Şampiy10
Magazin
Gündem

ABD rest çekiyor

Gelen mesajlardan Çin’le ticaretin yerli paralara dönmesi üstüne yazımın ilgi çektiğini gördüm. Ege Cansen de Hürriyet’te aynı konuyu işledi. Benzer sonuçlara varmış.

Aklın yolu birdir.

Olayın kavranmasını kolaylaştıracak bir örneği atlamışım.

Elimizde tüm ithalatını kendi parası ile yapan bir ülke var: ABD. İstediği gibi basıyor dolarları, alıyor malları, değil mi? Ama artık o hikayenin sonunu da biliyoruz.

ABD’yi mali kriz taşıyan bu mekanizmayı daha önce anlattık.

Çin mal sattı, dolar tahvili aldı. Banka sistemi bu dolarları tüketici kredisine dönüştürdü. Tüketici harcamaları Çin’den ithalata gitti. Vatandaşın borçlanacak hali kalmadığı gün saadet zinciri koptu.

Amerika havlu atınca Çin başka müşteri arayışına geçti.

Anlaşılan aday ülkeler listesine Türkiye eklenmiş. Mantık aynıdır. Al malımı alayım tahvilini; güzel güzel geçinir gideriz... Bu tuzağa düşmemek gerekiyor.

Bas doları kurtul

Bugün niyetim Orta Vadeli Programa bakmaktı. Ama ABD-Çin dengesizliği ile başladık. ABD’nin Türkiye’yi de yakından ilgilendiren iktisat politikaları ile devam edelim. Zaten şu sıralarda küresel gündemin tepesinde onlar var.

Mali kriz sonrasında ABD ekonomisi bir türlü toparlanamıyor. Halbuki olabilecek en gevşek maliye ve para politikaları uygulanıyor. Bütçe açığı rekor üstüne rekor kırıyor. Faiz sıfırlandı. Karşılığı olmayan varlıkların büyük bölümünü Fed satın aldı. Yetmedi.

Krizin zayiatı arasında enflasyon hedeflemesini de sayabiliriz. Tek başına faiz indirimi yetersiz kalınca eski adetler hortladı. Adı şık: Nicel gevşeme (quantitative easing QE). Çalıştır banknot matbaasını, bas basabildiğin kadar para demek.

Neden? Çünkü para politikası ABD’nin iç politika dinamikleri ile uyumlu olmak zorundadır. Yavaş büyüme istihdam yaratmıyor. İşsizlik oranı yüksek düzeyde direniyor. Vatandaşın tedirginliği siyasete yansıyor.

Halbuki iki yılda bir seçim var. Toplum çözüm istiyor.

Siyasetçi Fed’e dönüyor. O da üstüne düşeni yapmaya çalışıyor. Başka türlüsü zaten düşünülemez. Dolar bazlı küresel rezerv para sisteminin en ciddi zafiyeti budur.

Bilek güreşi

Ancak, resmin tümü daha karmaşıktır. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’in parasını düşük değerli tutma kararlılığı farklı bir süreci devreye sokuyor. Rezerv para reformunda yaşanacak sorunlara yeni değindik. Sancılı geçeceğini vurguladık.

Bu gözle bakınca, saldırgan “nicel gevşeme” politikası ABD’nin yeni bir meydan okumasıdır. Öncelikli hedef Çin’dir. Ama geri kalan dünyaya da Amerikan liderliğinin kabul edilmesi için güçlü (ve sert) bir mesaj veriyor.

ABD’nin resti ciddi mi? Yoksa blöf mü? İkisi de olabilir.

Basılan dolarların dünya mali sisteminde istikrarı bozacağı açıktır. Sistemin tıkanması dönüp Amerika’yı da vuracaktır.

Ancak mevcut yapının artık ABD’nin lehine çalışmadığı da ortadadır.

Dünya ekonomisi çok ilginç bir dönemece geldi. Bilek güreşinin sonucu herkesi yakından ilgilendiriyor. Muhtemel senaryolara başka bir yazıda bakacağım.

Yazının devamı...

TL ile dış ticaret

ABD kökenli paradokslara her gün bir yenisi ekleniyor. Geçen hafta işsizlik başvuruları beklenenin kat kat üstünde açıklandı. Ama kötü haber mali piyasaları uçurdu. FED ortalığa para saçmaya devam edecek diye sevindiler. Bu hikâye kötü biter.

Hükümet üç yıllık Orta Vadeli Program (OVP) metnini yayınladı. 2010-2012 hedeflerinde revizyon yapıldı. İlk kez 2013 hedefleri de verildi. Ekonomideki son gelişmeleri yansıtıyor. Büyüme, dış açık ve enflasyon daha yüksek, bütçe açığı ve kamu borcu daha düşük öngörülüyor. OVP’yi önemsediğimi daha önce yazdım.

Ağustos ödemeler dengesi çıktı. Pazar günü Ağustos 2008’in rekoruna ne kadar yaklaşacağını sormuştum. Sadece 70 milyon dolar kalmış. Revizyonlar sonrasında aşması ihtimali yüksektir. Ayrıntılarına bakacağım.

Kliring anlaşmaları

Dış ticareti dolar (yada euro) ile yürütmek zorunlu mu? Neden iki ülke kendi paralarını kullanmasın? Örneğin Rusya’dan ithalata TL ödenir. İhracatta ruble alınır. Aynı şeyi Çin’le (TL ve yuan) yaparız. Yararlı olmaz mı?

Türkiye geçmişte böyle yöntemler uyguladı. 1950’lerde yüksek enflasyona rağmen Menderes hükümeti devalüasyona yanaşmadı. Büyük döviz sıkıntısı oluştu. Sovyet Bloku ile ticaret kliring (clearing) anlaşmalarına bağlandı.

İki ülke de mal alımını kendi parası ile yapıyordu. İthalatçının ödediği yerli para ihracatçıya veriliyordu. Sistem ithalatın ihracata eşit olmasını gerektiriyordu. İki taraf da malını dünya fiyatının üstünde satıyordu. Dostlar alışverişte görsün misali...

Fazla sürmedi. Devalüasyon yapılınca döviz bollaştı. İhracat ve ithalat normal kanallarına geri döndü. Derken Sovyet Bloku piyasa ekonomisine geçti. Türkiye sermaye hareketlerini serbest bıraktı. Konu gündemden düştü.

Fakat son dönemde tekrar canlandı. Küreselleşme, AB ile Gümrük Birliği, konvertibilite vs. yaşanan büyük dönüşümün kliring anlaşmalarını anlamsız hale getirdiği çok açıktır. Gene de, TL ile dış ticaretten yarar bekleniyor.

Sonuç değişmez

Paranın üç işlevi vardır: Ödeme aracı, hesap birimi ve servet tutma aracı. Küresel düzeyde üçüncüsü öne çıkar. Doların gücü sadece hesap birimi ya da ödeme aracı olması değildir. Rezerv para olmasıdır.

Çinli ihracatçının TL kabul ettiğini düşünelim. Kliringle fark hayatidir. İthalatçı cari kurdan dünya fiyatının üstünde TL fiyatı kabul etmez. Çin’e yuanla ihracatta da bu kural geçerlidir. Kliring dışında ilk iki işlev önemsizdir.

Ya rezerv para? Çin’le yıllık dış ticaret açığı 12 milyar dolar bekleniyor. Yani Çin’in elinde bunun karşılığı TL birikecektir: Çin Merkez Bankası döviz rezervlerinde bu kadar TL tutar mı?

Tutmadığı takdirde TL ile dolar (euro, yen vs.) alır. Dış ticaret açığı fiilen dövizle ödenir. Mevcut durumla aynıdır. TL’nin değeri, Çin’le dış açık ya da sanayinin rekabet gücü değişmez.

Ya tutarsa? Çin Başbakanı 5 milyar TL sözü vermiş. TL’yi devlet tahviline yatırır. Şimdi Çin’e ödenen döviz elde kalır. Yani TL biraz daha fazla değer kazanır. Çin’le dış açık daha da büyür.

Böyle biline...

Yazının devamı...

Altına hücum

IMF’in yılda iki kez yayınladığı Küresel Ekonomik Görünüm ve Küresel Mali İstikrar adlı raporlar çıktı. Satır aralarına bakmaya zamanım olmadı. Ne ölçüde yeni bilgi taşıdıklarını bilmiyorum. Varsa mutlaka ayrı bir yazı konusu yaparım.

Medyaya IMF’in büyüme tahminleri yansıdı. Nisan’a kıyasla ABD için daha karamsar, gelişen ülkeler için daha iyimser. Türkiye’de bu yılyüzde 7.8 büyüme öngörüyor. Böylece tahminciler arasında en iyimseri (!) IMF oldu. Pek alışık değiliz.

Ağustos sanayi üretimi şaşırttı. Takvim ve mevsim etkisi temizlendikten sonra az çok yatay seyretmesi bekleniyordu. Güçlü canlanma çıktı. Temmuz’a göre toplam sanayiyüzde 2.7 imalat sanayi yüzde 2.4 arttı. İç piyasaya yönelik üretimden kaynaklanıyor.

Ağustos dış ticaret endeksleri yayınlandı. Miktar endeksiihracattaki durgunluğu yansıtıyor. Eylül’ü de aldıktan sonra ayrıntısına gireceğim. Yarın Ağustos ödemeler dengesi açıklanıyor. Dış açığın2008’in rekoruna ne kadar yaklaştığını göreceğiz.

‘Doların sonu mu?’

14 Haziran 2009 tarihli yazıma bu başlığı koymuştum. Tarih tekerrürden ibaret değildir denir. Uzun dönemde kesin doğrudur. Ama kısa dönemde işler karışır. Aynı filmi defalarca görmek zorunda kalırız.

Onaltı ay önce de piyasaları doların geleceği korkusu sarmıştı. Aniden gözler altına dönmüştü. 1.000 dolar o aralarda telaffuz edildi. Kısa sürede o eşik aşıldı. Yavaş yavaş 1.350 doları gördü. Bugün çok daha yukarılar konuşuluyor.

Altına talep neden artıyor? Yükselen fiyatın takı ve süs amaçlı altın kullanımını teşvik etmediği açıktır. Hatta tersine, küresel konjonktürün de etkisi ile eldeki takıların bozdurulması bile söz konusudur.

Böyle durumlarda akla öncespekülasyon gelir. Spekülatörler neden bugün altın fiyatının yükselmesi üzerine kumar oynuyor? Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Nesnel koşulların o yönde geliştiğini düşünüyorlar.

Geriye varlık talebi, yani büyük yatırımcıların enflasyon korkusu ile portföy değişikliğine gitmeleri kalıyor. Neden? Çünkü Fed önceliği küresel mali istikrar yerine ABD iç politikasına veriyor. Ortalığa dolar saçmaya devam ediyor.
Eski bitti ama...

Bu ise dolar bazlı küresel rezerv para sisteminin zafiyetini iyice gizlenemez hale getiriyor. Bu sistemin 2008 krizine yol açan reel dengesizliklerin nihai sorumlusu olduğu açıktır. Ama yerini neyin alacağı hala belirsizdir. İşte, altın bu boşluğu dolduruyor.

Dünya ödemeler sisteminin bugünkü hali İtalyan marksist düşünür Gramsci’nin tanımına çok iyi uyuyor. Eski bitmiş ama yeni ortaya çıkamıyor. Uzun ve sancılı bir geçiş dönemi,yani büyük çalkantılar kaçınılmaz hale geliyor. Yeniyi yıkım getiriyor.

Bence küresel ödemeler sisteminde reformun “intizamlı” gerçekleşmesi ihtimali sıfırdır. ABD imtiyazını savunur. “Her koyun kendi bacağından asılır” diyen diğerleri bölünmüş ve dağınıktır. Ciddi bir reform projesizaten yoktur.

İki temel soruyu hatırlatalım. Bir: karşılığı olmayan para olur mu? İki: para basmanın devlet tekelinde tutulması gerekiyor mu? Altın sevenlere Paco Ahlgren’in Ölümsüz(Siren yay. 2008) adlı romanını tekrar tavsiye ediyorum.

Yazının devamı...

‘Hollanda hastalığı’

Salı günü Moody’s Türkiye’nin kredi notunda küçük bir artışa gitti. Sadece görünümü durağandan olumluya çevirdi. Ama hâlâ “yatırım yapılabilir” düzeyinin iki kademe altında tutuyor. Olsa olsa bunun bire inmesi ihtimali belirdi.

Türkiye’ye haksızlık yapıldığını, kredi notunun ekonominin gerçeklerini temsil etmediğini düşünen çok sayıda iktisatçı var. Türkiye’nin borcunu geri ödememesi riskinin Yunanistan’dan yüksek (!) görüldüğünü hatırlatalım.

Ama bu bile mali piyasaları uçurmaya yetti. IMKB-100 endeksi 67.000’i devirdi. Dolar 1.42’ye geriledi. Döviz sepeti (0.5 … + 0.5 $) iki yıl sonra tekrar 1.70 TL’nin altına indi. Velhasıl gene kuru tutturamadık; buraları görmeyeceğini yeni söylemiştik.

Çok ilginç buluyorum. IMF yok; Mali Kural yok; faiz arttırımı yok; Merkez Bankası daha fazla döviz alıyor; dış açık patladı; yapısal reformlar durdu; üstelik dokuz ay sonra seçim var... Ama hiç biri TL’nin değer kazanmasını engelleyemiyor.

Bilmece severim

Kamuoyunun bu olayı açıklamakta zorlandığını izliyorum. Olay iktisatçıların kafa karışıklığını da ortaya çıkartıyor. IMF’yi, mali kuralı, faiz arttırımını, yapısal reformaları onlar savunuyor. Neyse ki hükümet direndi. Yoksa dolar herhalde 1 TL’ yi görmüştü.

Bilmeceleri severim. Bilimsel düşünceyi geliştiren mevcut hipotezlerle çelişen olayları açıklama arayışıdır. Çözülen her bilmece bir ezberi bozar. Sonra kendisi ezbere dönüşür. Derken yeni bir bilmece belirir. Böyle devam eder.

Yaz sonunda ekonominin genel bir değerlendirmesini yaparken döviz kuru için “Hollanda sendromuna” atıf yaptım. Sadece değindim, ayrıntısını başka bir yazıya bıraktım. Zamanı geldi. Kavramı açmak istiyorum.

Wikipedia’dan “Hollanda hastalığı” (Dutch disease) ifadesinin ilk kez 1977’de The Economist tarafından kullanıldığını öğrendim. Ekonomi için yararlı bir gelişmenin zararlı sonuçlar vermesi durumunu anlatıyor.

1959’da Hollanda’da büyük doğal gaz rezervleri bulunuyor. İktisat politikası hemen uyum sağlayamıyor. Hollanda Florini değer kazanıyor. Sanayi rekabet gücünü kaybediyor. Kaçınılmaz olarak küçülüyor. Yani ucuz yerli enerji sanayi için bir lanete dönüşüyor.

Başarının bedeli

2000 sonrasında Türkiye’de zengin doğal kaynak yatakları keşfedilmediğini biliyoruz. Demek olumlu başka şeyler oldu. Ama ezberler yeni durumun kavranmasına izin vermedi. Dolayısı ile iktisat politikası gerekli uyumu sağlayamadı.

Zengin doğal kaynak yataklarına eşdeğer olumlu gelişme nedir? Hiç tereddütsüz, geçmiş dönemin mali savurganlığına yerini mali disiplinin tesisidir. Yapısal reformlar da eklenebilir. Ama işin özü rekor faiz-dışı fazla ve kamu borcunda sağladığı düşüştür.

Fakat yeni gerçekle uyumlu para politik asına bir türlü geçilemiyor. Faizler maliye politikasına kıyasla yüksek tutuluyor. Halbuki küresel piyasalar mali disiplindeki değişimi yakalıyor. Gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Sermaye akıyor, TL düşüyor.

Olay bundan ibarettir. Mali disiplini sağlamaktaki başarının bedeli sanayi kesimine çıkmıştır. Sorumlusu da bellidir. Yıllardır yazıyorum. 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarıdır. Dün öyle idi, bugün de öyledir. Gerisi hikayedir.

Yazının devamı...

Eylül enflasyonu

Veriler dün TÜİK tarafından yayınlandı. Merkez Bankası daha önce gıda fiyatları konusunda uyarmıştı. Tüketici fiyat artışı için piyasanın ortalama tahmini yüzde 0.8’di. Ben de öyle bekliyordum. Yüzde 1 diyenler vardı. Ama daha yüksek çıktı.

Kısaca özetleyelim. Eylül’de tüketici fiyatları (TÜFE) yüzde 1.2 arttı. Geçen yılın yüzde 0.4 artışının üç katıdır. Dolayısı ile yıllık enflasyon 1 puana yakın artışla yüzde 9.2’ye yükseldi. Gazete manşetlerine “şok” sözcüğü ile yansıması normaldir.

Üretici fiyatları (ÜFE) biraz daha ılımlı geldi. Eylül artışı yüzde 0.5’te kaldı. Geçen yılın 0.1 puan altındadır. Bu nedenle yıllık ÜFE aynı oranda düşerek yüzde 8.9 ’a geriledi. Yani TÜFE’nin altına indi.

Ne var ki, mali piyasalar yüksek TÜFE’ye tepki göstermedi. Borsada ve dövizde olumlu hava devam etti. Enflasyon dinamiklerine gerçekçi bakışın artık yerleştiğine işarettir. Olumlu bir gelişmedir.

Ölçme sorunları

2010’da enflasyonun seyri özel bir önem kazandı. Çünkü yılbaşında tüketici fiyatları aniden hızla artmaya başladı. Çift haneye tırmandı. Ekonomik canlanma ile birleşince mali piyasaların enflasyon korkusu depreşti. Yıl içinde faiz artırımı beklentileri pekişti. Konuyu başından itibaren yakından izliyoruz. Merkez Bankası artışın geçici ve arz kökenli olduğunu vurguladı. Ben de bu görüşü savundum. Talep kökenli bir enflasyon baskısından söz edilemeyeceğini söyledim.

Gıda fiyatlarına özellikle dikkat çektim. Uzun dönemli eğilimde 2007 yazında bir yukarı sapma belirdi. Önce geçici zannedildi. Ama giderek gıda nispi fiyatlarının kalıcı şekilde yükseldiği ortaya çıktı. Önemli ölçme sorunları gündeme geldi.

Gıda harcamaları tüketici sepetinin en büyük kalemidir. Gıda nispi fiyatlarında artış tarım-dışı kesimin reel gelirini düşürür. Nitekim TÜFE’nin bir işlevi hayat pahalılığını ölçmektir. Bu anlamda enflasyonun yükseldiği kesindir.

Halbuki para politikası açısından önemli olan ekonominin toplam arz-talep dengesidir. Nispi fiyat değişimine değil, fiyatlama davranışlarına bakmak gerekir. Dolayısı ile diğer fiyatların seyri öne çıkar. Bu anlamda enflasyon hedefin altında kalıyor.

Üç farklı enflasyon

Toplam talebin enflasyona etkisini daha iyi ölçmek için çekirdek enflasyon kavramı kullanılıyor. TÜİK bu amaçla Özel Kapsamlı TÜFE Göstergeleri (ÖKTG) hesaplıyor. Bunlardan biri (ÖKTG-I ) tercih ediliyor. Ben kira kalemini önemsiyorum.

Aşağıdaki grafikte Ocak 2009’dan bu yana üç farklı enflasyon ölçüsü izleniyor. Dikey eşiği bilerek yüzde 5’te kestim. Türkiye için uzun dönemde makul bir enflasyon hedefidir. Kirayı çubuklar gösteriyor. Üstteki çizgi gıda enflasyonudur.

Yıllık çekirdek enflasyon krizde yüzde 8’den yüzde 3’e iniyor. İlkbaharda yüzde 5.6’ya çıkıp sonra başını aşağı çeviriyor. Eylül’de yüzde 3.7’ye düşüyor. Kira artışı ise sürekli yavaşlıyor: Yüzde 11.5’ten yüzde 4.1’e. Halen ikisi de eşiğin (yüzde 5) altında.

Halbuki yıllık gıda enflasyonu hem eşiğin üstünde kalıyor hem çok dalgalanıyor. Şubat 2010’da yüzde 15.6’ya sıçrıyor. Temmuzda yüzde 5.6’ya iniyor. Eylül’de ise yüzde 16.2 ile son yedi yılın rekorunu kırıyor. Yeni bir düşüş dalgası şaşırtmayacaktır.

Yazının devamı...

Ağustos dış ticareti

İspanya’nın kredi notu Moody’s tarafından indirildi. Bu tür olaylar mali piyasaları tedirgin eder. Başka ekonomilerde de sermaye çıkışı yaşanır. Eskiden bize de yansırdı. Bu kez IMF’siz ve mali kuralsız olmamıza rağmen döviz düştü. Ne oluyor?

TL’nin hızla değer kazanması döviz cephesine hareket getirdi. Merkez Bankasından iki yeni hamle geldi. Bir: Döviz mevduat hesaplarına ödediği faizlerde büyük indirime gitti. “Paranızı çekin” diyor. Tarihi kamburun tasfiyesi olumludur. Kuru etkilemez.

İki: İhale ile aldığı döviz miktarını gereğinde hızla arttırmaya olanak tanıyan bir mekanizma kurdu. Teknik ayrıntılarına gerek görmüyorum. Neticede daha çok döviz almanın altyapısı hazırlandı. Kura yararı olur mu? Göreceğiz.

Döviz kuru giderek her yerde sorun olmaya başladı: Moda tabirle “küresel kur savaşları”. Küresel düzeltmedeki gecikmenin ve rezerv para sistemindeki zafiyetlerin kaçınılmaz sonucudur. Altın aynı sürecin parçasıdır. Çok önceden uyarmıştık.

İç talep yavaşlıyor mu?

Ağustos dış ticareti TÜİK tarafından yayınlandı. Konjonktürün öncü göstergeleri arasında ilk yayınlanan dış ticarettir. Türkiye İhracatçılar Birliği her ayın sonunda ihracatı açıklıyor. Ama ithalat için bir ay beklemek gerekiyor.

Ağustos dış ticaret açığının yüksek çıkacağı konusunda bir tereddüt yoktu. Dış ticaretin gidişatı zaten biliniyor. Son aylarda ithalat artışı net şekilde ihracat artışının üzerinde seyrediyor. Bu eğimilin değişmesi için bir neden gözükmüyor.

Ancak, ithalat artışın alacağı somut değer gene de merak ediliyordu. Çünkü üçüncü çeyrekte iç talepte bazı duraklama işaretleri belirdi. O nedenle Ağustos’ta ithalat artış hızı önem kazandı.

TÜİK hâlâ dış ticarette takvim ve mevsim etkisi düzeltmiyor. Kendim hesaplıyorum. Parite etkisini temizlemek için yarım dolar yarım euro döviz sepeti bazında bir önceki aya göre değişimi buluyorum.
Temmuz’dan Ağustos’a ihracat yüzde 0.9 ithalat yüzde 0.6 geriliyor. Tek gözlem yanıltabilir. Örneğin Ramazan etkisi olabilir. Ben de üç aylık ortalamaya döndüm. İthalat artış hızında belirgin düşüş var. İç talep artışının yavaşladığı tezi ile tutarlıdır.

Rekora az kaldı

Verileri kısaca hatırlatalım. Ağustos’ta geçen yıla kıyasla ihracatta yüzde 9, ithalatta yüzde 21 artış gerçekleşiyor. Dolayısı ile ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 61’den yüzde 54’e geriliyor. Aylık dış ticaret açığı 6.9 milyar dolara tırmanıyor.

Türkiye tarihinin en büyük dış ticaret açığını Ağustos 2008’de gördü: 8.2 milyar dolar. İkinci ve üçüncü aynı yılın Temmuz (8 milyar) ve Haziran (7.7 milyar) aylarıdır. Petrol ve hammadde fiyatlarının zirveye tırmandığı günlerdir.

Sanırım tahmin ettiniz. Bu yıl Ağustos ayları içinde ikinci , tüm zamanların ise dördüncü en yüksek dış ticaret açığı gerçekleşmiştir. Yıllık tempoda 70 milyar dolar ediyor. Bu düzeye sadece 2008 yazında ulaşmıştı.
Son olarak Ağustos’ta doların ortalama 1.51 TL (euro = 1.95 TL) olduğunu hatırlatalım. Son dönemde para politikasında birbiri ardına yapılan değişiklikleri ve alınan önlemleri bu bağlamda okumak gerekiyor.

Yazının devamı...

Para politikası ne oldu?

Fed başkanı Bernanke’nin piyasalara likidite pompalamayı sürdüreceği müjdesi borsaları çok sevindirdi. Yeni bir yükseliş dönemi başladı. New York’ta Dow Jones 11.000’e iyice yaklaştı. Avrupa borsaları da tırmanıyor. İMKB rekor üstüne rekor kırıyor.

Fed’in tavrı diğer mali piyasaları da etkiledi. Kısa süre önce dağılacağı söylenen euro, dolara karşı tekrar güçleniyor. Son baktığımda parite 1.37 civarına gelmişti. Bekleneceği gibi, tahminler hemen ters yüz edildi. Şimdi 1.40 ve üstü deniyor.

Altın fiyatını ise kimse tutamıyor. 1.300 dolar eşiğini kolayca aştı. Kararlı ve istikrarlı şekilde yükseliyor. Nereye gider? 2.000 doları mümkün görenler var. Fevkalade önemli bir konudur. Ayrı bir yazı konusu yapacağım.
Bol küresel likidite perspektifi TL’ye de yansıdı. Dün euro 1.98 TL’de kalırken dolar 1.45 TL’ye geriledi. Yani sepet bazında TL değer kazandı. Kimsenin gözü dış açık falan görmüyor. Bugün Ağustos dış ticareti yayınlanıyor; rekor açık çok muhtemeldir.

Rivayet muhtelif

Türkiye’de de para politikası giderek daha fazla ilgi odağı oluyor. Olumlu bir gelişmedir. Para otoritesinin bağımsızlığı sorumsuzluk anlamına gelmez. Tersine, atılan her adımın, alınan her kararın kamuoyu tarafından yakından denetlenmesini gerektirir.

Ne var ki, para politikası konusunda kafa karışıklığının çok yaygın olduğunu görüyoruz. Olağan karşılamak gerekiyor. Geçmişte Merkez Bankası banknot matbaası ile özdeşti. Kamuoyunun bugünkü anlamı ile para politikası ile tanışıklığı çok yenidir.

Para politikası kararlarına farklı hatta zıt tefsirler gelmesi Türkiye’ye özgü değildir. Gelişmiş ülkelerde de benzer sorunlar ortaya çıkar. Yanlış anlamalar olur. Haksız eleştiriler yapılır. Eskiler “rivayet muhtelif” der. İletişim sorunları işin cilvesi sayılır.

Geri planda para politikasının yönünü saptamakta karşılaşılan nesnel zorluklar yatar. Para politikası yapan kadar anlamaya çalışan için de zordur. Kritik soru her karardan sonra gündemi işgal eder. Para politikası gevşiyor mu? Yoksa sıkılıyor mu?

Para politikası sıkıldı

Son tartışmaları iki karar tetikledi. Bir: 16 Eylül’de gecelik borçlanma ve fonlama faizleri çeyrek puan indirildi. Haftalık repo faizi (politika faizi) sabit tutuldu. İki: Bankaların Merkez Bankası’nda tuttukları karşılıklar yarım puan yükseltildi. Dövize zaten faiz ödenmiyordu. TL’ye faiz ödemesi de bitti.
İlki para piyasasında teknik ayarlamadır. Politika faizi sabit tutulduğuna göre, para politikasının faiz ayağı değişmemiştir. Merkez Bankası teknik faiz indirimi yapacağını zaten Nisan’da açıklamıştı. Ayrıntılarına ve zamanlamasına girmiyorum.

İkincisi ciddidir. Para politikasının sıkılması demektir. Bankaların kredi verme kapasitesi düşürülüyor. Amacı iç talep artışını sınırlamaktır. Kamuoyunu şaşırtan faize dokunmadan başka araçların kullanılmasıdır. Sonuç değişmez. Para politikası sıkılmıştır.

Para politikası açısından yeni bir dönemin başladığına işarettir. Önemsiyorum. Dikkatinizi çekerim. Sadece durum tespiti yaptım. Doğru yada yanlış demedim. Değerlendirmesini daha sonra yapacağım.

Yazının devamı...

Nerede kalmıştık?

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde dersler dün başladı. Benim de iki haftalık hazırlık maratonum sona erdi. Kürkçü dükkanına geri döndüm: Dersler, öğrenciler, gazete yazıları, konuşmalar, toplantılar, vs. İngilizce “business as usual” denir.

Referandum günü çıkan son yazımda iki hafta suskunluğumu haber vermiştim. Bazı okuyucularımın gözünden kaçmış. Gazete değiştirdiğim endişesi oluşmuş. Mesaj yollayanlara teşekkür ederim.

Yazmadığı günlerde insana sanki çok şey oluyor gibi gelir. Bazen merak ederim. Acaba benim tatile çıkmamı mı bekliyorlardı? Bu kez söyleyemem. Çünkü iki haftanın heyecanlı bir döneme rastladığı baştan biliniyordu.

Referandum üstüne

Referandum sonucundan memnunum. Aslında tahminim tutmadı. “Evet” çıkacağı konusunda tereddütüm yoktu. Ama oranı yüzde 55’in altında bekliyordum. Tarhan Erdem’in araştırması beni de şaşırttı. Tarhan Bey’i candan kutluyorum.

Toplumun çoğunluğu ile aynı yönde oy kullanmak başıma sık gelmez. Genellikle tek hanede, hatta yüzde 5’in bile altında kalırım. Örneğin son seçimde Baskın Oran’ı destekledim. Seçilemedi. O açıdan bu referandum keyif verdi.

Anayasa değişikliğinin yüksek bir oranla kabul edilmesi de yararlı oldu. Yakın bir sonuç meşruiyet tartışmalarını canlandırırdı. Kampanya döneminde iyice sertleşen siyasi kutuplaşma devam ederdi. Bu tatsız ihtimal ortadan kalktı.

Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, sonucun reformcu hamleyi güçlendirdiği kanısındayım. Aklımda özellikle Kürt sorununa barışçı çözüm var. Nitekim ilk işaretler o önde geliyor.

Ekonomik açıdan iki etken öne çıkıyor. Biri büyümenin motoru tüketiciler, diğeri büyümeyi finanse eden mali piyasalardır. Her ikisi nezdinde Türkiye’ye güveni artırdığı görülüyor. Resmin bütünü ile tutarlıdır.

Ekonomi gündemi

İki haftada çok sayıda önemli veri yayınlandı. İlginç gelişmeler oldu. Yeni tartışmalar başladı. Yavaş yavaş bunların ayrıntılarına bakacağım. Bugün birkaç genel gözlemle yetiniyorum.

Büyüme hızı ikinci çeyrekte de yeni bir rekor kırdı. Doğrusu şaşırdım; çift haneli büyüme beklemiyordum. Herkes gibi benim de hesaplara geri dönmem, tahminlerde revizyona gitmem gerekiyor. İlk ev ödevim budur.

Döviz kuru polemikleri iyice alevlendi. Tartışmaların odağına giderek para politikasının sorumluluğu oturuyor. Seslendirilen çözüm önerileri makulden saçmaya geniş bir yelpazeyi kapsıyor. İşin buraya geleceğini daha önce yazdım. Bu aş daha çok su kaldırır!

İşte böyle; kısa bir aradan sonra tekrar okuyucularıma kavuşmaktan mutluyum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.