Şampiy10
Magazin
Gündem

Yüce Divan korkutmasın

Millet Meclisi’nde oluşan karar dört eski bakanı temize çıkarmamıştır.

Çünkü dört eski bakanın, savunma yapmak için kendilerine tanınan uzun süreli konuşma haklarını sonuna kadar kullanmamaları, benzeri az görülmüş bir tuhaflıktır.

Hiçbir parlamentere yakıştırılması mümkün olmayan bir ayıptır.

Yolsuzluk ve rüşvetten suçlanarak şüpheli duruma düşen ve siyasi oyunlarla Yüce Divan’da yargılanmaktan kurtulacakları anlaşılan şüpheli bakanlar, kendilerini gerçekten temizlenmiş hissedecekler mi?

Hayır, olamaz..

Tam tersine gelişmeler, ortada bir suç ortaklığının var olabileceği şüphesini davet etmiştir.

Önümüzdeki olay ahlâk dışı bir siyasetin çirkin kalıntılarıdır. Bu pisliği temizlemenin yolu vardır. Başarılması zor olan şey, suçlanan bakanların sıkılı yumruklarından yansıyan korkusuzlukları ve ayıp duygusunu kaybetmiş olmalarıdır.

Gelişmiş toplumlarda faziletli insanlar halkı soyanları durdurmak için güçlerini birleştirirler.

Güç birliği bizde şüpheli bakanları kanunun pençesinden kurtarmak için yapılıyor.

17-25 Aralık operasyonunda gerçeğe giden yol, eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın yanından geçiyor.

Arkadaşımız Murat Çelik dünkü VATAN’da bu kritik teması şu ifadelerle yargının hafızasına kaydediyordu:

“Yüce Divan’a gitmekten de korkmam. Gidersem hakkımdaki iddiaların hepsinin açıklamasını yaparım..”

Bakan Bayraktar öteki üç bakandan daha güvende hissediyor kendisini.

Operasyonun yapıldığı gün TV’lerden yaptığı açıklamalar ona ikinci bir dokunulmazlık getirmiştir.

Kendisine yüklenen suçları kabul etmemiş, yaptığı alım-satım işlerinin gizli kapaklı işler olmadığını inandırıcı bir rahatlıkla savunabilmiştir.

Bu bilgiler davayı toptan sürükleyecek kanıtlar taşıyor.

Adalet bugün iktidarın gücü izin vermediği için çaresiz kalabilir.

Ama gerçekler sonsuza kadar saklanamaz!

Ekonomi cızzz!

Davutoğlu dün iktidarın ekonomik alandaki başarı ve kazanımlarını överken dikkatimi çekti.

Türkiye en çarpıcı başarıları ekonomi alanında gerçekleştirdi. Dileriz siyasetçilerimiz bu başarıyı uygun adamlar kullanarak elde ettiğimizin farkında olsun.

Özal’la ve Derviş’le başlayan uyanış AKP döneminde etkisini arttırdı.

Ve Türkiye G20’nin başkanı oldu.

Parayla, faizle oynamanın cazibesine kapılsaydı faiz de, kur da gözümüzün yaşına bakmazdı!

Yazının devamı...

Şeffaflık çok mu zor?

Şartlar ve imkânlar birbirlerini tamamlamalı. Zamanlama ve içerik de aynı ilkeye bağlı olmalı..

İktidarın “şeffaflık paketi”ni açıklama biçimi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tercihlerine uygun düşmedi.

Çünkü paket, Başbakan Davutoğlu’nun bizzat açıkladığı düzenlemelerle çelişkiye düştü.

Cumhurbaşkanı’na göre şeffaflık düzenlemeleri ve benzeri yenilikler istişare gerektiren önemli adımlardır.

Danışma mekanizmasında gösterilecek ihmal zarar doğurabilir.

Cumhurbaşkanı geçen hafta grup yöneticilerine verdiği akşam yemeğinde böyle bir uyarıda bulundu:

“Düzenlemelerin zamanlaması ve içeriği çok önemli. Seçim öncesinde doğru gelmiyor. Ekonomiyi dikkate alarak karar verilmeli. Sert kararlar ekonomiyi olumsuz etkiler..”

Paket parti yöneticilerine mal bildiriminde bulunma mecburiyeti getiriyor. Fakat itirazı var.

Mal bildirimi zorunluluğu getirmenin aday seçerken kalite yönünden kısıtlayıcı etki yapacağı endişesi ortaya çıkıyor.

Cumhurbaşkanı “Böyle giderse görev alacak il ve ilçe başkanı bulamazsınız“ diyor.

Mal bildirimi “temiz siyaset” idealinin ön şartlarından biridir.

Mal bildiriminde bulunmamak için aday olmayacaklar var ise olmasınlar.

Bu yasa, Yüce Divan’a götürecek suçlar işlemekten dört eski bakanı korusa fena mı olurdu?

Erken uyarı

Kamuoyu araştırmaları yapanların mevsimi geldi.

7 Haziran gecesine kadar ağzına bakılan insanlar, işte bu mesleğin uzmanları olacaktır.

İlgi duymayı hak eden bir çalışma A&G Araştırma Şirketi tarafından yapıldı ve Akşam gazetesi tarafından yayınlandı.

Şirketin Genel Müdürü Adil Gür “seçime 5 ay var” hesabını ihmal etmemek gerektiğini sık sık hatırlatıyor.

Ama öbür yandan da oy dağılımının 2011 seçimindeki durumu tekrarladığını söylüyor.

Yaptıkları ölçümler şu dağılımı gösteriyor:

AKP yüzde 50, CHP yüzde 26, MHP yüzde 15, HDP yüzde 9.

İktidar partisinin geleceği bakımından en dikkate değer soru şudur:

“Davutoğlu, Tayyip Erdoğan’dan devraldığı liderlik koltuğunu dordurmayı başarmış mıdır?“

Gür’ün gözlemleri ve inancı bu soruya “evet” cevabını veriyor.

Seçim sonuçları karşısında yine en çok Kılıçdaroğlu başta yine CHP yöneticilerinin başı ağrıyacak.

Kılıçdaroğlu böyle bir ihtimalle karşı karşıya kalma bahtsızlığını seçim sonrasına ertelemesin.

Araştırmacıları kötüleyerek kimse seçim kazanmadı!

Yazının devamı...

Süreç ortada kalmamalı...

Çözüm Süreci bir umuttu, yıldız gibi parladı.

Mükemmel sayılmayacak bir uzlaşma gencecik çocuklarımızı iki yıldır terör ateşinden koruyor.

Krizi de barış pazarlığını da doğru yönetmek, halkın katılımına süreklilik kazandırmaktan, yani masada doğru bilgilendirilmiş aktörlerle beraber olmaktan geçiyor.

Halbuki bakıyoruz ki süreç, gün geçtikçe bu havadan uzaklaşıyor.

Görüş mesafesi daralıyor.

Umuyoruz ki Metropoll Araştırma Şirketi’nin sahibi Özer Sencar’ın El Jazeera’ya verdiği mülâkat, karanlık basmış durumda olan müzakere zeminine ihtiyacı olan şeffaflığı ve aydınlığı kazandıracaktır.

Demokratik toplumun çözüm üretme yeteneğine güvenmek lâzım.

Özer Sencar’a göre iki tarafın istediği çözüm modelleri belli. Ve iki çözüm birbirlerine ters düşmüyor.

Takas pazarlığı

Cumhurbakanı’nın hedef aldığı “Anayasal Başkanlık Sistemi” Kürtlerin hayalini kurdukları çözümü kâğıt üstünde tamamlıyor. Peki Kürtlerin beklediği ne?

“Adını koymasalar da Kürtlerin özyönetim ve demokratik özerklik gibi sözlerle ifade ettikleri şey Kuzey Irak’daki gibi federal bir yapıdır.”

Sencar’ın şu sözleri Kürtlerin ne istediğini açıkça anlatıyor:

“Getir değişiklikleri, sen başkanlık sistemini al, bizim de istediğimizi ver!”

Kürtlerin “getir” dediği şey sır değil;

1. Öcalan serbest bırakılacak. Dağdakiler gelecekler ve siyasete girecekler;

2. Güneydoğu’da öz yönetim ya da özerklik hayata geçecek..

Sencar’ın elde ettiği algılardan çıkan bir önemli sonuca göre de...

“Seçimden sonra af gelebilir.”

Bu öngörüyü araştırmacı Sencar şu ayrıntılar eşliğinde ifade ediyor:

Olur mu dersiniz?

“Öcalan serbest bırakılacak, dağdaki PKK militanları gelecekler ve siyasete girecekler, güneydoğuda öz yönetim ya da özerklik hayata geçecek. Ben ayrı bir devlet değil ama federal devlet istediklerini anlıyorum.”

Söyleşi kaza ihtimallerini de kapsıyor. O zaman Meclis’teki Kürt üyelerin desteğini sağlayacak düzenleme tartışılacak.

Yine bir sonuca ulaşılamazsa?..

“O zaman Diyarbakır’da kendi parlamentomuzu kuruyoruz diyecekler. Anayasa değişikliğinde uzlaşma olur da Kürtlerin istediği yerel yönetim ve yetki paylaşımı gelir, sorun çıkmaz. Ama Tayyip Erdoğan Kürtlerin istediğini yapmazsa..

O zaman sokağa çıkarlar.”

Dağdaki mücadeleye devam demek mi oluyor bu?

Hayır.. “Şehirlerde de iyi organize oldular demek oluyor!”

İki yıla yakın ateşkesi her yeri silâhlandırarak kötüye kullandıklarını düşünmek istemiyoruz.

Pazarlığa ara vermek büyük hata olur!

Yazının devamı...

Mühendisler kurbanlık mı?

Değerlerine sahip çıkmayan toplumlar, büyük yarışlarda yetersizliğe düşüyorlar.

İnsan kaynağına erişim çabaları sürekli olmak zorundadır.

Aksi halde teknolojinin talep ettiği araştırmalar yetersiz kalır.

Teknolojik buluşlar ve bilimsel hamleler toplumu heyecanlandırıp motive edecek yerde korkutmaya başlar.

ASELSAN yerli savunma sanayiinin en önemli kuruluşları arasındadır.

Bir yandan dışa bağımlılığı azaltırken bir yandan da araştırma geliştirme çabalarının beklediği emeği ve yaratıcılığı hayata katıyor.

Yazık ki ASELSAN’ın genç mühendislerinin kaderi 7 Ağustos 2006 tarihinde kötü anlamda değişim sinyalleri vermeye başlamıştır.

Mühendis Hüseyin Başbilen aracında boğazı ve bileği kesilmiş halde bulunmuştur.

O talihsiz olayı yenileri izlemiş, iki gün önce Ankara’da kaybettiğimiz mühendis Erdem Uğur dahil sayı 6’ye yükselmiştir.

Genç mühendisleri profesyonelce ve acımasızca hayattan koparan cinayet mi, kaza mı, intihar mı, her neyse; sebebini bulmak zorundayız.

Aksi halde yetişmiş, genç bilim adamlarını seçkin insanlar birikimimize eklemek kolay olmayacaktır.

Faili meçhul cinayetlerle kararmış güvenlik sicilimiz ASELSAN’daki rezalete sabır göstererek bize ne kazandırabilir?

Güvenlik yetkilileri komplo teorileri üretilmesinden şikâyetçi görünüyorlar.

Sekiz yılda altı ölüm olmuş.

Uzaktan bakanlar, komplo teorileri üretenlerden yakınıyorlar.

Millet susup oturacak mıydı?

Belki bu sıkıştırmalar güvenlik güçlerini utandırır da ASELSAN güvenli ve verimli bir yaşama en kısa zamanda kavuşur.

Katili bulunmamış her cinayet, yeni cinayetlerin sebebidir.

Genç mühendislerin sistematik olarak suikaste hedef olmaları, ülke için değerli, düşman için tehlikeli işler yaptıklarını düşündürür.

Katiller bu av sahasını sonuna kadar bırakmak istemeyecektir.

Yakalama çabalarını bir an bile kesintiye uğratmamak lâzım!

Utanmamış mı?

Ankara’da yapılan “Şartlı Eğitim Yardımı Programı” üstündeki tartışmalar, anlayana zihin açıcı ilâç etkisi yapmış olabilir.

Hatırlayacaksınız;

Ev sahibi vakfın başkanı kürsüye çıkıp 6 yaşındaki çocuklarla evlenilebileceğini söyledi.

Yüzü bile kızarmamış.

Bunun üzerine AB Türkiye Delegasyonu Başkan Yardımcısı ayağa kalkıp müdahalede bulunmuş:

“AB ile bağdaşmaz. Bu ülkede erken ve zorla evlilik halâ sorun” demiş.

Dua edelim ki AB’ye üyeliğimiz çok fazla gecikmez!

Yazının devamı...

Herkes işine baksın çağrısı

Kışlalarda askerleri zararlı uğraşılara saplanmaktan koruyan bir yöntem vardır.

Genç askerlerin kafasını zararlı fikirlerle meşgul edilmekten koruyan bir “tedavi şekli”dir bu..

Kimseyi boş tutmazlar talim alanında. Yapacağı bir şey yoksa çukur açtırırlar, sonra kapattırırlar.

Seçimler yaklaşırken AKP’nin bu tarife uyan bir sorun nedeniyle başı dertte.

Partinin ilk yıllarında böyle cesur ve cömert kararlar vermek kolaydı. Partiyi adaletli ve çoğulcu gösteriyordu.

Parti yönetmeliğine “Üç dönem görev yapan üye bir dönem dinlenir” kaydı koymak hem kolay hem zevkli idi.

On-onbeş yıl sonra koltuğundan kalkması için birinin kapısını çalacağı hiç rahatsız edici görünmemişti.

Ama o gün gelip çattı işte.

“Acı yok“ demişlerdi, doğru çıkmadı.

Şu anda partinin meclis grubunda sancıyla kıvranan 72 milletvekili var.

Üç dönem kısıtlaması nedeniyle Haziran’daki seçimde aday olamayacaklar.

Üç seçim kuralı

Dünyada benzeri yok; milletvekilliği kişiye özel bir imtiyaz değildir. Parti lideri veya kâğıt üstünde seçici görünenler bu görevi daha iyi yaparlar.

Değişim birliği sayesinde hem taze kan, hem itaatkârlık disiplini kazanır parti.

Ama iktidarın başarısı için mecliste mutlaka bulunması gereken seçkinler açıkta kalır. Çukur kazıp çukur kapatmak, AKP iktidarının başına iş açacaktır.

Üç dönem başarı gösteren birinin yarıştan uzak tutulması kimin haddine?

Bütün bunlar iktidar gücünü kontrol altında tutma kararının gereklerini yerine getirmektir.

Dürüstlüğü ve başarısı kanıtlanmış birinin önünü kesmek, ancak kötülerin önünü açmak için başvurulmuş bir tedbrdir.

AKP’de 72 milletvekili üç dönem sınırlaması nedeniyle Haziran’daki seçime giremeyecek.

Çözümün adresi

Partinin yönetimini asla terk etmeyecek oligarşik bir yapının varlığını ispat etmek için daha ileri bir meydan okuma olamazdı.

Tahmin edileceği gibi bu sorun siyasetin gündeminde fırtınalar yaratıyor.

72 parlamenterin yerine konulacak yenilerin bir uzlaşma yaratacağını kimse beklememelidir.

Konuyu irdelemek kimsenin haddine değildir. Çözümün adresi Başbakan Davutoğlu’dur.

Ama “hükümet başkanı”nın Cumhurbakanı’ndan “Sen işine bak“ uyarısı aldığı yazılıp söyleniyor.

İyi bir yönetim için herkesin kendi işine bakması lâzım gelir.

Doğru ama daha önce “kim ne iş yapacak” o iyi tarif edilmeli!

Yoksa çukur kazar dururuz!

Yazının devamı...

Geç de gelse adalet gelir

Halka ne zaman “Meclisimiz demokrasi için çalışıyor” dedirtmek gerekse gündeme derhal “Yeni Anayasa” sürülüyor.

Hafta başında bu tiyatro tekrarlandı.

Organizasyon aksaksızdı.

Rol alanları da -ne diyeceklerini bilen- konuşmacılardı.

İktidar partisinin Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, bir kaç ay önceki mevzisinden milim şaşmış görünmüyordu.

Prof. Kuzu, Türkiye’yi kurtaracak sistemin başkanlık rejimi olacağı tekrarladı.

Yargıtay Başkanı Ali Alkan, Yargıtay Yasası’nda yapılan son değişiklik ve uygulamanın ise Yargıtay’ın kurumsal bağımsızlığını ortadan kaldırdığını savundu.

Doğuracağı sakıncaları uzun boylu düşünmeden, gördüğü, inandığı sıkıntıları açıkça ortaya koydu:

“Yargı bağımsızlığının hem şekil hem öz olarak sağlanması gerekir. Öte yandan hakim ve savcılar kararlarını baskı altında kalmadan tam bir rahatlıkla vermeleri gerekir. Bir yıl içinde iki-üç defa görev yeri değişen bir hakimin kendisini güvende hissetmesi mümkün değildir.”

Bir cesur tesbit daha geldi:

“Yüksek mahkemenin faaliyetleri, idari bir kurulun faaliyetlerine bağlı hale getirilmiştir. Bu husus yeni anayasada mutlaka yargı bağımsızlığı esasına göre düzenlenmelidir.”

Adalet Bakanı Bozdağ işte tam bu eleştiri seslendirilirken yerinden kalktı ve toplantıyıerk etti.

Yasalardan zarar gören vatandaş örneklerine Türkiye’de çok sık rastlanıyor.

Bireysel başvuru hakkı bu mecburiyetten doğmadı mı?

Sorumlu tabii ki yine siyasetçidir. Bizim siyaset erbabı ne kadar çok yasa çıkarırsa o kadar verimli çalıştığını düşünüyor. Yanlış..

Çünkü çağdaş demokrasilerde, çıkan kanunun sayısı ile değil kalitesi ile yapılıyor bu ölçümler.

Hatayı asgari seviyeye indirmek için de ülkenin hukuk fakülteleri, baroları ve tanınmış sivil örgütleri çabalara ortak oluyorlar.

Eskiden bu gelenek vardı.

Hayata yeniden kazandırmak niçin mümkün olmasın?

LAİKLİĞİ HALK KORUR

Ne garip çelişki?.. Katliama uğramış bir siyasi hiciv dergisi..

Bitmiyor çelişki.

Derginin yayın yönetmeni Gerard Biard yaptığı açıklamada, derginin Türkçe baskısının önemli olduğunu belirterek “Çünkü” demiş “Türkiye’de anayasal laiklik saldırı altında!”

Türkiye katliam sonrası toplantılarda bile bir tehlikeye hedef olmamış, temsil görevi yapanlar şüphe uyandırmamıştır.

Korku ve nefret uyandırma çabaları işe yaramamıştır.

Dileriz karıştırıcılar güzel yurdumuzla oynamazlar!

Yazının devamı...

Casusların av sahası

Türkiye mükemmel bir sağlık kontrolundan geçti.

Dileriz bu tecrübenin iyilikleri kalıcı, yanlışları geçici olur.

Yalnız şurası kesin ki Fransa’da geçen hafta gerçekleşen kanlı terör saldırıları, Türkiye’nin dış politikasında yaşanan değişime ders verici bir karşılık oluyor.

Ortadoğu bataklığı nitelemesini Başbakan Davutoğlu pek sevmiyor. Ama bu işte hem yaratıp hem adını koymak, kabul edilmesi zor bir imtiyazdır.

Tecrübeli bir diplomat, Türkiye’nin şu günlerde, belki de İkinci Dünya Harbi’nde dahi görmediği bir casus pazarı haline geldiğini anlatıyordu.

Dünyanın en seçkin istihbarat elemanları avcı işlevi ile Türkiye’nin akla gelecek her noktasında av yapıyor.

Değişime uğrayan Türk hariciyesi ve istihbarat örgütü, dış basından öğrendiğimiz kadarı ile Türkiye’ye atfedilen iddiaların uzağında durmaya büyük özen çalışıyor.

İktidar “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin hayalini üreten saltanatı merdivenden indirerek görsel bir şölen sunuyor ama bir yandan da ister istemez soruyor:

“Geçmişe özlemin doğru tarif edilmiş versiyonu mu bu?”

Küçümsenmeyecek bir çoğunluk en azından ciddi bulmayacak, cumhuriyete de, iktidarın dünya görüşüne de yakıştıramayacaktır.

Mesela Alman İç İstihbarat Başkanı Hans-Georg Maassen’in sözleri, yüksek öneme sahip bir uyarıdır:

“Şimdi, Türklerin sınır güvenliğini arttırmak için daha fazla önlem almalarına her zamankinden çok ihtiyaç doğacaktır.”

Şartları abartmaya gerek yok.

Ama Walt Disney diliyle yapılacak bir anlatım da hafifletiyor konuyu.

“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” özdeyişini hor görmemeli.

O dört kelime Türkiye Cumhuriyeti’ni bölgenin en güçlü ve saygın devleti yapmıştır.

Korumak lâzım.. Aceleye ve maceraya gerek yok!

Hastalık nerede?

“Türkiye AB’ye daha önce alınmış olsaydı kültürel gerilimler bu boyutta yaşanmazdı..”

Biraz pişmanlık da içeren bu sözleri kimin söylediği o kadar önemli değildir.

Önemli olan yanlışın tesbit edilmesidir.

Almanya Başbakanı Merkel bu hafif pişmanlığı bundan böyle yanında taşıyacak, her defasında ağırlığının arttığını hissedecektir.

Eskiden AB kapısını Türkiye’ye kapalı tutan oydu.

Bundan sonra sorumluluğu ağırlaşacaktır.

Çünkü gerek yabancı düşmanlığı ve gerekse İslâmofobi orada çıkmış hastalıklardır.

Avrupa’daki Türkler bu illetin nedeni değil çaresi olur!

Yazının devamı...

Böyle şüphe bulaşmasın

Suriyeli göçmenlerin Türkiye’de güvenceye alınmalarını yakın tarihin en pahalı kurtarma operasyonu sayabiliriz...

İkincisi olmadığı için bir çift ayakkabıyı okula giderken gün aşırı sırayla giyen kardeşlerin varlığı yapılan yanlışı yüzümüze vuruyor.

Suriyeli mültecilerin şimdiye kadar iki milyona, onlar için harcanan kaynağın dört milyar dolara ulaştığına dair haberler, düzeltilmesi gereken bir hesabın varlığını duyuruyor.

Evet, en erdemli insani duygularla yüzbinler ayağa kalkarak Paris’in cadde ve meydanlarında Fransız ihtilâlinin ilkelerini seslendirerek yürümüş, bu da iyi olmuştur.

Ama biz mültecilere 4 milyar dolar harcayacak ekonomik zenginliğe sahip bir ülke miyiz?

Eğer aksini ispat etmeye çaba harcıyorsak, paranın nasıl kazanıldığını bizden iyi bilen Batılı ülkeler hovardalığımızdan şüpheye düşeceklerdir.

Nitekim bu hakkı kendilerinde bulanlar çıkmıştır.

Zalim bir diktatörün pençesinde acı çeken komşu halka sığınak sağlama fiyakası, Türkiye’ye bir güvenlik zafiyeti olarak geri dönmüştür.

Bu zafiyet şu anda yalnızca medyanın yorumları ile sınırlı kalıyor. Ama sürgit devam edemez.

Dünkü Independent ve Le Monde, konuyu mesele yapmış...

2013 Basın Özgürlüğü Endeksinde 179 ülke arasında 154. sırada Türkiye’nin, 148. sırada Rusya’nın, 56. sırada Macaristan’ın yer aldığını hatırlatarak sormuş:

“Peki o halde Esad neden yok?”

Gazete, Akçakale’de sınırın Türkiye tarafında IŞİD muhbirleri olduğunu yazıyor.

Türkiye’nin terör örgütü IŞİD ile yardımlaştığı şüphesi yıkıcıdır.

Bu şüphenin gölgesinden acele kurtulalım!

Kanun geliyor...

İçişleri Bakanı Ala dün yeni “Güvenlik Paketi” ile ilgili açıklamalarda bulundu.

Sünnet çocuğunu iknaya çalışan iyi bir sağlıkçı kadar başarılıydı.

Ama bu işlerin disipline alınması gerekiyor. Kanunun temelini teröre karşı mücadele ve işbirliği oluşturacak.

Bakan “Gereğini yaptık“ diyor.

Hükümetin kötü huyu oldu; bazı yasaları “olmadı baştan” diyerek defalarca değiştiriyorlar. Geçen gün Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk eleştiriyordu.

Bu sistemle Meclis’e kanun hazırlanmaz.

Yasama, hayatı yansıtmalıdır.

Bizde dayatma var. Çaresi de Avrupa’da ve geçmiş dönemlerin Türk yasama sisteminde.

İktidar kanunları sevketmeden önce hukuk fakültelerine ve barolara soramaz mı?

Siyasetçi, eksiklik duygusuna yanlış yerde kapılıyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.