerimizi tekmelerle döven gruptan 2 saldırganın tutuklandığı, 4’ünün serbest bırakıldığı duyuldu ki bu kararı hiçbir vicdan kabul etmez.

Hepsi tutuklanmalı, hak ettikleri ağır cezayı almalıdır.

Yargıya çağrımızdır.

Yazının devamı...

TEOG ve yeni sistemin sorunları!

Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz “TEOG yerine getirilen yeni sistem” hakkında açıklama yaptı.

Hazırlanan lise yerleştirme sisteminin adının “Veli Tercihine Bağlı Serbest Kayıt sistemi” olduğunu belirten Bakan Yılmaz şunları söyledi:

-Öğrenci “adresine en yakın” okula yerleştirilecek.

-İsteğe bağlı, (nitelikli okullara giriş için) 60 soruluk bir sınav olacak ve yerelde yapılacak.

Bakan “Sistemi ne için değiştirdiniz” sorusuna; “ihtiyaçtan kaynaklandığı” cevabını verdikten sonra “Bu sınav yarışının öğrencileri okul dışı kaynaklara yönlendirdiğini, özel ders alanların olduğunu, mevcut sistemin bunu arttırmış olabileceğini” belirtiyor.

Sınav baskısı

“Tercihe bağlı ve adrese yerleştirme olduğunda ‘sınav baskısının kalkacağını’, esas gayelerinin ‘sınavsız olarak liselere geçişi’ sağlamak olduğunu, Hakkari’deki, Artvin’deki, Muğla’daki öğrencilerin aynı başarıyı göstermesi, aynı çağdaş eğitimi alması gerektiğini” söylüyor.

Burada, 2017 Lise Yerleştirme Sınavı LYS’nin 2 birincisinden birinin Kahramanmaraş Afrin’den, diğerinin Konya’dan çıktığını, her ikisinin de “çok çalışma, düzenli çalışma sayesinde kazandıklarını” açıkladıklarını hatırlatmak isterim.

2017 Yükseköğretime geçiş; YGS sınavını kazanan Ahsen Zeynep Kaya da Bingöl’den, o da “kendisi çalışarak ve okuldaki öğretmenlerine danışarak” kazanmış.

Bu durumda, Türkiye’nin her köşesinden öğrencinin aynı başarıyı gösterebildiği görüldüğüne göre daha en başta “ihtiyaçtan kaynaklanma diye bir sorun var mı” sorusu ortaya çıkıyor.

TEOG sistemini de 4 yıl önce yine hükümetin getirdiğini, şimdi “TEOG’dan kaynaklanan sıkıntılar olması” nedeniyle bunun tekrar değiştirildiğini düşünerek bu konularda çok uzman ve siyasi açıdan da tarafsız bir eğitimciye danıştım.

Sakıncalar ne olabilir?

Acaba yeni sistemde “çocukların yarışa girmesi, sınav baskısı” gerçekten önlenecek ve sonuç da onlar için daha olumlu olacak mı?

Deneyimli eğitimci şunları söylüyor:“TEOG’da 8’inci sınıfta Kasım’da ve Nisan’da 120’şer soruluk 2 sınav yapılıyor, bunların puanları toplanıyordu. Liseye girişte ayrı sınav yoktu, şimdi sınav var ve öğrenciler şu anda daha yoğun şekilde özel ders alıyor.

Beşiktaş’ta TEOG’a girecek öğrenci sayısı tahminen 3700 kişi. Örneğin Kabataş Lisesi’ne ve o semtteki ortaokullara girecekse o semtlerde en az 2000-3000 civarında öğrenci var, hepsini çevre okullara yerleştirmek için sınıflara belki de 80 öğrenci vermelisiniz ki bu büyüklükte sınıf yok.

Okula ‘hangi uzaklığa göre’ öğrenci alacaksınız, bu konuda kayırma-torpil olmayacak mı?

Kadıköy Anadolu Lisesi ya da İstanbul Erkek Lisesi gibi başarılı okullara girmek isteyen ve maddi imkanı olan öğrencinin hemen karşı sokakta ev tutması en kolay çözüm olacak ve devlet okulları çocuğun başarısına bakmadan, bu kıstasla öğrenci alacak.

Mesela burada “en az 5 yıl aynı adreste oturmuş olmak” gibi bir ölçü getirilmeliydi.”

Ortaya çıkacak sorunlar bu kadar da değil, devam edeceğiz.

Yazının devamı...

Ülkemizin bekası!

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bizim için ülkemizin bekasından daha önemli bir şey yok… Sınırlarımız dışındaki terör bataklıklarını kurutmaya kararlıyız, Kandil’i Sincar’ı yerle bir ederiz” dedi.

Aynı konuşmada ABD’ye de “Müttefiklik diyerek, stratejik ortaklık, ittifak ilişkileri diyerek bizi oyaladıklarını sananlara son sözümüz budur” mesajı gönderdi. ABD için söylediklerinde haklıdır ve aslında bunu açıkça ifade etmek için geç bile kalındı.

Amerika, kendi vatandaşlarından, askerlerinden birine zarar gelse veya bizde olduğu gibi bir terör örgütü her gün onlarca genç şehit vermesine neden olsa dünyayı birbirine katar, ülkeler arası savaş çıkarırdı.

7 ayrı devlet

ABD ordu sözcüsü Albay Dillon “PKK’ya ne verdiniz” sorusuna “Hemen her şeyi verdik” diyor. Dünkü yazımda da hatırlattığım gibi “Ateşli silahlar, patlayıcılar, roketler, araçlar verdiklerini” söylüyor ve onlarla ortak çalışmaya devam edeceklerini anlatıyor..

Suriye ordusunda uzun süre üst düzey görev yaptıktan sonra muhalifler safına geçen bir komutan ise “ABD’nin 2018 yılında ‘PKK ve peşmergeye meşruiyet kazandırmak için’ Irak ve Suriye’de 7 ayrı devlet kurmaya hazırlandığını” söylemiş.

ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının Hatay-Reyhanlı’da kendileriyle görüştüğünü belirten komutan, “kendilerine bunu açıkladıklarını ve iş birliği teklif ettiklerini, Türkiye’nin başta Afrin olmak üzere Tel Abyad ve Menbiç’te elini çabuk tutması gerektiğini” bildiriyor.

Bu 7 ayrı devlet, Hatay’ın bitişiğindeki Afrin’le beraber Suriye sınır boyumuzca PKK devleti, aşağılara inildikçe Esad’a kalacak alan, Sünniler, Şiiler olarak ayrılacak bölgeler ve Irak sınırımızda Peşmerge devleti olacakmış. Bu durumda, ABD neden Barzani’nin bağımsızlık referandumu sonrası desteğini ondan çekti sorusu çıkıyor ama bu konularda strateji gereği geçici olarak böyle adımlar atılıp tekrar aynı noktaya dönülebildiği de görülmüştür.

Kandil, Sincar yetecek mi?

Irak’ta IKBY bağımsızlığı şimdilik gerçekleşmedi ama bu görüşme ve teklif gerçekse olay bitmemiş demektir.

Böyle bir tabloda ve PKK kampları Irak ve Suriye’ye yayılmışken “Kandil’le Sincar’ı yerle bir etmek” de çözüm getirmeyeceği gibi bundan önce o kamplara yapılan operasyonların PKK’yı durdurmadığı da görüldü. Yapılacak şeyin Cumhurbaşkanı’nın da değindiği gibi “İdlib’deki operasyonu Suriye’nin diğer bölgelerine yaymak, Irak’ta ise “sınırımızdaki IKBY’den bağımsız bir devlet yaratmalarını” önlemek için önceden girişimde bulunmak, geç kalmamak olduğu açıktır.

Diplomatlara danışmak

ABD ile karşı karşıya geleceğimiz operasyonlar onunla savaşmayı gerektireceğine göre nasıl bir çözüm düşünüldüğü daha net bir şekilde, bölgede uzmanlaşmış diplomatlara da danışarak ortaya konmalıdır.

PKK terörü, Suriye ve Irak’taki PKK-PYD’den, onlar da ABD’den yardım alıyor, OHAL veya nokta atışlı operasyonlar ya da ABD’ye uyarılar bu terörü sonlandırmıyor.

Ülkemizin bekasını düşünüyorsak, başka çözümler üretmenin zamanı gelmiştir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.