Şampiy10
Magazin
Gündem

Bridget Jones’un 19’uncu yüzyıl erkek versiyonu

“Neden günlüğümü yayımlamayacakmışım ki? Her tür yayın organında daha evvel adlarını dahi duymadığım insanların hatırlarının basıldığını gördüm; sırf ‘önemli bir adam’ olmadığım için benim günlüğüm neden ilginç olmayacakmış, doğrusu bunu kesinlikle anlamıyorum. Tek pişmanlığım, defter tutmaya gençliğimde başlamamış oluşumdur.”
Kahramanı Charles Pooter’ın bu sözleriyle açılıyor; “Önemsiz Bir Adamın Günlüğü.”
Ama romanın tefrika edildiği 1888-1889 yılları arasında ne televizyon vardı, ne Andy Warhol ne de en trajik, en mahrem hatta utanç verici hikayelerini milyonlara anlatmaktan çekinmeyen yarışmacılar...
Zaten Charles Pooter da üst-orta sınıfı yeren Punch dergisinin burjuva değerlerini eleştirmek için yarattığı bir kahramandı.
En basmakalıp düşüncelere hemen inanan, hayattaki en büyük zevki evinin ufak bahçesi ve gündelik işleri olan, siyasi çalkantılara ilgi göstermeyen, aksine bu tür gelişmelerin kendi huzurunu ve güvenli hayatını bozacağı korkusunu taşıyan, en büyük derdi oğlunu çalıştığı şirkete aldırmak olan bildik, sıradan bu burjuvanın günlüğü bir süre sonra en muhaliflerin bile yapamadığını yaptı. Orta sınıfın değerlerini, sınırlarını ve duyarlılıklarını utanmadan ortaya döktü. Dahası bunun içinde sadece tüccarlar değil orta sınıfa mensup entelektüeller de yer alıyordu. Ama tüm konformistliğine, sıradanlığına, basmakalıp düşüncelerine rağmen romanın sonlarına doğru Charles bize kendini sevdiriyor. Çünkü roman saldırgan bir mizah anlayışına sahip olsa da acımasız değil. Olmasın da çünkü bu işin bir de ekonomi ve siyasi boyutu var ki bunu dikkate aldığımızda Charles Pooter fazlasıyla masum kalacaktır.
Grosmith kardeşlerin, 19’ncu yüzyılın sonlarında pek bir meşhur olan ünlülerin hayat hikayeleri modasıyla alay etmek için kaleme aldıkları bu günlük, Punch dergisinde tefrika edildikten sonra 1892’de kitaplaştırılmıştı. Bu nedenle bu romanda bir dönemin yaşam biçimini, değerlerini de bulacaksınız. Tabii İngiliz mizah anlayışını da...
Ne de olsa söz konusu olan 2002’de kapanana dek editör ve çizerlerinin bir lokantada buluşup yiyip içtikten sonra asıl buluşma amaçlarını hatırlayarak çalıştıkları efsanevi Punch dergisiydi. Öyle ki bu masa hiç değişmemiş ve çizerler bu masaya isimlerini kazımıştı.
Bu imzalardan biri de Prens Charles’a ait. Dahası derginin 150 yıllık tarihinde bu masaya oturan tek kadın da Margaret Thatcher. Ama o bu masada “Önemsiz Bir Adamın Günlüğü” nün yazarları olan Grossmith kardeşlerin imzası yok... Çünkü onlar vakitlerini opera ve komedilerde rol alarak geçirmeyi tercih etmişler.

Yazının devamı...

Hepimiz vatandaşız

Türkiye’nin farklı illerindeki yaklaşık seksen kişiyle görüşülerek hazırlanan kitap, aslında hepimizin ne olduğuna vatandaşlık kavramı üzerinden bakıyor. Çünkü Galatasaray Üniversitesi Öğretim üyesi olan Caymaz’ın kitabı devletle aramızdaki ilişkiyi, etnik kökenin bu yaklaşımdaki payını da içeriyor.
“Vatandaş dendiğinde aklınıza ne geliyor” sorusu ve buna verilen farklı yanıtlar üzerine kurulu kitap. İdeolojiler, yaş ve eğitim seviyesine göre bu soruya verilen yanıtta değişmiş. Ama çoğunlukla bir ödevler bütünü olarak algılanmış vatandaşlık. Mesela ortaokul mezunu, 42 yaşındaki ev hanımı Hayriye Hanım gibi. O vatandaşı “devletin insanı” olarak tanımlıyor ve şöyle devam ediyor: “Vatandaş dendiğinde aklıma ilk oy vermek ve vergimizi ödemek geliyor. Tabii bu vergilerin bize köprü, yol, su olarak geri döndüğünü söyleyemeyeceğim.”
Adıyaman doğumlu Mehmet Bey (42) ise vatandaşlığı doğrudan “sorumluluğu olan bir kimse” olarak tanımlıyor: “Devletini bilen, milletini bilen yani dürüst bir kimsedir.” Vatandaşlığı ödevlerini yapan, çalışkan ve seçkin bir öğrenci gibi algılayan bu yaklaşımın yanı sıra etnik bir kavram olarak da algılayan hiç az değil. “Kendini bildi bileli MHP’li” olarak tanımlayan Halil Bey için ise vatandaşlık “bir toprağa, bir memlekete ait olmak” demek. Diyarbakır’da büyümüş ve halen İstanbul’da yaşayan Erol’a (35) göre ise etnik kökenin vatandaşlık için belirleyici bir özelliği yok: “Ben önce kendimi insan olarak görüyorum. TC doğduğum için kendimi Türk hissediyorum. Bence Türk olmak, Arap olmak önemli değil, milliyetçilik yok benim için. Ama mesela ekonomik yeterlilik bakımından bir Avrupa ülkesi vatandaşı olsaydım (tekerlekli sandalye kullanıyor) daha rahat hissederdim.”
Vatandaşlığın bir görevler bütünü olduğu kadar haklar bütünü olduğunu ise en iyi 45 yaşındaki Arno anlatıyor. Diyor ki, “Ermeni asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Askerliğimi gururla yaptım. İstiklal Marşı çaldığında tüylerim diken diken olur. Ama çok daha geniş haklarım olsun. Otuz sene önce Almanya’ya göç eden bir Türk vatandaşı belediyede, devlet dairesinde çalışabiliyorsa ve ben 2 bin yıldır bu topraklarda ise ‘ben niye çalışmayayım’ diye sorduğum oluyor.”

Yazının devamı...

Tatilde okuyarak dinlenin

Yaratıcı ve keyifli vakit geçirmek için
“Resimde her şey mümkün ve serbesttir, saçmalamak dahil” diyor Sakpınar. Oysa bizim çocukluğumuzda resim dersleri ne kadar sıkıcıydı; herkes aynı resmi, aynı figürü yapar ve kullanılan farklı renklere, yeni desenlere değil de kimin çizimleri daha gerçekçiyse o yüksek not alırdı. Neyse ki günümüz resim eğitiminde bu kalıplar da kırılıyor. Özellikle çocuklar için resim yapmak, bir dizi kurallar bütününden çıkıp yaratıcılığın ve eğlencenin sınırlarının zorlandığı bir alan oldu. Ama öğrenilmesi gereken şeyler de var. İşte Sakpınar’ın kitabı bunu keyifli bir dille ve yöntemle yapıyor. Bu kitapta keçeli kalemleri nasıl kullanacağınız da anlatılmış, kağıttan batik yapmanın yöntemleri, hatta tutkaldan boya yapmanın incelikleri de... Ama yaratıcılık size bırakılmış.

Zamane genç kızları için...
“Yaramaz kızların çağdaş versiyonu” olarak tanımlanan ve genç kadınların severek okuduğu “Dedikoducu Kız” serisi devam ediyor. Önceki maceranın kimseye benzemeyen ve sonradan açılan güzeli Jenny bu kez ana kahramanımız. Jenny’nin hedefi ise bir başkası olmak. Yani herkesin hakkında konuştuğu, o geçerken işte “o kız” diye baktıkları birine dönüşmek. Bu yüzden de kendisini “yeni ve eski Jenny” diye ikiye ayırıyor. Ama onun gibi oda arkadaşlarının da bazı hayalleri var ve dahası bu hayaller hiç de birbiri ile örtüşmüyor. Yani karşımızda bol kahkalı, bol skandallı, bol eğlenceli, sabun köpüğü gibi hafif bir gençlik macerası var.

“Güzel”in iyisini anlamak için...
Çocukların felsefeyle tanışmaları, mantık yürütmeyi öğrenmeleri için hazırlanmış olan on ciltlik serinin bu beşinci kitabı “güzellik ve çirkinlik” kavramlarını ele alıyor. Estetik sektörünün giderek daha da önem kazandığı, güzelliğin hemen her türlü kriterin önüne geçtiği günümüzde çocukların bu kavramlarla doğru bir zemin üzerinden tanışmaları için de iyi bir fırsat. Çünkü kitap masalların, efsanelerin, şarkıların kötüyü çirkin tasvir etmesine rağmen (Pamuk Prenses’teki üvey anne istisnadır) güzellik ve iyiliğin birbirinden ayrı iki değer olduğunun ısrarla altını çiziyor. İyi de yapıyor. Çünkü iyi birini tarif ederken bile “güzel bir insan” deriz. Hem de güzelliğin baskın bir iktidarına rağmen. İşte bu yüzden kitap çocuklara şu soruyu soruyor: “Peki o zaman neden biri nazik bir şey yaptığında onun güzel bir hareket yaptığını söyleriz?”

Klasik bir okum için
“Madame Bovary” ile tananınır Gustave Flaubert ve dünya edebiyatının en önemli yazarlarından kabul edilir. Ölümünden üç yıl önce yayımlanan ve “Saf Bir Yürek”, “Konuksever Aziz Julien Söylencesi” ve “Herodias” adını taşıyan üç öyküden oluşan bu kitabı da onun başyapıtı kadar önemsenir. Çünkü bu kitap Türk edebiyatının usta kalemlerinden Tahsin Yücel’e göre “yazarın tüm çabalarının, yönelimlerinin, özlemlerinin somutlaştığı bir yapıt”tır. Flaubert’i okumuş, beğenmiş okurlar kadar yeni tanışanlar için de “Üç Öykü” iyi bir başlangıç olabilir.







Yazının devamı...

Bülbülü öldürmek

Bu yüzden Hrant Dink cinayeti gerçekleştiğinde akla Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanı geldi. Çünkü bu roman da önceden ilan edilmiş, herkesin bildiği ama kimsenin gerçekleşeceğine inanmadığı bir cinayeti konu alıyordu. Öyle ki romanın katilleri bile cinayeti işleyeceklerine inanmıyordu. Bol bol içmişlerdi ve gördükleri herkese “Onu öldürmeye gidiyoruz” diyorlardı. Çünkü burası küçük bir kasabaydı ve böyle diyerek birilerinin ona haber vereceğini, böylece onun kaçacağını ya da saklanacağını ve cinayetin engelleneceğini sanıyorlardı. Ya da birilerinin “durun yapmayın” diyeceğini... İşte tam da bu yüzden gerçekleşmişti cinayet çünkü herkes “nasılsa biri engeller” diyerek günlük koşturmacasına devam etmişti.
Kabul edelim Hrant’ın cinayeti de az çok böyle oldu. “Neden bana açılan davalar patırtı koparmadı” diye sordu, duymazlıktan geldik. “Bir güvercin kadar ürkek oldum” dedi önemsemedik. Belki de biz de onun gibi düşündük. Dedik ki “Bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” hatta “onlara yem atıp atıp onların yere konup sonra da uçmalarını seyreder.”
Tam da bu zamanda!
Ama dokundular. Hem de yetimhanelerde büyüyen, gündüzleri okuyup geceleri çalışan, Ermeni olduğu için itilip kakılan bir insanın tüm bunlara rağmen iyi bir insan olmak için verdiği mücadeleye bile aldırmadan dokundular. Şimdi herkes Hrant’ın cinayetinin başımıza açacağı belalardan bahsedip duruyor. “Tam da ABD’de soykırım yasası geçecekken oldu” deniyor, neredeyse “keşke bir ay sonra olsaydı” denecek... Evet, bu cinayet başımıza çok bela açacak. Çünkü Hrant’ın cinayeti “Bülbülü Öldürmek”ten farksız. Hayatın ona sunduğu zorluklara rağmen tüm o koşullardan vicdan sahibi bir insan yaradışını “ısrarla şarkı söyleyen bir bülbül”e benzetmemiz gerekmez mi?
Harper Lee’nin ünlü romanını hatırlayalım. Hani sinemaya da uyanrlanmış ve küçük bir kız çocuğunun gözünden bize ırkçılığı anlatmıştı. Beyaz bir kadına tecavüz edilmiş, ırkçı kasaba sakinleri de suçluyu araştırmaya bile gerek duymadan zencilerin arasından seçmişti. Vicdan sahibi bir avukat çıkana kadar. O avukatla kasaba vicdan ve insanlıktan haberdar olmuştu.
Ve o avukat çocuklarına bir tüfek hediye ederken onlara ve insanları siyah-beyaz, şu ya da bu diye ikiye ayıran tüm insanlığa şöyle demişti: “Arka bahçedeki tenekeleri vurmanızı yeğlerim, ama kuşların peşine de düşeceğinizi biliyorum. (...) Ama unutmayın ki bülbülü öldürmek günahtır. Bülbüller yalnızca müzik üretirler. Bizi eğlendirmek için bahçeleri yağmalamazlar, yalnızca şarkı söylerler hem de yüreklerini paralayana dek.” Biz, bir bülbül öldürdük, günahımız büyük!

Yazının devamı...

Kassandra’nın kehaneti

Çünkü Apollon tarafından lanetlenmiştir. Güneş tanrısı ona “geleceği görme ama buna rağmen kimseyi ikna edememe” yeteneği vermiştir. Tıpkı küresel ısınma konusunda bizi her gün bıkmadan usanmadan uyaran bilim adamları gibi. Çünkü küresel ısınmanın doğuracağı senaryolara (sıcaklığın 10,60 ve 100 derece artacağını öngören üç senaryo) rağmen devletler, uluslararası ölçekli şirketler ve tabii bizler tarafından onların sözleri pek de dikkate alınmıyor. Dahası altarnatif enerjiler aramak, onları hayata geçirmek yerine dünya petrol kavgasını sürdürmekte de kararlı.
Yapı Kredi Yayınları’nın Doğan Kardeş dizisinden çıkan “Yeryüzünün Acısı” isimli kitap, bu önemli sorunu çocukların ve yetişkinlerin anlayabilmesi için röportaj tekniği ile kaleme almış. Felsefeci, sosyolog ve çizgi roman yazarı olarak tanınan Frédéric Lenoir’in sorduğu soruları yanıtlayan kişi ise 1966’dan beri Centre National de Recherche Scientifique- CNRS’in (Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi) yöneteciliğini sürdüren Hubert Reeves. Montreal Üniversitesi profesörlerinden olan Reeves’ın kitap boyunca altını çizmeye çalıştığı ise küresel tehlikenin çoktan başladığına inanmamız gerektiği. Bunda da haklı çünkü küresel tehlike ilgili olarak tüm dünya insanlarının beklentisi hep ileriye dönük olmuştur. Kimi okuduğu ya da izlediği bilimkurgu kitabının ya da filminin etkisiyle “Her şey 2060 yılının bilmem ne sabahında başlamıştı” diye bir cümleyle tehlikenin geleceğini sanır kimi de kutsal kitaplardaki kıyamet tarifleriyle. Oysa Reeves’in anlattıklarına kulak verirsek tehlikenin çoktan başladığını görürüz. Çünkü günümüzde her on yılda bir canlı türlerinin yüzde 1-10 kadarı yok oluyor, bu da yaklaşık yılda 27 bin tür demek. Dahası memelilerin yüzde 25’i (bin yüz otuz tür) ve kuş türlerinin yüzde 12’si tehdit altında. 2050 yılına geldiğimizde canlı türlerinin yüzde 30’u da tükenmiş olacak.
Yani pek çok insanın düşündüğü gibi küresel ısınmanın kendisini ya da çocuklarını etkilememesi söz konusu bile değil. Aynı şey buzullar için de geçerli. Herkes dünyanın Kuzey Kutbu buzullarını erimesi ile tehlikeye gireceğini ve bunun da daha uzak bir zaman diliminde gerçekleşeceğini sansa da Reeves, meselenin çok daha yakınımızda olduğunu söylüyor. Çünkü 1960’lardan itibaren dünyadaki karlı alanlar yüzde 10 oranında azalmış durumda. Aşırı soğukların sıklığı yüzde 2 azalırken aşırı sıcakların ne kadar arttığını artık hepimiz biliyoruz. Dahası Kuzey Kutbu’ndaki buzulların yüzde 40 oranında azaldığının da altını çizelim. Bir yıl içinde gerçekleşen su baskınlarının ve kasırgaların sayısına gelince... 1950’den günümüze kadar tam beş katına çıkmış durumda. Dahası artık Kenya’daki fil sürülerinin üzerinde tüm görkemiyle yükselen Kilimanjaro dağlarının ölümsüz karları bile erimeye başladı ve uzmanlar yirmi yıl sonra tamamen yok olabileceğini söylüyorlar... Tabii önlem alınmazsa. Ama kim bilir, belki de lanetlenen Kassandra değil de petrol için birbirini katleden insanoğludur.

Yazının devamı...

Fatih’in resimleri

Deniz Bank Kültür Yayınları’nca yayımlanan kitap, içerdiği gravür, resim, minyatür ve belgelerle de özel bir öneme sahip. Bunlar içinde en ilgi çekici olanı ise Fatih Sultan Mehmet’in henüz küçük bir çocukken defterine yaptığı karalamalar.
Hani, bir insanın hayat hikayesini bazen bir eşyasına, bazen yaşadığı bir olaya, bazen de yeteneklerine bakarak okuyabiliriz ya, işte küçük bir çocukken defterinin bir sayfasına yaptığı karalamalar onun “Doğu’nun ve Batı’nın” hükümdarı olacağının alameti gibiymiş. Sayfanın üst bölümüne imzasını çalışmış yani tuğrasını... Osmanlıca’nın her harfin bir figüre dönüşüveren formunu fark etmiş denemeler bunlar... Sayfanın altına yaptığı karalamalar ise onun ileride Avni mahlasıyla şiir yazacak şair ruhlu bir şehzadenin de ötesinde olduğunu gösteriyor... Çünkü çocuk Fatih, burada da bir at başı, az önce yere inmiş hissi veren leylekler ve bir erkek portresi karalamış... Üstelik tüm bunları Doğu resim sanatına göre değil de Batı resim sanatının kurallarına göre yapmış... Malum, İslam kültüründe perspektif kullanımı özellikle de suret, portre çizimi yoktur, yasaktır. Çünkü bir şeyin en gerçekçi halini çizmek yaratmaya eş koşmak anlamına gelir ki yaratmak Allah’a mahsustur. Bu yüzden minyatür resminde bir ağaç, bir hayvan, bir insanın kendisi değil manâsı resmedilir. Kitapta yer alan bilgiler tabii ki bununla sınırlı değil. İstanbul’un fethinden Yıldırım Beyazıd’ın tahta çıkışına kadar uzanan bir yelpazeyi kapsayan kitaptan anlaşılan şu ki, Fatih hakkında çok da bilgi yok elimizde. Gerek annesinin kimliği, gerekse Batı’yla olan ilişkileri ve en önemlisi düşünce dünyası hakkında boşluklar ve bol miktarda da tartışmalar söz konusu. Mesela eşcinsel olup olmaması gibi. Çünkü Fatih de Avni mahlasıyla divan şiirleri yazmış ve sevgiliye seslenmiştir. “Ama divan şiirinde seslenilen sevgili erkektir. Bu görüşü savununların dayanağı ise onun ‘Galata’yı gören cenneti istemez/ Orada o servi yürüyüşlü sevgiliyi gören/ Serviyi hatırına getirmez./ Orada işveli bir Hıristiyan güzeli gördüm./ Onu gören, Hz. İsa gibi dudaklarının hayat verdiğini anlatır” mealindeki dizeleri olmuştur.
Rumeli Hisarı’nın yapımı sırasında yaşanan bir olay ise Fatih’in kelimelerle arasının sadece şiir yazarken değil politika yaparken de iyi olduğunu gösteriyor: “Hisarın yapılacağı arazi Osmanlılar’a ait olmadığı için II. Mehmed, Bizans İmparatoru’na bir elçi gönderir ve Anadolu’dan Rumeli’ye geçerken güçlük çektiklerini ve aralarındaki dostluğa dayanarak bu hisara karşı çıkmayacağını umduğunu bildirir. İmparator da hisarın yapımını engellemek için arazinin Galata Cenevizlileri’ne ait olduğunu, yapımının aralarını bozacağını söyler. II. Mehmed’in yanıtı hazırdır: “Biz imparatorun hatırını istediğimiz için izin istedik. Bu yer Galatalılar’a ait olduğuna göre onların hatırını sayıp izin istemek gerekmez.”

Yazının devamı...

Llosa tutkunun romanını yazdı

Ama onun bu siyasi vasatlığına kapılıp Can Yayınları’ndan çıkan “Cennet Başka Yerde” romanından uzak durmak büyük kayıp olacaktır. Çünkü bu romanın kahramanları iki tarihi kişilik: Ünlü ressam Paul Gauguin ve hiç tanımadığı anneannesi. Onları aynı romanın kahramanı kılansa aralarındaki kan bağı da değil, tutkularının peşinden gitmeleri ve kendilerine ait bir cennet tarif etmiş olmaları.
Paul Gauguin’in tutkusunu ve hikâyesini az çok biliyoruz. Bu, borsacıyken yani paraya para demezken, mutlu bir aile hayatı varken resim tutkusuna kapılan yaratıcı bir kişiliğin hikayesidir. Saygın bir burjuvadır ama yaratıcılığın bir yan etkisi olarak bohem hayatına tutulup yoksullaşmıştır. Çünkü ona göre resim yapabilmek için bir dizi medeni kuraldan uzaklaşmak gerekmektedir. İşte bunun üzerine de Avrupa’yı terk edip Tahiti’ye yerleşir. Ama “medeniyet” buraya da uzanmıştır, hem de sömürgecilikle. İşte burada Avrupalı aristokratlar tarafından dışlanır, dahası para sıkıntısı ve hastalıklar da peşini bir türlü bırakmaz. Ama yine de ormanın derinliklerinde “medeniyet”ten uzak yerlilerin arasında mutluluk tarifini yapacaktır.

“MADAM ÖFKE”
Gauguin’in anneannesine gelince...
Flora Tristan da tıpkı torunu gibi bir düzen karşıtıdır. Kendisi sosyalist feminizmin kurucularından. Yakınları tarafından “Madam Öfke” olarak anılacak kadar da hayatını kadın ve işçilerin temel hak mücadelesiyle geçirmiştir. Ama ne iyi bir eğitim alabilmiş ne de hayata mutlu bir başlangıç yapabilmiş. On altı yaşında evlendirilmiş, kocasıyla yaşadıklarından ötürü cinselliği erkeklerin kadınlardan intikam almak için kullandıkları bir şiddet olarak görmüş. (Ne tuhaf yıllar sonra torunu da burjuvazinin kurallarından arındırılmış bir cinselliğin peşine düşecektir.) Üçüncü çocuğunu doğurduktan sonra her türlü baskıyı göze alarak evini terk etmiş, geçinmek için hizmetçilik yapmış, sosyalist hareketlere katılmış, eğitimsiz olduğu için de dönemin entelektüellerince küçümsenmiş ama dünya kadın hareketi içinde önemli bir yer edinmiştir. Yani hiç görmese de torunu gibi o da insanoğlu için mutluluğun olduğuna inanmış. İşte “Cennet Başka Yerde” bu iki tarihi kişiliğin mutluluk arayışını konu alan mutlaka okunması gereken bir roman.

Yazının devamı...

Yılbaşı hediyesi için kitap önerileri

Ben bunu “İyi kitap” tanımı için de kullanırım. Ama bu tür kitapları tarif etmek öyle kolay değildir. Çünkü her türe ait olabildikleri gibi yazarlarını da popüler olup olmadıklarına göre de tanımlayamayız. Kimi şöhretlidir, kimini de küçük bir okur kitlesi bilir. Dahası bu tür kitapları, satış rakamları hiç açıklamaz. Ama bu kitaplar okunduğunda da okunurken de bir türlü akıldan çıkmaz. Çünkü bir şekilde hayatınızı etkilemiştir. Belki bir cümlesi, belki bir tasviri, belki bir kahramanı size yaşamınızı sorgulatır ya da hasıraltı ettiğiniz hayallerinizi günışığına çıkarır. İşte bu yüzden sevdiğiniz birine yeni yıl hediyesi olarak kitap almayı düşünüyorsanız, tercihiniz bu yönde olmalı, sabun köpüğü gibi geçici popüler kitaplardan yana değil.

KAFKA’NIN DÖNÜŞÜM’Ü CAMUS’NÜN YABANCI’SI
Mesela Kafka’nın “Dönüşüm”ü, Albert Camus’nün “Yabancı”sı, Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ı, Saramago’nun “Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl”ı, Steinbeck’in “Sardalye Sokağı”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”u, Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sı, Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ”ı veya Patrick Süskind’in “Koku”su gibi... Tabii bunlar sadece benim tercihlerim... Bu yüzden üç yazara; Ahmet Ümit, Buket Uzuner ve Hamdi Koç’a sordum; “Siz olsanız, sevdiğiniz birinin hayatını etkilemek için hangi kitapları hediye ederdiniz” diye.

AHMET ÜMİT’İN SEÇİMİ LERMONTOV OLDU
Ahmet Ümit’in tercihi Lermontov’un “Zamanımızın Bir Kahramanı.” Kahramanı onu derinden etkilemiş. Tabii buna Lermontov’un kendisi de dahil. Çünkü Lermontov bir düello sonucu öldüğünde sadece 27 yaşındaydı, ama Rus edebiyatının önemli isimleri arasına girmişti. “Zamanımızın Bir Kahramanı” da onun en ünlü romanlarındandır. Roman iyi ya da kötü bir şekilde her şeyle yüzleşmeye hazır Paçorin’in hikayesini konu alır ve fonda -Ahmet Ümit’i de bu etkilemiş- “İnsan nasıl olmalıdır” sorusuna yanıt aranır.

BUKET UZUNER’İN TERCİHİ KADINLARDAN YANA
Buket Uzuner’in seçimi ise kadınlardan yana oldu. Bu yüzden Latife Tekin’in yeni romanı “Muinar”a vurgu yapıyor. Ardından da Everest Yayınları’nın “Unutulmayan Kadınlar” dizisinde yer alan biyografileri öneriyor. Anais Nin, Mata Hari, Frida Kahlo gibi tarihe geçen kadınları konu alan biyografiler bunlar. Uzuner neden bu kitapları tavsiye ettiğini şöyle anlatıyor: “Çünkü gençlerin pekçok şeyin tesadüf olmadığını, birçok şeyin başarılması için ne kadar çok uğraşıldığını görmelerini istiyorum.”

HAMDİ KOÇ’TAN İÇİ DIŞI GÜZEL KİTAPLAR
Hamdi Koç’un listesinin başında içi dışı güzel bir kitap var: “Jonathan Strange ve Bay Norrell.” Susanna Clarke’ın kaleme aldığı bu roman, “Yetişkinlerin Harry Potter’ı” olarak anılıyor. Çünkü roman iki büyücünün ilişkisini konu alıyor. Bu kitabı yılbaşı hediyesi olarak eşine alan Hamdi Koç’un diğer tavsiyesi ise Cortazar’ın “Seksek”i. 155 bölümden oluşan ve 56’sının yazar tarafından “okunması zorunlu olmayan bölümler” ilan edildiği bir romandır bu ve adı gibi bir seksek oyunu gibidir. Zaten kahramanı Oliveira da bir yerde hayatın da bir oyun olduğunu söyler.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.