Şampiy10
Magazin
Gündem

Bilimin sahildeki serüveni

Masmavi bir deniz, harika bir kumsal... Dağlar heybetli ve gizemli. Ve de mor. Her türlü hayalinizi de korkunuzu da ona yükleyebilirsiniz. Ben geleceği ve dinginliği yüklüyorum.
Hava sıcak... Dakikalar ilerledikçe daha da artıyor, terlemeye başlıyorum. İster istemez tempom aksıyor, sahile insanlara çevriliyor gözlerim. Suya ilk girenlerin “çok soğuk” çığlıkları, bir süredir suda olanların “ hadi gel ama su çok güzel” iknaları artık kapsama alanımda. Şezlonglara uzanmış yazın ilk güneşine teslim etmişler kendilerini. Çekirdek çitleyenler, buz gibi bir kolanın ya da meyve suyunun serinliğini tadanlar, kaçamak ya da cesurca öpüşenler, laflayanlar... Her kesimden her türlü insan güneşin altında... Ama bakıyorum, bakıyorum kitap okuyan kimseyi göremiyorum. Biraz daha yürüyorum, artık iyice terledim, ileride genç bir kadın şezlonga uzanmış, tek elinde kıvırarak tuttuğu kitaba dalmış... Oh, diyorum neyse ki birileri okuyor... Ama az sonra kadının yanındakine “sorry” demesiyle dağlar bir sis perdesinin ardında kalıyor sanki. Üstelik vıcık vıcık da terledim.
Bakkaldan istenen eşkenar üçgen...
Artık sahilde bir kafede oturmuş, çayımı karıştırıyor, bir yandan da “Niye kimse okumuyor” diye hiddetle söyleniyorum, yanıtını evimin içinden bile iyi bildiğim halde... Bunu fark ettiğimde, yani son derece klişe bir soruyu sorduğumu, iyice hiddetleniyorum. Üç-dört masa ilerimdeki iki gencin konuşmasına kulak misafiri olunca hiddet yerini artık teslimiyete bırakıyor; “Oğlum n’apcan matematiği. Bakkala gidip bana bir eşkenar üçgen mi ver, diyecen!” (Bak sen şu esprinin yüksek IQ’suna!) Neyse ki, az sonra biraz da olsa bir rüzgar çıkıyor, kafenin üstüne serili samanların hışırtısıyla sakinleşiyor, tekrar dağlara, dinginliğe ve geleceğe bakıyorum.
Ama eve dönüp haftalık yazım için geçen haftadan ayırdığım kitabı elime aldığımda bu duygu tekrar masama yerleşiyor. Söz konusu kitap NTV Yayınları’ndan çıkan “Bilimin 400 Yıllık Resimli Serüveni.” Sayıların icadından sicim teorisine bilimdeki gelişmeleri sığ olmayan ve daha da önemlisi sıkıcı olmayan ilginç bilgilerle anlatan küçük resimli bir ansiklopedi bu. Üstelik kitap ilgi alanınıza girsin ya da girmesin size bir şeyler okutmaya kararlı. Öyle ister ilgilen ister ilgilenme, diyen kitaplardan değil. Zorla değil ama güzellikle okutmanın yöntemini keşfetmiş. Mesela sayfa kenarlarında kişiler ya da olaylarla ilgili verilen hap bilgiler artık en umursamaz kişinin bile gözüne bir virgül atacak kadar ilginç bilgiler içeriyor. Mesela İsrail’in Einstein’a başkanlık teklif ettiği ve onun da reddettiği gibi.
Kitap o kadar zekice tasarlanmış ki, matematiğin anlamı üzerine o salak espriyi yapan sahildeki gençliğe bile bilimi sevdirebilir. Ama dediğim gibi Antalya sahilinde, güneşin altında, geniş bir zaman diliminde hiç kimse kitapla ilgilenmiyordu.
Ama insan yine de kendini tutamayıp soruyor; benim de gençliğimde tedavülde olan, bu sığ ve bir o kadar sıkıcı espriyi yapan genç bu kitabı okusa hayata bakışı mesela en basitinden üniversite tercihi değişmez mi?

Yazının devamı...

Gecikme hızımız; 375 yıl!

Bunlar meraklı olduğu kadar tutkulu ve cesur zihinlerin ürünüdür. Galileo Galiei’nin “İki Büyük Dünya Sistemi Üzerine Diyalog” kitabı gibi...
Ben fizikçi değilim, astrofizikçi hiç... 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan bir insan evladı olarak bu kitaptan bahsetmemin nedeni bu yüzden üzerine bir ek yapmak ya da bir yerini düzeltmek olamaz. Naçizane bir kitap tanıtımı benimkisi... Sanırım Avrupa ya da ABD’deki meslektaşlarım bu yazıyı okusalar şaşırıp kalırlar... Tabii “Galileo’nun kitabını 375 yıl sonra tanıtmayı akıl etmiş” diye küçümserler de! Ne yazık ki benim bir kabahatim yok! Kitap Türkiye’de daha yeni basılıyor!
Daha önce Galileo’nun “Diyalog”u adı altında bazı kitaplar elbette yayımlandı... Ama bunlar orijinal metnin “özet”i niteliliğindeydi. Hani, bize yıllarca “homo economus”un müthiş bin anlatısı olan Robinson Cruose’yu bile bir çocuk kitabı diye okutan o korkunç yayıncılık anlayışının ürünü olan kitaplardandı bunlar. Kısaca biz Galieo’nun dünya tarihini kökünden değiştiren hatta dünyayı ters döndüren bu kitabını hiç okumadık, okuma imkanı bulamadık. “Fizik, astronomi bölümlerinde okuyan öğrencilerin kendilerine hangi kitabı kaynak aldıkları” sorusunun yanıtı ise bizi elbette ki “Türk Eğitim Sistemsizliği” diyebileceğimiz o büyük bir kara deliğe sürükleyecektir. Yazık! Zaten İktisat fakültesi mezunu biri olarak söyleyebilirim ki; bizlere de ne “Kapital”i ne de “Milletlerin Zenginliği”ni okuttular.
Tabii şimdi pek çok kişi, “Böylesi bir fizik kitabı çevrilseydi bile biz anlar mıydık?” diye düşünüyor olabilir. Anlardınız, zaten Galielo’nun iddiası da kiliseyi karşısına almasının nedeni de buydu. Çünkü kiliseyi harekete geçiren Galieo’nun dünyanın döndüğünü söylemesi değildi. Bunu daha önceki fizikçiler de söylemişti.
Kilise, Galieo’nun bunu ünlü teleskopu ve yazdığı kitap sayesinde küçük bir elit zümrenin meselesi olmaktan çıkarıp halka ulaştırmasına kızmıştı. Çünkü böylece bir anda halk, evrenin İncil’de anlatıldığı gibi yaratılıp yaratılmadığını tartışmaya başladı. Dahası Galieo, kitabında “dünyanın döndüğünü değil” asıl olarak “o zamana dek dünyanın dönmediğinin ispat edilemediğini ispatlamayı” amaçlamıştı. Ve bunu da yaptı.
Peki, bunun anlamı ne? Şöyle söyleyeyim; bir iddianız mı var, ispatlamanız gerek! İşte bu nedenle bu kitap için bilimin temeli deniyor. Sizce de bu durumda eğitim sistemsizliğimizle bilim arasındaki çok önemli bir kablo kopuk değil mi?
Çok önemli not: Bu kitabı beş senesi vererek çeviren Reşit Aşçıoğlu’na çok teşekkürler. Çünkü bu ülkede böylesi “çılgın” kişilikler olmasa bu tür projeler ne yazık ki hayata geçemiyor. Zira böyle bir kitabı çevirmek için kişinin hayatının bir dönemini sadece o kitaba adaması gerek. Ama yayınevlerinin gücü de bunu finanse edecek düzeyde değil. Bu nedenle iş Aşçıoğlu gibi çılgın çevirmenlere kalıyor! İşte tekrar, Hasan Ali Yücel’i anmakta ve vizyonu geniş bir bakan olarak çevirttiği Batı ve Doğu klasiklerinin önemini hatırlamakta fayda var. Nitekim ilk ve en düzgün özet çeviri de onun sayesinde yayımlanmıştı.
Kitap İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkacak.

Yazının devamı...

TEDA, neyi destekliyor?

Türk Edebiyatı nihayet ihraç edilecek, yabancı bir ülkede kitabevine girdiğimizde Türk edebiyatına rastlayabilecektik. Yöntem de son derece basitti; Kültür Bakanlığı yazarlarımızın kitaplarının farklı ülkelerde ve dillerde yayımlanması için işin ehli yayıncı ve çevirmenlere destek verecekti.
Ama projenin peşinden soru işaretleri de hemen gündeme geldi. İlk tartışma, çevrilecek kitapların seçiminde yaşanmış, hiç kimsenin desteğine ihtiyacı olmayan Orhan Pamuk’un listede olması bu işin pek de profesyonel yürümeyeceği hissini vermişti.
Geçen hafta Erdal Öz’ü anma etkinliğinde sohbet etme fırsatı bulduğum Türkiye Yayıncılar Birliği Yönetim (TYB) Kurulu’ndan Kenan Kocatürk’ün dinleyince bugünkü durumun yanında Orhan Pamuk örneğinin naif kaldığını gördüm. Neden mi? İşte Kocatürk’ün anlattıkları: “TEDA projesinde 43 ülkeden 120’nin üzerinde yayıncının 373 projesi destekleniyor. En büyük destek Almanya’ya verildi. İlk bakışta bunu olumlu bulabilirsiniz. Çünkü 2008 Frankfurt Kitap Fuarı Konuk Ülkesi Türkiye. Yani Alman yayıncıların desteklenmesi, yazarlarımızın eserlerinin Almancaya çevrilmesi, buradaki vitrinlerinde yazarımızın kitaplarının olması için akıllıca bir çaba... Ancak 95 desteğin 7’si hariç, tümü Almanya’da kurulmuş Türk yayıncı şirketlerine verilmiş. Bu şirketlerin Almanya’daki tanınma oranıve okuru etkileme gücü ise çok zayıf. Belirgin bir dağıtım ve satış güçleri de yok. Mesela daha çok Türk çocukları için Türkçe ve Almanca ders kitapları yayımlayan Anadolu Verlag 18 projeyle, şirketin sahibinin yaptığı çevirileri yayınlayan Literaturca Verlag da 7 projeyle destekleniyor. Yine yayınevi sahibi Habip Bektaş’ın ve Yüksel Pazarkaya’nın kitaplarını yayımlamış olan Sardes Verlag da 2007’de 7 projeyle destek buldu. Freie Akademie e.v. isimli dernek de 5 destek aldı. Bu derneğe niye bu kadar destek verilmiş, anlamak mümkün değil. Çünkü web sitesini incelediğimizde bir yayına bile rastlamadık. Ayrıca söylentilere göre bu satırlarda adı geçen bir Türk şirketi o kadar çok destek almış ki, göze batmasın diye adı bu dernek devreye sokulmuş... Yine bir Türk şirketi olan Önel Verlag da 10 projeyle destekleniyor. J&L Dağyeli Verlag ise 2. Yalnızca bir yazarın kitabını yayınlamak için kurulduğu izlenimi veren Talisa Kinderbuch Verlag da 6 projeyle TEDA kapsamında. Web sitesine baktığınızda yayımlanmış herhangi bir kitabı bile olmayan, kurucularının isimlerinden Türk şirketi olduğu anlaşılan Verlag auf dem Ruffel da bir projeyle destekleniyor. Birer proje ile desteklenen Nicolaische Verlagbuchhandlung GmbH ve Fontaene Media şirketleri ile ilgili de herhangi bir bilgiye rastlayamadık. Carl Hanser Verlag iki, Perstel Verlag, Eichborn AG, Edition Orient gibi Almanya’nın en önemli yayınevleri ise birer projeyle listede yer buluyor.”
TYB Yönetim Kurulu’ndan ve projeyi başından beri yakından takip eden Kocatürk’ün açıklamaları oldukça dikkat çekici. Çünkü bunlar doğruysa TEDA’nın amacı Türk edebiyatının tanıtımından çoktan çıkmış. Almanya’nın profesyonel yayınevleri dururken rüştünü ispatlamamış, TEDA öncesinde mi sonrasında mı kurulduğu bilinmeyen yayınevlerinin tercih edilmesi insanı endişelendiriyor. Tabii bu kitapların çevirisi nasıl olacak, yayınevleri böylesi önemli bir proje sonunda basılan kitapların tanıtımını yapabilecek mi, bunlar da ayrı birer soru. Umarım Türk edebiyatı bir tren daha kaçırmıyordur.

Yazının devamı...

Bir kitabın gücü nedir?

“Varoşta Sörf” isimli o muhteşem belgeseli seyrettiğimden beri “küçük şeylerin” büyük gücünü artık daha iyi biliyorum.
Bu Brezilya’nın ünlü varoşlarında geçen bir hikâye... Hani burada doğan hemen herkesin ileride katil, uyuşturucu bağımlısı ya da ceset olmak arasında tercih yaptığı favelada.
Bir milyon insanın kibrit kutusu gibi evlerde ya da sokaklarda yaşadığı ve lüks otellerde kalan turistlerin “Aa, böyle yaşayan bir insan türü varmış” demek için gezdiği o büyük varoşta... Yani “Burası nasıl değişir” diye kafa patlatsanız her yolun çıkmaza vardığı bir gayya kuyusunda geçen bir hikâyeydi bu. Ama her şeyi değiştirenin de bir adam ve sörf tahtasının olduğu.
Adam bu mahallede doğup büyümüş ve şansının yardımıyla farklı bir hayatın olabileceğini görmüş biriydi.
Şimdi bunu buradaki çocuklara anlatmak istiyordu. Bunun için de bir sörf okulu kurmuştu, gerekli malzemeyi ise sahile terk edilen kırık tahtaları onararak temin ediyordu.
İlk başta herkes onun bu çabasına gülüp geçmiş... Ama bir-iki genç dalgaların üzerinde kaymanın zevkine varınca işin rengi bir anda değişmişti.
Evet, sörf onlara iyi iş sunmuyordu ama hayata bakışları değişmişti.
Mesela içlerinden biri “artık buradan çıkmak, okumak, anneme güzel bir ev vermek istiyorum, uyuşturucu kullanmak değil” diyordu.
İşte bu belgeseli seyrettiğimden beri bu tür çabaları daha bir hayranlıkla izler oldum. Tıpkı salı günü bundan iki yıl önce kaybettiğimiz sevgili Erdal abimizi (Öz) anmak için Şile’ye gittiğimizde olduğu gibi...
Can Yayınları, kurucusu olan Erdal Öz adına Şile İlköğretim Okulu’nda bir kütüphane kurmuştu.
Doğanın ortasında şirin mi şirin bir okul burası. Her yer pırıl pırıl.
Öğretmenlerinin mesleklerine olan tutkusu insanı umutlandırıyor. Hele Türkçe öğretmenleri...
22 yaşında. Diyarbakırlı, Adana’da okumuş. Umut denilen şeyin ne olduğunu anlamak ışıl ışıl parlayan gözlerine bakmak yeterli.
Bizi bir rafın önüne götürüyor. Diyor ki, “Bu kitapları depoda buldum. Küflenmişlerdi, tek tek temizledim.” Kitapları görünce yazarlar, yayıncılar...
Hepimiz hazine bulmuşa döndük. Çünkü söz konusu Huxley’den Unomuno’ya, Shakespeare’den Mevlana’ya yani Batı’dan Doğu’ya en önemli klasikleri içeren Hasan Ali Yücel kitaplarıydı.
Hani bir zamanlar Milli Eğitim Bakanlığı’nın Nahit Sırrı Örik’ten Mina Urgan’a ülkenin en iyi çevirmenlerine çevirilerini yaptırıp okullara gönderdiği o muhteşem kitaplardı.
İşte o genç öğretmen o kitapları depodan çıkarmış, temizlemiş ve Can Yayınları’nın yaptırdığı kütüphanenin raflarına dizmişti...
Öğretmenler, okul müdürü, yazarlar, Can Yayınları’nın sahibi Samiye Hanım...
Herkes çok mutluydu. Çünkü şunu çok iyi biliyorduk, o kitaplar bir şeyleri değiştirecekti!
Not: Şile İlçesi Kaymakamı’na, Milli Eğitim Müdürü’ne, Belediye Başkanı’na teşekkür etmek ederim. Kütüphanenin açılışına katıldıkları ve destek verdikleri için. Ama keşke konuşmaları Erdal Öz ile ilgili bir-iki cümle içerseydi. Ne de olsa söz konusu Türkiye’nin en özel yayıncısı ve “Gülünün Solduğu Akşam” kitabının yazarıydı. Üstelik o gün, onun ölüm yıldönümüydü. Biz de bu nedenle oradaydık.

Hatırlamakta fayda var
Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleşen “Cinsiyetçi Olmayan Medya İçin” isimli konferans medya mensuplarının oldukça dikkatini çekti.
Özellikle de kadınların çünkü Yrd. Doç. Dr. Hale Bolak Boratav konuşmasında “Medyada erkekler yaratıcı, üstün, kadınlar ise çocuk şirinliğiyle yansıtılıyor ayrıca genel yayın yönetmenlerinin hepsi erkek” dedi.
Böylece Vivet Kanetti’nin “Koş Süreyya Koş” isimli kitabının tezi bir kez daha doğrulanmış oldu. Hatırlanacağı üzere Kanetti kitabında, kadınların medyada “ciddi” konularda değil de “özel hayatları” ve “life style” meselelerle yer bulabildiğine dikkat çekmişti.

Yazının devamı...

İktidarın tarihçisi; Lord Acton

Cümlelerin altı itinayla çizildi, şifreler birer birer çözülmeye çalışıldı. İlk bakışta tek mesaj var sanıldı ve akabinde de “Kılıç’tan sert çıkış” başlıkları atıldı. Ama metne biraz daha dikkatle bakıldıkça görüldü ki her kesime bir “söz” vardı.
Tüm bu detaylara, analizlere rağmen Kılıç’ın konuşması Lord Acton’nun “iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır” sözü ile akıllarda kaldı. Ne de olsa söz konusu olan, iktidar üzerine söylenmiş en bilinen, vurucu ve özet cümlelerden biriydi. Hatta bu yüzden Kılıç’ın konuşmasında ünlü filozof Kant’a vurgu yapması ya da Melih Cevdet Anday’a yer vermesi pek dikkat çekmedi. (Kılıç’ın düşünce ve ifade özgürlüğünün “içinden düşün” demek olmadığını belirttiği cümlesi pek çok kişi tarafından Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’tan bir alıntı sanıldı. Ancak Selçuk’un bir televizyon programında da belirttiği üzere bu söz Melih Cevdet Anday’a aitti.)
Peki, AKP’nin kapatılıp kapatılmayacağına ilişkin herkesin ipucu aradığı bir metinde bile öne çıkmayı başaran bu cümlenin sahibi kim?
Hemen belirtelim, Lord Acton liberalizmin öncülerindendir, çok ünlüdür ama Türkçeye çevrili tek kitabı yoktur. Fikirlerine sadece Çizgi Kitabevi’nden çıkan, (ne yazık ki baskısı tükendi) “John Locke’den Adam Smith’e, Voltaire’den Lord Acton’a Özgürlük Yazıları” isimli kitapta rastlarız. Bir de orada-burada yapılan alıntılarda... Oysa 1902’de öldüğünde döneminin en ünlü tarihçilerinden, liberallerindendi.
10 Ocak 1834’te doğdu. Katolikti ve bu yüzden Cambridge Üniversitesi’ne giremedi. Münih’te tarih okudu ve sonrasında kendisini “tarihçi” olarak tanımladı. Dinin de siyasetin de bireysel vicdana yönelik tehlikeler barındırdığını düşündüğü için liberalizme yöneldi. Bunu başına geçtiği “Rambler” isimli dergiye de yansıttı. Dergi, “Liberal Katolik” bir çizgi izledi. Vatikan Konseyi’ne de katılan Lord Acton’a göre kilise; bilimsel, tarihi ve felsefi hakikatin takip edilmesini teşvik ederse bireysel özgürlükleri geliştirebilirdi. Yani Acton, dinsel erdemle kişisel özgürlük arasındaki ilişkiyi geliştirmeye çalışmıştı. (Günümüzde de aranan bu mu acaba!) Bu yönde hazırladığı çalışmasını ise hiçbir zaman bitiremedi.
Lord Acton’un Haşim Kılıç’ın metnine de yansıyan “iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır” sözü kadar ünlü ve bu sözü destekleyen bir diğer sözü ise şudur; “Demokrasinin kötü yanı çoğunluğun tiranlığına dönüşmesidir.”
Ah bir vaktim olsa...
Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e tramvay yolunu takip ederek yürüsem... Üniversite yıllarında gittiğim Çorlulu Ali Paşa Medrese’sine gelince dayanamayıp içeri girsem, bir çay söylesem... İsmet Özel’in “Kanla Kirlenmiş Bir Evrak” şiirini yüksek sesle okuyan birileri var mı diye bakınsam, sonra çıksam II. Mahmut Türbesi’nden içeri girsem... Her biri mermerden birer lale gibi duran bu güzel mezarlıkta dolaşsam... II. Abdülhamit’in türbesinin önünden geçip Şeyh Bedrettin’in mezarına gelsem, hemen yanında Ziya Gökalp’in mezarını görmenin şaşkınlığını ve mutluluğunu bir kez daha yaşasam... Sonra doğruca Küçük Ayasofya Camii’nin avlusuna gitsem... Küçük el işi dükkanlarının çevrelediği, birbirinden güzel güllerin, çiçeklerin açtığı bahçedeki sedirlerden birine otursam... Cankurtran durağından hareket edecek treni beklesem. Daha doğrusu trenin yaratacağı sarsıntıyı ve çekip gitme duygusu uyandıran sesini... Sonra Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri” öyküsünü bir kez daha okumam gerektiğine karar versem.


Not alın, unutmayın!
n Dünyaca ünlü İspanyol kübist ressam Joan Miro’nun baskı, resim ve heykellerinden oluşan sergi, bugün, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi“nde açılıyor. Muhakkak gidin!
n ”Çocuklardan Büyüklere Gerçek Masallar“ adını taşıyan ve Organ Nakli Koordinatörleri Derneği’nin gerçekleştirdiği fotoğraf sergisi, Akdeniz Üniversitesi’nden sonra Antalya Migros Alışveriş Merkezi’nde de açıldı. Sergi, 4 Mayıs’a kadar gezilebilir.


Yazının devamı...

Türkleri nasıl bilirsiniz?

Yukarıdaki maddelerin tam tersi olduğu için mi? Ya da ulusalcılar söylemlerinde haklı mı yani her şey bir komplo mu?
İşte İlber Ortaylı’nın son kitabı “Avrupa ve Biz” in önemi bu soruya sakin bir noktadan ve tarihsel süreçle bakıyor olması. Bir kere kitap hiç dallandırıp budaklandırmadan, cennet ve cehennem tasvirlerine girmeden AB’ye girmek istememizin nedenini bir kalemde söylüyor: Pragmatizm. Yani Türkiye’yi hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin AB’yi “sadece iktisadi refah, serbest işgücü dolaşımı konularında ve bir kısım çevrenin de insan hakları konusunda düşündüğünü” söylüyor. Ve hemen ardından da ekliyor; “ama asıl sorunun tartışılmasından herkes kaçınıyor.”
Nedir bu asıl mesele? Yanıtı yine net Ortaylı’nın; kültür. Üstelik Ortaylı sadece bizim Avrupa’yı değil Avrupa’nın da bizi hiç tanımadığının altını çiziyor. Mesela kitapta yer alan ve 18. yüzyıla ait bir Avusturya halk resminde yer alan bilgilerdeki gibi. Bu resim “milletlerin”, halkların imajları veya onlara yönelik önyargıları anlatıyor.
Mesela bu resme göre bir İspanyol’un “Hali tavrı” gururlu, Fransız’ın hoppa, Alman’ın açık kalpli, İngiliz’in kalıbı yerinde, Rus’un hiddetli Türk’ün ise değişken olarak tarif ediliyor. Aynı şekilde İspanyol’un “Zekâsı” akıllı ve zeki, Fransız’ın dikkatli, Alman’ın şakacı, İngiliz’in neşesiz, Rus’un hiç yok, Türk’ün ise üstün zekâlı olarak tarif edilmiş. Yani aşağılama amaçlı yapılmış bir tablo değil bu. Kendini en son zekası ile tanımlayan bir “millet” için ne şaşırtıcı değil mi?
Bitmedi, şimdi sıkı durun! Bu tabloya göre İspanyollar özelliklerini erkekçe, Fransızlar çocukça, Almanlar her yerde, İngilizler kadınsı, Ruslar son derece kaba, Türkler ise şefkatli ve yumuşak kazanıyor. Demek ki kol kırılır yen içinde kalır sözünü iyi düstur edinmişiz!
Savaş yeteneğine gelince... İspanyollar muhteşem, Fransızlar kurnaz, Almanlar yenilmez, İngilizler deniz kahramanı, Ruslar zahmetli, Türkler ise işe yaramaz, tembel kelimeleri ile tarif edilmiş. Bu tabloyu yapanlar gerçekten Türkler hakkında fikir sahibi değilmiş. Çünkü varlığını, kimliğini, devlet düzenini hatta erkekliğini bile askerlik üzerine kuran bir “millet”ten bahsediyoruz.
“Allah inancında” İspanyolların herkesten iyi, Fransızların iyi, Almanların imanı yerinde, İngilizlerin “ay gibi değişir”, Rusların dinden çıkmış olarak tarif edildiği tabloda Türkler içinse Ruslardan hallice der gibi onun gibi bir şey denmiş. Bence hiç Türk görmemişler.
“Vakit geçirme” maddesi çok daha ilginç. Buna göre İspanyollar oyunla, Fransızlar dalavere ile, Almanlar içkiyle, İngilizler çalışarak, Ruslar uyuyarak Türkler ise “hastalanmakla” vakit geçiriyor. Bu bilgiyi nereden buldular, neden ellerinde böyle bir veri var, bir millet neden “hastalanarak vakit geçiriyor” diye tarif edilir... Bilemedim.
İspanyolların file, Fransızların tilkiye, Almanların aslana, İngilizlerin ata, Rusların eşeğe Türklerin ise kediye benzetildiği tablodaki tüm sıfatlara baktığımızda Avrupa’nın bizi tanımadığını söylemekte hiçbir sakınca yok, tabii Ruslara karşı da çok önyargılı olduklarını. Çünkü diğer milletler hakkında kullanılan sıfatlar bugün bile az-çok kullanılan kelimeler.
Ancak bu “birbirini tanımama” durumuna rağmen tabloda öyle madde var ki, inanılır gibi değil. Tam on ikiden vurmuş. Ne mi? Tabii ki bilim maddesi! Tabloda İspanyolların “Bilimi” dini, Fransızların savaş, Almanların laik hukuk, İngilizlerin dünyevi, Rusların ise “Yunanca bilir” diye özetlenmiş. Türklerin ise “ucuz politika!” Her özelliğinizi yanlış gören bir anlayışın bile bunu görmüş olması çok düşündürücü. Demek ki bu huyumuz düşündüğümüzden de belirgin ve kalıcıymış.

AB’ye neden girmek istiyoruz?

n Siyasi partilerin kapatılmasının zorlaşması için.
n Anadilde eğitim için.
n Metroda kitap okuyan memeli türünü görebilmek için.
n Daha çok kazanmak, farklı ülkelerde çalışabilmek için.
n İhtiyaç duyulan fonlar, yardımlar kısaca para için.

Yazının devamı...

Sokrates, Meletos ve Erdoğan

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in Başbakan Erdoğan’ı ünlü Antik Çağ filozofu Sokrates’e, Deniz Baykal’ı da “onu mahkemede dava eden kişi” olarak tanımladığı Meletos’a benzetmesinden bahsediyorum. Ayrıca AKP’lilerin partinin kapatma davasında savunmalarını yine bu filozofun ünlü savunması üzerine kuracaklarını söylemelerinden... Oysa Başbakanın Sokrates’e benzemek isteyeceğini pek de sanmıyorum, neden mi?

İşte 10 maddede bunun izahı.

1AKP, basına yansıyan bilgilere göre savunmasını demokrasi üzerine kuracak. Ancak Sokrates’i fikirleri yüzünden yargılanan günümüz demokratlarından sanmak biraz komik olur. Çünkü o, dönemin demokrasi anlayışının karşısındadır. Şöyle ki Aysun Kayacı’nın infial yaratan sorusuna o hiç tereddüt etmeden “Tabii ki çoban oy vermemeli” diyecekti. Zira o, elitist devlet yönetiminin savunucusu Platon’un da hocasıdır.

2Sokrates felsefesini bilmek üzerine kurar. Ona göre erdemli olmak için önce erdemin ne olduğunu bilmek gerekir. Dahası bir tıp adamı nasıl sağlık konusunda bilgili olmalıysa devlet ya da siyaset konusunda bilgisi olmayan halkın yönetimde söz hakkı olması da doğru değildir. Yani Çelik’in dediği gibi Erdoğan Sokrates’e benzeseydi, AKP’nin yüzde 47 oranındaki oyunu savunma malzemesi olarak kullanması söz konusu bile olamazdı.

3Hüseyin Çelik’in Sokrates’in hak etmediği halde mahkemede yargıladığını söylediği ve Baykal’a benzettiği Meletos’a gelince... Ünlü filozofu 500’ler Meclisi yargılar. Bu meclis 30 yaşını bitirmiş ve halkın bir yıl için kura ile seçtiği 500 yurttaştan oluşur. Meletos işte bunlardan biridir, yani dönemin demokratlarındandır.

4Sokrates bilinen ilk düşünce suçlusudur. Suçunun “Atina’nın tanrılarına inanmaması, gençleri yoldan çıkarması” olduğu yazılır. Bu suçu günümüz Türkiye’sine uyarlarsak bundan AKP’nin de seçmeninin de pek hoşlanacağını sanmıyorum.

5Ayrıca ünlü “Sokrates Savunması”, filozofun “soru-cevap” yöntemi üzerine kuruludur. Yani Sokrates’in sorular sorarak karşısındakine bildiğini sandığı şeyleri aslında bilmediğini fark ettirmesi metodu üzerine. Filozofun yargılanmasının asıl nedeninin de bu olduğu söylenir. Çünkü “düşünce doğuran” dediği bu yöntemle Atina sokaklarında dolaşıp herkese “bu ne, şu ne, sen buyum diyorsun ama o zaman niye böylesin” benzeri sorular sormuş ve sonunda pek çok kişinin kendini aptal gibi hissetmesine neden olmuştur. Yani Sokrates AKP’nin kapatma davasında bulunsaydı Anayasa Mahkemesi’ne yönelttiği sorularla şunu söylemeye çalışacaktı: “Siz aslında bu işten anlamıyorsunuz.”

6Dahası Erdoğan Sokrates’in yerinde olsaydı, mağduriyet politikasını da bir kenara bırakacak ve suçlamalara “Atina uyuşuk bir at, ben de onu canlandırmaya çalışan at sineğiyim” diyerek yanıt verecekti. Tabii Atina yerine Türkiye dediği anda da 301’in kapsamına girecekti! Bu durumda gazeteler de “Anayasa atından da düştü” diye manşet atacaktı!

7Erdoğan Sokrates’e benzeseydi eğer, mahkemede “Ne cezası, bana katkılarımdan ötürü her öğün yemek bile vermelisiniz” diyerek “alaycı” bir üslup kullanacaktı. Ama ardından da tıpkı Sokrates gibi “Madem ceza vereceksiniz o zaman paramla orantılı verin” demek zorunda kalacaktı. Beş parasız Sokrates için bu sözün yanıtı oldukça eğlenceli olabilir. Ama aynı şeyi Başbakan için diyebileceğimizi sanmıyorum.

8Yani Erdoğan Sokrates’e benzeseydi alaycı üslubuyla karşısındakini öfkeden deliye çeviren biri olacaktı “Öfkeyi üslup” edinen değil.

9Tabii bu durumda hem AKP’nin, hem de Erdoğan’ın davayı kaybetmeleri durumunda idama mahkum olduğu halde kaçmayı reddeden Sokrates’in tavrını da göstermesi ve şöyle demesi gerekecekti: “Meşru bir mahkemenin kararına yanlış da olsa uymak gerekir.”

10Bunlar Sokrates hakkında ilk akla gelenler. Eminim ki Milli Eğitim Bakanlığı görevinde bulunan Hüseyin Çelik bunları biliyordu. Ne de olsa “En kötüsü bilmediğini bilmemektir” sözleriyle tarihe geçen Sokrates söz konusuyken...

Yazının devamı...

Murathan Mungan, Aysun Kayacı, Aziz Nesin

Sıkışıp kalmış kadınların hikâyeleri bunlar. Her kentten, her tipten kadını anlatıyor. Daha doğmadan gelenekle, kültürle, dinle inşa edilen hapishanelere yani son zamanların moda söylemiyle mahalle baskısına sıkışıp kalmış ya da bu hapishaneleri yıkıp kendi mahallesini yaratmak isterken yalnızlığa mahkûm olmuş kadınları... Kariyer ve ekonomik özgürlüğün bedelini nasırlaşmış heyecanlar ve tek başınalıkla ödeyen kadınları.
Sahi hangisi daha zordur; size biçilen rolle yaşamak mı, yoksa bunun dışına çıktığınız için kendi mahallenizden kovulmak mı?
Bugünlerde bu soruyla cebelleşenlerden biri de Aysun Kayacı. Eski manken, oyuncu, öğrenci... Ama bunlardan ziyade aptal sarışın iması ile anılan ünlü biri. Bu durumdan bugüne kadar herkes memnundu. O fiziğine ve cinsiyetine düşeni yapıyor, fazla lafa söze karışmıyor, karışsa da komik çamlar devirip “Bak şu sevimli civcive” dedirtiyor, herkes geçinip gidiyordu. Ta ki, “Sarışın da olurum, fikir sahibi de” diyene kadar. Zaten her hafta sözleri ve düşünceleriyle gündem yaratan üç kadınla, saygın bir haber kanalında program yapmıyor muydu? Ki, kadınlardan biri yazar Pınar Kür, diğeri haber koordinatörlüğü yapmış gazeteci Çiğdem Anat ve bir diğeri de “Türk sinemasının tabu yıkan kadın”ı, siyasetçi Ercan Karakaş’la eşi Müjde Ar’ken... Aysun Kayacı onlarla birlikte bir programda yer aldığına göre fikirlerini söylemesinden doğal ne olabilirdi ki? Ayrıca “Dağdaki çobanla benim oyum aynı mı?” sözü Aziz Nesin’in on dört yıl önce söylediği sözünün benzeri değil miydi? Aysun Kayacı’nın bu sözün ardından “Ben vergimi veriyorum” demesinin atlanmasının nedeni de bu değil mi? Hatırlarsak dağdaki çoban ile eğitim düzeyini kıyaslayan Aziz Nesin’di, Kayacı değil. Nesin de sözlerinden ötürü yerden yere vurulmuştu. Ama o “Bu fikirler aydın diktatörlüğü ile yönetilen sosyalist rejimlere özgüdür” mealinde eleştirilmiş, Ufuk Uras da o zaman ortaya çıkıp “Bunlara fikir kırıntısı bile demem” dememişti. (Bu arada büyük umutlarla Meclis’e gönderilen sevgili hocam Ufuk Uras, bu kaosun içinde eleştire eleştire Aysun Kayacı’yı mı buldu?)
Şimdi birileri Aysun Kayacı’nın IQ’sundan, eğitiminden, mankenliğinden dem vurarak “Sen kim, siyaset üzerine kafa yormak kim” yorumlarında bulunuyor. (Galiba onlara göre de mankenler oy kullanmamalı?) Oysa bu ülke beş yıldır, eğitim düzeyine, okuduğu kitaplara bakmadan sırf türbanlı diye birilerinden demokrasi tarifi dinlemiyor mu? Birileri sırf türbanlı diye yazar yapılmıyor mu? Aysun Kayacı’ya kızıyoruz çünkü o oyunu bozdu. Bir kere her kestirme zekalı Türk’ün aklından geçen ama söylemeye cesaret edemediği bir şeyi yüksek sesle söyledi. Ama en önemlisi “genç ve güzel kadın” kontenjanıyla gül gibi yaşamak yerine yanındaki kadınlar gibi var olmak istedi. Aylardır “Üniversiteye gidiyorum” diyerek taşındığını duyurduğu “Gencim, sarışın mankenim” mahallesinden bir anda kovuldu. Tabii o mahallenin sağladığı dokunulmazlığı da geride kaldı. Elbet yeni mahallelerden davetler gelecektir kendisine, geliyor da. Ama ben onu başımızın üstüne kitapları alarak yürümeye davet ediyorum. Çünkü kitaplar, sadece yürüyüşü güzelleştirmez, duruşu da sağlamlaştırır. Zira herkes mahalle baskısı gördüğünü söylese de doğduğu mahallenin dışına çıkan ve kovulan kadınlar bilir ki mahalleler de baskıları da hiç bitmez. Sonunda nüfusu bir kişiden oluşan kendi mahalleni kurmak ve yalnızlığına sığınmak zorunda kalırsın, Murathan Mungan’ın kitabındaki kadınlar gibi.
Not: Ortak akla inanan biri olarak Kayacı’nın sözlerine katılmıyorum. İşaret ettiğine değil de parmağa bakmayı alışkanlık edindiğimiz için açıkça yazmak istedim. Cezmi Ersöz aracılığı ile bir çobanın şiirlerini yayınlamasını sevinçle karşılamıştım. Ayrıca cumhurbaşkanlığa yükselmiş bir çobanımızın varlığını da hatırlatmak isterim ki bu sistemin işlediğini gösterir. Öyle ya bir ülkede çobanlar cumhurbaşkanı olabiliyorsa o ülkede hayal kurulabilir.


Aziz Nesin ne demişti?
“Parlamenterlerin çoğunun demokrasinin ne olduğunu bildiklerini sanmıyorum... Halk kendi lehine çalışacak partiyi seçmekten yoksun... Hakkari’nin dağındaki bir çobanla, İstanbul’daki bir profesör aynı oy verme hakkına sahip. Buna demokrasi diyorlar. Toplumumuzun orta bir kültür düzeyinde olması lazım.”
(Hürriyet Gazetesi, 21 Ekim 1994. s. 23)


Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.