Şampiy10
Magazin
Gündem

Kriz ve ihracat

Milli gelir verilerini incelemeye devam ediyoruz. Son iki yazıda konjonktüre odaklandık. Bir yandan son iki yılda milli gelirin ve bileşenlerinin seyrini saptıyoruz. Aynı anda 2001 krizi ile karşılaştırıyoruz.

Takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş serilerin gösterdiklerini kısaca özetleyelim. Resesyon bir yıl sürüyor. Ekonomi 2008 ilkbaharında (ikinci çeyrek) küçülmeye başlıyor. 2009 kışında (birinci çeyrek) dibe vuruyor. Sonra toparlanıyor.

Resesyon homojen değil, iki farklı dönemi var. İlk yarı çok hafif, ikincisi ise çok ağır geçiyor. Esas küçülme 2008 sonbaharı ve 2009 kışında yaşanan çöküşten kaynaklanıyor. Özel tüketim harcamaları da bu dönemde çöküyor. Nedenleri önemli.

Hangi kriz daha ağırdı? Özel tüketim harcamaları 2001 krizinde hem daha önce ve daha sert daralıyor hem daha geç toparlanıyor. Dolayısı ile 2001-2009 farkını anlamak için milli gelirin diğer kalemlerine bakmak gerekiyor.

Tanımlar

Sıra kriz dönemi mal-hizmet ihracatına geldi. Yöntemle ilgili bir uyarı yapalım. İhracat deyince dış ticaret ve ödemeler dengesi verileri öne çıkıyor. Bunlar fiili dolar cinsinden verilerdir. Parite ve fiyat etkilerini taşır.

Halbuki milli gelir TL ile hesaplanıyor. Büyüme hızı için 1998 fiyatları sabit tutuluyor. O nedenle milli gelir muhasebesinin “mal-hizmet ihracatı” kalemi daha gerçekçi oluyor. Diğer verilerle uyumluluğunu zaten kontrol ediyorum..

Hizmet sözcüğünün altını çizelim. Sayılar turizm, taşımacılık, danışmanlık vs. dışarıya satılan çeşitli hizmetleri de kapsıyor. Cari işlemler dengesinin mal ve hizmet gelirleri bölümüne eşdeğerdir.

Önce takvim ve mevsim etkisini temizliyoruz. Kriz öncesi zirve noktasını 100 alarak bir hacim endeksi oluşturuyoruz. Seriler 2009 krizi için 2008’in ilk çeyreğinde, 2001 krizi için 2000’in son çeyreğinde başlıyor. Kolay okunması için tarih ekseninde sadece son iki yıl yer alıyor.

Küresel resesyonun etkisi

Mal-hizmet ihracatının iki krizde ne kadar farklı davrandığı grafikte çok net şekilde görülüyor. Resesyonun ilk iki çeyreğinde iki eğri adeta aynı gidiyor. İhracat yatay seyrediyor. Ama üçüncü çeyrekten itibaren eğriler ayrışıyor.

2008 sonbaharında ihracat çöküyor (11 puan). Lehman Biraderler’in battığı, dünya ticaretinin durduğu küresel kriz günleridir. İlginç; ihracat sadece o dönemde düşüyor. Sonra yumuşak bir artış başlıyor. Ama kriz öncesi düzeye ulaşamıyor. 6 puan altta bitiriyor.

2001 krizinde de resesyonun üç ve dördüncü çeyreklerinde ihracatta bir daralma var. Fakat ardından güçlü bir toparlanma geliyor. 2002 yazında ihracat kriz öncesinin 6 puan üzerine çıkıyor.

2008 sonbaharındaki çöküş tümü ile küresel krizden kaynaklanıyor. Türkiye’nin yapabileceği bir şey yoktu. 2009’da zayıf artış nasıl açıklanabilir? Hatırlatalım. 2001’de kurun patlaması ihracatı teşvik etti. 2009’da ise TL çok az değer kaybetti. Fevkalade önemlidir.

Pazar günü yatırımlarla devam edeceğim.

Yazının devamı...

Kriz ve özel tüketim

Dün açıklanan mart enflasyonu beklentilerle uyumlu geldi. Bir sürpriz var mı diye verilere göz attım. Özellikle kira kalemini merak ediyordum. Gene gerilemiş ama bir duraklama seziliyor. İlginç olabilir, bakacağız.

Milli gelir analizi devam ediyor. 2009’u anlamaya çalışıyoruz. Önce yıllık verilerde üretim ve harcama kalemlerinin katkısını saptadık. Ardından takvim ve mevsim etkisi düzeltilmiş üçaylık GSYH verileri ile konjonktürü izledik.

Dört çeyrek süren resesyonun ilginç bir özelliği ortaya çıktı. İki farklı konjonktürden oluşuyor. 2008 ilkbahar ve yaz aylarında yumuşak bir daralma var. Buna karşılık 2008 sonbaharında ve 2009 kışında çok sert bir çöküş yaşanıyor.

Neden böyle oluyor? Analizi derinleştirmek için milli gelirin bileşenlerine bakmak gerekiyor. Grafikleri hazırlarken bir taşla iki kuş vurulabildiğini gördüm. Aynı anda 2009’u 2001’le karşılaştırıyorum. Kamuoyunu meşgul eden bir konudur.

Tanımlar

Özel tüketim harcamaları ile başlıyoruz. Nedenini tahmin etmek çok zor değildir. Milli gelirin artması sokaktaki adamı doğrudan ilgilendirmez. Haklıdır. Örneğin stok değişimi ona yansımaz. Vatandaş kendi tüketim düzeyine bakar.

Özel tüketim harcamaları milli gelirin en büyük kalemidir. Türkiye’de payı yüzde 70 civarındadır. Tüketilen mal ve hizmetlerin tümünü kapsar. Sadece konut alımı dışarıda kalır (yatırım harcaması sayılır).

Yöntemi özetleyelim. Üç aylık verilerden takvim ve mevsim etkileri temizleniyor. Milli gelirin kriz öncesi zirvesine tekabül eden 2008 kışı (ilk çeyrek) 100 alınıyor. Son iki yılı kapsayan özel tüketim endeksi bulunuyor.

Sonra aynı işlem 2001 krizi için yapılıyor. Milli gelir serisinden kriz öncesi zirvenin 2000 sonbaharı (dördüncü çeyrek) olduğu görülüyor. Aynı şekilde iki yıllık kriz dönemi özel tüketim endeksi hesaplanıyor.

Sonuçlar aşağıdaki grafiktedir. Okuma kolaylığı amacı ile tarih eksenine sadece son iki yıl kondu. 2001 krizini temsil eden (alttaki) çizgi 2000 sonu-2002 yazı arasını kapsıyor. Zirve ve dip tarihleri ayrıca işaretlendi.

2001 daha derin

Özel tüketimin iki krizdeki farklı davranışı çok nettir. 2009’da, resesyonun ilk iki çeyreğinde özel tüketim sınırlı geriliyor. 2008 sonbahar ve 2009 kışında yaşanan sert düşüşün ardından 2009 ilkbaharında güçlü toparlanma geliyor.

Halbuki 2001’de özel tüketimde büyük düşüş resesyonun başında ortaya çıkıyor. Resesyonun ikinci çeyreğinde (2001 yazı) özel tüketim dibe vuruyor. İki çeyrek yatay gidiyor. Resesyondan çıkışta da özel tüketim yavaş artıyor.

Krizin yol açtığı özel tüketim kaybının hangisinde daha büyük olduğu konusunda bir tereddüt yoktur. Dönemin tümünde 2001 eğrisi 2009 eğrisinin altındadır. 2001 krizi özel tüketimi (vatandaşı) daha fazla vurmuştur.

Farkı ölçelim. Tüketimin kriz öncesi zirvede sabit kalmasına kıyasla 2009’da kayıp 24 puan, 2004’te ise 54 puan çıkıyor. Yani 2001’in tüketim kaybı 2009’un iki buçuk katına yakındır. Devam edeceğim.

Yazının devamı...

Konjonktürün neresindeyiz?

Milli gelir analizine devam ediyoruz. Perşembe günü üretim sektörlerinin (sanayi, inşaat, ticaret, vs.) ve harcama kalemlerinin (özel tüketim, yatırımlar, vs.) yıllık küçülmeye katkılarını gördük. 2009’un farklarını anlamaya çalıştık.

Bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla büyüme hızı önemlidir. Ama konjonktür açısından kısıtlı bilgi taşır. Daha yararlı olan ekonomik faaliyetlerin bir önceki döneme kıyasla nasıl değiştiğidir. Gelişmiş ülkelerde bu yöntem tercih ediliyor.

Ancak, anlamlı olabilmesi için serilerin takvim ve mevsim etkilerinden temizlenmesi gerekir. Yakın geçmişe kadar kendimiz hesaplıyorduk. Şimdi Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) için bunu TÜİK yapıyor. İşimizi kolaylaştırıyor.

Resesyonun resmi

Yöntemi biraz açalım. Milli gelir her gün üretilir. Yani bir akımdır. Bir zaman birimi seçilir. Halen üç aydır. Üretilen mal ve hizmetlerin toplam değeri ölçülür. Bugünün teknikleri ile pekala aylık da olabilir. ABD’de kısmen yapılıyor.

Örneğin bir akarsu düşünelim. Debisi (akan su miktarı) ölçülüyor. Bir yıl içinde nasıl değiştiğini anlamak istiyoruz. Ne yaparız? Önce mevsim (ve takvim) etkisini temizleriz. Sonra birbirini izleyen dönemlerde debiye bakarız.

Grafikte son üç yılda takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş üç aylık milli gelirin seyri görülüyor. Analizin amacı kısa dönem olduğu için 2007’den başladık. Milli gelirin zirve noktasını 100 aldık. Elde edilen hacim endeksi krizin safhalarını iyi yansıtıyor. Resesyonun genel bir resmini veriyor.

2007’de milli gelir artıyor. Ekonomi düzenli şekilde büyüyor. 2008 kışında zirveye ulaşıyor. Ardından inişe geçiyor. 2008’in ilkbahar ve yaz ayında çok yavaş bir gerileme var. Sonbaharda ve 2009 kışında ise çöküyor. Ama ilkbahardan itibaren tekrar toparlanıyor.

Bazı gözlemler

Bir: ekonomide resesyon yada küçülme bir yıl yani dört çeyrek sürüyor. 2008 ilkbaharında küçülme başlıyor. 2009 kışında dibe vuruyor. 2009 ilkbaharında ekonomi tekrar büyüme sürecine geri dönüyor.

İki: Resesyonun ilk iki döneminde ekonomik faaliyetlerdeki gerileme çok yavaş gerçekleşiyor. 2008’in ilkbahar ve yaz aylarında resesyon ılımlı seyrediyor. Nitekim üretim düzeyi bir önceki yılın üstünde gerçekleşiyor.

Üç: 2008 sonbaharında ekonomi adeta bir girdaba giriyor. Milli gelir aniden yüzde 5 düşüyor. Yıllandırılmış küçülme hızı yüzde 20’ye geliyor. Resesyonun nitelik ve nicelik değiştirdiği kritik tarihtir.

Dört: 2009 kışında çöküş devam etmekle kalmıyor, üstelik hızlanıyor. Tek dönemde milli gelir yüzde 7 azalıyor. Yıllandırılmış küçülme hızı yüzde 25 eder. İki çeyrekte birikimli düşüş yüzde 12 oluyor. Beş: 2009 ilkbaharında şaşırtıcı güçte bir toparlanma yaşanıyor. Milli gelir yüzde 6.6 (yıllandırılmış yüzde 30) artıyor. Ancak yılın ikinci yarısında hız kaybediyor. Yıl sonunda 2007 yazı düzeyini yakalıyor ama çöküş öncesine ulaşamıyor.

Bugünlük bu kadar ama devamı geliyor. Bizi izlemeye devam edin...

Yazının devamı...

Asaf Hoca’dan büyüme analizi

İple çektiğimiz gün nihayet geldi. 2009 milli gelir verileri dün sabah TÜİK tarafından açıklandı. Bize iş çıktı. Ayrıntılara inilecek, tablo ve grafikler hazırlanacak, çelişki ve tutarsızlık aranacak vs. vs. Bunlar zaman alıyor. Makroekonomik göstergeler arasında milli gelirin yeri çok özeldir. Çünkü diğerlerine kıyasla çok daha kapsamlıdır. Resmin bütününü en iyi yansıtandır. Bugün ilk değerlendirmeyi yapıyorum. Devam edeceğim...





Tahminlerden iyi çıktı, sapma nereden?

Mİllİ gelir son çeyrekte bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 6 büyüdü, 2009’un tümünde ise yüzde 4.7 küçüldü. Her iki sayı beklentilerden daha olumlu geldi. Hatırlatalım. Piyasa son çeyrek için yüzde 4 ve altı büyüme, yıl için yüzde 5.5 ve üstü küçülme öngörüyordu.

Ben daha iyimserdim. Salı günü son çeyrekte yüzde 4.6 büyüme, yıllık yüzde 5.3 küçülme dedim. Son çeyrekte 1.4 puan, yıllıkta 0.6 puan karamsar kaldım.

Bir itirafım var. Son milli gelir tahminim yılbaşı öncesine gidiyor. Pazartesi son çeyrekte büyümenin düşük kaldığını anladım. Ama yeni bir tahminle uğraşmaya üşendim. İki gün kala değmez dedim. Yanlış oldu.

Sapmanın nesnel nedenleri var. TÜİK’in 2008’de ve 2009’un ilk üç çeyreğinde yaptığı revizyonlar yıllığı etkiledi. Örneğin 2008 büyümesi 0.2 puan aşağı çekildi. Ya stoklar? Yıllığı tutturdum; son çeyrekte 0.5 puan düşük kaldım.





Travmatik 2001 krizi 2009’da yaşanmadı

2009’u 2001’le karşılaştırarak başlayalım. Hangisi daha ağır bir krizdi? Kurdaki dalgalanmalar 2001’de önemli bir toplumsal travma yaratmıştı. 2009’da yaşanmadı. Ama büyümeye etkisinde ilginç farklar göze çarpıyor.

Çeyrek bazında 1998 bazlı milli gelir serisinin en kötü dönemi 2009’un ilk çeyreğidir. Ekonomi dibe yılın ilk, krizin ikinci çeyreğinde vurdu. Milli gelir bir önceki yıla göre yüzde 14.5 küçüldü. Tarihi bir rekordur. 2001’de bir önceki yıla göre en sert çeyrek küçülme yılın son, krizin üçüncü çeyreğinde gerçekleşti: Yüzde 9.8. Talep kasılması daha geç geldi ama 2009 kadar şiddetli olmadı.

Yıllık bazda resim değişiyor. 2001’de milli gelir yüzde 5.7 küçülmüştü. 2009’dan 1 puan daha kötüdür. 1998 bazlı serinin en kötü takvim yılı 2001’dir; rekoru 2009’da kırılamadı. Takvim yılını bırakınca resim gene değişiyor. 2001 krizinde yıllık milli gelir dibi 2002’nin ilk çeyreğinde gördü: yüzde 5.9 küçüldü. Buna karşılık 2009’un üçüncü çeyreğinde yıllık küçülme yüzde 7.8’e ulaştı. Böyle bakınca rekor kesinlikle 2009 krizindedir.





En ağır darbeyi imalat sanayi yedi

2009 yılında üretim sektörleri açısından milli geliri 2008’le karşılaştırarak devam edelim. Temel sektörlerin büyümeye katkısını hesaplayarak sektörlerin nasıl etkilendiklerini saptıyoruz.

Tarımın payı düşük ama 2009’da büyümeye 0.3 puan artı katkı yapıyor. Ekonominin belkemiğini oluşturan imalat sanayi ise krizde en ağır darbeyi yiyor: 1.7 puanla küçülmeye en büyük katkıyı yapıyor. Onu toptan-perakende ticaret (1.4 puan), ulaştırma-haberleşme (1.1 puan) ve inşaat (1 puan) sektörleri izliyor. Dört ana sektörün küçülmeye toplam katkısı 5.1 puan ediyor. Fiili küçülmeden daha büyüktür.

Buna karşılık mali kuruluşlar krizden çok kârlı çıkıyor: 0.9 puan artı. Otel-lokanta sektörü de küçük bir artı (0.1 puan) yapıyor. Geri kalan sektörlerin ve vergilerin küçülmeye katkısı 0.9 puan hesaplanıyor.





Kamu kesimi büyümeyi destekledi

2009’da milli gelirde küçülme üretim yetersizliğinden kaynaklanmadı. Üretilecek mal ve hizmetlere talep yoktu. Yine büyümeye katkı yöntemini kullanıyoruz.

En büyük harcama düşüşü özel kesimdedir. Özel tüketimin 2009’da küçülmeye katkısı 1.6 puan, özel yatırımın 4.4 puan çıkıyor. Toplamı 6 puan eder: Milli gelirdeki küçülmeden 1.3 puan daha yüksektir.

Kamu kesimi büyümeyi destekliyor: 0.7 puan artı. Kamuda artış tüketim ağırlıklı (0.8 puan); kamu yatırımları eksi katkı yapıyor (0.1 puan).

Kamu+özel kesim harcamaları toplam iç talebi oluşturur. 2009’da tüketimin küçülmeye katkısı 0.8 puan, yatırımların katkısı 4.5 puan çıkıyor. Yatırım düşüşü milli gelir küçülmesine adeta eşittir. Önemini uzun süredir anlatmaya çalışıyorum.



Dış talepten büyümeye 2.7 puan artı katkı

DIŞ talebe gelelim. İhracat düşüşü büyümeden 1.4 puan götürüyor, ithalatın çökmesi büyümeye 4.1 puan ekliyor. İç talep düşüşü özellikle ithalatı vuruyor. O sayede dış talep büyümeye 2.7 puan artı katkı yapıyor.

İç ve dış talep toplamı nihai taleptir: küçülmeye katkısı 2.6 puan. Ya gerisi? Sanırım herkes öğrendi; küçülmeye 2.1 puan katkı da stoklardan geliyor. Yani üretim talepten daha fazla düşüyor; aradaki fark stoklardan karşılanıyor.

Başta da söyledim. Devam edeceğim.

Yazının devamı...

Şundan bundan...

Geçen haftanın son üç gününü Türkiye’den ve günlük ekonomiden uzak bir ortamda geçirdim. Gazete okumadım. İnternete girmedim. Piyasalara, yeni yayınlanan verilere bakmadım. Doğrusu hoş bir hava değişimi oldu.

Fırsatı “Fransa’da Türkiye Mevsimi” yarattı. İstanbul Bilgi Üniversitesi ve SciencesPo-CERI’nin Paris’te müştereken düzenlediği “Milliyetçilik ve Küreselleşme arasında Türkiye” konferasına katıldım.

Sunum ve tartışmalar çok ilginçti. Yerli ve yabancı konuşmacılar olaya farklı cephelerden baktı. Benim seansımda ekonomik boyut ele alındı. Konuşmamı yazıya döktükten sonra okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Programın yoğunluğundan Paris’i bile göremedik. Cumartesi günü tartışmalar uzadı. Ucu bana dokunacak eleştirileri kaçırmamak için konferans salonunda kaldım. Pazar günü çıkacak yazımı yollayamadım. Okuyucularımdan özür diliyorum.

Yunanistan’a çifte denetim

Bir süredir herkesi meşgul eden Yunanistan krizinde ilk perde galiba kapandı. Euro Bölgesi’nin Yunanistan’a bir an önce yardım elini uzatması gerektiğini geçen hafta yazmıştım. Nihayet bir paket üzerinde anlaşmaya varıldı.

Ama paketin mürekkebi kurumadan tartışmalar da başladı. Şaşırtıcı değildir. Böyle durumlarda herkesi mutlu etmek çok zordur. Farklı hatta birbirine zıt gerekçelere dayanan eleştiriler mutlaka gelir.

Tartışmalar anlaşmanın iki önemli özelliği üzerinde yoğunlaşıyor. Birincisi, Yunanistan’a doğrudan mali destek yok. Sadece piyasadan borçlanamadığı takdirde kullanabileceği sınırlı bir garanti var. İkincisi, IMF de devreye sokuldu.

Aslında ikisi de aynı anlama geliyor. Amaç Yunanistan’ı eski adetlerinden vazgeçirmek, can acıtan kemer sıkma kararlarına zorlamaktır. Bunu sağlamak için mali piyasalar ve IMF çifte denetim mekanizması olarak kullanılıyor.

Bu koşullar Almanya’nın baştan itibaren takındığı tavrı yansıtıyor. Özellikle Fransa Yunanistan’a daha anlayışlı davranılmasını savunuyordu. Euronun geleceği açısından önemli çıkarsamaları vardır. Ortalık sakinleştikten sonra ayrıca ele alacağım.

2009’da ne kadar küçüldük?

2009 milli gelir verileri yarın sabah TÜİK tarafından açıklanıyor. Türkiye ekonomisinin geçen yıl ne kadar küçüldüğü hakkında çok spekülasyon yapıldı. Yarın bunlar bitiyor. Resim netleşiyor.

Ne bekliyoruz? Bir gün önce tahmin açıklamak akıllı adamın işi değildir. Üstelik son çeyrekle birlikte ilk üç çeyrek verilerinde revizyona gidiliyor. Ciddi farklar ortaya çıkabiliyor. Gene de dayanamadım. Kayda geçirmek istedim.

Son çeyrekte yüzde 4.6 büyüme bekliyorum. Dolayısı ile yıllık küçülmeyi yüzde 5.3 hesaplıyorum. Ancak sonucu büyük ölçüde stok değişimi belirleyecektir. Sürprize müsaittir; öngörülmesi adeta imkânsızdır. Neyse, yarın göreceğiz.

Yazının devamı...

TL’nin reel değeri

Geçen hafta Çin’de ihracat artışına değindim. Yuan’ın değeri üzerine ABD ile bilek güreşine dikkat çektim. Bir okuyucum Pekin’den itiraz etti. Dış ticaret fazlasının küçüldüğünü yazdı. Benzer bir haber dün medyada yer aldı.

İntizamlı küresel düzeltmenin ön koşulu Çin’in ihracatla büyüme modelinden vazgeçmesidir. Malum, şeytan ayrıntıda gizlidir. Hangi ithalat ve nereden artıyor? Dış denge bölgeler arasında nasıl dağılıyor? Sayılara ulaşmaya çalışıyorum.

Euro bölgesi içindeki gerginlik dolara ilgiyi artırıyor. Dün parite 1.34’ü gördü. Euro’nun değer kaybı bölge ülkelerinin lehinedir. ABD’ye karşı rekabet gücü artar. Ama Yunanistan’ın sorunları çare olmaz. Almanya’ya yarar.

ABD’de Keynesçiler tam saha prese geçti. Çünkü muhafazakârlar para ve maliye politikasının sıkılaştırılmasını talep ediyor. Keynesçiler ise ekonomi daha çok güçsüz, sıkılaştırma için erken diyor. Başı Krugman ve Stiglitz çekiyor. Bu kavga kolay bitmez.

“Döviz kuru daha eşittir”

Türkiye’de bütün iktisat tartışmaları döner dolaşır döviz kuruna odaklanır. İlginç olan, vatandaşın da geçmişten kalan güçlü döviz kuru takıntısıdır. Birinci elden biliyorum. Önce döviz kuru tahminini sorar. Gözünde kurun yeri çok farklıdır.

Bir ekonomide milyonlarca mal ve hizmet üretilir. Bir o kadar fiyat oluşur. Ekonominin düzgün işleyişine hepsi katkı yapar. Ama döviz kurunun yeri özeldir. George Orwell’in dili ile, “tüm fiyatlar eşittir ama döviz kuru daha eşittir.”

Kurun kritik işlevi üretken sektörlerin nispi kârlılığını belirlemektir. Ucuz döviz iç piyasa için üretimi, özellikle hizmetleri teşvik eder. Pahalı döviz dış piyasa için üretimi özellikle sanayiyi destekler. Büyüme, istihdam, enflasyon vs. diğer göstergeleri etkiler.

Doğal olarak önemli olan nispi enflasyona göre düzeltilmiş reel döviz kurudur. Merkez Bankası tüketici ve üretici fiyatlarına hesaplayarak Tartılı Efektif Reel Kuru yayınlıyor. ÜFE daha gerçekçi kabul edilir; zaten arada anlamlı bir fark yok.

Aralık 1999’u baz alan reel kur endeksi 2003 sonrası için grafikte izleniyor. Kısa dönemde reel kur dalgalanıyor. Ama uzun dönemde TL ciddi şekilde değer kazanıyor. Dikkat: Kriz bu eğilimi değiştirmiyor. Son üç ayda TL’nin değer artışı hızlanıyor.

Ne yapacağız? TL’nin değerini mali piyasaların keyfine bırakacak mıyız? Yoksa Türkiye’nin uzun dönemli büyüme hedefleri ile uyumlu bir kur düzeyi için müdahale edecek miyiz? Kim ve nasıl müdahale edecek? G. Uras’ın attığı topa giriyorum; devamı gelecek.

Özhan Canaydın

Şimdi Galatasaray Üniversitesi olan Ortaköy’deki eski sarayda 1954’te lisenin yatılı ilkokul ve yetiştirici sınıfları vardı. Sevgili Özhan’la orada tanıştık. Ortaokulu aynı şubede okuduk. Bir ara önlü arkalı oturduk.

Spor kariyerimiz kulübün küçükler takımında beraber başladı. Benimki birkaç ay sürdü. Yeteneksiz bulup attılar. Müziğe geçtim. Özhan başarı ile devam etti. Hayatının önemli bölümünü liseye ve kulübe adadı. En zor günlerde sorumluluk aldı. Büyük hizmetlere imza attı.

Can Yücel İdris Hoca’ya demişti; Özhan da “adam gibi adamdı”. Gerçek bir dostu ve eşi bulunmaz bir beyefendiyi çok erken kaybettik. Özhan’sız pilav, cemiyet, kongre nasıl olabilir? Çok zor. Ailesine ve Galatasaray camiasına sabır dilerim. Allah rahmet eylesin.

Yazının devamı...

Yunanistan’ın açmazı

Küresel mali piyasalar haftaya yüksek volatilite ile başladı. Bana sanki tedirginlik artıyor gibi geliyor. Öyle olmasını istiyor olabilirim. İngilizce “wishful thinking” denir. Malum, bu “balonu” bir türlü içime sindiremedim. Ayrıca öngöremedim.

Kısa dönemde mali piyasaların kendi iç dinamikleri öne çıkar. Yatırımcı psikolojisi, likidite bolluğu ve fiyatı çok önemlidir. Ama uzun dönemi reel ekonominin gerçekleri belirler. İktisatçıların “temeller” dedikleri bunlardır.

Sorun biliniyor. Reel dengesizlikleri düzeltme yolunda iki yıldır adeta hiç adım atılamadı. Daha açık söyleyelim. Krize rağmen dış fazla veren ülkeler politikalarını değiştirmeye yanaşmadı. Beklemeyi tercih ettiler. Çin ve Almanya’nın tavrı tipiktir.

Bu da dış açık veren ülkeleri sıkıştırdı. Düşen özel harcamaların yerine artan kamu harcaması kondu. Kırk katır ve satır misali, ya bugün daha ağır resesyon ya da yarın kamu borcu sorunu! İkincisi tercih edildi. Gün kurtarıldı. Ya yarın? Yoksa geldi mi?

Düzeltmenin tahditleri

Düzeltme çok karmaşık bir süreçtir. Her ekonominin ve toplumun kendine göre özel koşulları vardır. Birbirine tıpatıp benzeyen iki ekonomi yoktur. Dolayısı ile yukarıdaki genel gözlemi somut vakalara uygulamak gerekir.

Birincisi, kamu maliyesinin kriz öncesi durumudur. Krize düşük bütçe açığı ve borç oranı ile giren ülkenin manevra alanı daha büyüktür. Maliye politikasını daha etkin kullanabilir. Aksi halde, çifte düzeltme (dış açık artı kamu borcu) zorunluluğu doğar...

İkincisi kur rejimidir. Küçük ülkeler böyle durumlarda paralarının değer kaybetmesine izin vererek düzeltmenin maliyetini düşürebilir. İç talepteki daralmayı artan ihracat telafi eder. Maliye politikasının üstündeki yük azalır. Kur sabit kalırsa bu yapılamaz.

Üçüncüsü siyasettir. Öyle ya da böyle, düzeltme içeride gelir ve refah kaybına yol açar. Pek çok kesimin, hatta bazen büyük çoğunluğun hayat standardını düşürür. Toplum bu değişime direnir. Tepki güçlendikçe düzeltme zorlaşır.

Emek piyasalarının esnekliği, mali piyasaların derinliği, bankacılık kesiminin sağlığı ve gücü, geçmiş kriz deneyimlerinin canlılığı vs. düzeltme sürecini etkileyen başka koşullar da vardır. Ama ikincildir. Esas olan yukarıdaki üçlüdür.

Yunanistan vakası

Yunanistan’a yukarıdaki çerçeveden bakalım. Krize çok yüksek kamu borç oranı ile yakalandı. Yani hem dış açığını hem bütçe açığını aynı anda, ekonomisi küçülürken düşürmek zorunda. Parasına değer kaybettiremiyor. Yani ihracatla büyüme yolu kapalı.

Salt iktisadi açıdan zaten zor olan bu düzeltmenin güçlü siyasi tahditleri de var. Yunan toplumunun düzeltme için gereken fedakârlığa ikna olmadığı hemen görülüyor. Ayrıca dağılımı konusunda çatışma sürüyor. Toplum önerilen politikalara direniyor.

Neticede tek gerçekçi çözüm kalıyor. Euro bölgesi ülkelerinin Yunanistan’a bu süreçte ciddi şekilde yardım elini uzatmaları gerekiyor. Bir an önce bunu kabullenmelerini temenni ediyorum.

Yazının devamı...

Siz de haklısınız!

Euro bölgesinde gerginlik sürüyor. Sorunlu ülkelerden sadece İrlanda kendini ayrıştırdı. Memur maaşları indirildi. Bütçe açığı denetim altına alındı. Ama Yunanistan kemer sıkmakta çok zorlanıyor.

Bu hafta Almanya’dan ilginç çıkışlar geldi. Para birliğinin gerektirdiği mali disiplini sağlayamayan ülkenin euroyu terketmesine yeşil ışık yakıldı. Yunanistan’ın IMF’e gitmesine de eskisi kadar soğuk bakılmıyor.

Ocak dış ticaret miktar endeksleri TÜİK tarafından açıklandı. Geçen yıla kıyasla ihracatta yüzde 7 gerileme, ithalatta yüzde 16 artış görülüyor. Hayra alamet değildir. Tefsirine girmeden Şubat verilerini görmek istiyorum.

Para Politikası Kurulu gecelik faizi değiştirmedi. Demek ki 2010’un bütçe disiplini para politikasına yansıtılmadı. Açıklanan metin mali piyasaları memnun etti. Öncelik enflasyon beklentilerinin yönetimine veriliyor.

Kabahat kimde?

Dış dengesizliğin temel kuralı ile başlayalım: “Her açığın bir fazlası vardır”. Yani bir ekonominin dış açık vermesi ancak başkalarının aynı miktarda dış fazla vermesi halinde mümkündür. Dış fazla olmadan dış açık, dış açık olmadan dış fazla olamaz.

Bu bir muhasebe özdeşliğidir. Dış dengesizliğin daima iki taraflı olduğunu hatırlatır. Kabahati sadece birine yada öbürüne atma kolaycılığına karşı uyarır. Dengesizliğin içerdiği karşılıklı ilişkileri aramaya yönlendirir.

Konu çok güncel, çünkü bugünlerde euro bölgesinde tam bunun kavgası sürüyor. Bir köşede Almanya var. Son verilere göre, cari işlemler fazlası 185 milyar dolar. Ötekinde euro bölgesinin üç büyük ekonomisi (İspanya, İtalya, Fransa) ve Yunanistan yer alıyor. Dörtlünün toplam dış açığı 240 milyar dolar tutuyor.

İki taraf da birbirini suçluyor. Almanya herkesin ayağını yorganına göre uzatmasını istiyor. “Borç yiyen kesesinden” diyor. Öbürleri Alman ekonomisini kendilerinin ayakta tuttuğunu belirtiyor. “Biz almasak sen de satamazsın” diyor.

Kabahat kimde? Müsrif Yunanistan’da mı? Yoksa tutumlu Almanya’da mı? Nasreddin Hoca’nın hikayesine benziyor. Almanya haklı; diğerleri de haklı. “Hoca, olur mu öyle?” diyorsanız, siz de haklısınız!. Ne yapalım; bizimki böyle bir zenaat...

F klavye iyidir

50 yıl önce Kaliforniya’da lise okurken öğrencilerin on parmak daktilo dersi aldıkları dikkatimi çekti. Bir sömestrede klavyeye bakmadan hızlı yazmak öğreniliyordu. Fikir çok hoşuma gitti.

İktisat Fakültesi’ne girince Sahaflar’da bir daktilo kitabı buldum. Evdeki portatif Doğu Alman daktilosu üzerinde pratiğe başladım. Çabuk ilerledim. Toplasan 40-50 saatlik zahmet karşılığında klavyeye bakmadan hızlı yazmayı öğrendim. Hayatımın en akıllı yatırımıdır.

O dönemde sadece F klavye vardı. Ben de on parmak yazmayı F klavyede öğrendim. Bilgisayar çıkınca korktum ama sorun olmadı. Windows’un bir komutu sizi F klavyeye geçiriyor. Hangi bilgisayar, nerede, hiç önemi yok. Bas komuta, geç F’ye, yaz gitsin...

Bir: Özellikle Türkçe yazarken F klavye büyük kolaylıktır. Tasarımı diğerlerinden üstündür. İki: On parmak daktilo dersi orta eğitimde mutlaka zorunlu olmalıdır. Yeni nesle en azından işe yarar bir şey öğretmiş oluruz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.