Şampiy10
Magazin
Gündem

Seçim yoksa neden konuşuyoruz?

Gerçekten merak edilmeyecek gibi değil. Bir yandan devamlı “seçim 2019’da” derken diğer tarafta aralıksız olarak seçimden ve “olası ittifaklardan” söz ediyoruz.

CHP “Bu seçim demokrasiden yana olanların birlikte mücadele edeceği bir seçim olacak. 2018’de daha büyük mutabakatları, buluşmaları sağlayacak siyasete ihtiyaç var” diyerek başta “İYİ Parti” olmak üzere diğer muhalefet partileriyle ittifakı işaret ediyor.

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener “CHP ile seçim ittifakı yapmayacaklarını ancak cumhurbaşkanlığı seçiminde 2’nci tura kalan muhalefet adayını destekleyeceklerini” söyledi. Buna rağmen CHP “ittifak” tercih ettiği görüşünde ısrarlı.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “Biz aday çıkarmayacağız, karşılık beklemeden Erdoğan’ı destekleyeceğiz” dedi. Bu söz anlaşılmayınca “Türkiye’nin yüz yüze olduğu tehditlere karşı Yenikapı bilinci”nden söz etti.

Hep darbe mi beklenecek?

Burada “yeni darbe girişimleri olabileceğini” kast etmiyorsa hangi tehdidi kast ediyor, yine pek anlaşılır gibi değil.

FETÖ’cüler hala devletten temizlenmediğine ve operasyonlar sürdüğüne göre yeni darbe girişimi ihtimalleri hiç bitmeyecek ve bir önemli seçim daha OHAL şartlarında mı yapılacak o da belli değil.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahçeli’den sonra “ittifak” ifadesini pekiştirirken bunu “Milli mutabakat” olarak adlandırdı.

Erdoğan, 2019 seçiminin “yerli ve milli” olanlarla “ipi başka mahfillerin elinde olanlar arasında geçeceği açıktır” diyor.

Önceki seçimlerde duyulmamış olan “yerli ve milli” tanımlarının neden bu kadar sık tekrarlandığı merak ediliyordu, bu sözlerle anlaşılmış oldu. Ancak…

Eşit şartlar ve ysk

Bütün siyasi partiler bundan sonraki seçimlerin “siyasi etiğe uygun, dürüst ve şeffaf” olması için gayret göstermelidir.

Seçimlerde medya büyük ölçüde tek partinin kontrolünde hareket ediyor. Belediyelerin çoğu, bu nedenle afiş panolarının hemen hepsi, miting meydanları, salonlar tek partinin elinde.

Oysa Anayasa’ya göre “siyasi partilerin eşit şartlarda ve dürüstlükle yarışacağı ortamı hazırlama” ile ilgili görev ve bütün işlemler Yüksek Seçim Kurulu’na verilmiştir.

Bu eşitlik son yıllarda yapılan seçim ve referandumlarda mevcut değildi ama YSK’nın bir itirazı da duyulmadı.

O nedenle, eğer seçim sürecine girdiysek veya girilmiş gibi davranıyorsak tüm partiler artık demokrasinin şartlarına ve toplumun beklentilerine uymalıdır.

Örneğin, Devlet Bahçeli’nin “MHP’de kongre talebinin görüldüğü, genel başkan değişimi istendiği dönemde” daha önce yaptığı gibi, kanıt olmadığı halde “rakiplerini veya kızdığı tüm siyasetçileri FETÖ’cülükle suçlamak” kabul edilemeyecek bir yöntemdir.

Rakiplere Balyoz-Ergenekon (kumpas) davaları sırasında da “darbeci” veya “PKK ile aynı çizgide” gibi yakıştırmalar yapılıyordu, bugün de istendiği anda “FETÖ’cü” veya “dış güçlerle bağlantılı” gibi imalar yapılıyor.

Seçim ne zaman olursa olsun, bunlardan vazgeçerek topluma dürüst-eşit-adil bir seçim sunmak YSK ile hükümetin görevi olmalıdır.

Yazının devamı...

Günün en önemli haberi!

Türkiye’nin her zaman çok yoğun gündemi oluyor, son haftalarda da içerde ve dışarda son derece önemli gelişmeler oluyor.

Suriye İdlib’de rejim güçleri yine “muhalifleri vuruyorum” diyerek sivilleri vurdu, Türkiye’ye yeni bir göç dalgasının başladığı bildirildi.

Rusya’nın ne dediği belli değil, bir gün Türkiye’yi sorumlu tutuyor, ertesi gün fikir değiştiriyor. Yarın ne yapacağıni tahmin etmek güç.

Suriye rejimi ABD’ni isteği yönünde mi hareket etmektedir, PYD-PKK’ya mı destek vermektedir o da belli değil.

Türkiye’ye göç

Ülkeler kapışırken olan sivil halka oluyor ve yerlerini yurtlarını terk edip canlarını kurtarmak için göçe zorlanıyorlar ve bu göç de hep Türkiye’ye doğru oluyor.

Daha önce iç savaş sırasındaki “IŞİD’le savaş” bahanesiyle yapılan dış müdahalelerde Suriye’nin kuzeyinde birçok kentte aynı durum yaşanmış, çok sayıda can kaybı olmuş, Türkmenler de evlerinden koparılıp göçe zorlanmıştı.

Suriye’deki duruma üzüldüğümüz gibi, sınırımız boyunca kurulmaya çalışılan PYD-PKK devletinin son aşamaları için girişimlerden de ciddi bir endişe duyuyoruz.

Bununla birlikte Türkiye’nin artık hiçbir şekilde Suriye’den göç almaması gerektiği de üzerinde durulması gereken bir konudur. Bunu karşılamaya ne maddi, ne manevi gücümüz var.

İdlib’de yardım ve onarım çalışmalarını, tüm masrafları da Türkiye’nin karşıladığı görülüyor. Oysa Suriye’nin kuzeyinde yapılan askeri operasyonlar zaten yeterince zorluk yarattı ve yaratıyor.

Bunların yanında Türkiye’de şiddetin her türü görülmemiş şekilde arttı. Nüfusun da hem teşvik edilerek, hem göçlerle arttığı bir ülkede olayların kontrolden çıkması kaçınılmazdır.

Kendini yakan adam

Ekonomi iyi gitmiyor, çiftçinin zorluklarını kendi açıklamalarıyla da görmek mümkün.

Dün 39 yaşında bir vatandaş Meclis’in önünde “maddi sıkıntılar nedeniyle” üzerine benzin dökerek kendini ateşe verdi.

Meclis polisleri son dakikada müdahale edip yanmaktan kurtardılar ve hastaneye kaldırıldı.

Dikkat edecek olursak Türkiye genelinde, birçok ilde vatandaşların “işsizlik ve maddi sıkıntıdan” şikayet ettiğini duymak mümkün.

Özellikle gençlerin büyük çaresizlik içinde olduğu açıkça ifade ediliyor.

Durum böyleyken kendi insanlarımızın maddi sıkıntısını hafifletecek çözümler aramak, işsizliğe acilen çözüm üretmek bir numaralı sorunumuz olmalıdır.

Nüfusun artmasını isterken, diğer ülke insanlarından önce kendi nüfusumuzun yaşamını düşünmek şarttır.

Seçimin 2019’da olacağı sık sık tekrarlanıyor ama sanki şimdiden seçim sürecine girilmiş gibi gündem “ittifak” açıklamalarıyla dolu.

Hükümetin, diğer tüm konuları bir yana bırakıp toplumun sıkıntılarını azaltmaya öncelik vermesi doğru olacaktır.

Yazının devamı...

Bahçeli’nin açıklaması ve seçim!

Ak Parti erken seçim iddialarına verdiği her cevapta ısrarla “Erken seçim olmayacağını, seçimlerin 2019’da yapılacağını” söylüyor.

Bununla birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “metal yorgunluğu var” sözlerinden sonra istifa eden, ettirilen veya etmesi beklenen belediye başkanları ve teşkilatlar “seçime hazırlık” olarak algılandı.

MHP’de teşkilat istifaları daha genel başkan adayları partiden ayrılmadan başlamış, ayrılan teşkilatların topluca Meral Akşener’e katıldığı duyulmuştu. 7 Ocak’ta da MHP Giresun İl Teşkilatı’ndan 289 kişinin istifa ettiği haberi çıktı.

Geçen Salı günü MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisinin aday olmayacağını, Erdoğan’ı destekleyeceklerini” açıkladı ve “MHP, olursa ittifakla, olmazsa kendi partisi olarak milletvekilliği seçimine girer” dedi.

‘Baraj altı’ meselesi

Bahçeli aynı konuşmada “MHP’nin barajı aşamama gibi bir meselesi yoktur” diyorsa da yapılan kamuoyu anketleri bunun tersini söylüyor.

Kısa süre önce ANAR tarafından yapılan araştırmada da “MHP’nin baraj altında kalacağı, Ak Parti ve CHP’nin ise 3’er puan gerilediği” sonucu çıkmıştı.

Devlet Bahçeli bir yandan “barajı aşamama meselemiz yok” derken diğer tarafta “yüzde 10 barajı çok ağır, yeniden değerlendirilmeli” diyor ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim barajını düşürmeyeceği de görülüyor.

“MHP’nin cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğini” söylediği konuşmada “ittifaklaşmanın kutuplaşmayı önleyeceğini” söylemesi de baraj endişesinin dışa vurumu gibi…

Burada şu soru akla geliyor; madem ki Bahçeli AKP ile ittifakın “kutuplaşmayı önleyeceği” gibi bir yarardan söz ediyor, bunu neden 7 Haziran seçimi sonrasında düşünmedi ve Türkiye’yi aylarca çıkmaza soktu?

Sonuç olarak… Erken seçim olmayacağı söylenirken Devlet Bahçeli’nin herkesten erken ve üstelik özgüvensiz “seçim açıklaması” zihinleri karıştırmıştır.

Bahçeli için tek şans, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da MHP-AKP seçim ittifakını istediğinin görülmesidir ki ortadaki tablo gerçekten de “bir erken seçimin mümkün olacağını” anlatıyor.

‘İyiler gitsin’

MHP artık bir muhalefet partisi olma özelliğini kaybederken ondan boşalan yeri -adeta ana muhalefet partisi gibi çalışan- İYİ Parti almaya başladı.

Devlet Bahçeli de bu yükselişin farkında olmalı ki konuşmasında “İYİ Parti’nin kuruluşu MHP’ye iyiliktir” diyor.

“Giden gider. İyiler onların olsun, halihazır bizim olsun” diyor. MHP dualı partidir, inanan insanların partisidir, bu partiyle kim uğraşıyorsa iki yakası bir araya gelmez diyor.

“İyiler” de inananlardır, din-inanç üzerinden politika yanlıştır, iyiler giderse geriye kim kalır demeyeceğim, bunları biliyor olmalı... Ancak 1 Kasım seçiminin sonucunu unutmamak lazım.

Doğru siyaset kadar, doğru söylemler, düşünerek konuşmak da önemlidir, halk artık bunu bekliyor. Siyasetçiler önce özeleştiri yapıp sonra rakipleri için konuşmalıdır.

Yazının devamı...

FETÖ karmaşası!

15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra 150 binden fazla şüpheli hakkında işlem yapılmış, 9 bine yakın askerin darbe girişimine katıldığı belirtilmişti.

Darbe girişiminden bir yıl sonraki raporda 50 bin tutuklu, 100 binden fazla ihraç olduğu bildirildi.

Zaten bu sayılar verilirken eğer FETÖ ilişkisi varsa neden bazı kişilere sadece görevden ihraç, bazılarına ise tutuklama yapıldığı anlaşılamayan bir noktaydı.

En önemli anlaşılamayan nokta ise “FETÖ ilişkisi açıkça ortada olduğu, kendi ifadeleriyle sabit olduğu halde örneğin bazı siyasetçilere, belediye başkanlarına, medya mensuplarına dokunulmadığı, bazılarının ise tutuklandığı” konusuydu.

Sonra FETÖ’nün gizli haberleşme programı Bylock’u kullandıkları gerekçesiyle asker sivil binlerce kişi tutuklandı. Aradan zaman geçti, 11 bin 480 kişinin masum olduğu, kendi iradeleri dışında Bylock’un telefonlarına indirildiği anlaşıldı.

Serbest kalanlar

Şimdi öğreniyoruz ki “Yurtta Sulh Konseyi” listesinde adı bulunduğu için tutuklanan 18 general de FETÖ kumpası kurbanı imiş ve tahliye edilmeye başlanmışlar…

Akla ilk gelen şey şu; 15 Temmuz’dan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan “İdam cezası önüme gelirse imzalarım. Halk bunu istiyor” demişti. Eğer idam cezası çıkarılmış olsaydı, örneğin bu 18 general veya Bylock kumpasına uğrayan 11 bin 480 kişi masum oldukları halde idam cezasına çarptırılabilir miydi?

Bu konu o kadar karmaşık hale geldi ki, hala tutuklamalar devam ediyor ama diğer tarafta “itirafçı olacağım” dediği için serbest bırakılan ama FETÖ içinde onlarca yıl faaliyet göstermiş olan isimler var.

Son olarak, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Güler’in koruma subayı Yüzbaşı Burak Akın’ın “FETÖ üyesiyim” itirafında bulunduktan sonra serbest bırakıldığı haberini duyduk.

İtirafçı olmak yeter mi?

Yüzbaşı Akın “Geçmişte Fethullah Gülen cemaati olarak tanıdığım şimdi terör örgütü olarak gördüğüm yapılanma” diyor. Daha 13 yaşında, IŞIK Dershanesi’ndeyken örgütle tanıştırmalarını ve askeri okula sokmalarını, kod adı kullandığını anlatıyor. İfadesine bakınca soruların verildiğini, hatta “eşiniz mayo giymek istese izin verir misiniz” gibi (okul sınavında sorulamayacak) sorulara hazırladıklarını görüyorsunuz.

Bu ifadeleri ve “serbest bırakılmayı” duyan herhangi bir vatandaşın şaşırmaması imkansızdır.

Acaba Yüzbaşı Akın ve diğer serbest bırakılan itirafçılar hangi hukuk kuralına göre ve kim tarafından affa uğramaktadır?

Hukukta böyle bir af mümkünse, diğer tutukluların da “Biz önceden cemaat olarak görüyorduk, 15 Temmuz’da hain bir terör örgütü olduğunu anladık” demeleri ve birkaç isim ifşa etmeleri onların da özgür kalmasını sağlayacak mı?

Tüm soruşturmalarda “adalet ve eşitlik” esas alınmalıdır, “dokunulmayan” ayrıcalıklı kişiler görüntüsü konunun ciddiyetini kaybetmesine neden oluyor.

Yazının devamı...

AB ilişkilerinde gerçekler!

Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’deki Hakan Atilla davasının sonucuyla ilgili sert bir çıkış yaptı ve “Böyle adalet anlayışı olmaz, ABD ile aramızdaki ikili hukuk anlaşmaları hükmünü yitiriyor” dedi. ABD bugüne kadar Suriye’de PKK-PYD’ye gönderdiği 4 bin TIR dolusu silah ve verdiği destekle Türkiye’ye büyük zarar verecek gelişmelere imza attı.

O günlerde, Türkiye’ye devamlı olarak “Bütün terör örgütleriyle mücadelede ortak çalışıyoruz” diyor ama PKK-PYD’ye destekleriyle onları terör örgütü görmediğini anlatıyordu.

O süreçte ABD’ye şimdi yaptığımız kadar kesin bir çıkış yapmadık, aksine “dostça havalar içinde” ikili görüşmeler sürdürüldü.

Şimdi Hakan Atilla davası nedeniyle ABD ile iyice gerilen ilişkilerin geri dönüşü nasıl olur bilmiyoruz. Ancak…

Macron’un açıklaması

Bunun hemen arkasından Erdoğan’ın Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron ile Paris’te yaptığı görüşme geldi.

Türk medyasında gerçeğinden farklı yorumlar yapılsa da Macron, Erdoğan’la birlikte yaptıkları basın toplantısında net şekilde:

“Müzakerelerde yeni fasıllar açılabileceğinin mümkün olduğuna dair ikiyüzlülükten çıkmak gerekir. Üyelik süreci yerine başka işbirliği ve ortaklığı düşünmeliyiz” dedi.

Erdoğan ise “54 yıldır AB kapısında bekletiliyoruz, ne olur bizi alın diyecek halimiz yok” derken Türkiye’nin de artık AB üyeliğini rafa kaldırabileceği ihtimalini de ima etti.

Referandumun rolü

AB’nin yaptığı açıklamalarda “Türkiye’nin siyasi sistemi ve yargı düzeninde yapmak istediği değişikliklerle Türkiye’nin AB’de yerinin olamayacağı, bu değişikliklerin Avrupa ülkeleri ve değerlerine tamamen ters olduğu…

Özellikle 16 Nisan 2017 anayasa referandumu ve bunun arkasından gerçekleşen girişimlerin Türk demokrasisinde gerileme sayıldığı” belirtilmişti. AB’de büyük etkinliği olan Almanya ve diğer bazı ülkelerin “Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerinin durdurulmasını istediği” söyleniyordu. Bu gelişmelerde 16 Nisan referandumu öncesinde Almanya, Hollanda gibi ülkelerle sert çekişmelere girmemizin de rolü olduğunu kabul etmeliyiz.

2005’in gerisine düşmek…

ABD ile kötü giden ilişkilerin yanında bir de AB üyelik sürecimizin bitirilmesi Türkiye’nin Batı’dan kopması anlamına gelecektir.

Unutmayalım ki, Türkiye 54 yıldır bekliyor olsa da 1999 yılında AB üyeleri tarafından “aday” olarak kabul edilmiş, 2005 yılında “tam üyelik” müzakerelerine başlamıştı. Dün İYİ Parti kurucularından eski Moskova ve Roma Büyükelçisi Aydın Sezgin’in Cumhuriyet’te çıkan kapsamlı röportajında belirttiği gibi “Biz bugün (aday ülkelerin sağlaması gereken) Kopenhag Kriterleri’ne riayet eden bir noktada değiliz. 2005’in gerisine düştüğümüze hiç şüphe yok.”

Kopenhag Kriterleri öncelikle “demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygıyı güvenceye alan kurumların varlığından” yani bağımsız, tarafsız bir yargıdan ve devletten söz eder. Batı ile ilişkilerimizin kopması Türkiye’yi daha da yalnızlaştıracaktır, sert politikaları bir yana bırakıp bu konunun üzerinde özenle durmak gerekir.

Yazının devamı...

Önce sağlık sonra siyaset!

Bence gündemin en önemli maddesi toplumun “sağlığı ve can güvenliği”dir.

Herkes için de öncelik bu olmalıdır, çünkü bu ikisi olmadığı takdirde diğer hiçbir konunun anlamı olamaz.

Dikkatimi önce CHP Trabzon Milletvekili Haluk Pekşen’in sosyal medyada yaptığı “Trabzon Limanı’nda kanserojen madde içeren ve özel korunma tedbirleriyle taşınması gereken ‘çinko madeni’nin açıkta ve viyadük altında depolanması” ile ilgili mesajı çekti.

Pekşen bu mesajda “Yeraltı sularına ve denize karışan bu ağır metallerin Karadeniz’de kansere neden olduğunu, bu tehlikeye rağmen hiçbir kurumun önlem almadığını” bildiriyordu.

Oysa İstanbul’da beklenen büyük depreme karşı “zamanında önlem almak ve binaları yıkılmayacak şekilde güçlendirmek” imkansız olmadığı gibi, Trabzon’da kanser tehlikesine karşı “çinko madeninin risk yaratmayacak şekilde muhafaza edilmesini sağlamak” da imkansız değildir.

Devletin sorumluluğu

Bu haberle aynı sırada Çevre Mühendisleri Odası “Türkiye’de hava kirliliğinin krize döndüğünü, 81 ilin sadece 6’sında havanın temiz çıktığını” açıkladı.

Yaptıkları çalışmaya göre İstanbul, Ankara, Adana, Manisa, Kütahya ve daha birçok ilde hava kirliliğinin “solunum enfeksiyonundan kansere, erken bebek ölümlerinden sakat doğumlara” kadar yaratmadığı tehlike yok.

Türkiye’de kanser vakaları son yıllarda hızla arttı, genç-yaşlı demeden birçok vatandaşımızın bu tehlikeli hastalığa yakalanması dikkat çekmeyecek gibi değil.

Peki, kanserojen olmayan havayı, gıdayı sağlamak devletin görevi değil mi? Trabzon’daki tehlikeyi ortadan kaldırmak devletin görevi değil mi? Ya deprem için çalışmaları tamamlamak?

Belediyeler ve FETÖ

Şimdi belediye başkanları ya istifa ediyor, ya istifaya zorlanıyor veya görevden alınıyor.

Ak Partili belediye başkanlarına “istifa etmedikleri takdirde haklarında soruşturma açılacağı” iması yapılmıştı. Peki bu soruşturmalar “hangi suç iddiasıyla” açılacaktı?

Kentlere ihanet edildiği, yüksek binalara izin verildiği söylendiğine göre “imar yolsuzluğu” mu, yoksa bir başka yolsuzluk mu? İstifa etmezse soruşturma açılacak olan suç, istifa ederse nasıl yok oluyor?

Örneğin yukarda söz ettiğimiz; kirli hava, gıda, çinko, deprem vb tehlikeleri için -görevleri olduğu halde- yıllarca önlem almamış ama “dev projeler yapıyorum” diye trilyonlar tüketmiş olan başkanlar istifa edince “bağışlanmış” mı oluyorlar?

Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar’ın görevden alınması için öne sürülen iddialar arasında “FETÖ üyeliği” bile var ancak mesela 15 Temmuz sonrası bile Gülen’i öven veya yakınları FETÖ’cü çıkan belediye başkanları için yok.

Bu çelişkilerin halkın dikkatinden kaçtığı düşünülmesin, nereye gitseniz konuşuyorlar.

O nedenle inandırıcı olmayan iddialar bir yana bırakılmalı, seçilmiş belediye başkanları “gerçekten kanıtlı, belgeli bir iddia” varsa (istifa edenler dahil) yargılanmalıdır.

Bu yapılmadan görevden alındıklarında, ortaya “demokratik ülkelerde rastlanmayacak” bir çifte standart çıkıyor!

Yazının devamı...

Münir Özkul ve dürüstlük!

Türk Sineması’nın unutulmayacak sanatçılarından biri, büyük bir usta, benzersiz bir yetenek olan Münir Özkul dün hayata ve bizlere veda etti, nur içinde yatsın.

Bugün hala zevkle izlediğimiz, bizden sonraki kuşakların da aynı zevkle izleyeceği Hababam Sınıfı’nın Mahmut Hoca’sı Münir Özkul filmlerinde genellikle “az gelirli veya yoksul” karakterleri oynamıştı. Bununla birlikte o karakterlerin hepsi “dürüst, alın teriyle kazanan” karakterlerdi ve topluma o karakterler yoluyla çok doğru mesajlar veriliyordu.

Kötüler hep filmin sonunda kaybeder, iyiler kazanır ve “doğru”nun da dürüst olmak, başkalarının hakkına el uzatmamak olduğu anlatılırdı.

Mesajlara uyduk mu?

Münir Özkul’un filmlerde verdiği “dürüst ve hakkaniyetli olma, doğru yoldan sapmama” mesajları topluma elbette olumlu etkiler yapmıştır ama Türkiye’de yaşananlara baktığımızda pek de doğru yolda olmadığımız görülüyor.

Bir yanda yoksul büyük kitleler varken diğer tarafta haksız kazanç sağlayanlar, devlet kurumlarında kök salmış ve işi darbe girişimine vardırmış terör örgütleri, kadın ve çocuk tecavüzlerinde-cinayetlerde ve genel olarak şiddette ve yolsuzlukta artış ciddi bir endişe olarak ortaya çıkıyor.

Belediye başkanları

Ankara ve İstanbul dahil iktidar partisine ait birçok il ve ilçe belediye başkanı ya istifa etti veya görevden alındı. Arkasından İçişleri Bakanlığı Ana Muhalefet Partisi CHP’li Ataşehir Belediye Başkanı’nı görevden aldı. Perşembe günü de Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar ve 2 belediye meclis üyesinin görevden alındığı duyuldu.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP Parti Sözcüsü Bülent Tezcan hükümetin “CHP’li seçilmiş belediye başkanlarını elinde delil olmadığı halde görevden aldığını, böylelikle halkın iradesini gasp ettiğini, bunun kabul edilemeyeceğini” söylediler.

Kılıçdaroğlu “Ak Parti’nin İstanbul’u kaybedeceğini anladığı için” bu yola başvurduğunu söyleyerek;

“İçişleri Bakanlığı’nın Beşiktaş Belediyesi ihaleleriyle ilgili tüm teftişleri yaptığını, bir yolsuzluk çıkmadığını, Danıştay’ın da bunu doğruladığını, buna rağmen görevden alma işleminin yürütüldüğünü vurguladı.

Yargı bağımsızlığı

Bu olaylarda “yargının bağımsız ve tarafsız” olmasının önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Eğer tarafsız bir yargı varsa, görevden almadan önce bütün iddialar soruşturulur, suçsuzluk kanıtlanırsa da seçilmiş başkanlar görevden alınmaz.

Önce görevden alıp (veya tutuklayıp) sonra “kesin suç kanıtı” aramak hukuk devletlerinde kabul edilemez.

Bunun yanında, eğer “mal varlığı” araştırması yapılıyorsa daha önce istifa eden veya görevden alınan tüm belediye başkanları için yapılmalıdır.

Yolsuzluk aranıyorsa, daha önce de belirttiğim gibi “istifa eden başkanlar” için de aynı araştırma yürütülmelidir, istifa suçu ortadan kaldırmaz.

Türkiye, bu iç çekişmelerle zaman kaybetmemesi gereken sorunlarla karşı karşıya, bunu gözetmezsek sonunda çok sıkıntı çekeceğimizi unutmayalım.

Yazının devamı...

Akşener ve silahlı bir grup!

Erdoğan-Gül tartışmasından Akşener-Ak Parti tartışmasına geçildi.

İçişleri Bakanı olarak da görev yapmış olan İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener Salı günü Sözcü gazetesinde Saygı Öztürk’ün yaptığı röportajında eli silahlı gruplar ortaya çıktığını şöyle anlatmıştı:

“Son dönemlerde üniformalı bazı kişiler ellerinde uzun namlulu silahlarla dolaşıyor. Örneğin Tokat ve Konya’da silahlı eğitim kampları olduğunu duyuyoruz. Bunların seçim döneminde istenmeyen bir sonucun çıkması halinde karışıklık yaratacakları yolunda yoğun söylentiler var. Bu vahim iddialar araştırılsın ve bize de bilgi verilsin”.

Meral Akşener aynı konuşmasında “Sandık başlarını SADAT’çılar tutacak, falanca silahlı örgüt tutacak diye vatandaşa korku aşılıyorlar” da diyor.

İç savaş meselesi

Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal aynı günün akşamı CNNTürk’te İYİ Parti Genel Başkanı Akşener’e cevap verdi.

“Devlet yerli yerindedir. 24 saat görev yapmaktadır. Böyle bir şey olmaz. Böyle bir şeyi konuşmak sorumsuzluktur. Bu bir iç savaş çığırtkanlığıdır”.

Mahir Ünal aynı konuşmada kısa süre önce medyada gündeme gelen ve benim de değindiğim, kısaltması HÖH olan “Halk Özel Harekat” isimli silahlı gruptan da söz etti:

“Halkın özel harekatı diye bir grup çıkıp Anayasa’ya aykırı şekilde bir milis olma iddiası ortaya koyarsa devlet kafasına çöker”.

Burada üzerinde durmamız gereken şey; sorun gördüğü halde susmak mı sorumsuzluktur, konuşmak mı sorusudur.

Ak Parti’nin de üzerinde konuştuğu Halk Özel Harekat-HÖH diye bir sivil ve silahlı örgüt var. Başkanları da yaptığı açıklamalarla “kendilerine talimat geldiği anda sokaklara inip silahlı olarak savaşacaklarını” söylüyor.

Meral Akşener de “eli silahlı, üniforma giymiş kişilerin eğitim kampları olduğundan, bunların ve SADAT gibi -eski TSK mensuplarının da bulunduğu- grupların bir işaretle sokağa dökülebileceğinden” söz ediyor, uyarıyor, bilgi istiyor.

Devamındaki eylemler…

Özellikle de “Sivillere 15 Temmuz darbe girişimi ve ‘devamındaki eylemlere’ şiddet kullanarak müdahale etmesi durumunda ceza muafiyeti getiren” 696 sayılı kanun hükmünde kararname yeni çıkmışken ve tartışmaları sürerken bu soru doğal değil midir?

Ya bu silahlı gruplar gerçekten herhangi bir durumdan, bir gösteriden kendilerine vazife çıkarıp diğer vatandaşlara saldırıda bulunursa ne olacak? Bir de üstüne “yargılanmayacaklarını bilirlerse” sonuç daha da vahim olmaz mı?

Bu nedenle 696 sayılı KHK’da “muğlaklık olduğu” söylenmektedir. “Devamındaki eylemler” dediğinizde, 15 Temmuz’dan sonraki her olay onun devamı gibi gösterilebilir.

Silahlı gruplar “Biz 15 Temmuz’un devamı olarak gördük” derlerse yargı muafiyeti mi kazanacaklar?

Önemli bir konu hakkında tartışma yapıldığında, yapanlar “iç savaş çığırtkanlığı” veya “darbeci olmak”la suçlanırsa hiçbir yere varamayız.

Toplumun güvenliğini ilgilendiren her konu özgürce tartışılmalıdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.