Şampiy10
Magazin
Gündem

Din ayırımı gözetmeden dayanışma!

ABD Başkanı Donald Trump’ın “Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etme” kararına karşı çıkan Kudüs tasarısı Perşembe günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 9’a karşı 128 ülkenin oyuyla kabul edildi.

Daha önce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi Mısır tarafından gündeme getirilen ve Donald Trump’a “Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararından vazgeçme çağrısı yapan” tasarıya, Konsey’de 15 üyenin 14’ü lehte oy vermiş, ABD ise veto etmişti.

Trump’ın oylama öncesi dünya devletlerine “Bizden milyarlarca dolar alıyorlar, sonra da bize karşı oy kullanıyorlar. Oylamayı izleyeceğiz ve kaydedeceğiz” şeklindeki tehdidi de işe yaramadı ve 128 ülke Kudüs konusunda dayanışma sergiledi.

Kudüs’ün statüsü

Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun da vurguladığı gibi bu karar “Kudüs’ün sadece Filistinlilerin, Müslümanların değil, insanlığın meselesi olduğunu” ortaya koyuyor. Filistin Devlet Başkanlığı Sözcüsü yaptığı konuşmada “Bu karar uluslararası toplumun Filistin halkından yana olduğunu, tehdit ve şantaja rağmen uluslararası kararlara aykırı hareket etmediğini göstermiştir” dedi.

Gerçekten de “Kudüs’le ilgili daha önceki BM kararının açık olması ve Trump’ın kasıtlı olarak buna aykırı karar vermesi” ülkelerin çoğunun kabul oyu vermesinin birinci nedeniydi.

Bir başka neden; Trump’ın dünyaya karşı da emrivaki yaparak, “ben yaptım, oldu” şeklindeki kararının “İsrail-Filistin arasındaki barış sürecinin önünü kesin şekilde tıkayacak olması” idi.

Kudüs’ün statüsü ile ilgili kararın bu ikili barış görüşmeleri sonunda, iki devletin anlaşmasıyla ortaya çıkması bekleniyordu.

Abd’nin inadı

Trump’ın tek taraflı adımına karşı BM’de kabul edilen karar tasarısında;

Kudüs’ün statüsünü veya demografik yapısını değiştirmeye yönelik tek taraflı adımların “hukuki bağlayıcılığı olmayan, geçersiz ve ‘ilgili anlaşmalar gereği iptal edilmesi gereken’ adımlar olduğu” belirtiliyor ve herhangi bir ülkenin büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaması için çağrı yapılıyor.

İngiltere “Büyükelçiliğimiz Tel Aviv’de kalacak” dedi. Diğer 127 ülkenin de aynı şekilde karar vereceğine şüphe yok. Ancak…

ABD’nin BM daimi temsilcisi Nikki Haley, İsrail’in de kınadığı bu karardan sonra hala “ABD’nin mevcut yaklaşımını koruyacağını, büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını, bunu ABD halkının istediğini” söyledi, “doğru olan da bu” dedi.

BM nasıl koruyacak?

Görünüşe göre Trump, hukuka aykırı olan ve dünya devletlerinin karşı çıktığı kararında geri adım atmayacak ve İsrail’in de aynı yönde hareket etmesine katkıda bulunacak. Gerçekten bu yönde hareket ederlerse, BM ortaya çıkıp bir anlaşma ortamı sağlamadığı takdirde onlarca yıldır ezilen, saldırılarla, savaşlarla perişan olan Filistinliler aynı acıları çekmeye devam edecekleri gibi, İsrail- Filistin arasında bir barışın sağlanması ihtimali de tümüyle ortadan kalacaktır.

Bundan sonra “Kudüs’ün statüsünün korunması” kadar önemli olan konu budur.

Yazının devamı...

ABD’deki dava önemli mi, önemsiz mi?

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül diyor ki “ABD’deki dava hukuki geçerliliği olmayan bir davadır, hukuken çökmüştür”.

Başbakan Binali Yıldırım Reza Zarrab için diyor ki “ABD’deki şahıs, yalan söylerse kurtulacağını düşünüyor. Biz şarlatanın söylediklerine mi itibar edeceğiz yoksa yüce Meclis’in söylediklerine mi”…

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan diyor ki “Bu davadaki iddialar için Türk yargısı değerlendirmesini yapmış, hükmünü vermiştir”…

Normal şartlarda bir ülkenin en üst düzey yetkilileri bu sözleri söylediğinde olayın kapanması beklenir değil mi? Ancak durum böyle değil, aksine her gün gündemin başındaki konular arasında Zarrab davasının olduğu görülüyor.

Ambargo ve rüşvet

Çünkü olay bizde her ne kadar FETÖ’ye bağlansa da hatta “komplo” olduğu dile getirilse de ABD yargısında devam etmekte olan ve dünyanın da izlediği bir dava durumunda.

Türk medyasındaki tartışmalarda hukukçuların, siyaset bilimcilerin bu konuda ikiye bölündüğünü görüyoruz.

Bir kısmı hükümet yetkilileri gibi “haksız, hukuksuz bir davadır” derken, diğerleri “Bir kişinin başka bir ülkeye karşı işlediği suçtan dolayı o ülkede yargılanması mümkündür, buna benzer yargılamalar Türkiye’de de yapılmıştır” diyor.

“ABD’nin İran’a uyguladığı ambargonun Türkiye tarafından dikkate alınmaması” fazla büyütülmüyor, “İran’la ticari ilişkilerimizin olduğu ve hükümetin de ticarete devam ettiği” söylemini sıkça duyuyoruz.

Konunun “siyasi olduğu” öne sürülüyor ve bu “ABD’nin son yıllarda özellikle Suriye politikasına, PKK’nın yanında yer almasına bakınca” kısmen doğru olabilir.

Ancak olay bir noktaya gelindiğinde kilitleniyor.

Asıl üzerinde durulan ve açıklaması olmayan mesele Türkiye’de “8.5 milyar dolar rüşvet” verilmiş olması. Türk devlet bankasının Reza Zarrab’la birlikte karıştığı hayali ihracatlar ve bazı bakan ve banka yöneticilerinin karıştığı rüşvet iddiaları.

Dava kaybedilirse…

Örneğin, eski Bakan Zafer Çağlayan’ın ve Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın rüşvet miktarlarını da kendileri söyleyerek ve bazen verileni “eksik bularak” kendisinden aldığını (ambargoyu delmek için yaptıklarıyla kendisi de ceza alacak olan) Reza Zarrab mahkemede anlatıyor.

Bu ifadelere bir itiraz duyulmadı. Meclis ise tam aksinin yapılması gerekirken, söz konusu 8.5 milyar dolarlık rüşvetin araştırılmasını “çoğunluk oylarıyla” reddetti.

ABD’deki dava kaybedilirse Türkiye’ye ve bankalarına çıkacak faturanın ne olacağı şimdiden Batı medyasında ve bizde yoğun olarak tartışılıyor.

ABD, Türkiye ile yaşanan gerginliklerden sonra şu anda vize isteyen Türklere “13 ay sonrasına” randevu veriyormuş.

Böyle bir dışlamaya uğramak bile Türkiye gibi bir ülke için prestij kaybıdır. Kaldı ki Zarrab davasının sonucuna göre ilişkilerin daha da kötüye gitmesi mümkündür.

AB’den iyice uzaklaştık, Batı’yla tek bağımız olarak kalan NATO ile gerginiz, ABD ile de gerginliğin artması Türkiye’nin lehine olmayacaktır, buna dikkat edelim.

Yazının devamı...

‘Adalete güven’ sarsılınca ne olur?

Fransız aydınlanmasının öncülerinden, “kuvvetler ayrılığını” dolayısıyla yargının siyasi yapıdan bağımsızlığının önemini ortaya atan politik düşünür Montesquieu;

“Bir rejim, halkın adalete inanmadığı noktaya gelirse o rejim mahkum olmuştur” demiş.

Yine ünlü yazar ve hatip William E. Channing’in bu konudaki sözü bir uyarı olarak çok önemli:

“Adaleti yüksek bir kanun olarak kabul etmekten vazgeçen millet, bu felaketini hiçbir başarı ile telafi edemez”.

Hukukun üstünlüğü, adaletin doğru şekilde tecelli edeceğine toplumun güvenmesi; iç ve dış politikadan da, ekonomi ve başka konulardan da çok önemlidir.

Herkes eşit mi?

Bu nedenle… TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik’in yılın üçüncü çeyreğinde “yüzde 11.1 büyüme” açıklandığında bunu takdir ettiğini söyleyerek başladığı konuşmada:

“Hukukun üstünlüğünün büyümeden değerli olduğunu, demokrasinin olduğu bir ortamda yüzde 5-6 büyümenin 7-8’lerden değerli olduğunu” söylemesi de Türkiye’de hukuka güvenin zayıfladığını göstermesi açısından önem taşıyor.

Bugüne kadar en hayati konularda gereken araştırma-soruşturmaların yapılmaması, buna karşılık örneğin Kadri Gürsel, Ahmet Şık gibi gazetecilerin, Cumhuriyet ve Sözcü gibi gazete mensuplarının veya sahiplerinin suçlu muamelesi görmesi adalete güveni sarsmıştır.

Eğer Balyoz-Ergenekon ve diğer konularda yüzlerce, 15 Temmuz sonrasında on binlerce kişi tutuklanıyor, yıllar boyu mahkum ediliyorsa hukuk karşısında ayırım yapılmadan tüm sorumlular aynı şekilde yargıya hesap vermelidir.

Yargı’da FETÖ'cüler

Dün VATAN gazetesinin birinci sayfa haberiydi; “FETÖ’nün darbe girişimi sonrasında haklarında ‘yakalama kararı’ çıkarılan ve meslekten atılan 24 eski Yargıtay üyesinden hiçbir iz yok”…

“Firariler arasında sözde ‘HSYK imamı’ Nazmi Dere, Kozmik odada arama yapan Kadir Kayan, önemli dosyaların örneklerini Gülen’e götüren ‘Yargıtay imamı” İlyas Şahin de var”.

Bu haberler öylece okuyup geçemeyecek kadar “devlet için önem taşımakta”dır.

Düşünün ki, dün yazdığım gibi, sonradan FETÖ kumpası denilen “Ergenekon operasyonlarını başlatan ve davanın en önemli ismi” Zekeriya Öz kaçıyor, 24 FETÖ’cü Yargıtay üyesi de kaçıyor, Adil Öksüz de kaçıyor.

Türkiye’deki tüm hakim ve savcıları atayan (2010 referandumu sonrasında neredeyse tamamı FETÖ’cülerin eline geçen) HSYK’da FETÖ’nün imamı varmış, Kozmik Oda’dan kaçırılan en hayati devlet bilgileri ve diğer dosyalar Gülen’in eline geçmiş.

Yıllarca “yargı kararı” diyerek ülkenin kaderiyle oynamışlar.

Peki, bütün bu tehlikeli adımlar atılırken “yapanlardan sorumlu üst mevkideki isimler”, kaçarken “bunu engellemesi gerekenler” nasıl hiç fark etmemiş, onlar soruşturulmayacak mı?

Bugün yargının FETÖ’den veya hukuk dışı karar veren başka gruplardan tamamen temizlendiğine millet nasıl inanıp güvenecek?

Hükümet, her şeyden önce “yargı, hukuk ve adalet” kavramlarının varlığını tesis etmek ve buna inandırmak durumundadır.

Yazının devamı...

Hukuk biterse devlet biter!

Ergenekon Davası’na bakan mahkemenin başkanıyken “sanıkların tahliyesi yönünde oy kullandığı için” görevden uzaklaştırılan emekli hakim Köksal Şengün Türkiye’de hukukun durumunu değerlendirmiş. (Sözcü gazetesi, 18 Aralık 2017)

“Geçmişte yaşanan uygulama hatalarının bugün başka bir versiyonunun uygulandığını” söyleyen Şengün “Hukukla bu kadar oynanmaz. Hukuku bitirdiğinizde devleti bitirirsiniz… Yargı kağıt üzerinde bağımsız deniyor ama uygulamalar böyle değil” diyor.

Bu durumun çözümü olarak da; herkesin, özellikle de 80’in üzerindeki hukuk fakültesi dekanlarının, öğretim görevlilerinin konuşması gerektiğini fakat korku nedeniyle konuşamadıklarını söylüyor.

Gazeteci Ruhat Mengi’nin youtube’da Pazar günü yayınlamaya başladığı programında Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu da Türkiye’ye yayılan bu korku havasının demokrasiye uymadığını, dikkat çekici bir “Demirel örneği vererek” açıkladı.

Öncelikle demokrasiden söz ediyorsak vatandaşlar üzerinde bir baskının, yargı yoluyla “düşünceleri özgürce açıklamanın önlenmesinin” önüne geçilmesi, düşünce ve ifade özgürlüğünün gerçek anlamda uygulanması gerekiyor.

FETÖ’nün verdiği zarar

FETÖ’nün Balyoz ve Ergenekon davalarından başlayarak, başta ordu, Emniyet ve yargı olmak üzere devlet kurumlarına ve ülkenin değerli, masum insanlarına verdiği zarar, 15 Temmuz darbe girişimine kadar varan süreç ortadadır.

FETÖ’yle birlikte çalışmış, çalıştığı devlet yetkilileri tarafından açıkça ifade edilen bazı isimlerin hala serbest olması akla soru işaretleri getiriyor.

Bunların yanında örneğin Ergenekon davasına bakan en önemli isimlerden savcı Zekeriya Öz tam hakkında yakalama kararı çıktığı gün yurt dışına kaçtı.

Mesela, ABD’deki Zarrab davasında mahkemeye tanık olarak getirilen eski komiser yardımcısı Hüseyin Korkmaz Şubat 2016’da serbest bırakılmış.

Türkiye’den “bir kaçakçı bulup sınırdan geçerek” kolayca nasıl kaçtığını ve kaçarken “17 Aralık operasyonuna ait bilgileri” de nasıl kaçırdığını o mahkemede anlatıyor.

Korkmaz daha “polis akademisinden dereceyle mezun olduğunu” söyler söylemez kendisine (Hakan Atilla’nın avukatlarından Todd Harrison) “FETÖ soruları çalıyormuş doğru mu” sorusunu soruyor.

Olayın kökenine inmek

Bu örneği vermemin nedeni, önemli olaylar sorgulanacaksa o olayın nereden başladığını anlamak, kökenine inmek gereğidir. Böyle bir kaçışın sorumlularının da yargılanması gereğidir.

Askeri okullardan mezun kişiler eğer FETÖ gibi bir örgüt sayesinde o okullara girmişse, sorular çalınarak okumuş ve Gülen’in desteğiyle terfiler almışsa önce o süreçlerde sorumlu kişiler, okulların yönetimleri, dönemin Genelkurmay başkanları, hatta Milli Eğitim ve Milli Savunma Bakanlıkları hesap vermelidir.

15 Temmuz başta olmak üzere, Balyoz-Ergenekon sürecinden (ve hatta öncesinden, okullara girişten) başlayarak bu olayların nasıl başladığının, neler olduğunun samimiyetle araştırılması ve sorumluların ortaya çıkarılması gerekiyor.

Yazının devamı...

Gençler bunalıma sürüklenmesin!

Dün Eski Başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın 38 yaşındaki oğlu Yavuz Yılmaz’ın ölüm haberiyle sarsıldık.

Başta sayın Mesut Yılmaz ve eşi Berna Yılmaz olmak üzere tüm ailesine sabır ve başsağlığı, evlatları Yavuz Yılmaz’a Allah’tan rahmet diliyoruz, nur içinde yatsın.

Çok iyi eğitilmiş genç bir iş adamı olan Yavuz Yılmaz’ın bir süredir ekonomik sıkıntı yaşadığı ve bir gün önce evdeki çalışanlara izin verdiği de haberlerde yer aldı.

Bu üzücü haber, Türkiye’de gençlerin ve her yaştan insanın moral bozukluğu ve ekonomik zorluklariçinde yaşadığınıbir kez daha düşündürüyor.

Türkiye’nin içte ekonomi, terör, siyasi tartışmalar, dışta diğer ülkelerleyaşanan gerginlikler ve devamlı olarak gündemde çözümü zor sorunların yer alması, bir stres ve gerginlik ortamının sürmesi toplumun psikolojisini uzun süredir olumsuz yönde etkilemektedir.

Şiddet ve ekonomi

Ne yazık ki şiddetin her türü, tüm canlılara karşı çağdışı, insanlık dışı,medeni bir ülkede asla yaşanmaması gereken şiddet eylemlerigünlük olağan haberler haline geldi.

Televizyonları açtığınızda bu haberleri görüyorsunuz, gazeteler şiddetin ötesinde neredeyse en ilkeltopluluklarda bile olmayacak vahşet haberleriyledolu.

Bu haberlerin ve ilaveten bitmeyen siyasi çekişmelerin yarattığı gergin yaşam ortamının sağlıklı insanların psikolojisini de bozduğukonusunda sosyologlar, eğitmenler, psikologlar sık sık uyarılarda bulunuyor.

Toplum psikolojisindeki olumsuz değişimin ekonomik boyutuda son derece önemli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, işsizlik ve maddi sorunların risk şeklinde arttığını gördüğü için “iş adamlarına artı 2istihdam çağrısında”bulundu.

Devletin iş alanları yaratarak sağlaması gereken istihdamı şirketlerin sağlamasıisteniyor.

Önce Türkiye

İstihdamın artmadığı, işsizliğin, yoksulluğun azalmadığı, “asgari ücretliden özveri beklenen”bir kalkınma veya büyüme ne anlam taşır?

Birçok yazımda belirttiğim gibi, hükümet diğer ülkelerinsiyasi sorunlarını, halklarının sıkıntılarını düşünür, başka ülkelere ciddi maddi yatırımlaryaparken veya mültecilere 30 milyar dolarharcarken, kendi vatandaşlarının güvenliğini ve refahını ön plana almakzorundadır.

Yılın son çeyreğindeki büyüme 11.1olarak açıklandı, eğer durum böyleyse bunun vatandaşa da refaholarak yansıması, gençlerimizin ekonomik sıkıntılarla bunalımlar yaşamamasıgerekmez mi?

Örneğin, belediyeler son yıllarda trilyonlarca liralık megayatırımlar yaptılar ve bunlarla övündüler. Peki bu yatırımların ülkeye, millete neye mal olacağı, kar-zarar hesapları yapıldıysa vatandaşa olumlu yansımaları neden görülmüyor?

Acaba yıllardır belediyeler ve diğer kurumlardaki yolsuzluklar, rant kayıplarıciddiye alınıp önlenebilseydi bugün Türkiye farklı bir yerde olmaz mıydı?

Erken seçim söylentileri ve medyadaki “seçime dönük” konuşmalararttı.

2018’i de bunlarla geçirir ve toplumun öncelikli sorunlarına eğilmezsekseçime varmadan” çok daha sıkıntılı birsürecin içinegireriz, uyarmış olayım.

Yazının devamı...

Kudüs ve Türkiye!

İstanbul’da yapılan İslam İşbirliği Teşkilatı zirvesinde “Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti sayılması ve dünya ülkelerine de bu yönde çağrı yapılması” kararı çıktı.

Dünya ülkeleri bu çağrıya ne kadar uyar, bu konuda bir yorum yapmak için henüz erken.

Zirveden çıkan karar, Trump’ın ve İsrail’in “BM Güvenlik Konseyi kararını yok sayarak” yaptıkları çıkışa karşılık yerinde ve zamanında olmuştur, bununla birlikte Filistin-İsrail arasında bir barış ihtimalini tümüyle yok edecektir.

ABD birkaç gün önce, Trump’la çelişkili şekilde “yeni bir barış planı üzerinde çalışıyoruz” açıklaması yapsa da Filistin Kurtuluş Örgütü Genel Sekreteri Saib Ureykat:

“ABD tarafıyla, barış süreciyle ilgili görüşen her Filistinli, Trump’ın Kudüs kararını tanımış demektir. ABD, kararından dönene kadar barışla ilgili görüşme olmayacaktır” sözleriyle barışın uzun bir süre için hayal olduğunu anlattı.

3 dinin ortak şehri

Böylece, eğer bir tarafta ABD-İsrail, diğer tarafta çok sayıda İslam ülkesi büyük bir savaşa girip de savaşın galip tarafı kendi kararını uygulamaya koymadığı veya BM “Kudüs için 3 semavi dinin ortak şehri” gibi bir özel statü belirlemediği takdirde, daha uzun yıllar bu konuda İsrail ile Filistin arasında savaşlar sürebilir.

İİT zirvesinden ortak bir kararın çıkması güzel bir gelişme ama acaba bu süreç gerçekten İslam dünyasını aynı kararda birleştirmeyi başaracak mı?

Benim görüşüme göre, kendi içinde mezhep savaşlarıyla, radikal dinci terör örgütleriyle birbirini kıran (ki son olarak bunu 2 gün önce “Yemen’de Şii Müslümanların olduğu bölgeye hava saldırısı yaparak 51 kişinin ölümüne neden olan Suudi Arabistan” örneğinde gördük) Müslümanların birleşmesi pek kolay değildir.

İİT olağanüstü zirvesine devlet bakanını gönderen Suudi Arabistan başta olmak üzere birçok Arap ülkesi, kendi çıkarlarına göre tavır değiştirip ABD’nin yanında yer alabilir.

Bugüne kadar “Arap ülkelerinin Kıbrıs’ı tanımaması”, Irak ve Suriye gibi ülkelerin “PKK’yı bağrında besleyip büyüterek Türkiye’nin terörden çekmesine neden olmaları” ve benzeri olaylarda Türkiye de onlardan az zarar görmedi.

Biz, zirveden çıkan kararı benimsemeli fakat Suriye iç savaşında yaptığımız gibi “bütün ülkelerden önce davranma” politikasıyla, ABD ve İsrail’le yeni ve büyük bir sorun çıkmasına yol açmamalıyız.

Suriye’ye operasyon

Suriye sınırımızda PYD-PKK’nın oluşturduğu koridorun batısında, Hatay’ın bitişiğinde bulunan Afrin ve İdlib’e yönelik bir operasyon için TSK’nın sınıra 2 topçu taburu sevk ettiği söyleniyor.

Bir kez daha hatırlatayım, Fırat Kalkanı’nda Türkiye’nin Afrin’e ilerleyişini Rusya önlemiş, TSK’nın yoluna ordusunu çıkarmıştı.

Bu kez “sınırlı bir operasyona izin vereceği” ihtimalinden söz edilse de Rusya’nın (tabii ABD’nin ve hatta Esad’ın) izin vermemesi daha büyük ihtimaldir.

Sınırımızdaki PKK koridoru şu anda sorundur, yakın gelecekte çok daha ciddi sorun olacaktır, artık bu konuda diplomasiye yoğunlaşmak şarttır.

Yazının devamı...

İslam ülkelerinin Kudüs kararı

ABD Başkanı Trump’ın “Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması” üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan (dönem başkanı olarak) İslam İşbirliği Teşkilatı’nı olağanüstü zirveye çağırmıştı, bu toplantı dün İstanbul’da yapıldı.

Öğleden sonra; zirveden çıkacak bildirinin “İslam ülkelerinin Doğu Kudüs’ü ‘Filistin devletinin İsrail işgali altındaki başkenti’ olarak tanıması, dünya ülkelerine de bu yönde çağrı yapması” şeklinde olacağı bilgisi verildi.

Aslında “Filistin toprakları içinde bir İsrail devletinin kurulması” planı 1800’lü yılların sonunda başlar, İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılından bu yana da Filistin ile İsrail arasındaki savaşlar bitmek bilmez.

Neredeyse 70 yıldır süren bu savaşlarda her iki taraf da büyük can kayıpları vermiştir.

İsrail umursamıyor

1967 savaşında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin “savaş yoluyla toprak elde etmenin kabul edilemezliği”ni bildiren yasayı işleterek İsrail’e “işgal ettiği topraklardan çekilmesi” çağrısı yapmasına rağmen İsrail bu çağrıyı dinlemedi.

1973’te Mısır ve Suriye’nin (Yahudilerin en önemli dini bayramı olan) Kefaret Günü’nde İsrail’e yaptıkları saldırı da İsrail’i geriletmek yerine ona daha fazla toprak kazandırdı.

2002 yılında “Arap Birliği” üyesi ülkeler “1967 sınırlarına çekilirse Arap ülkelerinin İsrail’i tanıyacağını” bildirdiler, İsrail bunu da önemsemedi.

Dinler arası çatışma

Şimdi İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkelerin bu ortak kararının acaba Trump ve İsrail tarafına bir etkisi olacak mı?

Bunca tepkiye rağmen Trump’ın “verdiği karardan geri adım atmadığı” da görüldüğüne göre acaba bu toplantı, sonuçta bir değişiklik yapma imkanına sahip mi?

Trump kararını değiştirmediği ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapmakta ısrar ettiği takdirde acaba gerçekten “dinler arası çatışma” çıkar mı?

Bu soruların cevabı şu anda belli değil ancak belli olan bir şey varsa Filistin halkının yıllardır savaş, çatışma, göç ve her sıkıntıyı yeterince yaşadığıdır.

Trump gitse de, kalsa da…

Bu “belirsizlik süreci” devam ettikçe aynı sıkıntılar bu kez daha da artarak ortaya çıkacaktır.

Ben “yıllar içinde Trump değişebilir veya geri adım atabilir” gibi görüşlere katılmıyorum. ABD’nin “İsrail yararına geliştirmekte olduğu” Ortadoğu politikası Trump gitse de, kalsa da uzun (belki de kısa) vadede değişmeyecektir.

Birleşmiş Milletler’in “savaş yoluyla toprak kazanmanın kabul edilemezliği” yasasını yazarken, PKK-PYD’nin Türkiye sınırı boyunca kentleri almasında “IŞİD terörünün onlara sağladığı yararı” düşündüm.

IŞİD ortaya çıkmasa ve kentleri önce alıp sonra “ABD desteğindeki PYD’ye bırakıp çekilmiş” olmasaydı, ABD o kentleri BM’e rağmen savaşla alabilir miydi?

Kanımca, ABD’nin; Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin bağımsız devlete giden sürecinde veya Suriye sınırımızda oluşan PKK bölgesi konusunda oynadığı rol ile “Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapma” konusunda oynadığı rol birbirine çok benziyor.

Yazının devamı...

Mal varlığı araştırması!

Suriye’de IŞİD’in bile bittiği söylendi ama Türkiye’de PKK terörü bitirilemedi, gencecik şehitler vermeye devam ediyoruz.

Son şehidimiz Şırnak’taki operasyonda patlatılan topuk mayını ile hayatını kaybeden “21 yaşındaki” Mustafa Can.

Bu yetmiyormuş gibi bir başka genç askerimiz, er Gökhan Kılıç’ı; insafsız bir başçavuşun “cep telefonundan arayan annesiyle konuşurken” başına miğferle vurarak ölümüne sebep olmasıyla kaybettik. O askerleri aileleri davul zurnayla askere gönderiyor, devlete teslim ediyor.

Böyle bir durumda hapis cezası verilebilir ama bir ere acımasızca, düşmana saldırır gibi saldıran bir başçavuş cinayetten yargılanmalı ve görevden tümüyle men edilmelidir.

Devlet bu tür olayları geçiştiremez.

Büyüme ve yoksulluk

TÜİK yılın üçüncü çeyreği için büyüme rakamını açıkladı ve bu rakama halktan anında tepki geldi.

Sosyal medyada “Büyüme hesaplarıyla o kadar oynanmış ki bütün Avrupa ülkelerinden çok büyümüşüz” diyenler vardı ki bu doğru, verilen yüzde 11.1 rakamına göre AB, G20 ve OECD ülkelerinden çok yüksek bir büyüme var.

AB ülkelerinden kat kat fazla büyüme görülüyor. Bunun nasıl mümkün olduğu konusunu ekonomistler tartışmalı ancak… Halka yansımayan, kredi kartı borçlarıyla yaşamaya çalışan vatandaşa hiçbir iyileşme sağlamayan büyümenin ne yararı olacağını artık herkes soracaktır.

Kendi halkımız büyük maddi sıkıntı içinde sarsılırken, genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 24’lere fırlamışken, 30 milyar dolar harcandığı açıklanan Suriyeli mültecilere sağlanan “parasız tedavi, eğitim veya iş imkanları” da gözden geçirilmelidir.

Yolsuzluk, şeffaflık

Ana Muhalefet Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ile yakınlarının mal varlığının araştırılması için verilen dilekçede:

“En yaygın haliyle kamu gücünün siyasetçiler ve kamu görevlilerince özel çıkarlar için kötüye kullanılması şeklinde tanımlanan yolsuzluklar toplumun devlete ve adalete olan güvenini temelden sarsmaktadır” ifadesi var.

“Güçlü ve sağlıklı işleyen bir demokrasi” için siyasetçi ve bürokratların “saydamlık ve hesap verebilirlik” ilkelerine uymalarının, mal varlıklarındaki değişiklikleri kamuoyu ile paylaşmasının yolsuzlukların önlenmesi açısından önemli olduğu belirtiliyor.

Kılıçdaroğlu “Hepsi araştırılsın, beş kuruş bulursanız bu kürsüden özür dileyeceğim” demiş. Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop ise “bunun siyasi manevra olduğunu, daha önce de benzerlerinin yaşandığını ve sonunda hiçbir araştırma yapılmadığını” söylüyor.

Mal varlığı araştırmaları her demokratik ülkede yapılabilir. Sonuçta mal varlıklarında bir yolsuzlukla artış görülürse yapılacak şey de “özür” değil, o siyasetçinin derhal istifa etmesi ve sorgulanması”dır.

Şentop’un açıklaması da hatalıdır, bu önergeler için araştırma yapılmalı ve her siyasetçi aynı araştırmayı kendisi için de kabul etmelidir, bu bir tercih değil, zorunluluktur. Yolsuzlukların önlenmesi isteniyorsa, saydamlık ve şeffaflık herkese eşit uygulanmalıdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.