İz bırakan bir kitap ve mekan
Bir kitabı “iz bırakır” kılan nedir? Sadece içinde yazanlar mı?
Eğer öyleyse, neden yıllar sonra tekrar okuduğumuz bir romandan aynı tadı almayız? Çünkü değişmişizdir. Ama tek sebep bu mudur? Peki ya, o kitabı bizde unutulmaz kılan o “an”ın önemi yok mudur? Yani ne zaman, nerede, hangi ruh haliyle hatta hangi havada okuduğumuzun... Bence var, hem de fazlasıyla... Nitekim bir kitabı hatırlamak hiçbir zaman içinde yazanla sınırlı kalmaz. Bir süre sonra hafızamızda peş peşe görüntüler açılır. Bunlar o “an”a ilişkindir. O kitabı okurken saçlarımızı okşayıp tülleri havalandıran güzel, ferah bir rüzgârı arzulamamız gibi. Bu yüzden kitap okumak hiçbir zaman sadece okumakla sınırlı kalmaz. Bize iz bırakan bir anı yaşatabilir, yıllar sonra bile hatırlanan. Ne yazık ki, bu büyülü an bir yıldız kayması gibidir, saatlerce gökyüzüne baksanız bile göremeyebileceğiniz...Yılların okumalarıyla nasırlaşıp kimi zaman heyecanımı yitirsem de bu yaz bu okumalardan birini yaşadığım için çok mutluyum.
Her şey Marmaris Bozburun’da başladı. Keyifli, sakin bir pansiyondaydık. İsmi Aphrodite... Sanki ben kitap okuyayım diye yaratılmıştı. Etrafta denizden gelen teknelerin motor seslerinden, onların geçip giderken kabarttığı denizin dalgalarından, usul usul yükselen klasik müziğin sesinden başka ses yoktu. Sadece arada sırada kulaklarıma yine denizin üzerinden Bozburun’dan bir müzik sesi ya da köpek havlaması geliyordu, o kadar. İşte o zaman ister istemez oradaki hayatı merak edip arabayla geçip giderken gördüğüm sokakları hayale dalıyordum. Bu sessizliğin nedeni ise buraya küçük bir patika hariç kara üzerinden ulaşımın olmaması, tekneyle gidilip gelinmesiydi. Ama buna rağmen insanda bir “sıkışıp kalmışlık” duygusu da yaratmıyordu...
Gördüğüm ilk yıldız kayması
Denize pansiyonun hemen önünden girdiğiniz bu yer, istediğiniz zaman istediğiniz sedire çöktüğünüz ya da uzandığınız hamakta kitap okumakla Fatma Hanım’ın birbirinden güzel ve ilginç derecede büyük begonya ve sardunyalarını seyretmek arasında tereddüt ettiğiniz bir yerdi. İskenderunlu Mahmut Bey’in lezzetli elleriyle şenlendirdiği yemekler sabırsızlıkla beklenirken pansiyon sahibi Ramazan Bey’in düzgün Türkçesi ile şekillenen davudi sesinin birbirinden geveze kuşların seslerine karıştığı... (www.hotelaphrodite.net)
İşte burada başladım Julio Llamazares’in “Sarı Yağmur”una. Bu incecik bir roman aslında, 131 sayfa. (“Bitmesin” diye satır satır okuyorum.) Yazarı son dönem İspanyol edebiyatının en gözde yazarlarından biri olarak tarif ediliyor. Nasıl tarif edildiğinin benim içinse önemi yok, isterse en kötüsü densin. Çünkü romana âşık oldum. (Çevirmeni İnci Yankı’yı da teşekkürler, metnin hakkını vermiş.) “Sarı Yağmur” terk edilmiş bir köyde yaşayan Andres’nin ve onun üzerinden köyün hikâyesini anlatıyor...
Ama yazar, Andres’nin ölümle ilişkisini, yalnızlığını, köyün hikâyesini öyle şiirsel bir dille anlatıyor ki “İşte edebiyat” diyorsunuz. Mesela şu bölüm gibi: “Kasım, ölü aylar ve yapraklar kokan solgun nefesiyle çabucak geldi. Günler daha da kısaldı; ateşin yanında geçirilen sonu gelmeyen geceler, bizi adım adım derin bir sıkıntıya, kelimelerin kum tanelerine dönüştüğü ve anıların neredeyse her zaman sessizlik ve gölgelerle örtüldüğü, taşlaşmış, hüzünlü bir aldırmazlığa batırmaya başladı.”
Bozburun’da güneş minik adaların arasından kaybolup denize kızıllık ve sakinlik çökerken elime almıştım bu kitabı... Sahilde şezlonga uzanmış, pansiyonu yavaş yavaş kaplayan yemek kokularına burun kanatlarımı sonuna kadar açmış, denizin tuzundan arınıp akşam yemeği için hazırlanan pansiyon sakinlerinin telaşlı seslerini de kaçırmadan başlamıştım okumaya... Yemekten sonra gece iyice çöktüğünde, tekrar şezlonga uzanmış, kimi zaman denizin karanlığına kimi zaman yıldızlara dalarak pansiyonun ışığında okumaya devam etmiştim. Ve işte o zaman anlamıştım; burada bu kitabı okurken unutulmaz bir an yaşıyordum. Çünkü tam bunları düşünürken bir yıldız kaymıştı ve bu benim gördüğüm ilk yıldız kaymasıydı.