Şampiy10
Magazin
Gündem

Adam derinden gidiyor...

Konu iltifattan açılmışken...

Daha doğrusu zaten konu oydu da, ben biraz dağıtmıştım...

Pazar günü bizim gazetede kadınları etkileyen iltifatlarla ilgili bir haber vardı...

Dünya genelinde, Türkiye’de ve hatta ülkelere göre, kadınların hoşlarına giden iltifatları içeriyordu.

Bir araştırma yine...

E, devam edelim o zaman...

Dünya genelinde kadınların çoğu, “dudakların çok güzel” denmesinden hoşlanıyormuş.

Allah Allah!!!

Dünya kadınları mı çıldırmış, bende mi his kalmadı acaba?

Dana bana bunu diyecek, benim de çok hoşuma gidecek!

Dudak derken onlar başka bir imada mı bulunuyorlar acaba? Öyle olsa, hadi dana söyledi; kadının niye hoşuna gitsin ki?

Ya bir de ne vardır biliyor musunuz, şimdi biri, “dudakların güzel” dedi ya, eyvah ki ne eyvah! O andan itibaren hiçbir şey artık eskisi gibi olamaz. Dudaklarını kendi haline bırakamazsın. Artık bütün paranı en pahalı rujlara, dudak nemlendiricilerine yatırmaya başlarsın.

Ne o?

Dana dudağın güzel dedi!

E, zaten güzelmiş niye para harcıyorsun değil mi?

Yok, olmaz.

Daha da güzel olmalı!!!

Gelelim Türk kadınının en çok hoşlandığı iltifata. İngiliz kadını da en çok bunu seviyormuş:

“Bacakların çok güzel.”

Yok canım, anlaşılır gibi değil!

Romantik bir yemek yiyorsunuz mesela... Dana elini tutup, “bacakların çok güzel” diyor!!!

“Oldu o zaman!” dersin herhalde, “ben de yarın erken kalkacağım...”

İşin komik yanı da ne biliyor musunuz? Kadınlar iltifatlara inanır.

İnanmak istediğinden belki de...

Biri “bacakların güzel” dedi ya, güzel sanır.

Oysa Türkiye’de kaç kadının bacağı güzeldir ki? Ama demek ki çoğu güzel olduğuna inanıyor!!!

ABD, Fransız ve İtalyan kadını ise kıyafetleriyle ilgili iltifatlardan hoşlanıyormuş.

Mantıklı...

Hiç olmazsa işin içinde yaratıcılık var. Zekâ, kültür ve zevk var...

Adam derinden gidiyor yani!!!

Gitsin bakalım, nereye kadar!

İspanyol kadınlar, “saçların çok güzel”i seviyorlarmış. Ondan hepsinin saçı güzel herhalde!!!

Polonyalı kadınlar, “ellerin çok güzel”den hoşlanıyorlarmış!

Bunlar benden beter! Aseksüel midirler nedirler???

Rus kızlar da, “gözlerin çok güzel” iltifatını seçmişler.

E ama onlar da kendilerine haksızlık etmişler doğrusu...

Ha, belki de bu, en fazla duydukları sözlerdir.

Tabii bilseler o sözlerin altında neler yatar, neler...

Yazının devamı...

Senin en güzel yerin...

Öyle bir şarkı vardı ya; “Senin en güzel yerin kahverengi gözlerin” diye...

Küçükken dinlediğimde, kahverengi gözü küçümsediğimden herhalde, “En güzel yeri kahverengi gözleriyse, eyvah!” derdim...

En güzel göz yeşil falan olmalıydı...

Koyu renk olacaksa da, kömür gibi siyah...

İşte taa o yıllardan beri kim benim gözlerime güzel dese...

“Kahverengi gözlerim mi?” derim, soran bir ifadeyle... O da hemen lafı çevirir:

“Önemli olan bakışlardır. Senin bakışların...”

“Yaa... Şimdi bak bakalım, ne diyor bu bakışlar? Sana bir şey diyor?”

Heh heh hee...

Adam kaçar tabii...

Bir de kim ellerime ve sesime iltifat etse...

“A-ha!” derim; “Bu bana yazıyor...”

Hatta yazma faslını bile kendi kendine aşmış, artık bunun bana âşık falan olması gerekiyor. Ama en azından iyi niyetli dana!

Başka yerlerime iltifat etseydi...

Huyuma suyuma yani!!!

Yok, o da yemez. Anlaşılan iltifat aşamasını geçmişim ben galiba...

Ama yine de bu fikri elimin tersiyle itmiyorum.

Güzel yani...

İltifat güzel bir şey.

Yerinde ve en azından gerçeğe yakın olunca...

Yani dana gelmiş, “Dünyanın en güzel kadınısın” dese olur mu? Olmaz!

Ya da ne bileyim, “hayatımda gördüğüm en güzel bacaklar” falan... O da olmaz.

Ha, bence en güzel iltifat, bir insana verdiğin duyguyu ondan duymaktır.

Yoksa güzellik müzellik hikâye...

Zaten artık herkes güzel.

Ya da artık herkes kendini güzel zannediyor.

Tıpkı herkesin yaşından küçük gösterdiğini sanması gibi...

Onun için iltifatlar da artık değişmeli...

Mesela:

“Beni mutlu ediyorsun...”

Ya da hangisi biliyor musunuz?

En güzeli...

“Her şey seninle daha güzel.”

Temiz, net, hoş...

Ama anlaşılan herkes böyle değil.

Dün bizim gazetede vardı; Türk kadınını en çok etkileyen iltifat diye...

Neymiş?

“Bacakların çok güzel.”

Buymuş!

Kaç Türk kadınının bacakları güzeldir ki?

Güzel olması için uzun olmalı bir kere... Sait Sökmen‘in dediği cinsten: Füze gibi...

Hadi boyu tutturdun, dizleri de güzel olacak!

Kemiksiz...

Bilekleri...

Teni... Kriter çok yani...

Belki de onun için...

Yani kadınlar belki de güzel olmayan yerlerinden iltifat alınca daha mutlu oluyorlardır.

Ya da kendinde olmayanı duyunca...

Neyi eksikse iltifat oradan gelsin istiyor olabilir.

“Len oram bile güzel” diyerekten...

Belki yani... Ama şundan eminim:

Güzel kadınlar, akıllarına...

Akıllı kadınlar da güzelliklerine gelen iltifatları önemser...

Severler... İkisinin ortası olanlar...

Ne çok akıllı ne de çok güzel olanlar...

Öyle bir kadın yok ki!

Yazının devamı...

Ah bir zengin olsam!

Tam da yılbaşı öncesi...

Büyük ikramiye 35 milyon mu neydi? Ne hayal kurulur be!

Harca harca bitmez!

Ama hep denir ya, “harcamasını bilene çıksın” diye...

Ya da “ihtiyacı olana...”

En gıcığı da, “bölünse bari...” diyenler... Niye bölüyorsun ki? “Bana o kadarı da yeter”ciler... E, iyi o zaman, verelim sana 500 lira çekil aradan!!

Ben kime çıkması gerektiğini söyleyeyim size...

Pardon önce kime çıkmaması gerektiğinden başlayayım.

En kötüsü, ikramiyenin evlilere çıkması...

Öyle bir şart getirilse; büyük ikramiye bekârlara çıksa...

Evet, çok mantıklı!

Düşünsene, kocanın/karının dediğini yapacaksın, o kadar paran olmasına rağmen... Yok onun annesi, babası, kardeşi, arkadaşı vs... Kurtulma bir tarafa, daha beter bağlanacaksın. Daha doğrusu onlar sana bağlanacak...

En kötüsü de, o kadar paran ve imkânın olduğu halde istediğini yapamayacaksın. Herkes daha fazla karışacak. Herkes dediğim eşin. Onun akrabaları...

Kendi annene vereceksin ötekiler hesabını yapacaklar falan.

Vırvır, dırdır...

Alıp başımı gideyim desen, gidemezsin.

Sapıtsan, sapıttı diyecekler. Sapıtmasan, salak diyecekler...

Hadi şimdi imkânın yok bi b.k yiyemiyorsun, fazla koymuyor sana. Ama o zaman???

Şimdi aklınızdan geçeni biliyorum: “Veririm parayı boşanırım.”

Yok öyle!

Boşayamazsın.

Olmaz.

Bir daha ciddi olarak düşün bak, boşayamazsın. Boşamazsın.

Nasıl şimdi boşanmanın sadece hayalini kurabiliyorsun, aynısı olacak. Belki de daha beteri...

Şimdi nasıl söyleyeceğinin hayalini bile kuramıyorsan o zaman da kuramayacaksın.

Kavga çıkarıp gitsen, o da olmaz. Çoluk-çocuk falan, olmaz yani...

Onun için en iyisi bekârlara çıksın.

Ha, bir de çok gençlere de çıkmasın. Az gençlere çıksın)))

40 üstü mesela...

En iyi yaş.

Hayatı, parayı ikisini birlikte en iyi şekilde harcayabileceğin bir dönem...

Harca harca bitmez. Hayatı yani...

Ha, bir de en az bir kere evlenip boşanmış olsun.

Sonra evlenmeye falan kalkışır, yazık olur!!!

Böyle olmalı...

Ama olamayacağına göre...

Evlilere küçük bir tüyo verebilirim.

Gizli bir bilet alsınlar.

Yani eve aldıklarınızın dışında...

Hani, belki, ya çıkarsa...

“Arkadaşıma çıktı, o veriyor” dersiniz. Kimse de gıkını çıkaramaz!

Ya ben aslında “Nasıl zengin olunur?” diye bir şey yazacaktım, konuya giremedim bile...

Belki de daha iyi oldu.

Düşüncesi daha güzel!

Yazının devamı...

Nedir bu üniversite merakı???

Biliyorsunuz, üniversite, yumurta deyince bende akan sular duruyor.

Tam yazıya oturmuştun ki, pat haber geldi:

“Erdoğan’a ODTÜ’de protesto.“

“Haydaa...” dedim, “yine mi?”

Protesto için değil, yine mi üniversiteye gittiler?

İlk aklıma gelen buydu.

Nedir bu siyasilerin üniversite merakı?

“Kör kör parmağım gözüne” diye bir laf ya, aynen öyle..

Sonra internette bu habere yapılan yorumları okudum. Sadece bizim gazeteninkinde de değil. Baktım ki yalnız değilim.

Hatta gördüm ki, kimsenin kolayca dile getiremediği soruları içlerinden geldiği gibi döktürmüşler.

Bana yazacak fazla bir şey kalmadı yani...

Bakın:

“AKP’liler Tübitak’ta neyin toplantısını yapacaklar? Üniversite öğrencilerini etkisiz hale getirmenin bilimsel yollarını mı araştıracaklar? Merak işte...”

“Gözaltına alana kadar keşke bu gençler ne istiyor diye sorsaydınız?”

“Bakanların başka işleri yok mu? Cümbür cemaat oradalar. Gözdağı vermek için gidiyorlar herhalde.”

“Neden hâlâ ögrencileri tahrik ediyorlar anlayamıyorum... Sözde sağduyulu olmaktan falan bahsediyor Sayın! R. T. Erdoğan... Ben artık bu üniversite ziyaretlerinde kasıt aramaya başladım.”

“Niye provoke ediyorsunuz öğrencileri sayın başbakan? Tepki alacağınızı biliyorsunuz, istenmediğinizi biliyorsunuz, niye gidiyorsunuz, hem de ODTÜ’ye?? Ortalık zaten gergin niye ateşe körükle gidiyorsunuz?”

“YÖK Başkanı bile hocalara, ‘Konferanslara ara verelim sağ duyulu olalım’ dediği halde Başbakan yine postasını koymaya gitti.”

“Bugünlerde hükümet eden adamlar nedense sık sık üniversitelere gider oldular. Bir nedeni var, nedir? Bir şeyleri kaşırken, daha başka bir şeyleri mi gözden kaçırmaya çabalıyorlar?”

“Dünyanın neresinde görülmüş iktidar partisi mensuplarının her gün bir üniversiteye konuşma yapmaya gittiği... Bence sırf olay çıkarmak için gidiyorlar. Her gün bir üniversiteye gidip olay çıkarıyorlar, amaç ne?”

“Bir adım geri çekilerek sorgulayalım: AKP’li Sn. Kuzu, CHP’li Sn. Batum ve bazı siyasiler öğrencilerin yumurtalı protestosuna maruz kaldılar. Polisin yanıtı sertti. Öğrencilere kimyasal dayak attılar. Öğrencilere illegal örgüt üyesi yapan Sn. Başbakan, protesto edileceğini bile bile ODTÜ’ne niye gider?”

“Bilerek mi yapıyorsunuz bunu? Üniversiteler bu kadar karışmışken neden inatla hâlâ bu toplantılar yapılır ki? Bu zihniyet kime hizmet etmektedir? Bu toplantıları düzenleyenlerin de, bu toplantıya katılanların da beklentilerini anlamak mümkün değil...”

“Bir yandan öğrencilere ‘sadece okuyun siyaset yapmayın’ diyeceksiniz, öbür yandan bu öğrencilerin okullarında siyaset yapacaksınız! Ha bir de öğrencileri okula almıyorsunuz o da ayrı bir durum!Toplantıya katılanlara baktım da sanki hükümet toplantısı gibi, sırf AKP hükümetinin adamları varmış!”

“Başbakan neden kaşıyor üniversiteleri, neden yoğun tepki alacağı ODTÜ’ye gidiyor, ne yapmak istiyor, neden kargaşa çıkarmaya çalışıyor?”

“AKP’cilerin bu son günlerde ortaya çıkan üniversite merakının arkasında ne var acaba?”

“Gözdağı vermek icin gidiyorlar herhalde. Ankara Üniversitesi’nde protestolar olmuş, Çanakkale’de aynı şekilde. Şu anda zaten öğrencilere, üniversitelere demediğini bırakmamışsın. Bir de bunun üstüne kalkıp tarihi zaten belli olan ODTÜ’ye resmen baskına geliyorsun. Kampüsün içinde adımımı attığım her yerde elinde otomatik silahlarıyla polisler var. Neden şimdi? Bunun adı provokasyon değilse nedir?”

“Benim anlamadığım, üniversitelilerle ve gençlerle ilgili bir ton laf edeceksin, hepsini illegal örgüt olarak nitelendireceksin sonra kalkıp ODTÜ’ye gideceksin. İlginç. Çiçeklerle karşılayacak halleri yoktu herhalde genç arkadaşların.”

Yazının devamı...

Bağımlı mısın, bağlı mısın?

“Bağımlı değil, bağlı olacaksın.”

Şimdilerde böyle bir ‘slogan’ var ya...

Gönüllü bağlılık varmış gibi!

Ya da zorunlu bağımlılık yokmuş gibi!

İnsanı iyiye, doğruya aymaya teşvik eden laflardan...

Birden aradığın her şeyi orada bulduğunu sanırsın. İlk duyduğunda tek kaşın kalkar, o sözleri çok akıllıca bulursun.

Oysa akıllıca değil, o sırada senin ruh haline uygundur, o kadar.

Bu da öyle...

“Bağımlı değil, bağlı olacaksın.”

Bu sözlerden etkileniyorsan belli ki, birinden kurtulamıyorsun demektir.

Sana ne kadar saçma gelse de, ne kadar kendine yakıştıramasan da, ne kadar aptal durumuna düşsen de onu bırakamıyorsun demektir.

Ondan ayrılman gerektiğini bile bile, bunu yapamıyorsun yani...

Niye?

Çünkü...

Şimdi sana acı gerçeği açıklayacağım, hazır mısın?

Çünkü sen artık bir bağımlısın.

Ona mı, onda bulduğun bir duyguya mı, hırsına mı bilmiyorum ama bağımlısın.

Ben ‘Neye’ bağımlı olduğunu biliyorum ama söylemem dermişim! Yok, onu sonra anlatacağım. Başka bir yazıda...

Şimdi, psikologlar, “Bağlı mı yoksa bağımlı mı?” olduğunu ölçebilmen için 4 maddelik durum tespit tablosu hazırlamışlar, ona bakacağız.

Yani önce bağımlı mısın, ona bakalım...

Ben de parantez içlerinde olayı biraz daha açmaya çalışayım...

- “Hayatınızın olumsuz bir şekilde etkilendiğini düşündüğünüz halde (bunu yakın çevrenize de söylemiş olabilirsiniz) ilişkinizi sonlandırmak için bir türlü adım atamazsınız.”

(Yok, adım atarsın; zaman zaman hatta gitgide sıklaşan aralıklarla ayrılmayı teklif edersin. İki ayrılık teklifi arasında onu artık ve aslında sevmediğini de söylersin. Ama o tınmaz!)

- “İlişkiyi devam ettirmek için kendinize mantıksız nedenler sunarsınız.”

(Ben birkaçını hatırlatayım: “Başka birini bulunca bırakırım”, “Yapacak daha iyi bir işim mi var?”, “Sinirlerim bozuk herhalde, her şeyi abartıyorum”, “Galiba aslında beni seviyor.”)

- “Ayrılığı düşündüğünüz zaman panik hissi yaşar ve korkarsınız, bu korku yüzünden partnerinize daha da güçlü bir şekilde bağlanırsınız.”

(O da bunu hisseder ve sizden aynı hızda soğumaya başlar. O soğudukça sen ona daha fazla bağlanırsın.)

- “İlişkiyi bitirmek için harekete geçtiğiniz zaman fiziksel ve psikolojik olarak yoğun acı çekersiniz.”

(Bitirsen o kadar acı çekmezsin! Sen ondan habersiz ayrılık senaryosunu tarifsiz acılar içinde yaşarken o, ‘Bunda da bir tuhaflık var ama hayrolsun” demektedir. Kimbilir kaç kez ‘son sevişme’ yaşamışsındır kendi kendine...)



Hepsi doğru mu?

O halde sen sıkı bir bağımlısın.

Yazının devamı...

Evlilik ve yalan

“Evlilerin yüzde 80’i yalan söylüyor”muş...

Son araştırmamız bu.

ABD’de yapılan bir araştırma evli çiftlerin yüzde 80’inin yalan söylediğini ortaya çıkarmış.

Bizde yapılsaydı...

Kaç çıkardı?

Yüzde 100?

Yok, abartmayalım; bence yüzde 95.

Yüzde 98 mi desek?

Bunun için araştırma yapmaya gerek var mı?

“Evlilik ve yalan” ayrılmaz ikili değiller mi?

Ya da;

Yalansız evlilik olur mu?

Yürür mü?

Cevap veriyorum:

Olmaz. Yürümez...

“Biz hiç söylemiyoruz” diye çıkıntılık yapan olmasın lütfen! Yok öyle bir şey! Sen söylemiyorsan, eşin söylüyordur. Onun için öyle “biz”li konuşma bari...

Bugün aldatma yalanlarından bahsetmeyeceğiz. Zaten sıkıldık artık o konudan... Aldatıldığını bilmeyen kalmadı.

Onun için başka yalanlara, daha güncel ve masum olanlara bakacağız.

Bu araştırma evlililerin yalan söylediklerini tespit etmiş ama daha da önemlisi, hangi konuda olduğunu da ortaya çıkarmış.

Evliler en fazla yaptıkları harcamaları birbirlerinden saklıyorlarmış.

Hemen kadınlar akla gelmesin.

O eskidendi...

Tabii eskiden erkeklerin çok fazla para harcayacak yerleri yoktu ki...

Eskiden...

Ama şimdi var.

Onun için alışverişte yalan konusunda kadınları geçtiklerini rahatlıkla söyleyebilirim.

Hatta onların bu konudaki taktiklerini de...

Hani kadınlar aldıklarını saklarlar ve bir süre sonra ortaya çıkardıklarında “A-aa...Vardı bu. Yeni mi fark ettin?“ diye rahatlıkla geçiştirirlerdi.

Erkekler mi?

Onlar tabii ki gizleyemezler.

Kadının gözünden kaçmayacağını bilirler.

Ne yaparlar?

Her şeyi ucuza alırlar!!!

Hem de o kadar ucuzdur ki, aklın dursun!!!

Mesela eski cep telefonunu nasıl olduysa piyasanın iki kat fazlasına satmıştır! Bu da yetmedi, yeni aldığı telefonu da internetten o anda ve sadece ona rastlayan promosyon satışından 10 taksitle almıştır falan filan...

Hııı... Biz de yedik!

Dedim ya, bunların aldıkları hep çok ucuzdur!

Bakalım eşler başka hangi konuda yalan söylüyorlarmış...

- Yüzde 34.5’i kıyafet ve aksesuarlara...

(Bunu yukarıda işledik)

- Yüzde 24’ü yemeğe...

Yemeğe gitme konusu herhalde... İş arkadaşım ayağı... İş arkadaşıyla yemeğe gidilirmiş gibi!! İki kişi yani... Gidilmez.

Kimse bana ‘medenilikten‘ falan bahsetmesin.

Salak değilim.

Mutlaka biri diğerine asılıyordur, öteki de bunu biliyordur. Ha, aralarında bir şey olur veya olmaz, o ayrı.

- Yüzde 19.5’i kişisel bakıma harcadığı parayı...

E, ama kremler de öyle pahalı ki, söylenecek gibi değil!

Pekii...

Şimdi sıra geldi, neden yalan söylediklerine...

n Yüzde 43’ü bir tartışma yaşanmaması için harcamalarını gizlediklerini söylemiş.

En iyisi...

Kesinlikle onaylıyorum.

Ama...

- Yüzde 20’si eşinin gerçekleri öğrenmesi durumunda boşanmak isteyebileceğini belirtmiş.

Haydaa...

İş masum olmaktan çıktı galiba...

Ne almış olabilir ki?

Ha, bunlar “ötekine” bir şeyler alanlar...

Yazının devamı...

'Bunlar iyi günlerimiz' mi?

Almışsın çocuğunu bir lokantaya gitmişsin...

Bir kebapçıya...

Pizzacıya...

Ya da balıkçıya...

İkiniz veya ailece...

Birden içeri polisler giriyor. Daha doğrusu baskın yapıyorlar...

Biri kapıyı tutuyor, biri arkada, öteki kimlikleri topluyor...

Çocukların kimliklerini..

Ne oluyor?

Kim bunlar?

Çocuk şubesinden polisler...

Kimliklerini topladıkları çocuklarla ilgili “İçkili lokantada 18 yaşından küçük çocuk bulundu ve ailesine teslim edildi“ diye tutanak tutuyorlar.

“Turizm Bakanlığı ruhsatlı işletmelerde aileleriyle çocukların içkili mekânda bulunabileceğini belediye ruhsatlı işletmelerde ise bunun mümkün olmayacağını“ söylüyorlar.

Okumuşsunuzdur; Kemal Göktaş‘ın haberiydi... Olay Ankara’nın en seçkin muhitlerinden birinde yaşanıyor.

Barların, restoranların bulunduğu Park Caddesi‘nde...

Tesadüfen Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu‘nun da yemek yediği lokantada...

İyi ki oradaymış.

İyi ki oradaymış da, duyduk.

Sonradan öğreniyoruz ki, meğer Arjantin Caddesi‘nde, Tunus Caddesi‘nde de benzeri baskınlar yapılıyormuş.

Ankara’da bir şeyler oluyor...

Ne oluyor?

Amaç ne?

Ruhsat meselesi mi?

Ceza kesmek mi?

Çocukları korumak mı?

Yoksa...

Yoksa ne?

Aslında herkes ne olduğunu gayet iyi biliyor da...

Akıllara takılan sorular başka.

Haberi okuduktan sonra gelen yorumlara baktım. Pazar günü olmasına rağmen habere yüzlerce yorum gelmişti.

Hepsini okudum.

Başka sitelere de girdim, haberi alıntılayan sitelere... Oralardaki yorumları da aldım; ufak çapta bir araştırma yaptım yani...

Nabız yokladım...

Kimler, neler söylemiş diye...

Gördüm ki, hemen herkes aynı yerlere takılmış. Aynı kaygıları taşıyor...

Arada farklı yorumlar görüyorsunuz ama üçü var ki, onları geçen yok.

Şimdi size sırasıyla ilk üçünü yazacağım.

En fazla yazılan ve onaylanan ilk üç yorum...

Birincisi:

“Bunlar daha iyi günlerimiz.“

İkincisi:

“Hey, yetmez ama evetçiler, neredesiniz?“

Üçüncüsü:

“Bizim başımıza gelirse ne yapacağız?“

Herkes bunları soruyor.

Belki cevap veren çıkar!

Benim aklıma da ilk soru takıldı kaldı:

Gerçekten de bunlar iyi günlerimiz mi?

Yazının devamı...

2011 Tüketici trendleri...

Eveeet...

Yeni yıl geliyor...

Nefesini ensemizde duymaya başladık...

İlk karın haberini aldık, otellerde yılbaşı programlarının ilanları da çıktı.

2011 fallarının da eli kulağında...

Ne çabuk geçti değil mi?

Şu, bir günün 24 saatten 17 saate indiği teorisi doğru mu, ne?

Hoş, farzedelim doğru; ne olacak ki?

Koca 1 yıl bitti mi?

Bitti.

Bitiyor...

Geçen gün de “2011 yılının tüketici trendleri” diye bir haber okudum. Artık ve nihayet bilinçlenen bir tüketici olarak haberle ilgilendim tabii...

“Bakalım başımıza neler gelecek?” diye...

Daha doğrusu benim bilinçlenmemle nasıl başa çıkmaya çalıştıklarını öğreneyim diye...

Biliyorsunuz, biz bilinçlendikçe onlar da aynı hızla ezberimizi bozmanın, bizi tahrik etmenin yollarını arıyorlar.

Hırsız-polis hikâyesi gibi...

Hırsızlar yeni yöntemler buldukça, polis o yönteme karşı önlem alır ya.

Yani hırsızlar hep önde gider hani...

Onun gibi...

Fazla mı uzattım?

Peki o halde, 2011 trendlerini yazayım. Benim yorumlarımla tabii...

“Tüketicilerin ruh hallerini takip ederek beklemedikleri anlarda ufak jestler yapmak.”

(“Değerli müşterilerimiz, mağazamızın şarküteri bölümünden alacağınız bilmem ne marka sucuklar yüzde elli indirimlidir” gibi mi? Bunun ruh halimizle ne alakası var?)

“Şehirli, daha deneyimli ve daha cesur tüketicilere hazırlıklı olmak.”

(En ufak bir hatada, hayatın bütün hıncını o mağaza yöneticisinden çıkaran kadınlar!!! “Hayır bakın, prospektüsünde böyle bir şey yazmıyor. Ayrıca bu tavırlarınız da hiç hoş değil. Bu işi yapmak istemiyorsanız, yapmayın” diye başlayan sinirli hareketlerle devam eden kadınlara hazırlık yapacaklarmış.)

“Ani ve kısa süren indirimler yapmak.”

(İşte bunu yapmayın! Bir gün önce aldığın mala ertesi gün yarı fiyatına rastlamak beni sizden soğutur, ona göre...)

“Ekolojik ürünleri müşteriye benimsetmek.”

(Çok kolay! Fiyatları insaflı olsun yeter!)

“Markaların tüketicilere uyguladıkları ‘al ve sat’ sloganı yerine ‘ver ve ilgilen’ sloganını benimsemek.”
(Evet. Bu sloganı hayatımızın öteki alanlarında da kullanabiliriz!!! Heh heh hee....)

ÖLÜM ONA YAKIŞMIYOR...

Kime yakışır ki?

Doğru, hiç kimseye...

Ama bazılarına diğerlerinden daha az yakışıyor...

Hiç tanımasan da, ortak hiçbir noktan olmasa da onun öldüğünü okuduğunda, duyduğunda üzülürsün.

İşin tuhafı herkes üzülür...

Ceyla Gölcüklü gibi...

Ölüm ona yakışmadı...

Oysa gazetelerin sağ üst köşesinde arada bir ondan haber almalıydık...

Hoş bir kıyafetle, gülerken...

O güzel haliyle aşklar yaşamalı, bazen yanlışlar yapmalı bazen de güzel hareketlerde bulunmalıydı.

Biz de onun yaptıklarını okumalıydık...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.