Şampiy10
Magazin
Gündem

Uluslararası ekonomi konferansı

Türkiye Ekonomi Kurumu’ndan (www.tek.org.tr) daha önce bir kaç kez söz ettim. Kökenleri 1929’da kurulan Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’ne gidiyor. Kazım Özalp Paşa 20 yıl başkanlığını yaptı. Kurucular arasında Celal Bayar da vardır.

1955’de Türk İktisat Cemiyeti ile birleşiyor (kuruluş tarihi 1931). Türkiye Ekonomi Kurumu adını alıyor. 1973’de vakıf statüsüne geçiyor. Bir süredir başkanlığını Prof. Ercan Uygur üstleniyor.

Haziran 2008’de Uluslararı İktisat Cemiyeti (IEA) ile birlikte İstanbul’da Dünya İktisat Kongresi’ni gerçekleştirdi. Küresel düzeyde mesleğin en saygın toplantısıdır. Dört yılda bir yapılır. Çok başarılı geçmişti.

Kurum ilk Uluslararası Ekonomi Konferansı’nı Ankara’da (2006) topladı. Onu Girne izledi (2010). Son üç gündür üçüncüsü Çeşme’de yapıldı. Nobel ödüllü Joe Stiglitz’in ve Maliye Bakanı Şimşek’in konuşması sayesinde medyanın da ilgisini çekti.

Keynesci bir konferans

Tahmin ettiniz. Ben de son iki günümü konferansta geçirdim. Dünyadan ve Türkiye’den çok sayıda meslektaşla bir arada olmanın keyfini yaşadım. Hasret kaldığım eski dostlarımı gördüm.

Başlık, “Borç Dinamikleri, Finansal İstikrarsızlık ve Büyük Durgunluk” olunca, bizim cenahın, yani Keynesci’lerin hakimiyeti kaçınılmazdı. Kökten piyasacı ve kemer sıkmacı ortodoks kanat yoktu. Yerli temsilcilerine de programda ve toplantılarda rastlamadım.

Merkez Bankası tam kadro katıldı. Yabancı ve yerli iktisatçıların bir bölümü ile özel seanslar yaptılar. Yönetimin lehine bir puandır. Para politikasında Keynesci etkinin artması umut vericidir. Yeni politikalara Stiglitz’in desteği medyaya da yansıdı.

Sanırım herkes Stiglitz’i tanıyor. Konuşmasında ortodoks iktisadı yerden yere vurdu. Hem krizin çıkmasında hem uzamasındaki sorumluluğunu vurguladı. İçimden “keşke Paul Krugman da gelmiş olsa” diye geçti.

Paul Davidson, Keynesci iktisadın bir başka önemli ismidir. Tek safkan Keynesci derginin (Journal of Post-Keynesian Economics) editörüdür. Ortodoks iktisat teorisinin ve politikalarının yetersizliğini o da çok net özetledi.

Liste uzun; sermaye akımlarının getirdiği riskleri ilk gören Columbia’dan Guillermo Calvo; kurumsal iktisadı mali krizlere uygulayan Stanford’dan Masahiko Aoki; sol iktisadın ustalarından LSE’den Robert Wade, vs.

İktisatçının değişen profili

Konferansta 300 civarında tebliğ sunuldu. Dörtte üçü, belki daha fazlası, Türk iktisatçılarının çalışmaları idi. Toplantılar eşanlı yedi-sekiz salonda sürdüğü için hepsini izlemek mümkün olmuyor. Ama makaleler DVD ile dağıtıldı. Yavaş yavaş göz atacağım.

Türkler arasında genç, kadın ve Anadolu’dan iktisatçıların çokluğu dikkatimi çekti. Başkanı olduğum seansta dört tebliğ sahibinden ikisi kadındı; üçü Anadolu’da çalışıyordu: Bayburt, Hitit (Çorum) ve Gaziosmanpaşa (Tokat). Sevindici bir gelişmedir.

Konferansın Türkiye’de akademik iktisadın gelişmesine önemli katkı yaptığı kanısındayım. Türkiye Ekonomi Kurumu’nu ve özellikle Başkan Ercan Uygur’u bu başarılı organizasyon için kutluyorum.

Yazının devamı...

TL, ‘euro’ya karşı

New York’u vuran tropik fırtına küresel piyasaların keyfini kaçıramadı. ABD’de reel ekonomiden iyice haberler geliyor. Euro krizi bile eski yoğunluğunu kaybetti. Çin’de yavaşlamanın sınırlı kalma ihtimali belirdi. Likidite de bol...

Olumlu dış koşullara içeride kredi notunda artış beklentisi eklendi. Borsa rekor kırdı. Tahvil faizi yüzde 7,1’i gördü. Merkez Bankası’ndan gelen gevşeme işaretlerine rağmen döviz sepeti 2.06 TL’ye geriledi.

Eylül dış ticaret verileri TÜİK tarafından açıklandı. Piyasa 6.1 milyar dolar açık öngörüyordu. 6.8 milyar dolar geldi. İhracat artıyor ama ithalat düşüşü yavaşladı. Üçüncü çeyrek dış ticaretini ayrı bir yazı konusu yapacağım.

Gözünüzden kaçmış olabilir. Dünya Altın Konseyi’nin Türkiye için altın stoğu tahmini Bloomberg’de yayınlandı: 5500 ton altın bugünkü fiyatla 300 milyar dolar ediyor. Türkiye’nin satacak altını çok anlaşılan.

Euro’nun neresindeyiz?

Bir süredir Türkiye’nin AB üyeliği üzerine yazmak istiyordum. Tam anlamı ile yılan hikâyesine dönüştü. AB’nin yakın gelecekte Türkiye’yi içine alacak hâli olmadığı açıktır. Mevcut birliğin dağılmasını engellemek tüm enerjilerini emiyor.

Aslında Türkiye’nin de fazla acelesi yoktur. Geciken üyeliğin ekonomiye etkisi sınırlıdır. AB’nin ekonomik özü Gümrük Birliği’dir. Siyasi üyelikle eşanlı gerçekleşir. Türkiye istisnadır. Gümrük Birliği’ne on yedi yıl önce (1995 sonunda) girdi.

Parasal birlik (euro) apayrı bir projedir. Başta İngiltere, projeye ilke düzeyinde karşı çıkan AB üyeleri vardır. Bu kriz siyasi birliğin güçlenmesi ile çözülürse, euro da AB’nin “mütemmim cüzü” olabilir. Hâlen değildir.

Bunları neden anlatıyorum? Türkiye’nin bugün euro’ya katılması iki taraf açısından da mümkün değildir. Dolayısı ile “AB’ye evet ama euro’ya hayır” içeriği zayıf bir slogandan ibarettir. Statükonun devamı anlamına geliyor...

AB üyeliğinin gerçekleşmemesi Türkiye’yi zor bir tercihle karşı karşıya bırakır. Gümrük Birliği’ne devam edilecek mi? Yoksa çıkılacak mı? Esas cevaplandırılması gereken sorular budur. Çok özenli bir maliyet-fayda analizi gerektirir.

Euro TL’yi yener

Başbakan Erdoğan’ın Almanya’da yaptığı açıklama bu nedenle ilgimi çekti. “Biz de TL bölgesi kurar, mutlu yaşarız” demeye getiriyor. Gümrük birliğinden de çıkmayı mı öneriyor? Yoksa sadece euro’ya girmemeyi mi? Tam anlaşılmıyor.

TL’nin bir gün euro gibi güçlü bir para birimi olabileceğini düşlemek insana keyif verebilir. İtiraz etmem. Ama neticede bir hayaldir, o kadar. Euro Bölgesi 15 trilyon dolarlık bir ekonomidir. Sıkıntılarına aldanmayın. Geçicidir, bir şekilde çözülür.

Türkiye son on yılda çok büyük bir dönüşüm gerçekleştirdi. Doğru işler yaptı. Hızlı büyüdü. Mali istikrarı sağladı. Gurur duymak hakkımızdır. Ama ekonomide kendi gücünü abartmanın bedeli ağırdır. Ünlü öküz ve kurbağa hikâyesini hatırlatırım.

Yazının devamı...

Türkiye’nin altın stoğu

Bayramın sükûneti bitti. Günlük hayhuya geri dönüyoruz. Bugün mali piyasalar açılıyor. Yarın TÜİK eylül dış ticareti ve TİM ekim ihracatını açıklıyor. Pazartesi ekim enflasyonu geliyor.

Doğrusu bayramda ekonomi ile hiç ilgilenmedim. Ekonomi haberlerini izlemedim. Sadece enflasyon raporundan ilgimi çeken birkaç bölümü okudum. Gerisini bu haftaya bıraktım.

ABD seçim finaline girdi. Sonucun fotofinişte çıkacağı anlaşılıyor. Obama ve Romney arasında tercihimi ve nedenlerini anlatmak istiyorum. İpucu: Keynes’çiler ve karşıtları. Bir haftam var. Galiba seçim günü (salı) yazmakta yarar var.

Altın çok konuşuluyor

Kamuoyunda altın muhabbetleri bir süredir çok yoğunlaştı. Bir neden fiyatının yükselmesidir. Vatandaş yastık altında altın tutmayı evvel eski sever. Enflasyondan az zahmetle koruyor. Son dönemde spekülasyon eğiliminin de güçlendiğini sezinliyorum.

İkincisi altın mevduatında gelişmelerdir. Saklama, hırsızlık vs. riskleri azaltıyor. Bankalara cazip geliyor. Merkez Bankası da teşvik ediyor. Banka karşılıklarının bir bölümünün (yüzde 30) altın olarak tutulmasına izin veriyor.

Üçüncüsü altın dış ticaretinde şaşırtan yön değişimidir. Yılbaşından bu yana İran’a altın ihracatı patladı. Kamuoyunda soru işaretlerine yol açtı. Komplo teoricilerine gün doğdu. Ağustosta körfez ülkelerine sıçradı. Neden ve sonuçlarına daha önce değindim.

Dördüncüsü, ekonomik koşulların zorlaşması ile birlikte vatandaşın altın bozdurmaya yönelmesidir. Duyumlar o yönde geliyor. İlk kez değildir. Küresel kriz sırasında da Türkiye altında büyük net ihracatçıya dönüşmüştü.

Dolayısı ile Türkiye’nin altın stoğu gündeme geldi. Ortalıkta sayılar uçuşuyor. Adı üstünde; yastık altı. Tahmini kolay değildir. Ancak Türkiye’nin kayıt dışı ama reel bir servet kalemine işaret ediyor.

Merkez Bankası’nın hesabı

Son enflasyon raporunda Merkez Bankası da tartışmalara katıldı. Altın üzerine raporda iki kutu var. Biri altın stoğunu hesaplıyor (s. 69-71). Diğeri altın ticaretinin dış açık ve büyümeye etkisine bakıyor (s. 72-75).

Stok hesabı için basit ama akıllı bir yöntem kullanıyor. 1984’ten başlıyor. Her yıl işlenmiş ve işlenmemiş altın için ticaret dengesini buluyor. Bunu altın fiyatına bölünce fizik miktara (ton) ulaşıyor. 2001 sonrasında yerli altın üretimini de ekliyor. Sonra bunları topluyor.

Ağustos 2012 itibariyle bu yöntemle hesaplanan altın stoğu 2190 ton, bugünkü fiyatla karşılığı ise 115.5 milyar dolar çıkıyor. Bunun bir alt sınır oluşturduğunu vurguluyor. Çünkü 1984 öncesi stoğunu kayıt dışı giren altını hesaba katmıyor.

Özellikle külçe altın ticareti için geçerli bir başka yöntem sorusu ile bitiriyorum. Altın bir uluslararası nakit varlıktır. Gereğinde dövize dönüştürülebilir. O açıdan sermaye hesabında yer alması daha doğrudur. Bence düşünmeye değer...

Yazının devamı...

Ortadoğu neden geri kaldı?


Yeni yayınlanan ve önemsediğim bir kitabı epeydir okuyucularıma tanıtmak istiyordum. Dar anlamı ile iktisatla uğraşmıyor. Üstelik konu doğrudan islamla bağlantılı. Kurban Bayramı’nın son gününe uyacağını düşündüm.

Bin yıl önce Ortadoğu dünyanın en zengin bölgesi idi. Angus Maddison’un geçmişe yönelik kişi başına gelir hesabını yeni anlattım (26 Nisan 2012). 1000 yılında zirvede bugünkü Türkiye, İran ve Irak sınırları içinde kalan bölge vardı.

Ancak beş yüzyıl sonra sıralama değişti. Avrupa öne geçti. 1800’lere ulaşıldığında Batı Avrupa’da kişi başına gelir ortadoğunun iki, hatta üç katına tırmanmıştı. Aradaki fark ancak son otuz kırk yılda kısmen kapanmaya başladı.

Neden böyle oldu? Batının yükselişine ve ortadoğunun gerileyişine hangi faktörler katkı yaptı? Türkiye’de haklı olarak sık sorulan sorulardır. Ancak cevaplar genellikle siyasidir. Derinlemesine akademik araştırma azdır.

Önemli kitaplar

Timur Kuran halen Duke Üniversitesinde öğretim üyesidir. Ünvanlarından biri: “İslami Araştırmalar Profesörü”. Kendisinden bu köşede daha önce çok bahsettim. Kıdemli okuyucularım hatırlar. Türkçe yayınlanan kitap listesi de hızla artıyor.

İki kitabını daha önce tanıttım: Yalanla Yaşamak Tercih Çarpıtmasının Toplumsal Sonuçları (çev.Alp Tümertekin, YKY, İstanbul 2001) ve İslamın Ekonomik Yüzleri; (çev.Yasemin Tezgiden, İletişim Yay. İstanbul 2002).

8 ciltlik etkileyici bir belge-tarih çalışması yakında yayınlandı: 17’inci Yüzyıl İstanbul’unda Sosyo-Ekonomik Yaşam: Mahkeme Kayıtları Işığında (İşbankası yay. İstanbul, 2010-12).

Çok önemsediğim bir makalesini Ocak 2005’de üç yazılık bir diziye konu yaptım: “Ortadoğu neden ekonomik olarak azgelişmiştir; kurumsal durağanlığın tarihi mekanizmaları” (Journal of Economic Perspectives, Yaz 2004).

O makalenin temalarını bir kitap haline dönüştürmüş. İngilizcesi 2011’de basıldı. Hemen ardından Türkçe tercümesi çıktı: Yollar Ayrılırken: Ortadoğunun Geri Kalma Sürecinde Hukukun Rolü (çev.N.Elhüseyni, YKY, İstanbul 2012).

İslam hukukunun rolü

Yüzlerce sayfalık koca bir kitabın sonuçlarını sizlere üç paragrafta özetlemeye hiç niyetim yok. Aslında insanlar bilginin kendilerine hap gibi verilmesini sever. Halbuki hakikatin zenginliğine ancak ayrıntılar götürür.

Kuran’ın analizi islam hukukunun bir dizi özelliğine odaklanıyor. Tek tek ele alındığında bunlar sıradan, dönemi için gelişmiş ve yararlı duruyor. Ekonomik ve toplumsal kurumların evriminde oynadıkları kritik rol bugünden bakınca görülüyor.

Biraz kopya verelim. Kuran’ın üç alanı vurguluyor: Miras hukuku, vakıflar ve gerçek-hükmi şahsiyet ayırımı. Bu arada gayri-müslim azınlıklar, zihniyet sorunları, dönemin ekonomik koşulları, vs. fevkalade ilginç başka alanlara da giriyor. Bu tür konulara ilgi duyanlara kitabı mutlaka alıp okumalarını tavsiye ediyorum. Bir: İçinde yaşadığımız coğrafya hakkında çok şey öğreneceksiniz. İki: Doğru yaklaşımna iktisat teorisinin dünyaya anlama,ya katkısını göreceksiniz. Paranıza ve zamanınıza kesin değecektir.

Yazının devamı...

Bayram geçmişi özletiyor

Ekim kapasite kullanım oranı açıklandı. Mevsim etkisi arındırılınca (MA) hazirandan bu yana yüzde 73 civarında yatay seyrediyor. Diğer öncü gösterge reel kesim güven endeksidir. Ekimde yüzde 4 (MA) arttı ama hâlâ düşük. Rivayet muhtelif diyebiliriz.

Yılın son enflasyon raporunu dün Başkan Başçı İstanbul’da tanıttı. Televizyonda canlı izledim. İnsan vurguları daha iyi yakalıyor. Önemli gözlemlerim var. Ama bayramın ilk günü sizleri teknik konjonktür analizleri ile sıkmak istemiyorum.

Ben de artık kıdemli yazar kategorisine girdim. Bayramlarda eski yazılarımı tekrar yayınlama lüksüne sahibim. Arşivi taradım. Dokuz yıl önce (23 Kasım 2003) çıkan bayram yazımda karar kıldım.

Benim bayramlarım

“İlk hatırladığım bayramlar savaş sonrasına ama Demokrat Parti iktidarı öncesine gidiyor. Bayramla o günlerde tanıştım. Lezzeti damağımda yer etti. Tahmin edileceği gibi, benim neslim çocukluğunu çok farklı bir dünyada geçirdi.

1940’lar sonu Türkiye’si fakir bir tarım ülkesidir. Dışında kalsak da, savaş ekonomiye büyük darbe vurmuştu. Sanayileşme ve kentleşme süreci başlamamıştı. En büyük kent İstanbul’un nüfusu 800 bine ancak varıyordu. Ankara bugünün kasabalarının iricesi bile değildi.

Şimdi orta sınıf için olağan kabul edilen tüketim mallarına o dönemde en zenginler ulaşamazdı. Otomobil, buzdolabı, çamaşır makinesi, telefon bilinmezdi. Radyo sahibi olmak bile önemli bir ayrıcalıktı.

Yaşamın temposu kentsel alanda da yavaştı. Günler birbirine benzerdi. Örneğin işe gidenler her sabah ve akşam aynı vasıtaya aynı saatte aynı insanlarla binerdi. Günlük sosyallik ise yürüme mesafesindeki akraba ve dostları ziyaret şeklinde gerçekleşirdi.

Çocuk gözümde bayram öncelikle tramvaya ve vapura binmekti. Eminim her ailede İstanbul’un öteki yakasında oturan bir dayı, amca, teyze, hâlâ vs. vardı. Gidilen evde insanan canı sıkılsa bile, yolculuğun keyfi uğruna seve seve katlanırdım.

Bayramın merkezinde anneannem Kıymet Hazer vardı. Kaybedeli elli (2003’te kırkbir) yıl oldu. Ama her bayram Beşiktaş-Üsküdar vapurunda beraberiz. Üsküdar-Kadıköy tramvayına bineriz. Öğle yemeğini Salacak’ta ciciannemlerde yeriz. Hep yapacağız.

Yaşlandığım anlaşılıyor

İnsan gençken bugünü yaşar. Geçmişe, anılara takılmaz. Daha yapacağı çok şey, tadacağı çok lezzet, gideceği çok yer, yazacağı çok kitap vardır. Sonra bir gün bilinen lezzetleri, gidilen yerleri, yazılmış kitapları konuşmaya başlarsınız. Yaşlandınız demektir. Ne yapalım! Kural böyle.”

Okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutlar, sağlık, refah ve huzur dolu günler dilerim.

Yazının devamı...

Üçüncü çeyrekte bütçe

CNBC-e tüketici güven endeksi verileri yayınlandı. Eylül’de tüketim eğilimi Ağustos’a göre yüzde 2.3 arttı. Mevsim etkisi arındırılınca yüzde 0.7 oluyor. Artış eğilimi Ekim’de devam ederse iyi haberdir.

Kapasite kullanımı ve reel kesim güven endeksi Ekim verileri bugün yayınlanıyor. İkisi de önemli öncü göstergelerdir. Kapasite kullanımı Eylül’de son iki yılın en düşük düzeyine gerilemişti (yüzde 74). Bakalım Ekim’de nasıl çıkacak?

Başkan Başçı yılın son enflasyon raporunu yarın bir basın toplantısı ile açıklıyor. Hep vurguluyorum: Para politikasının temel metnidir. Merkez Bankası’nın analizlerini ve yakın gelecek tahminlerini merakla bekliyoruz.

Büyüme ve bütçe dengesi

Bütçe açığı ve maliye politikası tartışmaları yeniden canlandı. İki nedeni var. İç talebin daralması dolaylı vergileri düşürüyor. Gelirler bütçede öngörülenin altında gerçekleşiyor. Ama harcamalar bütçeyi izliyor. Dolayısı ile bütçe açığı artıyor.

Bu noktada hükümet kritik bir karar aldı. Beklenmedik şekilde dolaylı vergi artışlarına gitti. Böylece ekonomi yavaşlarken maliye politikasını sıktı. Karşı çıktığımı özellikle belirtmek istiyorum. Bütçe hedefleri, bütçe gerçekleşmesi ve hükümetin maliye politikası duruşu arasındaki ilişki konusunda kafalar karışıktır. Netleştirelim.

Maliye politikası duruşu bütçe hedefleri ile saptanır. Vergi oranları ve faiz dışı harcamalar belirlenir. Bunlar yıl içinde hükümeti bağlayıcıdır. Bütçe gelirleri ise büyüme, enflasyon, kur, vs. (yani konjonktür) tahminlerine göre hesaplanır.

Demek ki, hükümet harcama hedeflerini tuttursa bile, gerçekleşme ekonomik gidişata bağlıdır. Hükümetin denetimi dışındadır. Örneğin büyüme gerileyince açık büyür. Yani bütçe büyümeyi destekler. “Kendiliğinden istikrar mekanizması” denir.

Çok önemli; bütçe açığında her artış maliye politikasının gevşemesi değildir. Tam tersine, maliye politikasının sıkılmasının sonucu bile olabilir. Yunanistan’da ve İspanya’da olan budur. O nedenle IMF bile gereksiz kemer sıkmaya karşı çıkıyor.

Vergiler neden arttı?

Eylül sonu itibarıyla bütçe sonuçları medyada yer aldı. Ancak, enflasyondan arındırılmış reel büyüklükler daha yararlıdır. Büyüme hızı ile bağlantı kurmak mümkün olur. TÜFE’yi kullanıyorum. On iki aylık reel gerçekleşmede değişime bakıyorum.

Gelirle başlayalım. Bütçe gelirlerinde reel artış yüzde 1.1, vergi gelirlerinde ise yüzde 0.8 çıkıyor. İkisi de üçüncü çeyrekte yıllık büyümenin (yüzde 3.3) altındadır. Vergi hasılatı milli gelirden hızlı daralır. Dünya deneyimi ile uyumludur. Bizi esas harcama ilgilendiriyor. Faiz-dışı harcama reel yüzde 5.7 artıyor; faizler yüzde 2.1 azalıyor. Böylece toplam harcama yüzde 4.6 artıyor. Büyümenin 1.3 puan üzerindedir. Hatırlatma: Bütçe bağlanırken 2012’de büyüme yüzde 4 öngörülüyordu.

Ne demek? Sayılar yılın ilk dokuz ayında maliye politikasında bir gevşemeye işaret etmiyor. Bütçe açığı harcama disiplini bozulduğu için artmıyor. Daralan iç talep vergi hasılatını düşürdüğü için artıyor. Yani son vergi artışının nedeni anlaşılamıyor.

Yazının devamı...

Yerel yönetimler ve demokrasi

Perşembe toplanan Para Politikası Kurulu (PPK) şaşırtmadı. Piyasa koridorun üst sınırında ufak bir indirim dışında faiz değişikliği beklemiyordu. PPK fonlama faizini 0.5 puan düşürdü. Dövizle tutulan rezerv katsayılarını (ROK) 0.1 puan yükseltti.

Merkez Bankası’nın döviz kurunu baskılamaya hala öncelik tanıdığına işaret ediyor. Nitekim piyasalar mesajı hemen aldı. Sıcak paracıların radar ekranları bipledi. Kur gevşedi. Döviz sepeti 2.05 TL’ye geriledi. TL değer kazanmaya devam eder.

Kararı beğenmediğimi hissettiniz. Ne yapmalıydı? Bugün sorun koridorun genişliği yada fonlama faizi değildir; borçlanma faizi yüksektir. Yani alt ve üst sınırı beraberce düşürüp koridoru sabit tutmasını gerektiriyor. Neyse, bu muhabbet bitmez.

Eşleşme teorisine katkısına değindiğim Tayfun Sönmez’den e-posta geldi. OSYM’nin aksaklıkları ve düzeltilmesi üzerine makalesi 1999’da çıkmış; çözümü ABD’de uygulanmış; Türkiye’de ise çabaları sonuç vermemiş. Ayrıntıları öğrenince sizlerle paylaşırım.

Maslak olayı ve seçim tarihi

Üç gelişme yerel yönetimlerin sorunlarını gündeme taşıdı. Sonuncudan başlayalım. Meclis bir kanuna eklenen madde ile Ayazağa-Maslak bölgesini Şişli belediyesinden alıp Sarıyer’e devretti. Anında siyasi polemik başladı.

Haritaya bakın. Bölge Sarıyer’in doğal uzantısıdır. Esas anlaması zor olan geçmişte Şişli’ye bağlanmasıdır. Yerel yönetimde keyfi merkezi vesayete kanıttır. Son karar akılcıdır. Ama yöntem aynıdır. Bölge halkına sorulmaması demokrasi zafiyetidir.

Diğeri yerel seçimin tarihidir. İki boyutu var. 1980 Anayasası’nda milli ve yerel yasama dönemi beş yıldı. Sonra milli düzeyde dörde indi. Bu açıdan yerel seçimlerin de dört yılda bir yapılması mantıklı ve tutarlıdır.

Keza, yerel seçim cuntanın siyasi hesapları sonucu ilkbaharda yapıldı. Amaç ilk seçimi kazanması planlanan (!) asker partisine avantaj sağlamaktı. Hoş, hesap seçmenden döndü. Ama tarih kaldı. Sonbahar seçim için daha uygun bir mevsimdir.

Yerel yönetimde reform

Meclis’e gelen büyükşehir yasası kritik önemdedir. Yerel yönetim anlayışında köklü bir değişimi simgeliyor. Büyük illerde merkezi vesayeti azaltıyor. Yerel yönetimi güçlendiriyor. Yetkilerini genişletiyor. Ayrıntıları medyada yer aldı.

Teknik boyutuna girmiyorum. Esas önemi siyasidir. Çünkü merkezi yönetim yetkilerinin bir bölümünün yerel yönetime devrinin önünü açıyor. Dolayısı ile idarede ademi-merkeziyetçiliğe geçişin ilk aşamasına tekabül ediyor.

Bu açıdan MHP’nin teşhis ve eleştirisi tutarlıdır. Önerilen yapı Kürt sorununa kalıcı çözüm arayışının da parçasıdır. Hükümetin tek reform müşevviki bu olmayabilir; ama mutlaka katkısı vardır.

Ben reformu genelde destekliyorum. Yıllardır savunduğum görüşlerle uyumludur. Seçimle gelen yerel yönetimlerin merkezi idareye karşı güçlenmesi zorunludur. Demokrasiyi sağlamlaştırır. Kürt sorununa çözümü kolaylaştırır.

Son olarak, seçimle gelen bölge yönetimlerini (idari federalizm) 1991’de önerdiğimi hatırlatırım: Sosyal Demokrasi Gündemi, s.45-47 (akat.bilgi.edu.tr/pdf/sdgundemi-2.pdf). Kime önerdim, kim yapıyor, o da ayrı hikaye...

Yazının devamı...

İktisat bile bazen işe yarıyor

Küresel kriz makro iktisatçılara güveni ciddi şekilde sarstı. Fıkra gibi bir olay var. Kriz döneminde Kraliçe Elizabeth’in yolu bir şekilde ünlü iktisatçılarla kesişiyor. Dayanamıyor, “böylesine bir felaketi nasıl öngöremediniz!” diye sitem ediyor.

Para ve finansla ilgili konularda durumun bugün de çok farklı olduğu söylenemez. İktisat politikasında yaşanan sert kutuplaşmalar kanıttır. Bir iktisatçının ak dediğine diğeri kara diyebiliyor.

Vatandaşın kafası haklı olarak karışıyor. İktisadın (ve iktisatçıların) ne işe yaradığı konusunda soru işaretleri beliriyor. Nitekim Anglosaksonlar iktisat bilimi için kasvetli (loş ve keder veren) anlamına gelen “dismal” sözcüğünü sık kullanıyor.

Nereden çıktı bu konu diyeceksiniz. Bu hafta iktisat Nobel ödülünü iki ABD’li iktisat profesörü, Lloyd Shapley ve Alvin Roth’un aldığı açıklandı. Aşağıda anlatacağım; işe yarayan iktisat teorisi ile uğraşıyorlar.

Piyasa çalışmayınca

Nobel komitesi ödül nedenini şöyle özetliyor: “İstikrarlı kaynak dağılımları teorisi ve piyasa tasarımı pratiği”. Literatürde eşleşme teorisi diye adlandırılıyor. Size Çince geldiğine eminim. Kısaca açmak istiyorum.

Pek çok mal ve hizmetin üretiminde fiyat mekanizması etkin çalışıyor. Yani fiyat hareketleri kaynaklarla ihtiyaçlar arasında dinamik uyumu sağlıyor. Ancak, bazı durumlarda ahlaki ya da başka nedenlerle fiyat kullanılamıyor.

Shapley teoriyi geliştirirken evlilik örneğinden yola çıkıyor. Bir kadın-erkek eşleşmesidir. Soru şu: Nasıl bir mekanizma kimsenin değişiklik istemeyeceği bir eşleşmeyi sağlar? İstikrar sözcüğü bunu ifade ediyor.

Roth tıp fakültelerinde stajyer (entern) seçimine bakıyor. Hem okulun hem öğrencinin değiştirmek istemeyeceği bir dağılım amaçlıyor. Yöntemi fiilen ABD’de uygulanıyor. Ardından ortaöğretimde okul-öğrenci dağılımına ve böbrek naklinde donör-hasta dağılımına eğiliyor. Gene başarılı bir uygulamalara imza atıyor.

Bir hususu vurgulayalım. Shapley soyut bir matematik model kuruyor. İlk bakışta ne işe yarayacağı meçhul; kadın-erkek eşleşmesine iktisatçının müdahale ihtimali sıfır. Ama o model Roth’un uygulamalarını mümkün kılıyor. Teori çok önemlidir.

Biz de kullanabilsek

Haberin devamı da ilginç; eşleşme teorisinde çok sayıda genç Türk iktisatçı var. Örneğin Tayfun Sönmez ve Utku Ünver böbrek nakli konusunda Roth’la çalışıyor. Önemli iktisat dergilerinde Türk yazarlı makale patlaması yaşandığını da eklemek istiyorum.

Aklıma hemen Türkiye’nin üniversite tercih sistemi düzeni geldi. Mevcut hâli ile ciddi kaynak israfına yol açtığı çok iyi biliniyor. Küçümsenmeyecek öğrenci kitlesi sonuçtan mutsuz oluyor. Sınav kalsa bile daha iyi bir yerleştirme olabileceği çok açıktır. Tıpta uzmanlık, ortaöğretim okul tercihi vs. başka örnek verebilirim.

Ne demişler? Un var, şeker var, ama helva yapacak adam yok! Teori var; örnek uygulama var; işi bilen yerli uzman var. Geriye bunları bir araya getirip yeni bir mekanizma tasarlamak kalıyor.

Görüldüğü gibi, iktisat teorisi işe yarayabiliyor. Ama kullanmak koşulu ile...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.