Şampiy10
Magazin
Gündem

50 yaşında adam arayana...


Hani dün, Lynda Lemay’in bir şarkısının sözlerini yazmıştım ya;

“50 yaşında bir adam arıyorum” diye...

Kızlar isyanda!

“Nerdee öyle adam?” diyerekten....

“Yaz” diyorlar, “Bizim 50’lilikleri yaz.”

Peki.

Lynda’nın kıstaslarından yola çıkarak değerlendirelim mi?

Bakalım buna göre bizimkiler nasıl?

Söz veriyorum, adil olacağım.



“50 yaşında bir adam arıyorum

Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş

Her şeyi istemiş

Şimdi artık ne istediğini bilen...”

İlk üçü doğru: Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş, her şeyi istemiştir ve yüzde 90, hiçbiri olmamıştır. Ama hâlâ ne istediğini bilmemektedir. Hâlâ her gittiği yerden iş çıkarmaya çalışır; “Bi otel açsak aslında... Butik otel... 6 ay çalışsa...” Gençliğindeki araba yıkamacılığı hayalinin çağ atlamışı! Hani her araba yıkatmaya gittiğinde yaptığı hesap: “Günde 10 araba yıkasan... Ne masrafı var ki buranın...” diye başlayan... Sanki çok atılgan ve çalışkanmış gibi!

“50 yaşında bir adam arıyorum

Her borca girmiş, her borcu ödemiş

Sonra yeterince para edinmiş

Ama paradan gözleri kamaşmamış...”

Son zamanlarda bunların hepsi kendisini Koç, Sabancı falan zannettiği için bütün kadınların ona parası için baktıklarını zannediyorlar ya! Koçlar bile sanmıyordur! Baksan bir evi vardır, onun da hâlâ taksitlerini ödüyordur en fazla bir yerde müdürdür ha! Ama kadınlar onu parası için seviyo! Belki de haklıdır! Başka bir özelliği yoktur ama o zaman da bedelini ödeyecek yani!

“50 yaşında bir adam arıyorum

Yaşamış,

Her tütünü içmiş

Her içkiyi devirmiş

Yeteri kadar kadın tanımış

Ve

artık başkalarını aramayan...”

Hıh!

Tam buldun adamını...

Her tütünü içmiş, her içkiyi devirmiş, şu sıralar ikisini de bırakmaya çalışıyor çünkü ne ciğer kalmış ne tip. Erken yaşlanmış, kel ve göbekli... Ayrıca tık yok! Ama hâlâ ve o hâliyle yanındaki kadının arkasındaki sarışına bakıyor. Üstelik kadın konusunda hâlâ kararsız. Genç, güzel olsun ama olgun da olsun. Kendi ayakları üzerinde dursun ama bana muhtaç olsun. Akıllı olsun ama kendi kadar değil. Oldu!

“50 yaşında bir adam arıyorum

Veremeyeceklerinin farkına varmış

Geçmişi geleceğinden fazlalaşmış

Ama ancak şimdi yaşamaya başlamış.”

Yok! Bizde öyle bir şey yok! Bizimkilerin vermek vermemek diye bir konuları dahi yok ki! Onlar kendilerini bahşederler! Zaten “Vermek” deyince onların aklına tek konu gelir o da, o! Yaşamaya gelince... Bunların yaşamaktan anladıkları seks yapabilmek olduğu için yaşamaya başlamadan ölürler.

“50 yaşında bir adam arıyorum

Kendini en kötüye hazırlamış

Zamanın neleri iyileştirmeyeceğini öğrenmiş

Çok cenazeler kaldırmış..”

Öğrenmez! Ama sorsan hepsinin hayatı film... Kim seyredecekse!

“50 yaşında bir adam arıyorum

Gerçeklerle yüzleşebilen

Yalan söylememe cesaretini edinmiş

Hislerinden kaçmamayı ögrenmiş...”

His derken? Cesaret derken? Kim?

“50 yaşında bir adam arıyorum

Kendini artık ciddiye almayan

Yüzünde kırışıklıkları olan

Beni sükunetle seven

Ve benim için elinden gelecek her şeyi iyi yapan

50 yaşında bir adam arıyorum..”

Bunlar ancak kendisine elinden geleni yapacak olanı arar.

Başa döndük işte!

Çok ararsın, çoook!

Yazının devamı...

‘50 yaşında bir adam arıyorum’

Ben değil!

Aman!

Yanlış anlaşılmasın!

Demet dün, Lynda Lemay‘in bir şarkısının Türkçe çevirisini yollamış.

“Un homme de 50 ans...“

Kaç gündür adamların kepazeliklerinden bahsediyorum diye herhalde... Günün mana ve önemine dair yani...

Hadi önce okuyun:



“50 yaşında bir adam arıyorum

Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş

Her şeyi istemiş

Şimdi artık ne istediğini bilen..


50 yaşında bir adam arıyorum

Her borca girmiş, her borcu ödemiş

Sonra yeterince para edinmiş

Ama paradan gözleri kamaşmamış..


50 yaşında bir adam arıyorum

Yaşamış,

Her tütünü içmiş

Her içkiyi devirmiş

Yeteri kadar kadın tanımış

Ve artık başkalarını aramayan..


50 yaşında bir adam arıyorum

Veremeyeceklerinin farkına varmış

Geçmişi geleceğinden fazlalaşmış

Ama ancak şimdi yaşamaya başlamış..


50 yaşında bir adam arıyorum

Kendini en kötüye hazırlamış

Zamanın neleri iyileştirmeyeceğini öğrenmiş

Çok cenazeler kaldırmış..


50 yaşında bir adam arıyorum

Gerçeklerle yüzleşebilen

Yalan söylememe cesaretini edinmiş

Hislerinden kaçmamayı ögrenmiş..


50 yaşında bir adam arıyorum

Kendini artık ciddiye almayan

Yüzünde kırışıklıkları olan

Beni sükznetle seven

Ve benim için elinden gelecek her şeyi iyi yapan

50 yaşında bir adam arıyorum..”



Şarkının sözlerini okuduğumda aklımdan ilk geçen ne oldu biliyor musunuz?

“Çok ararsın!“

Ama adam iyi!

Hakkını vermek lazım.

“Daha ne olsun?“ dedirtiyor yani...

Gerçi biraz sıkıntı vermiyor da değil ama olacak o kadar!

Şarkının sözlerini kim yazmış bilmiyorum ama bu güzellikleri ve özellikleri 50 yaş erkeğine yakıştırmış.

40 değil, 60 değil; 50 yaş erkeğine...

Ne yani?

Bir erkeğin en iyi yaşı 50 mi? 50’sinde mi başlıyor?

(30’lar zaten kotamız dışında...)

E, 40’lar olmadığı kesin!

Hatta 40’lıklardan sonra bence umudu 50’liklere bağlamış!

60 yaş ve üstü?

Yani...

50’sine şarkıdaki gibi girdiyse...

Ama gerçekten girdiyse... Zira sorsan hepsi böyle olduğunu zannedebilir!

Ya da sen öyle görmek isteyebilirsin.

Yoksa nerdee???

Nerede böyle adamlar?

De ki bilmediğimiz bir yerlerde böyle adamlar var; o halde ortaya daha önemli bir soru çıkıyor:

Bu adam nasıl bir kadınla birlikte olacak?

Kaç yaşında ve neleri yaşamış ya da yaşamamış?

Yazının devamı...

Erkeğe bak, erkeğe...

“Eşinizi aldattınız mı?” diye soruyorlar;

“Ooo... Çok!” diye cevap veriyor.

Ama hemen arkasından ekliyor:

“Şimdiki eşimi değil, eski eşimi çok aldattım.”

Ha, tamam o zaman!

Okumuşsunuzdur, Kaya Çilingiroğlu bir televizyon programında söylemiş bunu.

Hülya Avşar için...

Ne erkek ama!

Sizi bilmem de benim gözümde erkekliği tavan yaptı!

Erkekliğine erkeklik kattı!

Hani dün “erkeklik” yüzdelerinin düşüşünden bahsetmiştik ya, tam da üzerine geldi, iyi oldu.

Hülya Avşar tarafından baksan...

Ne yapsın ki?

Ne desin ki?

Ben olsam...

“Zaten kendini bitirdi” diye düşünüp susmayı mı tercih ederdim?

Yoksa...

“Biraz daha detaya girsin de, ne kadar ‘erkek’ olduğunu herkes daha iyi görsün” gibi onu daha da ortaya çıkaracak bir şey mi söylerdim?

Bilemiyorum...

Şimdi bu adamı kendi hâline bırakalım ve işi genele taşıyalım.

“Genele” diyorum çünkü böyle adamlar hâlâ var.

Maalesef.

Yani aldatmalarıyla, skorlarıyla övünmeye çalışan adamlar...

Böyle, nerelere ve kimlere yaranıyorlarsa!

Kimlerden puan topluyorlarsa?

Belki de psikolojik bir durumdur...

Yani bazı adamlar neden eski sevgililerini ya da eşlerini yaralamak isterler?

Bunu niye yaparlar?

Daha da kötüsü, neden kendi egolarını, bir kadının hem de bir zamanlar dahi olsa yatağını paylaştığı, ortak bir hayat yaşadığı ve en önemlisi sayesinde çocuk sahibi olduğu bir kadının sırtına basarak beslemeye çalışırlar?

Hem de, aslında kendisinin ne kadar yerlere düştüğünün bile farkında olmadan...

Mutlaka bilimsel bir karşılığı vardır. Benim aklıma klasik birkaçı geliyor.

İntikam...

Yenememe...

Mutsuzluk...

İntikam olabilir çünkü zaten birlikteyken de bu yüzden aldatmıştır. Yetersizliğinin intikamı...

Yenememe olabilir çünkü onu aldatarak yenmeye çalışmıştır. Ve yenemediği için hâlâ orada kalmıştır. Aslında ilişkisini bitiremiyordur. Yenemediği sürece de bitiremez.

Mutsuzluk olabilir çünkü ayrıldığı sevgilisi ya da eşi artık mutludur ve bu yetmiyormuş gibi artık ondan da sıyrılmıştır. Adamlar bunu hisseder. Ve deliye dönerler. Hele bir de kendisi mutsuzsa... Ki mutsuz olmasa bunu yapmaz!

Ortaya çıkıp abuk sabuk konuşmaz!

Hepimizin karşısına böyle bir adam çıkabilir, çıkmış olabilir.

Olsun.

Böyle bir adamla yaşamış olmanın sevindirici tarafı da var; artık onunla yaşamıyor olmak...

Yazının devamı...

Erkeklik yüzde 10 küçülmüş!

Heh hee...

Heh heh hee...

Bakın bu tespitte benim fikren dahi olsa bir katkım yok!

Tamamen bilimsel...

Ha, katılıyor muyum?

Evet.

‘Erkeklik’ yüzde 10 küçülmüş.

KDV’si kadar bile değil!

Katma değeri düşmüş!

E, bunu biliyoruz zaten!

Şimdi araştırmaya bir göz atalım...

“İtalya’da yapılan araştırmanın sonuçlarına göre erkeklerin cinsel organları 50 sene öncesine göre yüzde 10 küçüldü. Küçülmede sigara ve alkolün etkisi var.”

Aaaa...

Yemin ederim, bu aklıma gelmemişti!

“Erkeklik” deyince ben, ‘erkeklik özellikleri’ yani huyu suyu değişti diye düşünmüştüm.

Hatta içimden, “Ne yüzde 10’u! Bizim buralarda yüzde 80 düştü” falan diyordum...

Ama bakın neymiş? Hesaplayın bakalım; 50 yıl önce dünyaya gelseydiniz, ne olurdunuz???

50 yaş ve üstü yırttı tabii... Ama onlarınki de, yaş icabı yüzde 18’lik KDV oranına girmiştir!

Sigara ve alkolün etkisi var diyor ya, yalan!

Ne alakası var?

Niye elleri ayakları küçülmüyor da, şeyleri küçülüyor?

Tek etkilenen organ o mu?

Tıh!

Ben size söyleyeyim; bu, evrim teorisinin ta kendisi!

Hani kullanılmayan organların zamanla körelmesi...

Penguenlerin kanatları gibi!

Heh hee...

Bir de İtalyanlar böyleyse...

Hayır yani adamlar balık et, sebzeyle falan besleniyorlar; e kullanım oranları da kesin dünya ortalaması üzerinde...

Ona rağmen!

Diğerlerini düşünün artık!

Ben düşünemeyeceğim.

Çalışmayı gerçekleştiren bilim insanları modern dünyada erkeklerin geçmiş yıllara göre daha çok kilo aldığını ve yoğun stres yaşadığını belirterek bu etkenlerin küçülmeye neden olduğunu belirtmişler.

Sigara ve alkole, kilo ve stres de eklendi...

Adamlara bak! Ne hâle geldiler...

Hakikaten geldiler ama!

Galiba bunların erkeklik oranları düştükçe, danalık oranları artıyor.

O ne kadar düşerse öteki de o kadar artıyor; doğru orantılı...

Araştırmayı ben önce erkeklerin huyu-suyu gibi algıladım demiştim ya, çok da haksız değilmişim!

İtalyanlarda yüzde 10 düşmüş; danalık oranları yüzde 10 artmış demek ki!

O halde benim anladığım anlamda “erkeklik” özelliklerinin bizde ne kadar düştüğünü yazayım, gerisini de siz hesaplayın artık...

Nezaket: Yüzde 85

Korumacılık: Yüzde 80

Güç: Yüzde 80

Kollama: Yüzde 85

Cömertlik: Yüzde 90

Evcimenlik: Yüzde 95

Saygı: Yüzde 85

Sevgi: Yüzde 80

Romantizm: Yüzde 90

Düşmedi mi?

Düştü!

Yazının devamı...

Arkana bakarsan...

Geldim yine...

Ve yine yabancılaştım...

Üstelik bu aralar daha sık yabancılaşmaya başladığımı fark ettim; niye ki?

Yakında kendimi de tanıyamayacağım herhalde!

Aa!.. Düşündüm de zaten tanımıyorum! Nasıl yani?

Demek ki, bu konuyu fazla uzatmamam gerekiyor; şimdilik!

Gittim-geldim ya, yabancılaşmam o yüzden...

Yani insan gidiyor; o kadar yeni yer görüyor, yeni insanlar tanıyor, yeni kültürleri öğreniyor, binbir hâle giriyor, sonra hiçbir şey olmamış gibi aynı yere dönüyor.

Herkes aynı.

Her şey aynı.

Sen değişmişsin...

Bir tık da olsa eski hâlinden farkın var.

Tuhaf değil mi?

Yoksa yine ben mi tuhafım?

Ne bileyim, insan başkalarında veya başka şeylerde de bir değişiklik istiyor...

Hırs basmış beni!

Değişiklik hırsı...

Aman neyse, geçer...

Ama geçmeden, tatil dönüşü, arkama baktığımda fark ettiklerimi yazayım.

Tabii ki ve herzaman ki gibi neler yaptığımı değil!

Oralarda yaşananlar oralarda kaldı!

Geriye kalanlara buyrun...



- İnsanın en çirkin hâllerinden biri turist hâli...

- Tatil dönüşü yaşadığın yeri artık özlemiyorsan:

Ya yaşlanıyorsun,

Ya o yer artık eskisi gibi değil...

- Tatile çıkma umudu, tatil dönüşü umutsuzluğundan daha iyi...

- Yabancı ülkeleri sıkı bir belgeselden izleyip mi gitmeli, izlemeden mi? Kitap-film ikilemi...

- Yabancı ülkeleri gezmek-tanımak için hâlâ iyi bir site veya bolg yok.

- Oralarda, “Dünya büyük, sen küçüksen“; az parayla yola çıkmışsın demektir.

- Yok, “Dünya küçük sen büyüksen“; şuursuzsun demektir.

- Döndüğünde kendini yorgun hissediyorsan; o yorgunluğu hep özlersin.

- Döndüğünde dinlenmiş hissediyorsan, kötü bir tatil yapmışsın demektir.

- Yan masada tanışıp arkadaş olduklarınla mail alışverişi yapmanın anlamsızılığını 3. tatilinde anlarsın. Ama yine de yaparsın.

- Garsondan ya da oradan geçen yabancı birinden fotoğrafınızı çektirme ricası gerzekçe midir?

- Kısa tatil sevenler; işleriyle varolanlar... Ya da evliler...

- Uzun tatili sevenler; hayatı arayanlar...

- Dönüş yolunda, perişan bir turistle, iş görüşmesine giden derli toplu yolcunun ortak noktası nedir?

İkisi de birbirine bakar ve bir şeyler söylemek ister.

“Böyle göründüğüme bakma, benim de iyi bir işim var aslında...”

“Keşke ben de böyle olsam...”



Eveeet...

Son tatilci bendim herhalde; geldim tam oldu!

Şimdi biraz da önümüze bakalım.

Gelecek anlamında!

Yazının devamı...

Biz de suçlu muyuz?

“30 yıldır çocuklarımızın ölümüne göz yumuyoruz hep birlikte. Ben kendimi suçlu hissediyorum çok. Öyle ya da böyle bu suç hepimize bulaştı. İnanıyorum ki ölümden başka bir sürü çözüm var. Biz bu çözüm için diretmedikçe bu kan durmayacak. Benim de yediğim lokma boğazımdan geçmiyor, uyku muyku kalmadı.”



Bu sözleri Sezen Aksu, konserinde söylemiş.

“Ben kendimi suçlu hissediyorum. Öyle ya da böyle bu suç hepimize bulaştı...” diyor ya...

Öyle mi gerçekten?

Biz de suçlu muyuz?

Yediğimiz lokma boğazımızdan geçmiyorsa, uyku muyku kalmadıysa...

Ayrıca:

Hiçbir zaman savaş yanlısı olmadıysak...

İntikam duygusuyla hiçbir barışın gerçek barış olmayacağını bilip

Ve bunu her fırsatta hissedip, savunduysak...

Biz de suçlu muyuz?

Yoksa her birimiz aslında bütün bunları yaşamak zorunda kalan kurbanlar mıyız?

Sezen Aksu o konuşmasında galiba bu sorunun cevabını vermiş:

“Bir kere daha söylemek istiyorum. Her şey bizim elimizde. Biz ‘dur’ demeliyiz hep birlikte! Sivil bir kişinin gücü bin iktidarda yok. Buna tüm kalbimle inanıyorum.”

Sezen Aksu bu sözleri, şehitlerimiz için yazdığı ve ilk kez seslendirdiği “Tanrı’nın Gözyaşları“ şarkısını okuduktan sonra söylemiş.

Ben de merak edip şarkıyı dinledim. Önce size sözlerini aktarayım.



Bu korkunç kuraklık

Boynu bükük buğday başakları

Bu çorak toprak, bu susuzluk

Tanrı’nın kuruyan gözyaşları

Bebeler ergen doğuyor

Ninniler kahramanlık masalları

Yaşayanlar bu kanlı haritada

Taşırken iki büklüm onca yası

Bir büyük gözaltı hayatımız

Ölü çocuklar coğrafyasında

Kayıplar destanı hikâyemiz

Melekler anaların dilsiz yasında

Bu bir bataklık

Yutuyor körpe tomurcukları

Dört kitap yazıyor

Eşittir Tanrı’nın çocukları

Her insan meyillidir ihanete, cinayete

Her insan merhametli ve zalimdir

Bir yandan gücün suç ortaklığında

Bir yandan sızlar vicdan,

ilahi bir takiptir



Ağır bir şarkı...

Bir cenaze evindeymişsin gibi...

Gerçi oradayız zaten!

Yazının devamı...

Mor...

Hani böyle isimli romanlar vardır; “Mor” diye...

“Mor” da, mor renkle yazılmış; yaratıcılık orta iki terk düzeyinde!

“Aşkın Rengi Mor” ise, kitabın adı yani, size neyi çağrıştırıyor?

Bende işin içinde bir aldatma aldatılma olduğu hissini uyandırıyor.

Sarı olsa ayrılık, kırmızı olsa tutku, mavi olsa...

Mavi aşk mı olur yahu?

Temiz temiz!

“Koton kokulu aşk“ mesela...

Olur mu?

Olmaz.

Mavi’den olsa olsa yüzeysel arkadaşlık olur!

Kendimi alamıyorum, oysa başka bir şey yazmaya karar vermiştim.

“Aşkın rengi Mor” diye...

Böyle başlık atmışlar.

Bir ankete göre, “Yatak odalarında mor renk hâkim olan ve nevresim kumaşında ipeği tercih eden çiftler en çok seks yapanlar listesinin birinci sırasında yer alıyor“muş.

Duvarları mor veya lila boyalı olan çiftler, haftada ortalama 3,5 kez sevişiyormuş.

Dördüncüsünde yakalanıyor ve yarım kalıyor herhalde! Ondan 3,5...

Zaten duvarları mor, ipek nevresimli evli çift olmaz!

Bu dekor, yeni boşanmış 35 yaş üstü kadının yatak odası dekoru... Ve muhtemelen evli bir adamla birlikte... “Buçuk“ oradan!

Yatak hayatı en tutkulu olanlar arasında kırmızı renkli odaları olanlar 3,2 ortalamayla ikinci, mavi olanlarsa 3,1 ortalamayla üçüncü sırada yer alıyormuş.

Gri renkse 1,8 ortalamayla seksi öldürüyormuş.

Haftada 1,8’e ölü muamelesi yapıyorlarsa, bizimkiler fosil bile olamaz herhalde!

Zaten bizde yatak odaları genellikle pembedir.

Ne demekse!

Bu kadar masum bir rengi yatak odasına uyarlarsan sonun işte böyle olur!

Hayır, ankete inanıp duvarınızı mora, kırmızıya boyayın diye yazacağım ama paranıza yazık!

Ha, mor duvarlar falan onu rahatlatır çünkü şu çağrışımı yapar:

“Ha, bu verecek!” (Kalbini...)

Aşırı makyajlı ve platform ayakkabılı kadın etkisi yapar.

Zaten niyeti ve hâli olan adam, odaya - duvara falan mı bakacak!

Tıpkı o eski fıkradaki gibi...

(Daha önce de yazmıştım ama yeri geldi!)

Hani adam “ekonomik özgürlüğü olan” bir kadınla evlenmiş, kadın daha ilk akşam prensiplerini saymış,

“Bak, ben prensip sahibi bir kadınım; o akşam saçımı sağdan ayırdıysam bana elini bile sürme. Soldan ayırdıysam biraz uğraşman gerekir, yok ortadan ayırdıysam, olabilir!”

Adam gayet sakin cevap vermiş:

“Benim prensiplerim falan yok. Ama o akşam üç kadeh içtiysem, saçına başına bakmam...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.