Şampiy10
Magazin
Gündem

Erdoğan-Gül, Trump-İran!

İran’da “işsizlik, yüksek enflasyon ve yolsuzluğa karşı” başlayan ama kısa sürede “rejime karşı ayaklanmaya” dönüşen olaylar sürüyor.

İran Cumhurbaşkanı Ruhani “protestocularla güvenlik güçleri yerine doğrudan sivil halkın muhatap olmasını” istedi.

Ruhani, çağrısında “Ulusumuz, devrimin kutsallarını ve değerlerini aşağılayan bu azınlıkla ilgilenecektir” diyordu.

ABD Başkanı Donald Trump ise “İran halkının yıllarca bastırıldığını, özgürlüğe aç olduğunu, değişim istediğini” söylüyor ve “Nihayet vahşi ve yoz İran rejimine karşı harekete geçtiler” diyor.

Demokrasi ve özgürlük

Aslında bu olayların benzeri daha önce “baskı rejimleri olan başka ülkelerde de” yaşanmış, Arap ülkelerindeki “Arap Baharı” denilen silahlı çatışmalar da halkların “özgürlük, demokrasi” talepleriyle başlamış ve sürmüştü.

ABD Başkanı Trump’a Suriye’de “Türkiye’nin aleyhine olacak şekilde PKK’ya verdiği destek”le başlayarak birçok nedenle kızabiliriz ama burada İran için söyledikleri doğrudur.

Halkın yaşamına, giyimine ve her davranışına devrim polislerinin müdahale ettiği, baskının onlarca yıldır sürdüğü bir ülkede sonunda böyle bir sosyal ve siyasi patlama yaşanması olağandır.

Halk biribirini kırabilir

Aslında gerçekten vatandaşların ekonomik bunalımlarla başlattığı bir gösteri sonunda “rejime karşı ayaklanma”ya dönüşebilir.

Halk ülke çapında isyandayken İran’ın dini lideri Hamaney “Düşmanların katliamlarını bu ülkede engelleyen şey iman, cesaret ve fedakarlık ruhudur” dedi.

Bu tür toplumsal protesto eylemleri ile din-iman konularının ilgisi ancak “siyasete dinin karıştırıldığı ve insanların din üzerinden aldatıldığı veya baskıya uğradığı” ülkelerde kurulabilir.

Demokratik, özgür ülkelerde bir protesto hareketiyle (ayaklanmaya dönüşse bile) din-iman arasında bağlantı kurulduğu görülmez.

İran’da örneğini gördüğümüz, kontrollü bir müdahale yapması mümkün olan “güvenlik güçleri” yerine “halkın protestocularla muhatap olmasını” istemek ise silahlanmış halkın birbirini kıracağı çok daha acı sonuçlar doğuracaktır.

Türkiye’de 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminde de bu istendi, aslında o zaman da tehlikeli bir çağrıydı, belki güvenlik güçleri müdahale etse çok daha az insan hayatını kaybedebilirdi.

KHK tartışması

Bu nedenle “sivillere yargı dokunulmazlığı” getiren 696 sayılı KHK hukukçular, siyasetçiler ve toplum kesimleri tarafından endişeyle, tepkiyle karşılanıyor.

11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tekrar cumhurbaşkanlığına aday olması veya siyasete dönme planları ne kadar gerçektir, henüz bilmiyoruz ancak “hepimizi üzecek olaylara fırsat verilmemesi için bu KHK tekrar gözden geçirilebilir” talebine bundan bağımsız bakmak gerekir.

İktidar Partisi bütün bu tepkilere daha sert tepkilerle cevap vermek yerine, gelecekte karşılaşabilecek üzücü olayları önlemek adına kulak vermesi doğru olacaktır.

Yazının devamı...

İfade özgürlüğü ve “darbeci”lik!

Siyasi ve sosyal konularda stresin eksik olmadığı, savaş tehlikeleriyle karşılaşılan, başlı başına çocuk tacizi haberlerinin bile dayanılmaz olduğu ve önlenemediği bir yıl geçirdik.

Düşünün, bir felsefe öğretmeninin “eşofmanlı kız öğrencilerden tahrik olduğunu” açıklayabildiği, RTÜK’ün “Yetenek Sizsiniz” yarışmasındaki küçük şortlu çocuklardan “milletin tahrik olduğunu” bildirerek programa ceza istediği haberleri dayanılacak haberler midir?

Bunların yanında ciddi dış politika ve ekonomi sorunlarımız var, zamlar milletin sıkıntısını daha da arttırırken asgari ücrete yapılan küçük artış da doğal olarak halkın moralini etkiledi, süregiden FETÖ operasyonları da öyle.

FETÖ ve KHK!

15 Temmuz darbe girişiminde Marmaris’te “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı koruyan polisin, Dalaman’dan İstanbul’a getiren pilotun, darbe girişiminde merkez konumundaki Akıncı Üssü’nü vuran pilotların da FETÖ’cü olduğunun” bildirilmesi şok haber değil midir?

Ortada 15 Temmuz’la ilgili bir kaos var, eylemlerde hangi isimlerin rolü olduğunu koruyanla-saldıran ayırımını kimse bilmiyor.

Devlet kurumlarındaki darbeciler konuşulurken ortaya bir de KHK eleştiren “darbeciler” meselesi çıktı.

696 sayılı KHK ile “sivillere getirilen yargı muafiyeti”nin Anayasaya aykırı olduğunu, hukuki ve sosyal ciddi sorunlar yaratacağını” açıklayan çok sayıda hukukçu ve siyasetçi olduğu biliniyor.

Bunlar arasında 11’inci Cumhurbaşkanı Gül de vardı ve son olarak kendisine “ahlak sınırını aşan” hakaretlerin yapıldığını açıkladı ki onun partisinden bir milletvekilinin “siyasi itler ürümeye devam etsin” şeklindeki, tepki toplayan ağır ifadesi bile Gül’ün açıklamasını doğrulamaya yeter.

Eleştiren darbeci mi?

Başbakan Yıldırım “Ey Kemal Bey, kendine gel, kahraman vatandaşlarımızı korumak için kanun çıkardık” diye başladığı konuşmasında “Açık söyleyeyim, buna kim itiraz ediyorsa darbecilerden farkı yoktur” sözleri ise bir hukuki tartışma için çok yönlü olarak şaşırtıcı olmuştur.

Öncelikle, ülkenin yakın geçmişini ve geleceğini ilgilendiren bu tartışmanın “Kemal Kılıçdaroğlu’nun tekelinde olmadığı” birçok partiden, eski siyasetçilerden ve hukukçulardan gelen itirazlarla ortadadır, sadece ona mal edilmesi yanlıştır.

İkincisi, son derece önemli bir konuda hukukçuların, siyasetçilerin ve diğer vatandaşların görüş bildirmesi bir demokraside, hukuk-düşünce ve ifade özgürlüğü açısından temel bir haktır.

Meclis’te tüm partilerin katılımı ve uzlaşmasıyla ortaya çıkan bir kanundan söz edilmiyor.

Ayrıca bu KHK sadece geçmişe yönelik de değil, gelecekte herhangi bir durumu “ben darbe girişimi olarak gördüm” diyen sivillerin yapacakları eylemleri de kapsıyor.

O nedenle bu konunun kişiselleştirilmeden, tartışılmasına destek vererek tekrar gözden geçirilmesi uygun olacaktır. Bir kez daha vurgulamakta fayda var. Diğer tarafta ise devam eden OHAL ile bu kapsamda çıkarılan KHK’lar tartışması da çok önemli olduğu için gündemden düşmüyor.

Yazının devamı...

Yeni yılda huzur beklentisi!

Yeni bir yıla girerken huzurlu ve umutlu olmak isteriz ama 2018’e büyük sorunlar ve önemli gelişmelerle girdiğimiz de bir gerçek.

Örneğin; “15 Temmuz darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların ‘devamı niteliğindeki’ eylemlerin bastırılmasına katkıda bulunan siviller”e de KHK ile resmi görevlilere olduğu gibi yargı muafiyeti getirilmesi konusu çözüm bekliyor.

15 Temmuz’daki olayların henüz detaylarıyla tartışılıp yargılanmamış olması dışında herhangi bir protesto gösterisinin bile “15 Temmuz’un devamı niteliğinde” görülmesi mümkün.

KHK ile genel af veya böyle bir dokunulmazlık getirilmesinin mümkün olmadığında da hukukçular ısrarlı.

Cezada hata

FETÖ darbe girişimi sonrasında Bylock kullandıkları gerekçesiyle binlerce kişi tutuklanmış, FETÖ’cü, darbeci, terörist muamelesi görmüş, işini gücünü de kaybetmişti.

Şimdi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “Bylock kullanmadıkları halde bugüne kadar hakkında işlem yapılan 11 bin 480 GSM numarasının listeden çıkarıldığını” açıkladı.

FETÖ, kendi elemanlarıyla haberleştiği Bylock’un -akıl almaz yöntemlerle- hiç alakası olmayan, masum vatandaşların bilgisayarlarına girmesini sağlamış.

Şimdi düşünelim, aynı şekilde “darbeci” diye tutuklanmış başka vatandaşlarla ilgili yanlışlar da olamaz mı?

Eğer “idam cezası” olsa ve bunlardan bazıları bu cezayı alsa, sonradan “hata olduğu” anlaşılsa, telafisi nasıl olacak?

Bir nokta daha var; 696 sayılı KHK’da belirtilen kişiler “darbecileri cezalandırmayı kendine görev sayarak bu ve benzeri masum insanlara zarar verirse” ne olacak?

Müminlerin emiri

Bu KHK’nın yanında bir de medyada yer alan ve insanları endişelendiren, hukukçuların yine tepki göstererek “kapatılmalıdır” dediği Halk Özel Harekat diye bir dernek var.

HÖH Başkanı olduğu bildirilen Fatih Kaya “silahlanmaya karşı” olduklarını söylerken “15 Temmuz gibi devletin ‘emiri mümini’ talimat vermediği sürece sokağa çıkmayız” diyor.

İfade “dini-siyasi bir grup” olduğunu gösteriyor.

“Emirül müminin” deyimi ilk bakışta “müminlerin emiri” anlamı taşıyor ama asıl açıklaması “İslam tarihinde Hz. Ömer’den itibaren devlet başkanlarına verilen unvan” imiş. Halife veya imam dendiği gibi emirül müminin de deniyormuş.

Bu açıklamaya bakarak ne düşünmek lazım? HÖH Başkanı kimden söz ediyor ve söz ettiği kişiden emir alınca ne yapacaklar?

Türkiye şiddetten, terörden yeterince çekti, çekmeye devam ediyor. Böyle bir ortamda bir de “yeni darbe girişimi” ihtimalleri, “buna göre KHK’lar” çıkması, devletin güvenlik güçleri varken sivil harekat timleri kurulması toplumun tedirginliğini had safhaya çıkarmaktadır.

Mevcut korkulara yenilerinin eklenmesi ülkeyi onarılmaz sarsıntılara götürebilir, Meclis toplanarak bu konuları tartışmalı ve sonlandırmalıdır.

2018 yılının ülkemize huzur ve mutluluk getirmesini dilerken, iç çekişmeler yerine gereken önlemlerin alınmasını da gönülden diliyorum.

Yazının devamı...

Konu “ülkenin geleceği”dir!

Son 696 sayılı kanun hükmünde kararname ile “resmi görevliler dışında sivillere de” yargı muafiyeti getirilecek olmasına itirazlar, tepkiler ve verilen cevaplar sürüyor.

Bunun birden fazla nedeni var. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu öncelikle “KHK ile af getiremezsiniz çünkü ‘nitelikli çoğunluk’ gerekiyor, cezai sorumsuzluk vermek TBMM’nin yetkisindedir” dedi.

“Verilen dokunulmazlığın milletvekili dokunulmazlığından daha güçlü olduğunu, bu KHK’dan yararlanacakların ömür boyu dokunulmazlığı olacağını” söyledi.

“Açlık grevine giren Nuriye ile Semih’i düşünün, İçişleri Bakanı onlara ‘terörist’ dedi, birisi çıkıp terörist diye vursa ne olacak” diye sordu.

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener “Bu KHK’nın ülkeyi iç savaşa götürebileceğini” söyledi.

Bütün hukukçular…

Türkiye Barolar Birliği Başkanı yazısında “KHK ile getirilen düzenleme örtülü bir genel affın da ötesinde. İlerde gerçekleşebilecek adam öldürme, linç etme, ev basma eylemlerinin ‘darbeyi bastırmak’ gerekçesiyle yapılması halinde suç teşkil etmeyeceğini söylüyor.

İleriye yönelik ‘suç işleme özgürlüğü’ kanunla bile getirilemez, kabile devletinde bile olmaz” diyor.

Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk (youtube Her Açıdan TV’de) “bir demokraside OHAL’in bu kadar uzun sürmemesi” gerektiğini vurgularken “Bu KHK’ları birileri yazmış. O grupta hukukçu var mı bilmiyorum ama varsa hukuku bilmiyor” dedi.

Türkiye’nin bütün baroları TBB Başkanlığında toplandı ve ortaya benzer bir sonuç çıktı.

Ülkenin en deneyimli hukukçuları bu önemli konuda aynı uyarıları yapıyorsa kulak vermek gerekir.

AYM sorumlu!

Burada en önemli noktalardan biri Anayasa Mahkemesi’nin “2016’dan sonra KHK’ları denetlemeyeceğini” açıklamış olmasıdır.

Daha önce de hatırlattığım gibi, bu görev Anayasa Mahkemesine “Anayasa tarafından” verilmiştir, o nedenle -Anayasayı korumak ve en öncelikli olarak kendisi uymak durumunda olan- Anayasa Mahkemesi görevini yapmıyor durumundadır.

Nitekim hukukçular bu gerçeği ısrarla vurgulamakta ve AYM’yi görevini yapmaya, KHK’ları denetlemeye çağırmaktadır. Diğer tarafta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ondan önceki 11’inci Cumhurbaşkanı Gül arasında aynı KHK ile ilgili bir çekişme görülüyor.

Erdoğan ve Gül

Gül “İlerde durumdan vazife çıkaracak bazıları hepimizi çok üzecek olaylara neden olabilirler. Net sınırları olmayan bu KHK’nın yeniden gözden geçirileceğini umuyorum” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Geçmiş cumhurbaşkanımızın muğlaklıktan söz etmesi üzücüdür” dedi ve partisinden de Gül’e tepkiler yükseldi.

AYM ve Anayasa hukukçuları dışında her görüş seslendirilebilir ancak “hukuksal doğruyu ve geçmişte olanlar ve gelecekte olabilecekler bağlantısını” en iyi yargı mensupları bilirler.

Sorunu Anayasa Mahkemesi’nin en kısa zamanda bu çok önemli KHK’lar konusunda görüş bildirmesi çözecektir, beklenen budur!

Yazının devamı...

MHP’de çift ses!

OHAL kapsamında son olarak çıkarılan “15 Temmuz darbe girişimi ve terör olayları ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması için müdahale eden sivillerin cezai sorumluluktan muaf tutulacağına” KHK’ya ilişkin tartışmalar bitecek gibi görünmüyor. Dün bazı hukukçu ve siyasetçilerin gösterdiği tepkileri yazmıştım, bugün diğer gelişmelerle devam edeceğim.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, tamamen hukukla, adaletle ilgili bir konuda “yanlış sonuçlar yaratacağı görülen bir karar”la ilgili olarak uyaran çok sayıda hukukçu ve siyasetçiyi -kızdığı herkese yaptığı gibi- FETÖ’cülükle suçlamış, ayrıca CHP, HDP,İP’ni yan yana getirdiği gibi “KHK’ya itiraz edenler” yalnız bu partilermiş gibi göstermişti.

Onun açıklamasından sonra MHP İstanbul Milletvekili Atilla Kaya da itiraz edenlere katıldı ve “Yeni 2 KHK, Anayasa’nın üstünlüğü, hukuk devleti anlayışının konduğu tabuta son bir çivi çakmak anlamına geliyor” dedi.

Kin bunun neresinde

MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman, Kaya için hemen bir açıklama yaptı.

“Milletvekilimizin görüşleri partimizin görüşünü yansıtmamaktadır. Esef verici olan ‘CHP ve yandaşları’ ile aynı hizada yer almış olması bir talihsizliktir. ‘Türk milletine karşı kin duyanlar’ tamamdır da Atilla Kaya’ya ne olmaktadır?

Partimizin görüşü Sayın Genel Başkanımız tarafından kamuoyu ile paylaşılmıştır” diyordu.

Burada yine bu konuda endişelenen çok farklı çevrelerden vatandaşları “CHP ve yandaşları” olarak göstermesi veya “Türk milletine kin duyanlar” olarak nitelemesi gibi siyasi etiğin dışında ifadeler var. Ayrıca, milletvekillerinin “özgür iradesiyle” konuşma özgürlüğü olduğunu dışlayan, yalnızca genel başkanların yorum yapabileceğini anlatan bir ifade.

(Siyasi Partiler Yasası’nın ve Seçim Kanunu’nun bir an önce “milletvekillerini özgürleştirecek şekilde değiştirilmesi”nin önemi görülüyor.)

Silahlı gruplar

Büyükataman, ilgili KHK’daki ‘sivillere cezai sorumsuzluk’ halinin, eylemlerin niteliği açısından net bir sınırlamaya tabi tutulduğunu, “darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemler” ibaresinin bunu anlattığını söylüyordu.

Oysa Türkiye’de siyasetle ilgisiz bir protesto gösterisi, darbeyle hiç alakası olmayan bir haber veya kitap bile “darbeye teşebbüs, terör veya daha önceki olayların devamı” gibi alınabiliyor. (Son yıllarda “darbe” diye nitelenen kaç olay yaşandı, onu da hatırlayalım).

Sosyal medyada “silahlanmaktan, bunun teşvik edilmesinden çok memnun” eli silahlı ve daha ağır silahlar bekleyen grupların, bir gösteri sırasında bile neler yapabileceğini açıkça gösteren videolar var. Ankara Barosu Başkanı Hakan Canduran “Bu ülkede kolluk güçleri yok mu da vatandaşa böyle bir yetki verildi” diye sormuştu. Böyle düşünen herkes haklıdır, devlette bu görev güvenlik güçlerinindir. KHK’lar için böyle bir kaos yaşanıyorsa, silahla olaylara müdahale edecek kişilerin “yargıdan muaf tutulması” sonucunda neler olabilir onu da düşünmek gerek!

Yazının devamı...

Gül, Ak Parti ve KHK’lar!

Son KHK’larda en çok tepki toplayan maddelerden biri “Darbe girişimine karşı mücadele eden, terör olaylarının bastırılmasına neden olan ‘siviller’e yargı muafiyeti getirilmesi” oldu.

11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de yaptığı açıklamada iyi niyetle bir uyarıda bulunmuş, 696 sayılı bu

KHK için:“Yazımındaki ‘hukuk diliyle bağdaşmayan muğlaklık’ hukuk devleti açısından kaygı vericidir. İlerde hepimizi üzecek olaylara ve gelişmelere fırsat vermemek için gözden geçirileceğini ümit ediyorum” demişti.

Tekrar hatırlamamız gerekir ki bu KHK’lar için artık Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın kendisine verdiği denetleme görevini yapmıyor.

Yapsaydı, bu tür “hukuk devleti olmanın kurallarına aykırı” KHK’lar için önce tarafsız Anayasa hukukçularından görüş alınması, sonra da Meclis’in nitelikli çoğunluğu tarafından karar verilmesi gerektiğini, böyle bir KHK’nın geçmiş ve gelecekteki ilgili olaylarda “hatası olan sivilleri” bile koruma altına alacağını bildirirdi.

Sivil-resmi farkı

Gül’ün uyarısına Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Bülent Turan’ın verdiği cevap;

“Hükümetimiz belli, yürütmenin başı belli, ilgili Bakanlık belli. KHK, bu konuyla ilgili kurumlarla görüşülerek çıkarıldı.

Daha eski düzenlemede ‘resmi görevliler’ için bu hak verilirken rahatsız olmayanların bugün rahatsız olmasını çok üzülerek karşılıyorum, kim olursa olsun” şeklinde…

Bu cevapta iki önemli nokta var; birincisi belirttiği kurumların bu kadar önemli, hukuki yanlışlara yol açabilecek ‘uzman hukukçuları ilgilendiren’ bir karar için yetkili görülmesidir.

Önde gelen Anayasa hukukçuları “bu kararı önceden hiç duymadıklarını” söylüyorsa acaba hangi hukukçuların görüşü alındı, bunların isimleri verilemez mi?

İkincisi, devletin resmi güvenlik güçlerinin “hukuka uygun davranma” zorunluluğudur, sivillerle fark budur. Resmi görevliler, sivillerin yapabileceği yanlışları yapmamak üzere eğitilmişlerdir.

Geçmiş ve gelecek

CHP “Bu hüküm örtülü af getirmektedir, iktidar eliyle silahlı çete kurma maddesidir, AYM’ye gideceğiz” diyor.

Genel Başkanı Kılıçdaroğlu “15 Temmuz eylemlerini ve olaylarını Saray’a gittiğimde konuştuk, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bahçeli oradaydı ve ‘sivillerin eylemleri’ konusunu konuşmuştuk, hepsi hak vermişler ve soruşturulacağını söylemişlerdi. Sözlerini tutmadılar” diyor.

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener “Sivillere ‘darbe isnadıyla silah kullanma hakkı verilmesi’ ülkeyi bir iç savaşa çekebilir” diyor. Ki en hafifinden “Anayasal hak olan bir gösteri sırasında veya bir tartışmada bile masumların öldürülmesine’ yol açabilir.

İstanbul Barosu eski Başkanı Ümit Kocasakal da diğer hukukçular gibi, bunun “kanlı çatışmaların fitilini ateşleyebilecek bir düzenleme olduğunu” söylüyor.

Tepki bildiren, uyaran tüm uzman ve siyasetçilerin hepsi haksız olamayacağına göre son KHK’ların tekrar gözden geçirilmesi doğru yöntem olacaktır.

Türkiye’nin bir kaos yaşamaması için uzlaşma ve hukuka uygunluk şarttır.

Yazının devamı...

Yeni KHK’lar ve tepkiler!

OHAL kapsamında 2 yeni “kanun hükmünde kararname” çıktı ve daha ilk anda bazı maddeler hukukçu ve siyasetçilerin, sosyal medyada ise vatandaşların tepkisiyle karşılaştı.

Bu tepkilerin önemli nedenleri var.

Bunların birincisi; “terör olaylarını önleyen sivillere yargı muafiyeti getirilmesi, Yargıtay ve Danıştay gibi iki yüksek yargı organının yeniden düzenlenmesi” gibi Meclis’te tartışılması gereken konuların KHK ile yapılıvermesi.

Böylece, milletin “yasa yapmak üzere seçtiği” vekillerin hayati kararlarda bile devre dışı bırakılması.

Diğeri, OHAL sürdürüldükçe hükümetin “her istediği konuda KHK ile karar verebilecek” durumda olmasına tepkiler.

Hukukçular ne diyor?

15 Temmuz FETÖ darbe girişimi sonrasında resmi görevlilere getirilen yargı zırhının sivillere de sağlanmasına gelen tepkiler az değildi.

Darbe girişimi ve sonrasındaki eylemlerin bastırılmasında rol oynayan sivillerin “resmi sıfat taşıyıp taşımadıklarına bakılmaksızın haklarında hiçbir idari-mali-cezai işlem yapılmayacak olması” konuştuğum tüm hukukçu ve siyasetçilerin “tam bir kaos ve hukuksuzluk ortamı yaratır” yorumuna neden oldu.

15 Temmuz’da halkın ve TSK’daki vatansever askerlerin darbe girişimine müdahalesi çok önemliydi ancak o gece nerede, nelerin yaşandığı henüz tam anlaşılmış değil. Bu tür kararlarla, “hatası olanlar” varsa onlar da bu hata anlaşılamayacak şekilde yargı zırhı altına alınmış oluyor.

Ayrıca, darbe veya terör olaylarında güvenliği sağlama görevi öncelikle devlete, güvenlik güçlerine ait bir görevdir, bu görevin “kalıcı olacak şekilde sivillerle paylaşılması tercih ediliyor gibi önemli ayrıcalıklar tanınması” devleti zafiyete uğratır, vatandaşları da çok tehlikeli şekilde karşı karşıya getirebilir.

OHAL’de sınırlama

Hukukçular, eskiden “Anayasa’ya göre” KHK’ları Anayasa Mahkemesinin denetlediğini… Oysa 2016’dan sonra “denetleme görevini yapmaktan vazgeçerek” yürütme organını tamamen serbest bıraktığını söylüyorlar.

Anayasa’nın 15’inci maddesinin “KHK’lar olağanüstü halin gerektirdiği konularda çıkarılır” diyerek sınırlama getirdiğini, son zamanlarda KHK’larla “tedbir” değil, “yapısal düzenlemeler” yapıldığını…

OHAL KHK’sı ile kişilerin, akademisyen, hakim ve savcıların yargılanmadan, savunması alınmadan görevden alınamayacağını, hakim ve savcılarla ilgili kararları HSK’nın verebileceğini bildiriyorlar.

Tek tip kıyafet

Yine Anayasa’nın 15’inci maddesinde OHAL durumlarında da “masumiyet karinesinin geçerli olduğu” belirtilmiş.

Yeni KHK’da terör, Anayasal düzene karşı suçlar ve diğer bazı suçlar nedeniyle tutuklu olanların “tek tip kıyafetle” duruşmalara gitmesi kararı “tutukluluk ceza değil, tedbir olduğu için” masumiyet karinesine aykırı bulunuyor. Bir hukukçu dostum şöyle açıkladı; “Bu nedenle cezaevlerinin kapısında ‘Ceza ve tutuk evi’ yazar, tutuklularla hükümlüler aynı hücreye konmaz”.

OHAL ve KHK’lar daha da uzun sürerse sorunlar büyüyebilir, Meclis devre dışı bırakılmamalıdır.

Yazının devamı...

İnsanların tek sığınağı!

Ülke gündeminde dün yine iktidar partisi ve ana muhalefet partilerinin yolsuzluk üzerine karşılıklı konuşmaları, Kudüs ve Suriye ile ilgili konular vardı ama gündemden hiç düşmeyen iki önemli konu daha var; Reza Zarrab davası ve onunla ilgili olarak “yargı bağımsızlığı”, bir de erken seçim.

Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimin 2019’da yapılacağını söylese de, hem kendi partisinde, hem de muhalefet partilerindeki hazırlıklar, söylemler “erken seçimin ihtimal dışı olmadığını” gösteriyor.

Son olarak dün İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, il başkanlığının açılışı için gittiği Sivas’ta daha önce de sık sık tekrarladığı “Genel seçimlerle partili cumhurbaşkanlığı seçiminin 2019 yerine 15 Temmuz 1018’de yapılmasını beklediğini” bir kez daha vurguladı.

ABD’de görülmekte olan Reza Zarrab ve Halk Bankası eski Müdür Yardımcısı Hakan Atilla ile ilgili davada ise henüz sonuca ulaşılamadı, jürinin Atilla için vereceği kararın da 3 Ocak’a kaldığı açıklandı.

Sami Selçuk’tan mektup

“ABD’deki dava önemli mi, önemsiz mi” başlıklı 21 Aralık’ta yayınlanan yazım, Başbakan Yıldırım ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bu davanın Meclis’te ve Türk yargısında değerlendirildiği, kararın verildiği” ile ilgili cümleleriyle başlıyordu.

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk yazımdan hemen sonra bana bir mektup gönderdi. Mektuptan çıkan, Cumhuriyet’te yayınlanmış yazısından da bazı alıntılar yapacağım.

“Hukuk günümüz insanlarının biricik ortak sığınağı ve değeridir”.

“Savcılık soruşturmasını bitirdiği anda ‘suçun işlendiği hakkında yeterli kuşkuya ulaştığı anda’ iddianame düzenlemek ve kamu davasını açmak zorundadır. Hukukta bunun adı “dava açmada mecburilik dizgesi”dir. Onca kanıta karşın bu ilkeyi çiğneyen savcı ‘görevde yetkisini kullanma suçu’nu işlemiş olur.” Bana yazdığı mektubun ise başından başlayarak bazı bölümleri olduğu gibi birlikte okuyalım.

Dava çökmemiştir

Sayın Güngör Mengi,

Bugünkü yazınızda yer alan siyasetçilerin sözlerinin ne yazık ki hiçbir hukuksal temeli bulunmamaktadır.

Türk yargısı “değerlendirmesini yapmış, hükmünü vermiş” değildir.

Tam tersine vermemiştir. Savcılık karar vermez, sadece sonuca ulaşır. Kararı uygar bir ülkede yargıçlar verirler, o yüzden ortada verilmiş bir yargı kararı bulunmamaktadır.

Uygar bir ülkede verilip kesinleşmemiş bir yargılama hakkında “ABD’deki dava hukuki geçerliliği olmayan bir davadır, hukuken çökmüştür” denilemez(…)

Uygar bir ülkede, bir konuda yargıda bulunmak duruşma yargıçlarının tekelindedir, parlamentonun, yasama organının değil(…) O nedenle “ABD’deki şahıs yalan söylerse kurtulacağını düşünüyor. Biz şarlatanın söylediklerine mi itibar edeceğiz, yoksa yüce Meclis’in söylediklerine mi” denemez.

Prof. Dr. Sami Selçuk yazılarında da “yargı ve siyaset ayırımının önemine, yargı bağımsızlığına” dikkat çekiyor.

Deneyimli bilim adamlarının uyarılarına önem vermek ülkenin yararına, vermemek zararına olacaktır, bunun örneklerini geçmişte çok gördük, unutmayalım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.