Şampiy10
Magazin
Gündem

ABD teröre destek mi verecek?

Perşembe günü Hakkari Şemdinli’de PKK terör örgütü ile çatışmada 6 askerimiz, 2 korucumuz şehit oldu, 1’i ağır olmak üzere 2 askerimiz de yaralandı.

Bu çatışmadan sonra 3 ilde başlayan PKK operasyonunda Şemdinli’de “Irak’a kaçmaya çalışan 19 terörist” ile toplam 39 terörist etkisiz hale getirilmiş.

Terör uzmanı Abdullah Ağar “PKK operasyonlarının uzun süreceğini, bunun bizi sınır içi ve dışında daha kışkırtıcı hale getireceğini” söylüyor. Yani operasyonlar uzadıkça ve yoğunlaştıkça sınır içi ve dışında PKK saldırıları artabilir.

PKK sadece gencecik askerlerimizi şehit etmekle ve yaralamakla kalmıyor, bölge halkı üzerinde büyük baskı kuruyor.

Güneydoğu’da yaşayanların zaman zaman “bölgede halk da PKK ile karşı karşıya, seçimler bile bu baskı altında yapılıyor” dediğini yıllardır duyarız.

Peki, bu PKK terörü ne zamana kadar sürecek, daha kaç şehit vereceğiz?

Bitme noktasındaydı

Bütün toplum tepki ve büyük üzüntü içinde ve her şehitten sonra bu tepki daha da artarak ortaya çıkıyor.

MHP Genel Bakanı Devlet Bahçeli’nin Perşembe günü saldırıyla ilgili olarak yaptığı konuşmadaki “Terör hain yüzünü bir kez daha göstermiştir… Terör kazanamayacak” sözleri, şehit ailelerine başsağlığı ve sabır, şehitlere rahmet dilekleri gibi dileklerle terör ne yazık ki bitmiyor.

Öfkeli açıklamalar da bu acıları dindirmiyor. 2000’li yılların başında PKK terörü bitme noktasındaydı. Çözüm sürecinde hızla güçlendiler. Şimdi 2000’lerin başından farklı olarak hem dış destekleri artmış, hem de Irak ve Suriye sınırlarımızın öte tarafında PKK-PYD ortaklığı yayılmış durumda. Türkiye’de PKK sıkıntıya girdiğinde ya kendileri Irak ve Suriye’deki kamplarına, aldıkları kentlere kaçıyor veya oralardan Güneydoğu’daki PKK’ya silah ve militan desteği veriyorlar.

PYD’ye ABD tarafından “sadece Ağustos-Eylül aylarında 400 TIR her çeşit ağır silah ve mayına dayanıklı zırhlı araç” gönderildi.

Türkiye’nin müttefiki (!)

Her fırsatta, Trump ve sözcüleri “Türkiye ile her tür teröre karşıyız ve iş birliği halindeyiz” diyorlar ama söylemle eylem birbirine tamamen zıt.

Son operasyonlarda PKK’da ele geçen kalaşnikoflar, roketatarlar adeta bir devletin ordusunun cephaneliği gibi.

Ve Suriye-Irak sınırımızı boylu boyunca işgal ettikleri sürece bunların da, teröristlerinde sayısı azalmayacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan’la Saray’da görüşen Irak Türkmen heyetindeki Kerkük Milletvekili Muhammed Mehdi Bayati “IKBY’deki referandum kavgası Zaho’da, Erbil’de bitmeyecekti, Diyarbakır’a sıçrayacaktı” dedi.

ABD’nin DEAŞ’ı Türkiye, İran ve Suriye’ye karşı kullanabileceğini söyledi.

Bir kez daha tekrarlamak gerekir ki, güvenlik güçlerimize kahpe saldırılar yapan PKK’ya da, Türkiye’deki IŞİD hücrelerine ve türevi örgütlere de yoğunlaşacak operasyonlar saldırılardan sonra değil önce yapılmalı, bu konuyla ilgili çalışmalar en önemli gündem maddesi olmalı, sınırlarımız kuş uçmayacak şekilde korunmalıdır.

Yazının devamı...

Partiler arası polemik dili!

Son günlerde “Ak Parti ile CHP”, “MHP ile İYİ Parti” yöneticileri arasındaki tartışmalar, karşılıklı sert açıklamalar gündemden inmedi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan için “Faşist diktatördür, hem de diktatörün şeddelisidir” sözleri Ak Parti’de büyük tepki yaratmış, Erdoğan da Tezcan’a 50 bin TL’lik “tazminat davası” açmıştı.

Başbakan Binali Yıldırım, Tezcan’a cevapta gecikmedi. “Parti sözcüsü mü, parti sövücüsü mü anlayamadım. Terbiyem müsaade etmiyor, yoksa öyle bir cevap verirdim ki altından kalkamaz” dedi.

Siyasette “üslup bozulmasından” söz etti ve “Eğer şeddeli diktatör arıyorlarsa geçmişteki geleneklerine baksınlar” dedi.

Başbakan’ın “üslup bozulması” vurgusu haklıdır ama arkasından gelen “geçmişteki gelenekleri” sözü CHP Sözcüsü’nün aşırı sert ve siyasi nezaket üslubunu aşan sözlerinden farksızdır.

Topluma etkisi

Siyasi dil Türkiye’nin son döneminde gerçekten artık son derece özensiz şekilde kullanılır oldu.

Örneğin, Bülent Tezcan’ın ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun “diktatör” sözcüğünü kullanmalarına Ak Parti ve Cumhurbaşkanı’nın tepkilerinde haklılık vardır ama onların da CHP’ye: “FETÖ’yle, PKK’yla iş tutarak milletin gönlüne giremezsiniz” dediklerini, özellikle seçimlerden önce mitinglerde “terör örgütleriyle paralel çizgide olduğunu” söylediklerini unutmamaları gerekiyor. Demek ki tüm partiler zaman zaman ölçüyü kaçırmaktalar. İYİ Parti daha kurulmadan önce sık sık gündeme geliyordu, Genel Başkan Meral Akşener tarafından kuruluşu açıklandıktan sonra medyanın ve diğer siyasi partilerin ilgisi, bu partiyle ilgili yorum ve haberler daha da yoğunlaştı.

Bahçeli ve İyi Parti

İYİ Parti Milletvekili ve Genel Sekreteri Aytun Çıray’ın bir röportajda kendisine sorulan “MHP’den farkınız ne olacak” sorusuna, tahminen (tartışmalarda ve bazı anketlerde de yer alan) MHP’nin yeni bir seçimde “baraj altında kalma olasılığını” kast ederek verdiği “MHP diye bir parti artık yok” cevabı da MHP ile İYİ Parti arasında çok sert polemiklere neden oldu.

Devlet Bahçeli, Grup Toplantısı’nda Çıray’a verdiği öfkeli cevapta:

MHP’den ayrılan isimlere “MHP’yi çürütmek için talimat almak”tan başlayıp “Türklüğe kin duyanlarla yanak yanağa vermeye” varan, “karaktersiz fırıldak, kripto sima, dönme, siyasi tortu, hastalıklı bir vücut, çürük bir ip” gibi sözcükler içeren ifadeler kullandı. Görülüyor ki, özellikle toplumun örnek modeli olarak görülmesi gereken parti yöneticilerinin kullanamayacağı sözler, kanıtlanamayacak suçlamalar dile getirilebiliyor, hiçbir ülkede siyaset adına yapılmayan konuşmalar artık TBMM çatısı altında yapılabiliyor. Bahçeli de örneğin “dönek” derken MHP Genel Başkan Yardımcılığı’nı bırakarak Ak Parti’ye geçen ve Başbakan Yardımcısı olan Tuğrul Türkeş’in de alınacağını, “özgür irade”ye saygının dikkat gerektirdiğini unutuyor.

Siyasetçiler, toplumun artık huzura ve şiddetten uzak kalmaya özlemini bilmeli, başarmak istiyorlarsa halka gelecek ümidi vermelidirler.

Yazının devamı...

15 Temmuz’da askeri öğrenciler

FETÖ darbe girişiminin tam olarak aydınlatılması gerekiyor ama içte ve dışta o kadar çok sorunla uğraşıyoruz ki artık 15 Temmuz haberleri “olması gerektiği” kadar gündeme gelemiyor.

Aslında 15 Temmuz sürecinin “2003 yılında 1’inci Ordu’da yapılan plan semineri”ni bir darbe teşebbüsü gibi gösterme kumpasıyla FETÖ üyeleri tarafından yıllar önce başlatıldığını biliyoruz.

Balyoz davası ile TSK’dan birçok önemli mevkilerdeki birçok subay saf dışı edilmiş, onlardan boşalan kadrolara 15 Temmuz’u gerçekleştiren örgüt üyeleri yerleştirilmişti. Bu arada Gülen örgütünün askeri okullara da “kendilerinden olmayan öğrencileri almadığı, 2000’li yılların başından itibaren Harp Akademileri dahil askeri okullarda soruların çalındığı, örgütten olmayan öğrencilerin baskı ve işkencelerle okulu terk etmeye zorlandığı” bu süreci gören, yaşayan askerlerin yazdığı birçok kitapta anlatıldı.

Fethullahçı örgüt TSK’yı ele geçirmek, geçiremediklerini tasfiye etmek için yıllar öncesinden “bir virüs gibi” orduya sızmıştı. Kendisinden olmayan subayları tasfiye ise Balyoz-Ergenekon davaları sürecinde yapılacaktı.

O gece!

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında başlayan FETÖ’cüleri TSK’dan, Emniyet’ten ve diğer kurumlardan temizleme operasyonları hala Türkiye’nin her köşesinde devam ediyor.

Elbette bu örgütle ilişkili asker, polis ve sivillerin aynı kurumlarda bulunan ve FETÖ ile hiçbir ilişkisi olmadığı halde bu süreçte mağdur olanlardan dikkatle ayrılması gerekiyor. Hafta başında 15 Temmuz’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nü işgal girişimiyle ilgili davada 23’ü tutuklu, 67 sanığın yargılanması başladı.

15 Temmuz gecesi “nereye ve hangi nedenle gittiklerini bilmeden” FETÖ’cü cuntacıların talimatıyla askeri okullardan çıkarılan öğrencilerin karşılaştığı olaylar hala o geceyle ilgili ve çözülmesi mutlaka gereken önemli soru işaretlerinden biridir.

Korku filmi gibi…

Savunmasını yapan eski astsubay öğrencisi Ahmet Gök, Piyade Tugay Komutanlığı’na “staj eğitimi” için geldiğini…

15 Temmuz darbe girişimi sırasında “Tatbikat var” denilerek kışlada hazır tutulduklarını ve “terör saldırısı olduğu” söylenerek dışarı çıkarıldıklarını anlatmış.

Üstleri, öğrencilere İstanbul’da 4 bomba yüklü aracın eylemde kullanılacağını, bunu durdurmak için gideceklerini ve “silah kullanma yetkileri olduğunu” söylemişler.

Sanık öğrenci, kendisi de yargılanan İstanbul eski Emniyet Müdürü Mithat Aynacı’nın “Duyduğunuz haberlere inanmayın, TRT’ye bakın, silahınızı kullanın yoksa linç edilirsiniz” demesine rağmen silahlarını kullanmadıklarını anlatıyor.

15 Temmuz gecesi 15 Temmuz Şehitler köprüsünde şehit edilen 21 yaşındaki Hava Harp Okulu öğrencisi Murat Tekin’in ablası da o günden bu yana kardeşinin masum olduğunu anlatmaya çalışıyor.

FETÖ’nün hain darbe girişimi yalnızca “MİT, Genelkurmay, neden geç kalındı” boyutuyla değil, bu olayların tam olarak anlaşılması, öğrencilerle ilgili durumun açığa çıkması için de aydınlatılmalıdır.

Yazının devamı...

Başkanların istifası ve hukuk!

Türkiye Cumhuriyeti bazı baskıcı rejimlerin adında kullanıldığı gibi yapay bir tanım değildir; çağdaş medeniyet demektir, demokrasi, hukuk devleti, insanların dinine inancına karışmayan, devlet ve din işlerini birbirinden ayıran “laiklik” demektir.

Adalet demektir.

Devlette yargı “görevini gerektiği gibi yapmazsa”, milli irade dediğimiz “milletin seçimleri, tercihleri” dikkate alınmazsa demokrasiden söz edilemez ve bu takdirde de Cumhuriyet’in en önemli kazanımı zedelenmiş olur.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş kısa süre önce istifa etti.

Ankara ve Bursa Belediye başkanları istemeden istifalarını verdiler, yazımı yazarken Balıkesir’den gelecek istifa haberi bekleniyordu.

Melih Gökçek uzunca bir beklemeden sonra istifasını verirken “yorgun ve başarısız olduğum için değil, liderimiz istediği için istifa ediyorum” dedi.

FETÖ ve PKK

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ise “9’u FETÖ, 93’ü PKK ile ilişkili olduğu iddiasıyla toplam 101 belediyeye ‘kayyum’ atandığını” açıkladı.

Terör örgütleriyle ilişkili belediye sayısının bu derecede yüksek olması, seçilmişlerin “atanmışlar”la değiştirilmesi, demokrasi ve ülke güvenliği açısından çok düşündürücüdür. Soylu’nun açıklaması ve Gökçek’in sözlerinden sonra birçok kişi diğer belediye başkanlarının “istifalarının hangi nedenle istendiği” sorusunun cevabını merak ediyor.

Acaba “başarısız ve yorgun” bulundukları için mi, “yolsuzluk veya terör örgütleriyle ilişki” nedenleriyle mi istifaya zorlandılar?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, çarpık yapılaşmadan söz ederek “İstanbul’a ihanet ettik, hala da ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” demişti.

Buna bakarak “Kadir Topbaş’ın 13 yıllık belediye başkanlığı süresince rant uğruna neler yapıldığının, devletin büyük maddi ve manevi zararlarının ne olduğunun veya kişisel çıkarlar için hangi belediye kararlarının çıkarıldığının” sorgulanması gerekir.

Koltuk ve parsel…

Damadı 2 kez FETÖ ile ilişki nedeniyle tutuklandı, bu ilişkilerin ifadelerle değil, araştırmalarla ortaya konması gerekir.

Eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Gökçek için uzun süre “Eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmakta sıkıntı yaşıyorsa kesinlikle altını kirletmiştir” mesajını paylaşmıştı, istifadan sonra kaldırmış.

Arınç 7 Haziran seçimleri öncesinde de Gökçek’in “Ankara’yı parsel parsel paralel yapıya sattığını” söylemiş, Gökçek de “Cemaate hayır işi için diye verdiğim yerler nedeniyle pişmanım” demişti.

Binlerce kişinin hapis cezaları aldığı konularda, hem de Türkiye’nin başkentinde, pişman olduğunu söyleyerek işin içinden sıyrılmak hukuka sığmaz.

Bunların yanında, büyük bir deprem beklenen İstanbul’da keyfi yatırımlara trilyonlar harcanmışken, “deprem konusunda 13 yılda neler yapıldığı”, her yağmurda sel felaketi yaşanan Ankara’da ne önlemler alındığı da açıklanmalıdır.

İstifa eden belediye başkanlarının önce kendileriyle ilgili soru işaretlerini gidermeleri ve başkanlıkları süresindeki “mal artışlarını” da açıklamaları şarttır.

Yazının devamı...

Türkiye Cumhuriyeti mucizesi!

Bugün, özgür bir toplum olarak yaşamamızı, atlatılan tüm badirelere rağmen ayakta kalmamızı sağlayan “Cumhuriyet”in ilanının 94’üncü yıldönümünü gururla kutluyoruz.

Bu özgür ve bağımsız ülke, bu Cumhuriyet, Türk halkının topyekun katıldığı, inanılması güç fedakarlıkların yapıldığı bir milli mücadelenin sonunda kurulmuştur.

Anadolu insanı, kadını, erkeği, genci, yaşlısıyla Kurtuluş Savaşı’na katılmış, ülkesini paylaşan düşman kuvvetlerini yenmek için gece gündüz demeden seferber olmuş, cepheden cepheye koşulan birçok savaşta sivil-asker on binlerce kişi canını ülkesi için düşünmeden feda etmiştir.

Kurtuluş Savaşı’nı kazanan ordunun Başkomutanı Mustafa Kemal’dir.

Atatürk Soyadı…

Çanakkale Savaşı sonrasında rütbesi “paşa”lığa yükseldikten sonra “Mustafa Kemal Paşa” olarak anılmış, Sakarya Savaşı’ndan sonra Meclis kendisine “Gazi” ünvanını, Soyadı Kanunu çıktıktan sonra ise “Atatürk” soyadını vermiştir.

Cumhuriyeti ve çağdaş, modern Türkiye’yi borçlu olduğumuz değerli önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e son yıllarda bazı kendini bilmezler tarafından yapılan saygısızlıklar Milli Mücadele’yi ve Kurtuluş Savaşı’nı, bu büyük dehanın neler başarmış olduğunu bilmeyen, takdir edemeyenlerin işidir.

Diğer tarafta ise Türk milleti, Cumhuriyet’in 94’üncü yıldönümünde de Atatürk’e sevgi ve saygısını, Cumhuriyet’e olan bağlılığını bir an bile kaybetmeden medeniyet yolunda ilerleme kararlılığını göstermektedir. Bu kararlılık eninde sonunda Türkiye’yi (başta “Nutuk” olmak üzere 9 kitap yazmış olan) Atatürk’ün hedeflediği “çağdaş medeniyetler” düzeyine çıkaracak, adil, güvenli ve güçlü bir ülke olarak yoluna devam etmesini sağlayacaktır.

O’nu nasıl anlattılar

Savaşlarda, meydan muharebelerinde Başkumandan Mustafa Kemal’in karşısına çıkan düşman komutanları bile onun dehasına ve kahramanlığına olan hayranlıklarını açıkça dile getirmişlerdir.

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO Atatürk’ü şöyle tanımlıyor:

“Atatürk, uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi.

Olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci.

Sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder.

İnsan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşi olmayan devlet adamı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.”

Dünyadaki bütün Müslüman ülkeler din, mezhep savaşları içinde acılar çekerken, laik demokratik rejimiyle kendini korumayı başaran Türkiye’nin kurucusu, “eşi olmayan devlet adamı” diye tanımlanan bir önderle ve Cumhuriyet’imizle ne kadar gurur duysak azdır.

Yazının devamı...

Türkiye’nin güvenliği ve yeni bir parti!

ABD merkezli düşünce kuruluşu Soufan Center raporu “IŞİD’in 6 bine yakın yabancı savaşçısının Suriye ve Irak’tan çıkarak ülkelerine döndüğünü” açıkladı.

Türkiye’ye dönen IŞİD’li sayısının 900 civarında olduğu bildiriliyor. Ancak hepsi bu kadar değil.

Türkiye’ye dönen 7 bin 240 kişi de “IŞİD veya El Kaide üyeliği” şüphesiyle gözaltına alınmış.

Suriye iç savaşı başladığında, Türkiye’nin “açık kapı politikası” uyguladığı günlerde sığınmacılar arasında çok sayıda IŞİD’linin de ülkemize sızdığı haberleri, görüntüleriyle birlikte haber olmuştu. Nitekim daha sonra bu IŞİD’lilerin kentlerde hücreler kurduğu, saldırı planlarını buralarda veya kiraladıkları dairelerde yaptığı haberleri verildi ki bugün bile Türkiye’de binlerce IŞİD hücresi olduğu söyleniyor.

Önlem ne olacak?

Birçok ülkede kanlı saldırılar yapan bu örgütün çok sayıda militanı zaten Türkiye’de iken, şimdi gelen binlerce yeni IŞİD’li (ve IŞİD şüphelisi) için en yüksek düzeyde önlemler alınmalıdır.

Düşünce kuruluşunun raporu diğer ülkelerin “IŞİD’e katılarak geri dönen” militanlar için büyük endişe taşıdıklarını, IŞİD’in bu savaşçıları “istediği anda tekrar kullanabileceğini” bildiriyor.

Hükümet, Türkiye’ye giren şüpheli kişilerin ve 900 IŞİD’linin ne olacağını, ülkenin güvenliği için nasıl bir önlem alınacağını dikkatle kararlaştırmalı ve toplumu rahatlatacak açıklamaları yapmalıdır.

İyi Parti’ye ilgi!

Siyasi deneyime sahip, İçişleri Bakanlığı ve Meclis Başkanvekilliği yapmış olan Meral Akşener nihayet uzun zamandır beklenen partisini kurdu.

“Türkiye iyi olacak” sloganıyla ilk kongresini yapan partinin adını “İYİ Parti” olarak açıkladı ve partinin genel başkanı seçildi.

İYİ Parti Türkiye’nin 87’nci partisi ama Meclis’e giren partiler dışında neredeyse hiçbir parti ilk günden bu kadar ilgi çekmemiş, kuruluşu açıklandığı andan itibaren logosundan adına kadar tartışılmamıştı.

Oysa, daha önce de yazdığım gibi demokrasilerde yeni partiler her zaman kurulabilir, önemli olan da logoları veya isimleri değil, halka verecekleri güven ve umuttur.

Halkın ilgisini toplayabilmek, istikrarlı ve vaatlerini gerçekleştirebilecek bir çalışma ortaya koymaktır.

İYİ Parti’nin programı ve Genel Başkanı Meral Akşener’in ilk toplantıda yaptığı kapsamlı konuşma Türkiye’de “partiler arasında kararsız seçmen” için de umut verici göründüğü gibi, diğer partiler için “rekabet ortamını güçlendirerek” seçim öncesi bile siyasette olumlu bir değişim sağlayabilir.

Dikkatle hazırlandığı görülen Parti Programı’nda; “tarafsız ve bağımsız bir hukuk sistemi, adil yargılanma, çağdaş ve güçlü bir eğitim sistemi için politikalar, çok sesli ve bağımsız medya, kadınlar-çocuklar ve gençlerle ilgili sorunların çalışmaların merkezine alınması, şehit ve gazi ailelerine yardım artışları, onlara mülkiyet tesisi” ve diğer konular detaylarıyla anlatılmış.

Yeni bir partiyi ilk günden yıpratmaya çalışmak yerine zaman vermek ve izlemek gerekir. Türkiye demokrasisi, siyaseti ve toplumu bunu hak ediyor.

Yazının devamı...

Erken seçim çağrısı!

Cumhurbaşkanı Erdoğan gazetecilerin “erken seçim”le ilgili sorusuna “böyle bir şeyin söz konusu olmadığı” cevabını vermişti.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ise Ak Partili belediye başkanlarının istifası üzerine beklenmedik bir çıkışla “erken yerel seçim” çağrısı yaptı.

Yerel seçimler için 17 ay beklemek yerine seçimlerin erkene alınmasını teklif ettiği açıklamada “Anayasa’da hüküm olduğunu, seçim tarihini değiştirmek için Meclis’te 367 oy gerektiğini ancak iktidar partisi istediği takdirde CHP’nin de buna destek vereceğini ve ilgili maddenin değiştirilebileceğini” söylüyor.

Bu teklifin bir nedeni Ak Parti’nin İstanbul, Ankara, Bursa. Balıkesir, Niğde, Düzce gibi iller ve belki onları takip edecek başkalarında değişiklik istemesi ve bu konudaki tartışmaların devam etmesi…

Diğer nedeni ise İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “CHP ve diğer parti belediyelerinde de değişim olabileceğini, devletin denetim görevini yapması gerektiğini” dile getirmesi olmalı.

İstifa nedeni…

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ “İstifası istenen belediye başkanlarının halktan gelen değişim iradesine saygı duymaları gerektiğini, ayrıldıkları takdirde partinin 2019’a daha güçlenerek girmesinin sağlanacağını” söyledi.

Demek ki Ak Parti belediyeleri için 2019 seçimlerine bağlı olarak “halktan gelen bir değişim talebi” var.

Mesele buysa o zaman İçişleri Bakanı Soylu’nun “diğer partilerin belediyeleri” ile ilgili vurgusunun nereden kaynaklandığı sorusu ortaya çıkıyor.

Ortada Meclis’teki tüm partilerin belediye başkanları hakkında “bilinmeyen şüpheler” varsa bunların ne olduğunu öğrenmek o başkanlara oy veren vatandaşların hakkıdır.

Bir hukuk devletinde, seçimle gelen ve kendilerine büyük bütçeler verilen belediyeler hakkındaki suçlamalar havada kalmamalıdır.

Şeffaf yönetim!

İşte burada siyasette “şeffaflığın” ne kadar önemli olduğu görülüyor.

Batı demokrasilerinde tüm kamu görevlileri, tüm siyasetçiler sıkı denetim altındadır ve attıkları her adımın hesabı “göreve başladıkları günden itibaren” halkın da bileceği şekilde ortadadır.

Sık sık başarı grafikleri çizilir, bir hata durumunda önce “kendi partilerinin milletvekilleri” tarafından eleştirilirler.

Örneğin; Angela Merkel’in, icraatları konusunda “kendi partisi içinde desteğinin düştüğü” haberlerini birçok kez duyduk.

O nedenle, hangi parti olursa olsun belediye başkanları veya diğer siyasetçiler için yapılacak denetimleri kabul etmek gerekir. Ancak…

Bu denetimler sonunda “istifa gerektiren eylemleri” de ortaya koymak ve istifa edecek “seçilmiş” kişinin yerine “yine seçimle” bir başka isim getirmek şartıyla. Siyasetteki çalkantılar, genel seçimlerin de 2018 Temmuz’una alınacağı söylentilerini arttırıyor. Hükümetin kısa süre içinde “hangi belediyelerde, hangi şüphelerin olduğuyla” ilgili durumu netleştirmesi istikrar açısından önemlidir.

Yazının devamı...

Kumpas mağdurlarına tazminat ve AB!

Askeri hakim Ali Rıza Bildik “askeri casusluk” kumpasında tutuksuz yargılanmış. Beraat ettiğinde, o süreçte “gözaltında tutulduğu 3 gün” için 1 milyon liralık tazminat davası açmış ve mahkeme onu haklı bulmuş.

Bir Batı ülkesinde olsa, 3 gün haksız gözaltı için bile 1 milyon tazminat alırdı, bizde ise birkaç gün önce çıkan habere göre “zedelenen onuru ve çektiği acının karşılığı olarak” 3.500 TL maddi, 60 bin TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmiş.

Devlet haksız yere tutuklu olarak yıllarca cezaevinde yatan, sağlığını kaybedenlere hem bu nedenlerle hem de “çektikleri acı ve zedelenen onurları” nedeniyle dev tazminatlar ödeyecek. Nitekim Emekli Korgeneral Engin Alan’a 3.5 yıllık tutukluğu için “1 milyon 363 bin lira” tazminat ödendi.

Emekli Orgeneral Bilgin Balanlı, 3 yıllık haksız tutukluluk için “5 milyon TL”lik tazminat davası açtı.

Neden millet ödüyor?

Ergenekon-Balyoz gibi “FETÖ kumpası” davalarında özel yetkili denilen sözde mahkemelerin verdiği tutukluluklar için peş peşe ödenen tazminatların daha o tarihte 16 milyar TL’yi bulduğu 10 Ekim 2016’da açıklanmıştı.

Bu tazminatları devlet yani millet ödüyor. Bir işkence, taciz-tecavüz veya cinayet hatta hakaret davasında verilen her “hukuka aykırı” kararın tazminatını da devlet ödüyor.

Haksız, hukuksuz verilen cezalarda tazminatların “hakim hanesine” yazılması, hatalı kararlar veren hakimlere “görev yeri değiştirme, işten uzaklaştırma” gibi yaptırımlar yerine hayat boyu o tazminatları ödemesi sağlanmalıdır.

Zaten aslına bakarsanız FETÖ davalarında da, bu örgütle ilişkili bulunduğu için bazı kişilerin tutuklanıp binlerce kişinin sadece “görevden uzaklaştırılması” da hukuk açısından anlaşılır gibi değildir.

AB yardımı ve mülteciler

Türkiye ile müzakerelerde yeni başlık açmayarak “AB üyeliğinizi durduruyoruz” mesajı veren Avrupa Birliği son olarak Türkiye’ye aday ülke olarak verilen mali yardımları azaltma kararı aldı. AB Komisyon Başkanı Juncker “Fonların aşağı indirilmesi kararı konusunda anlaştıklarını, yapılacak daha az miktardaki yardımın ise 3’te 1’inin sivil toplum, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne yönelik projeler için verileceğini” açıkladı.

Avusturya Başbakanı Kern ise “Bu yardımların Türkiye’ye hukuk devleti prensiplerini yerine getirmesi için verildiğini ama bunun gerçekleşmediğini” söylüyor.

2014-2020 yılları arasında verilecek tutar 4.5 milyar Euro idi, şu ana kadar sadece 360 milyon Euro ödendi.

AB’nin sempatik davrandığı tek konu “Türkiye’nin Suriyeli mültecileri kendi içinde barındırıp, AB ülkelerine geçişini önlemesi.” Sıra buna gelince Merkel yine

“3 milyar Euro verilecek” oyalamasına devam ediyor. Türkiye’nin dikkat etmesi gereken 2 önemli nokta var: 1- Batı’yla ilişkileri germek, “Bizim size ihtiyacımız yok” mesajı vermek ülkenin aleyhine işler.

2- Suriyeli mülteciler konusundaki ikiyüzlü tutumlarını onlara diplomasi ile anlatmak ve sığınmacıların bir kısmının AB ülkelerine dağıtılmasını sağlamak ülkenin geleceği adına şarttır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.