Nihayet postmodern bir iddianamemiz oldu
Hayır, yeni bir delil ya da ek iddianameye ilişkin bilgi beklentisi değil bu. Daha çok bir his...
Mesela, tartışmanın kızışıp sinirlerin iyice gerildiği hatta aynı gazetede yan yana yazanların bile birbirine “Sen de mi” diye baktığı bir anda birinin ayağa fırlayıp; “Yeter artık, herkesin iddianamesi kendine!” diye bağırmaya başlayacağını sanmak gibi...
Olur mu, olur... Belki bağıra çağıra ve bir delilik haliyle değil ama olur. Zira yakında iddianameye ilişkin “Herkesin yorumu kendine” benzerinde yorumlar duyacağımıza eminim.
Aslında şu anki durum da hiç farklı değil. Öyle ya herkesin okuduğu sanki aynı iddianame değil. Adeta herkesin kendine göre bir iddianamesi var. Hayır, bundan kastım sadece karşıt fikirde olanların yorum farkı değil. Aynı fikirde olanların bile iddianamesi farklı... Mesela birileri birden “Oooo, bakın ucu daha nerelere uzanacak” diyebiliyor. Eh, bu durumda da ister istemez diyorsunuz ki; “Demek ki onun kastettiği başka bir iddianame, baksanıza daha tamamlanmamış bir şeyden bahsediyor. Üstelik yazılmaya devam ettiğini de söylüyor, benimse bundan hiç haberim yok.”
Hele iddianamede yer alan ekler... Onların varlığı iddianameye olan yaklaşımı, daha da farklılaştırıyor. İddianamenin alt okumalarından, üst okumalarından yani türevlerinden bahsedilmesi gibi... Yani içerdiği ek metinler arasında geliştirilecek doğru bir okumayla iddianamenin asıl anlamının anlaşılacağına, kendini yeniden üreteceğine ilişkin bir algılayış bu.
İşte tam da bu yüzden “Acaba” diyorum; “Postmodern darbeden sonra postmodern bir iddianamemiz mi oldu? Karşımızda başı-sonu belli olan, klasik bir iddianame yerine kendini okuruna göre yeniden üreten bir postmodern metin mi var?” Üstelik benzerlikleri bunlarla da sınırlı değilken. Neden mi? Çünkü;
1) Bir yapıttan herkes, tek anlam değil de kendisine göre bir anlam çıkarıyorsa,
2) İçerdiği bilgilerle metinler arası yolculuk yapılabiliyorsa,
4) Hatta başka kitaplardan, farklı metinlerden içerdiği bilgiler nedeniyle “Kardeşim şimdi bunun yazarı kim” sorusunu sorduruyorsa,
5) İçinde okuru çileden çıkaracak kadar uzun ansiklopedik bilgiler birer ek bilgi, yan okuma olarak yer alıyorsa... Ve yazar, bunların okuru sıkıp sıkmadığını umursamadan nakarat gibi tekrarlıyorsa,
7) Tüm bunlardan ötürü o metnin alt okumalarından, üst okumalarından, ara okumalarından bahsediliyorsa,
8) Ya da bazı okurlara tam da bu nedenle “Bu metnin hiçbir içeriği, anlamı yok, adam ilginç bulduğu ne kadar bilgi varsa doldurmuş” dedirtiyorsa,
9) Ayrıca metin dominant olmayanların yani ötekilerin, “Siyah”ların tarihinin, gerçekliğinin derdine düştüğü iddiasını taşıyorsa,
10) Ve tam da bu yüzden yani “Beyaz”ların tarihini yazdığını söylediği modern metinlerin yazım kurallarını, dilini, üslubunu terk edip yerine “kurguya ağırlık” veren “esnek bir yazım” kullanmışsa işte o metin postmoderndir.
Not: Postmodern metinler, çelişki gibi görünen öğeleri kendi özellikleri kılmayı başarsa da büyük bir çelişkiyi de barındırabilir; mesela “resmi olmayanın” tarihini yazacağını iddia ederken zamanla kendisi bir iktidara dönüşerek modern tarihe getirdiği eleştirileri içselleştirebilir. Dahası içerdiği yan metinler, sanki bir canlı organizma gibi, kimi zaman yazarının bile kontrol edemeyeceği anlamlar yüklenebilir.
Marquez’in “Sessiz yürüyüş”ü
Güngören’deki saldırı sonrasında Deniz Baykal, İspanya’daki protestoları hatırlatarak “Sessiz yürüyüş” önerdi. Keşke olsa... Çünkü böylesi bir protesto farklı kesimden herkesi bir araya getirebilir. Nitekim G. G. Marquez de ilk protestosunu böyle bir yürüyüşe katılarak gerçekleştirmiş. 7 Mart 1948’de Kolombiya’da düzenlenen ve altmış bin insanın yer aldığı bu yürüyüşü ise şöyle anlatıyor ünlü yazar “Anlatmak İçin Yaşamak”ta: “Her şeyi bastıran bir çığlık vardı: Kesif bir çığlık. Benim politik inancım yoktu, yalnızca sessizliği merak ettiğimden katılmıştım, buna rağmen boğazımda hissettiğim düğüm beni şaşırttı. Tek alkış duyulmadı, tarihe geçecek bir akşamüstüydü...”