Şampiy10
Magazin
Gündem

Yalnızlığını ölçebilir misin?

Yalnızlığın azı çoğu var mıdır? Yoksa yalnızlık sadece yalnızlık mıdır?

Ya yalnızsın ya da değilsin yani...

Bunu anlamanın bir yolu olabilir; mesela ölçebiliyorsan, “azı-çoğu vardır” diyebiliriz.

O halde ölçmeye çalışalım.

Neyle ölçeceğiz?

Ne terazisine koyup, hangi ağırlık birimini kullanacağız?

Birisi demiş ki:

“Gerçekten yalnız kalmak istiyorsanız çevrenize maddi durumunuzun iyi olmadığını yayınız. Hatta birkaç arkadaşınızdan numaradan borç para isteyiniz. İşte o zaman yalnızlık neymiş öğrenirsiniz.”

Biraz Türk filmi gibi ama...

A-a! Yazarken ne fark ettim biliyor musunuz? “Eski Türk filmleri gibi” diye değil, direkt, “Türk filmi gibi“ diye yazdım. Gerçekten, eskileri de aştılar değil mi?

Sonra düşündüm de, şarkılar da öyle!

Eskilerle dalga geçerdik ya, “Bim bam bom” diyerekten... E, şimdikiler farklı mı?

Biraz geriledik mi ne?

Biraz derken?

Tamam, epey geriledik.

De, bunun konumuzla alakası yok.

Dönelim o zaman...

Dönelim dönelim, başımız dönsün. Sevinçten dönelim, kararımızdan, sözümüzden, dönelim... Heh hee... Sapıttım mı ne?

Zaten bu yalnızlık meselesinden çok sıkıldım, “Hepiniz çıkın, biraz yalnız kalmak istiyorum!!!” Heh hee...

Tamam, kendime geldim.

Arkadaş terazisini seçmiş. Maddiyat terazisine, birim olarak da parayı koymuş.

“Paran yoksa yalnızsın” diyor.

Bütün fakirler yalnız o zaman!

Fakir de, “kime göre fakir” tabii...

Bir de şu var; arkadaşın, akraban ya da her kimse, sana borç para vermedi diye küsecek misin?

O zaman, sen onu parayla ölçüyor olursun.

Yok, “bir daha istersin diye onlar aramaz seni, yalnız kalırsın” diyorsan...

Ama bu dünyada borç verenler kadar borç alabilenler de var. Bunu nasıl açıklıyorsun?

Ne yani? Yalnızlık sana borç verebilenlerin sayısı kadar mıdır?

Tıh!

Olmadı.

Başka?

Başka “terazi-ağırlık birimi” ikilileri de bulabiliriz.

Hastalık-ziyaret, kötü gün-dertleşme, iyi gün-paylaşma, ölüm-cenaze, doğum-hediye gibi...

Senin istediklerini, senin istediğin zamanda birileri yapıyorsa, yalnız değilsin! Öyle mi?

Peki bu işte bir tuhaftlık yok mu?

Var.

Hem de çok var.

Ama ille de ölçelim diyorsanız, ben hemen bir tane uydurayım:

Yalnızlık kimseden maddi manevi bir şey beklemediğin yerde ve zamanda başlar!

Beklediğin anda da biter.

Yazının devamı...

Gerçek yalnızı çakmasından ayırmaca...

Kaç gündür yalnızlardan bahsedip duruyorum ya; 5 aşaması vardır, sonunda “gerçek yalnız” olursun diyerekten...

Şimdi herkes kendisini, “olmuş” sanmasın.

“Oldum” demekle olunmuyor.

5 aşamayı yaşayacaksın sonra boyut atlayacaksın, kabuk değiştirip hayata devam edeceksin.

Öyle kolay olunmuyor yani!

Lütfen!

Bu yüzden “gerçek yalnız”la, “çakma yalnız”ı ayırt etmek lazım.

Ben yardımcı olayım...

- Gerçek yalnız gece kulübüne, bara nadiren ve eğleneceği zaman gider. Çakma yalnız hemen her hafta sonu ve birini bulmak için gider.

- Gerçek yalnız gittiği yerde eğlenemezse, orayı terk eder. Çakma yalnız eğlenmese de gecenini sonuna kadar orada kalır.

- Gerçek yalnızın net’teki arkadaşlarının sayısı 20’yi geçmez. Çakma yalnız herkesi kabul eder.

- Gerçek yalnız tanımadığı, bilmediği yerlere gitmez. Çakma yalnız arkadaşının arkadaşıyla buluşabilir.

- Gerçek yalnızın tatilde biriyle ve sadece o süre içinde flört etme hayali vardır. Çakma yalnız, tatile birini bulup ilişki yaşama hayaliyle çıkar.

- Gerçek yalnız, bir restoranda menüye bakar. Çakma yalnız kapıdan her yeni gelene...

- Gerçek yalnız iyi bir terlik arar; çakma yalnız, kadınsa platformlu, erkekse ayağını büyük gösteren ayakkabı...

- Gerçek yalnız beyana bakar, çakma yalnız beyanın altında yatanlara...

- Gerçek yalnız fazla gerçekçi, çakma yalnız gereğinden fazla gururludur.

- Gerçek yalnız hep eğlencelidir; çakma yalnız, yalnız kalana kadar eğlenceli...

- Gerçek yalnız surat asar, çakma yalnız ağlar.

- Gerçek yalnız sarhoş olmaz, çakma yalnız olur.

- Gerçek yalnız asla pembe giymez. Çakma yalnızın dolabında pembenin her tonu vardır.

- Gerçek yalnız, adamın/kadının ne olup olmadığını bir bakışta anlar. Uymazsa başlamaz bile. Çakma yalnız da anlar ama o devam eder...

- Gerçek yalnız müzik dinler, çakma yalnız film izler.

- Gerçek yalnız başkalarıyla, çakma yalnız kendisiyle ilgilidir.

- Gerçek yalnız hata aramaz, çakma yalnız hatayı başkasında arar.

- Gerçek yalnız ilgi odağı olunca sıkılır, çakma yalnız, olmayınca...

Yeter mi?

Yeter!

Yazının devamı...

Kim, nerede, ne yapıyor?

Yalnızlardan bahsediyorum...

Hani dün aşama aşama ayırmıştım ya, bugün de, “Hangi aşamadakiler ne yapıyor”a ışık tutacağım.

Aydınlatacağım yani!

Reddetme aşamasında çok az kişi kaldı. Onlar hâlâ yalnızlığının artık kendi seçimi olmadığının farkında değil. Daha doğrusu farkında olmak istemiyor. Ve hâlâ istedikleri gibi birinin var olduğuna için için inanıyorlar. İnanmak istiyorlar. İnatla uğraşıyorlar da(!) Lokanta-barlardaki ikili üçlü gruplar halinde ama hemcinsleriyle takılanlar, onlar. Dayak yemeye devam edenler de! (Ruhi dayak!) Diğer yalnızlar arasında prim yapmazlar.

Öfkeliler de azaldı. Çoğu eski sevgilisine, eski kocasına-karısına öfkeliydi. Her başarısız ilişki denemesinden dönüşte hırslarını ex’lerden çıkarmaya çalıştılar. Ama yoruldular. Ex’ler onları kesmiyor artık. Öfkeden çıtaları iyice yerlerde... “Önümüze gelene yüz tekme“ vaziyetindeler... Ama dedim ya, çok azaldılar.

Pazarlık aşamasındakiler...

Burası önemli. Çünkü çoğunluk burada takılı kaldı.

Onun için biraz daha detaylı anlatayım.

Onlar hem yalnızlıklarının farkındalar hem de büyük beklenti ve sapıtma aşamalarını geçtiler. Keyifliler. Ama anlayamadıkları bir boşluk var hayatlarında.

Yalnızlıktan hem korkuyor hem de yalnızlığı seviyorlar.

Yalnızken birini, biriyleyken yalnızlığı özlüyorlar.

Dedim ya, tuhaf!..

Kendilerine bir düzen kurdular; her şey var ama bir şey eksik. Ya, biraz ilgi manyağı oldular galiba.

İlişki açısından nokta atışlardalar.

Yani birini tespit edip ona çalışıyorlar.

Çok geniş bir yelpaze içindeler. Hayal güçleri tavan yapmış durumda! Hiç tanımadığı birinden, eskiye çok eskilere kadar dönebilme potansiyelleri var.

Gereksiz bir özgüvenle nokta atışları yapıyorlar. Hedefe kilitlenip emin adımlarla yürüyorlar.

Genelde yalnız takılır onlar. Tek başına bir yerlere gitmeye alışmışlardır artık. Onu elinde laptop, tek başında bir kafede otururken görebilirsiniz. Kadınları sataşkan, erkekleri sevişmeye doymuştur. İkisi bir araya gelirse keyifli olabilirler yani!!!

Depresyondakiler, yorgun. Pazarlık aşamasından sıkıldılar. Ona buna gereksiz yere efor safetmekten yoruldular. Kendilerini diyete ve spora verdiler. Bir de para biriktiriyorlar. Gelecek korkusu bastı. Yalnız ve parasız kalacağım korkusu...

Bu da geçerse...

Kabullenme dönemi gelir.

Boyut değiştirmek gibi bir şey. Dedim ya, anlatamam görmen lazım.

Yazının devamı...

Yalnızların 5 aşaması

Baştan söyleyeyim; yalnızlar hâlâ yalnız!

Hangi yalnızlar?

Biliyorsunuz, “kalabalıklar içinde yalnız olanlar“ bizim gündemimizde değil. En azından şimdilik!

Bizim kitle, son 1-2 senedir sevgilisi olmayan ve olamayan bekârlar...

Ne yapıyorlar?

Ne düşünüyorlar?

Psikolojileri nasıl?

Bir son durum değerlendirmesi yapalım diyorum.

Ama bütün yalnızları aynı kefeye koymak yanlış olur. Kademesine göre ayrı ayrı bakmak lazım.

Önce hangi kademede onu bilmek ve bulmak gerekiyor.

İsterseniz kademeleri anlatayım, siz hangisinde olduğunuzu anlayın.

Nasıl anlatsam?

Şöyle:

Ben yalnızlığı neye benzetiyorum biliyor musunuz? Hani, “Ölümü kabul etmenin 5 aşaması” vardır ya, ona...

Ama tabii ki ölümle yalnızlığı bir tutmuyorum.

Yeni bir başlangıç diyelim...

Neydi onlar?

Reddetme, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme...

Önce kısaca anlatayım...

- Reddetme döneminde olanlar: Yani yalnızlığa yeni başlayanlar...

Bir başka deyişle, “Bir süre yalnız kalıp kafamı dinlemek istiyorum” diyenler... O süre fazla uzadı gibinize mi geliyor? O zaman gerçekten uzamış demektir. Boşuna, “Ben istemiyorum da, ondan!” diye diretmeyin. Kendinize bu yalnızlığı yakıştıramıyorsunuz ama yapacak bir şey yok! Hiiiç reddetmeyin, geçin ikinci aşamaya...

- Öfke: Yalnızlığın artık sizin seçiminiz olmadığınızı biliyorsunuz. Dank etti yani! Ama suçu üzerinize almak istemiyorsunuz.

Bir hocamız öfkeyi şöyle tarif ediyor: “Öfke bir histir. Diğer bütün hisler gibi, ne iyidir ne de kötüdür. Sadece vardır. Her bir duygunun ortalama ömrü sekiz dakikadır -tabii, eğer kendi kendimizle konuşarak bu duyguları tırmandırmıyorsak (...).”

Ben de size şöyle bir çıkarım yapayım: Yalnız olduğunuz için öfkelenebilirsiniz. Hayata, koşullara, ex’lere, yenilere karşı öfke duyabilirsiniz. Olabilir. “Onun bunun yüzünden” diye çıkışlar da yapabilirsiniz. Ancak hocayı okudunuz; öfkeniz 8 dakika olmasa bile çok uzun sürmesin.

- Pazarlık: Artık öfkeniz dinmiş, daha sakin biri oldunuz. Ama pazarlık yapmayın! “Birisiyle olursam artık aynı hataları yapmayacağıım” gibilerinden... Birisiyle olamayacaksınız ki! Olsanız da aynı hataları yapacaksınız! Geçin.

- Depresyon: Artık hiçbir şeyden zevk almamaya başladınız değil mi? Hiçbir şeyin eski tadı yok. Hatta anlamı da yok. Bir de “Yalnız mı öleceğim?” korkusu başladı! Sanki biriyle yaşasan ikiniz birden öleceksiniz!

Geçecek geçecek... Bunlar da geçecek.

Ve kabullenme...

Başlangıç...

Bu aşamaya gelince, bu aşamada olduğunuzu anlayacaksınız zaten. “Anlatamam, görmen lazım” yani...

Nerede olduğunuzu buldunuz mu?

Tamam.

Bu evreleri ne kadar çabuk atlatırsanız yeni başlangıcınıza da o kadar çabuk gelmiş olursunuz.

Bu yüzden fazla oyalanmayın.

Yoksa orada kalırsınız.

Yazının devamı...

Yalnızlar fuarı...

Ben fuarları severim.

Öyle çok severim ki, hani “piyangodan büyük ikramiye çıksa ne yaparsınız?” diye sorsalar, “dünyadaki fuarları gezerim” bile diyebilirim.

Düşünsene, hem dünyayı geziyorsun hem fuarları...

Daha ne olsun?

Giderim, silah milah hariç her fuara giderim.

Algıda seçicilik herhalde, geçenlerde okumuştum, “Yalnızlar Fuarı” açılmış.

Haydaa...

Aslında tam benlik ama...

Yalnızlığı da seviyorum, fuarları da... Ama yalnızlar fuarını? Bilmiyorum, mesafeliyim.

İtici geldi.

Yalnızlığım biter diye herhalde...

Şimdi yazarken uyandım; acaba yalnızlık sevmekten çok, alışılan bir şey mi?

Yani seviyor muyum yoksa alıştım mı?

İkisi birden mi?

İkisinden biri mi?

Niye sordum, biliyor musunuz?

Geçenlerde bir arkadaşıma gittim. Çocukluk arkadaşım, bin yıldır falan beraberiz yani! Üç kişiler. Anne-baba ve bir çocuk.

Otururken, birden ortama yabancılaştım.

Bir baktım ki, o ona bir şey söylüyor, öteki şarkı söyleyerek mutfağa doğru gidiyor, arkadaşım bir benimle bir onlarla konuşuyor falan.

Birden öyle kalabalık geldiler ki bana...

“Aaa... Evin içinde bir sürü insan. Ne len bu böyle? Her kafadan bir ses çıkıyor!”

Hayır, sonuç olarak ben kalkıp evime gideceğim ama onlar?

Onların en az hali, üç kişi...

Söyledim de!

Tabii, “kafayı mı yedin?” dediler.

Yemedim herhalde...

“Hepiniz defolun, yalnız kalmak istiyorum” noktasına henüz gelmedim yani!!!

Ama gerçekten sayıca fazla geldiler.

Düşünsene, en basitinden yemek yiyeceksin, üç kişinin ortak bileşkesi bulunacak! Aynı anda, canları aynı şeyi istemez ki!

Yoksa ister mi?

Bu daha da korkunç bir fikir!

Bir yere gideceksin, o ona, öteki buna, bu tekrar ona söyleyecek... Bir trafik, bir trafik!

Ne o, bir yere gideceksin!

O da gidebilirsen!

Hani ailenle yaşarken, gece yarısı da olsa, yerinden kalkınca biri mutlaka “nereye?” diye sorar ya! Sen de tuhaf, sinir ve baskın bir ses tonuyla cevap verirsin;

“Tuvalete! Müsadenle!”

Giderken de, “hayır, nereye gidebilirim ki?” diye söylenerek...

Ya telefon çalar, daha sen konuşurken işaretle de olsa mutlaka sorar:

“Kim?”

Öyle gıcık olursun ki, arayanı bir an unutup ona dönersin, o ses tonuyla yine:

“Ayşe arıyor! İzin verirsen konuşayım!”

Ama ne kadar tavır yaparsan yap, akşam yerinden kalkınca biri sorar:

“Nereye?”.

Heh hee...

Tabii bu anlattıklarımı sadece yalnızlar ve kalabalıktan sıkılanlar anlar...

Aslında şu “Yalnızlar Fuarı”nı anlatacaktım ama...

Bu da benim standım oldu galiba...

Yazının devamı...

Bir erkek...

Başka bir konuya bakıyordum, net’te bu karşıma çıktı.

Erkekler hakkında sözler...

Kendimi, onlara cevap verirken yakaladım.

Biraz eğlenelim mi?



- “Bir erkek yaşadığı yerde değil sevdiği yerdedir.” (Latin atasözü)

(Yok, onlar ikisinde de yaşarlar. Arada sırada da seviştiği yerde... Etti mi 3 yer.)

- “Çoğu erkek, bir takım elbise bile seçemeyecekleri kadar loş ışıkta bir kıza âşık olmuştur.” (MAURICE CHEVALIER)

(Erkekler hiçbir zaman takım elbise seçmesini bilmezler ki! Aydınlıkta da... Yani???)

- “Bir erkek sevdiği işte çalışırsa, çok nadiren işi yüzünden sağlığı bozulur.” (Honoré De Balzac)

(Ama evdekiyle arasının bozulduğu kesindir!)

- “Âşık bir erkek, evlenene kadar eksiktir. Evlendikten sonra ise bitmiştir.” (Zsa Zsa Gabor)

(Âşık bir kadın evlenene kadar bitiktir. Evlendikten sonra ise eksik!)

- “Dağlar yaklaştıkça daha ulu görünürler ama büyük erkekler bu yönden dağlara benzemezler.” (LADY BLESSINGTON)

(O yüzden biz de onlara direkt ‘dana‘ diyoruz. Uzaktan da yakından da dana gibi görünürler!)

- “Bir erkeğin evi, dışarıdan onun kalesi gibi görünebilir; oysa içeriden daha çok çocuk odasına benzer.” (Clare Booth Luge)

(Yaylaya benzer, yaylaya... Yayılırlar orada...)

- “Erkekler yattıkları her kadını sevmezler, sevdikleri kadınlarla yatmazlar.” (Diderot)

(Kadınlar da yattıkları her erkeğe âşık olurlar, âşık olduklarıyla onlar da yatmazlar. Ne acayip!)

- “Erkekler kalpleriyle değil, düşünceleriyle yaşar.” (ÇEHOV)

(Yok! Şimdilerde başka şeyleriyle yaşıyorlar. Dünya onun için bu halde Çehov!)

- “Erkekler kahve gibidirler. En iyileri zengin ve sıcaktır, sizi bütün gece ayakta tutabilirler.” (Anonim)

(Zengin ve sıcaklar ama kafeinsiz!)

- “Erkeklerin aklı, ev kadını arar ama kalbi ve hayal gücü başka özellikler peşindedir.” (Goethe)

(Başka özellikler derken? Bir de kalp ve hayal gücünü bu işe karıştırmasak!)

- “Her kadına sahip olmaya çalışan adam, bir kadına hasret kalır. Bir kadına sahip olan adam her kadını kendine hayran bırakır.“ (William Golding)

(Şunu da bilmeniz gerekiyor: İkisi birden olmaz!)

- “Kadın sevgi uğruna her şeye hazırdır hatta sevişmeye de! Erkek ise sevişmek için her şeyi feda etmeye hazırdır; sevmeyi bile...” (Paulo Coelho)

(Onun için kim kimi seviyor, kim kimi -nle sevişiyor belli değil ya!)

Ve konuyu üzerine bir tek laf bile söyleyemeyeceğim, Neruda’nın sözleriyle kapatıyorum:

- “Bir kadın söyleyeceği çok şey olduğu halde susuyorsa, erkek artık tüm şansını kaybetmiş demektir.” (Pablo Neruda)

Yazının devamı...

Medya kadına ne yapıyor?

Hem de hâlâ...

Bir taraftan, “kadına şiddete hayır” kampanyalarına büyük destek verirken, kadın-erkek tüm yazarlar kadına şiddeti var gücüyle kınarken, tek bir kadın için bütün medya bir olurken...

Diğer taraftan olup bitenlere bakın şimdi...

Son iki günde...

En masumundan başlayayım.

Pazartesi akşamıydı galiba, Cüneyt Özdemir‘in programında Mor Çatı‘dan Zülal Berberyan konuk olarak sırasını bekliyordu. “Kadına şiddet”i konuşmak üzere...

Ancak o gün biliyorsunuz, şike davasından tahliyeler başladı. Yer yerinden oynadı. Tabii Cüneyt Özdemir de programını hemen oraya kaydırdı. Sonra bir ara Zülal Hanım’a dönerek kibarca özür diledi:

“Konuşmamızı yarına erteleyebilir miyiz? Size uzun zaman ayırmak istiyorum” dedi.

Zülal Hanım’ın cevabı şuydu:

“Maalesef alışkınız biz. Kadına yönelik şiddet, futbolda şike türü güncel konular gibi hiç öncelikli olmadı zaten.”

Cüneyt Özdemir, yaptığı belki de yapmak zorunda olduğu şeyi o anda anladı.

İşin tuhafı ben de o anda anladım.

Kim haklı, kim haksız o ayrı bir konu...

Hadi buna kötü bir tesadüf diyelim. Zira Cüneyt Özdemir’in, söylediği gibi mahcup olduğuna inandım.

Ama bu, kadının yine ikinci planda olduğu gerçeğini değiştirmedi.

Peki buna ne demeli...

Ertesi gün, Doğan Haber Ajansı’ndan geçilen haberden bir cümleyi aktaracağım; İzmir’de karakolda dövülen kadınla ilgili bir haberden:

“Hızlı adımlarla Emniyet’e giden Fevziye Cengiz’in saçlarını da boyattığı dikkati çekti.”

Haydaa...

Oysa Fevziye Cengiz saçlarını boyatmamıştı. Ama haberi yazan haberci aklında onu sarışın olarak tanımladığı için olsa gerek, koyu renk saçlarını görünce bunu habere eklemek istedi herhalde...

Niye sarışın olarak aklına yazdı acaba? ‘O bir konsomatris’ çağrışımından mı? Ki olsa ne olur?

Çok mu ayrıntı?

Değil.

Kadına şiddetin böyle küçük detaylarla hayatımıza girdiğinin ve niye çıkmadığının öyle güzel bir örneği ki!

Hadi buna abartı dediniz...

Peki buna...

Şimdi anlatacağım habere ne diyeceksiniz?

Haber aslında Cenk Koray Ekran Ödülleri.

Önce başlığı, sonra spotu aynen aktarıyorum.

‘Karımın sevişmesi sorun değil, işinin bir parçası bu!’

“Cenk Koray Ekran Ödülleri sahiplerini buldu...”

Gazetenin birinci sayfasında yukarıda nal gibi Ayça Bingöl’ün fotoğrafı ve bu sözler...

Öyle Bir Geçer Zaman Ki‘nin Cemile’si Ayça Bingöl’ün eşi Ali Altuğ’un, son filmdeki sevişme sahnesi için söylediği sözlermiş.

Hem de, kısa bir süre önce dayak yiyerek ölen bir kadının kanlar içindeki fotoğrafını sansürsüz yayınlayıp, “Kadına şiddete dikkat çekmek için yaptık ve başardık” diyen Habertürk’te...

Sabah haberi okur okumaz, suratımı kapattım.

Utandım.

Başka bir duygu değildi, çok

utandım.

Ve aklıma hemen o soru geldi:

Bu haberi böyle niye kullandılar?

Neden?

Kimin, hangi duygusunu alevlendirmek için?

Kimi, ne yerine koymak istediler?

Kendilerinin söyleyemediklerini başkalarına mı söyletmek istediler?

Bir sanatçı, bir kadın daha fazla nasıl bu duruma sokulur ki?

Neden bir sanatçıyı ve ailesini aşağılık bir savunmaya muhatap ediyorlar?

Neden?

Meğer toplum olarak kadının aşağılanmasını nasıl içselleştirmişizsek, bu durum ne kadar derinimize nüfuz etmişse, şu yaptıklarımızın farkında bile değiliz.

Yazının devamı...

Behzat Ç’ye ne oldu?

Hatta sadece ona değil, Harun’a, Akbaba ve Hayalet’e ne oldu?

Hadi o soruyu da sorayım:

“Siz ne zaman bu hale geldiniz???”

Ne oldu?

Ya da ne olmadı?

Bu sezonun başından beri düzelecek, eskisi gibi olacak diye bekliyoruz.

Baştan yazayım: Ben bu yazıyı yermek, kötülemek ya da eleştirmek için yazmıyorum.

Sadece ve sadece onları özlediğim için yazıyorum.

Bir de, benim gibi özleyenlerin çok olduğunu bildiğim için...

Hepsinin bir karakteri vardı.

Behzat’ın itliği...

Harun’un saflığı, vurdumduymazlığı...

Akbaba’nın koklayışları...

Hayalet’in hayaletliği...

Cevdet’in ezikliği, acemiliği...

Ama hepsi “gerçek”ti...

Nerede onlar?

Hepsi karaktersiz birer karaktere büründüler.

Yok, karaktersizlik de bir karakter olabilir, onların hiçbir özelliği kalmadı.

Öyle, gidiyorlar-geliyorlar, normal normal konuşuyorlar falan...

Geçen pazartesi, “Artık düzelir herhalde” diye beklediğimiz son bölümden sonra kendimi şu soruyu sorarken yakaladım:

“Biz bu diziyi niye seviyorduk?”

Sonra herkes kendi cevabını vermeye başladı. Döküldük yani...

- “Gerçekti. Gerçek gibiydi. Yapay, hayatta olmayan şeyler yoktu.”

- “Evet, İstanbul dizilerine benzedi. Arabaları da değiştirir yakında...”

- “Bir de Behzat’ın evini İkea’dan döşeseler tam olacak!”

- “Harun, Hayalet, Akbaba ve Cevdet’in kişilikleri yok oldu.”

- “Şule sevildi diye bu sezon da diziye girmesi zorlama ve sündürmece...”

- “Eğer biz Behzat’ı tanıyorsak, Şule’yle arasında böyle Hollywood tarzı şeyler olmaz... Olunca da, ‘Üfff...’ diyoruz.”

- “Memduh Başkan uzatmasına ne gerek vardı?”

- “Larissa niye ortaya çıktı? Senaristler bu kadar çaresiz mi kaldılar?”

- “Yeni narkotikçi ne gerçekçi ne de ‘Ankara...’ Yapay kaldı, uymadı. Öyle narkotikçi mi olur? Yine Amerikan tarzı haller. Elinde viski kadehi, danslar manslar! Son moda haller??? Sanki biz bilmiyoruz! Behzat koynuna alacak diye!!! Bak, sinirlendim şimdi!”

- “Biz artık ‘Bir Ankara Polisiyesi’ yerine bir ucuz İstanbul hayali mi izlemeye başladık?”

- “Bir tek Ahmet Uğurlu’yu kabul edebilirdik, o da iyi bir senaryoyla... Tipi, oyunu, doğallığıyla... Tam bizim dizilik!”

- “Pekii... Asıl, sosyal sorunlara tatlı tatlı dokundurmalara ne oldu? Kanal sahibi değişti, o yüzden mi?”

- “Yok, zannetmiyorum; zaten ne kaldı ki, o kalsın?”

- “Savcı’nın, naifliğiyle bizi kalbimizden vuran, ‘Ben seninle mutsuzluğa da varım’ sözünü baktı ki prim yapıyor, döndürüp tekrarlatmasına sinir olduk. Salak mıyız biz?”

- “Bir de, geri dönmeler, rüyalar, dış sesler de başlayacaksa, tam olur artık! Gündüz kuşağına geçer.”

- “Eskiler eski kişiler değil, yeniler doğal değil. Biraz daha seyretsek mi, bıraksak mı?”



Tabii bu saydıklarımı biz ballandıra ballandıra, uzun uzun konuştuk.

Ama yerdiğimizden değil.

Gerçekten ondan değil.

Dedim ya, sırf özlediğimizden...

Pazar akşamları televizyonun önünden kalkmamak için gerekli olabilecek her şeyi yaşam sehpama sıralayıp elimin altında telefon, tüm deli ya da komik sahnelerde kızlarla birbirimizi arayışımızı özlediğimizden...

Yoksa başka bir niyetimiz yok.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.