Şampiy10
Magazin
Gündem

Sağlıklı ve uzun soluklu bir ilişki için gerekenler

"Kimse sevişemediği için ölmez. Bizi öldüren şey aşksızlıktır." -Margaret Atwood

Günlerdir şairane yazılar yazdıktan sonra bu pazarı esas meselemize ayırıyorum. Hem de en bilimsel yerinden. Bu bilim adamları araştırmış. Bakmışlar sağlıklı bir ilişkisi olanlar ne yapıyor diye. Sonra da madde madde yazmışlar. Konu hakkındaki fikirlerimi de belirterek buldukları sonuçları sizlerle paylaşmayı görev bilirim.

1- Buluştuklarında yaptıkları şeyler:


Bir restoranda sessiz sedasız yemek yiyen bir çift görüp sizin ilişkinizin asla böyle olmadığını düşünüp üzülüyor musunuz? Üzülmeyin. Çiftlerin ilişkilerini sık sık düzenledikleri buluşma akşamları kurtarmaz. Bunun altına kendi adıma da imzamı atabilirim. Bir ilişki bitmeye ne kadar yakınsa şık bir restoranda yenen sessiz ve gergin akşam yemekleri de o kadar artıyor.


Peki ilişkiyi kurtaran, sürdüren aktiviteler nelerdir? Beraber yeni ve entetesan şeyler yapmak. New York State Üniversitesinin açıklamasına göre yeni şeyler denemek beynin ödüllendirme sistemini tetikler. Dopamin ve noraphinephrine salgılanmasını sağlar. İlişkinin ilk günlerinde aşktan gözünüzün döndüğü etkiyi yaratır bu da bünyede.

Ne yapabilirsiniz? Evde film izleyip fenalık geçirmek yerine macera peşinde koşmaya başlayın. Birbirinize sürprizler hazırlayın. Bütün alışılmış rutinleri kırın. Olmadık bir yerde sevişin filan. Goygoy gibi düşünmeyin. Yapın bunu. Heyecanın olmadığı yerde duygular ölür. Heyecan yaratmak için kavga çıkarıp ayrılmak yerine aksiyona geçin. Sonra önünüz açık. Sıkıntı çıkarsa bana yazarsınız. Çıkmaz.

2- Kutlama için bahane yaratın:

Sevgilinizin neticesine yapışıp ensesinden ayrılmadan yaşamak mesele değil. Asıl mesele zor zamanlarda onun için orada olmak, sağlam durmak ve iyi günlerde ilk kutlayanı olmak. Bu aranızdaki bağı güçlendirecektir. The Journal of Personality and Social Psychology'nin araştırmasına göre, kutlamak için hiçbir fırsatı kaçırmamanız gerekiyor. Büyük ya da küçük. Mesela oğlan Fifa'da arkadaşlarını eze eze yendi. Hemen kutlayın. Mesela kız arkadaşınızın kıl olduğu iş arkadaşını kovdular, derhal kutlayın. Kutlamak için hiçbir bahaneyi kaçırmayın.

3-Skor tabelasını doğru okuyun:


Birbirinizin yaptığı negatif şeyleri bir kenara yazıp ilk kavgada yüzüne vuruyorsunuz ya... Hah! Onu yapmayın işte. Onun yerine sevgilinizin sizin için yaptığı iyi şeyleri kaydedin. Böylece kötü bir şey yaptığı anlarda onu kolayca affedebileceksiniz. Ve evet, kavga çıkmayacak. Ne kadar basit, değil mi? Psikiyatr Dr. Scott Haltzman, beynin negatif anıları tutma potansiyelinin pozitif anıları tutma potansiyelinden yüksek olduğunu söylemiş. Yalan değil. Gerçi biz edebiyatçılar romantik olduğumuz için tek bir iyi anıyı koskoca bir ilişki haline getirebilecek kadar deliyiz. Bize bakmayın. Beyninizdeki negatif anıları silmeye başlayın. Yoksa onları hatırlar hatırlar hayatı hem kendinize hem de karşınızdakine zehir edersiniz.

4- Kendi aranızda özel bir diliniz olsun:

Yaaa... Bunu düşünmediniz di mi? Birbirinize aşkitom, canikom demeyi özel dil sanıyorsunuz. Değil, kurban olduklarım. Dilberay haklı. Vallahi de değil. Journal of Social and Personal Relationships'in yayınladığı bir araştırmaya göre, birbirinize taktığınız isimler ne kadar salakça olursa ilişkiniz o kadar sağlamlaşıyormuş. Ha bir de seks tabii. Seks için de özel bir cümleniz, kelimeniz olması gerekiyor. Ki... Her yerde kesintisiz kullanabilin. Kimse anlamasın.

5- Kavga etmek ve barışmak:

Herkes sinirlenip ağzına geleni birbirine sayar. Bu normaldir. İlişkide de olası ve olması gerekendir. Gottman Enstitüsü'nün yaptığı araştırmaya göre bir kavgadan sonra meseleyi çözmek ve tatlıya bağlamak o ilişkinin uzun sürmesini sağlıyor. Ayrıca Dr. Walfish diyor ki "Bir kavgada söylemeniz gereken her şeyi söyleyin ve sonra durun. Bir anda konu netlik kazanacaktır. Olayı beraber çözdükten sonra sırtınız yere gelmez. Ha bir de barışma seksi tabii... Barışma seksi, ilişkiyi her zaman ayakta tutar."

Düşünüyorum... Katılıyorum.

6- Birbirine temas etmek


Enteresan... Gavur bunu da araştırmış canlarım. Dr. Haltzman diyor ki, "Çiftler birbirine ne kadar çok temas ederse aralarındaki bağ o kadar güçleniyor." El ele tutuşmak, sarılıp uyumak, her fırsatta birbirinize dokunmak da buna dahil.

Normal şartlarda dokunulmaktan neden nefret ettiğimi şu an çözdüm. Biri bana yanlışlıkla değse, elektrik çarpmış gibi kaçarım. İnsanlar bana değecek diye metroya binemem, kalabalık yerlere giremem. Arkadaşlarıma bile değil sadece anneme, babama ve sevgilime sarılırım. Koruma kalkanlarıma sağlık.

7- Seks rutini:

Journals of Psychiatry and Behavioral Since'ın dediğine göre, seks sırasında salgılanan oksitosin hormonu, çiftlerin birbiriyle bağ kurmasını sağlıyor. Evet, erkeklerin bile! Yaaa... Bunu da yanlış biliyordunuz işte. Erkeklerin seksle bağlanmadığı söylenir çünkü. Mesele seks değil, seksin frekansı. Haftada en az bir kez seks yapmanın da gerçek bir bağ ve kaliteli bir ilişki için şart olduğunu söylüyorlar.

Düşünüyorum. Haftada en az üç diyorum. Yürüyün.

Not: Bu araştırmalar neden hep gavurdan diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Güzel ülkemde böyle araştırmalar yapılmıyor çünkü. Ama ne demiş o adını unuttuğum, insan insandır anacığım. İnsan, insandır.

Yazının devamı...

Bence susalım: Birbirimiz hakkında ne kadar az şey bilirsek o kadar iyi

Birbirimizi tanımamız gerektiğine inanıyoruz.

Birbirimize geçmişimizle ilgili sorular sorup çıkarım yapmaya çalışıyoruz.

Daha önce kiminle birlikte olduğumuzun, başımıza gelenlerin bir önemi olduğunu sanıyoruz.

Aslında yok.

İnsan bir şeydir.

Tek bir şey.

O anki enerjisi.

Kainatın dört köşesinde dört farklı insan olabilir karşınızdaki.

Seçimleri, hayata bakışı, yaşayışı değişebilir.

Bu nedenle birinin geçmişini bilmek sizi şuradan şuraya götürmez.

Buraya kilitler.

Tam bu ana.

O insanın her hareketine olmayacak bir anlam yüklediğiniz ana.

İşin esasında kimseye hak vermek ya da empati başlığı altında anlayış göstermek zorunda da değiliz.

O insan, muhtemelen genele değil sadece bize o tavrı sergiliyordur.

Nedenini aramak için ona değil kendimize bakmamız gerekir.

İnsanlar reflektör gibidir.

Ya da ayna.

Sizden aldıklarını size yansıtırlar.

Birine korkuyla yaklaşıyorsanız, karşılığında korku alırsınız.

Birine açık kalplilikle yaklaşıyorsanız, onun ruhunun en gizli yerini görmeye başlarsınız.

Oysa pekçoğumuzun derdi bu değil.

Karşımızdakinin gardını düşürüp onu teslim almaya çalışıyoruz.

İnsan ilişkilerine bir kontrol savaşı olarak bakıyoruz.

Neticede sürekli yeniliyoruz.

En çok da kendimize.

Bir şeyi yontarak, iterek, ürküterek değiştiremezsiniz.

Ancak ne olduğunu anlarsınız.

Aslında kim olduğunu.

Kriz anları mesela.

İnsan en çok zor zamanlarda döker asıl kişiliğini ortaya.

Dolayısıyla birinin hayat külliyatını da okusanız o bir anlık tepkisi kadar açıklayıcı bir cevap bulamazsınız.

Yıllar evvel bir çocukla görüşüyordum.

Neye hırslandıysa artık "Sen benim eski sevgililerim hakkında bir fikre sahip misin?" diye çıkıştı bana.

Boş boş baktım suratına.

Eski sevgilisi-leri o kadar umurumda değildi ki.

Tek umurumda olan bana nasıl davrandığı, nasıl hissettirdiğiydi.

"Gereksiz bilgi" dedim. "İnsanların Cv'lerine bakmayı uzun süre önce bıraktım."

"O ne demek? Kim olduğum umurunda değil mi yani?" diye çıkıştı bu kez.

Aslında gerçekten değildi.

Zerre kadar umurumda olmayan tek şey kim olduğuydu hatta.

"Kim olduğunu yaşayıp göreceğiz" dedim sakin sakin.

Rahatladı.

İnsanlar kim olduklarını bilmenizi isterler.

Ve çoğunlukla anlattıkları şey, oldukları insan değil, olmak istedikleri kişidir.

İnsanların kim olduğunu sözleri anlatmaz.

Bireysel tarihleri de.

Size nasıl davrandıkları anlatır.

Bir aradayken ne hissettirdikleri anlatır.

Bunun haricindeki her şey yalan olmasa da iyi niyetle sıkılmış palavradır.

Yıllar önce bir filmde izlemiştim.

60'larına gelmiş bir jigolonun evine bir edebiyat öğretmeni kiracı olarak yerleşiyordu.

İkisi ayrı odalarda uyurken geçiyordu aralarında bu sohbet.

"Bana biraz kendinizden bahsetseniz..."

"Buna hiç gerek yok. Bence susalım. Birbirimiz hakkında ne kadar az şey bilirsek o kadar iyi" diyordu yaşlı jigolo.

Anlatmaktan korktuğu için değil,

Zamana bırakmayı bilecek kadar yaşlı olduğu için.

Hayat böyledir.

Çok konuşmak, çok anlatmak, çok dinlemek değildir mesele.

Gerçek bir bağ kurmayı deniyorsak birbirimizle,

Yan yana durup çok hissetmektir.

O insanın bireysel tarihindeki kırıkları, travmaları öğrenmek değil.

Travma travmayı doğurur çünkü.

Bilgi korkuyu doğurur.

Korku tüm duyguları yener.

Bence susalım.

Ve elimizden geldiğince çok hissedelim.

Asla yalan söylemeyen tek şey hissettiklerimizdir çünkü.

Dünyanın kalanı, büyük sözler yumağı, süslü laflar yığınıdır.

Dünyadan hissettiklerimizi çıkarın, geriye koca bir yalan kalır.

Yalana kanmayın.

Yazının devamı...

Bırakıp kaçmaya kalkışma!

3000 yıllık insanlık tarihi artı 31 yıllık ömrümde gördüklerim.

Şu dakika kıyamet kopsa sigaramı yakar, çayımı alır nasıl kopuyor diye izlerim.

O kadar hissizleştim.

O kadar kanıksadım korkuyu.

Korku etime işledi.

Ölümden korkmaz hale geldim.

Belki de koptu çoktan kıyamet.

Yaşadığımız şey cehennemin ta kendisidir belki.

2012'den beri hiçbir şey normal değil.

Bu şartlar altında Mayalara hak vermemek elde değil.

Birkaç gün önce olanlar hepinizin malumu.

Tekrar adını anıp kalbimi yormak bile istemiyorum.

Bir daha o kelimeleri cümle içinde duymak istemiyorum.

Şakasını bile!

Yine insanlar öldü.

İnsanların öldüğü o kara günü sonsuza dek unutmak istiyorum.

Kim ne yaptı, neden yaptı, anlamaya yetmiyor aklım.

Aklımı daha fazla üzmek istemiyorum.

Parçaları birleştirip puzzle'ı tamamlamaya yormayacağım kendimi.

Evi dağınık bırakıyor, kapıyı kilitleyip çıkıyorum ilk kez.

İlk kez pes ediyorum.

Çünkü yüreğim kaldırmıyor.

O geceden sonraki sabah uyandım ve

Hayatımda ilk kez "Eeeh ulan!" dedim.

"Yeter be! Tepemden uçan jetine de, bombana da, kurşununa da, korkuna da! Ben gidiyorum."

Çantamı topladığım gibi çıktım evden.

Oturup kalacak, durup bekleyecek halim kalmadı çünkü.

Üç yaz önce tükendi.

Her gün düzelsin diye beklediğim korkunç bir yaz daha geçirmeyeceğim.

Kimse geçirmesin.

Ölenler, başımıza gelenler, yaşadığımız travmalar herkes kadar perişan ediyor beni.

Ama artık dayanamıyorum.

Sabrım çoktan tükendi.

Psikolojik şiddet altında yaşamaktan yorgunum.

Belirsizlikten yorgunum.

Bir türlü düzelmeyen işlerden, her şeyin giderek daha da garipleşmesinden yorgunum.

Her şey hemen şimdi normale dönemiyorsa ben bu sistemden yorgunum.

Şöyle yazmıştım '99 Yazı'nda:

"Tansu Çiller'le Mesut Yılmaz'ın her an romantik bir ilişki yaşayabileceği umuduyla büyümüş bir nesil olarak, siyaseten sıfırdık. Özal dönemi çocuklarıydık. Özelleştirmeleri, sınır kapılarının açılmasını, memleketi Rus kızlarının işgal edişini, koalisyonları, devalüasyonları, doların anamızı ağlatmasını, ekonomik krizleri, savaşları izlemiştik yıllarca. Bir b.ktan anlamıyorduk. Ama bıkkındık. Yine de bir umut vardı. Yıllar sonra ilk kez bir sol parti iktidarda, Ecevit başbakandı. O umuda istinaden, Yılmaz Erdoğan şiir okuyor, İclal Aydın "Hayat güzeldir..." diyordu. Ama hayat b.k gibiydi. Hep beraber daha aydınlık, daha özgür bir topluma doğru dörtnala koştuğumuzu sanırken, hayatımızın son güzel yılını geçiriyorduk."

Öyle de oldu.

O yaz sanki her şeyin sonuydu.

O yaz öldü masumiyet.

Önce masumiyetimizi kaybettik,

Sonra bütün iyi niyetimizi.

Büyümenin bedeli buydu?

Ben bedel ödemekten yoruldum.

Ben o son güzel yazında yaşamak istiyorum hayatımın.

Acı çekmekten yoruldum.

Tedirgin olmaktan yoruldum.

Benim ruhum kaldırmıyor.

Ne elimden gelmeyen şeyler için üzülmeyi ne de olan biteni izlemeyi.

Yıldım ben.

Gücü olan, dursun acısını çeksin.

Sıradaki acı, çekmeyi bilenlere gelsin.

Ya da her şey hemen şimdi sihirli bir değenek değmişçesine düzelsin.

Yazının devamı...

Jinekologun kapısındaki bey

"Her gün en büyük düşmanınla ya da hayatının aşkıyla karşılaşacağını düşünerek giyin."

Öyle de yaparım.

Kendimi bildim bileli, fönsüz, makyajsız sokağa çıkmam.

İstisnalar haricinde.

Hastaneye serum yemeye giderken bile makyajsız adım atmam.

Bir kere kendimi aynada nasıl gördüğüm benim için meseledir.

Bütün modumu değiştirir.

Her sabah uyandığımda işe kendimden hoşlanarak başlamak zorundayım.

Bu da benim varoluş biçimim.


Diyorum ya, bazı istisnalar dışında.

Geçen ağustos mesela...

Bir ay boyunca regl olamadım.

Şiştim. Şiştim.

Artık balona döndüm.

32 bedenden 36 bedene çıktım bir ayda.

Evlere sığamıyorum.

"Ulan" dedim içimden "Bunca yıl peygamberliğe atamamı bekledim. Belki de insanlığı kurtaracak yeni peygamberi dünyaya ben getireceğim." Umut dünyası işte.

Yazarsanız, kafanız hiç normale işlemiyor.

Hep bir çizgide yüksek doz sıçramalar.

Hep bir en deli şeyi düşünmeler.

N'aparsın? Kurgunun esiriyiz be reyiz.



O sabah kalktım.

Duş aldım.

Üstüme bir gömlek elbise geçirdim.

Saçlarımı ıslak ıslak topladım.

Makyajsız koştum evin dibindeki hastaneye. Jinekologa.

Umut ya...

İkinci bir Meryem Ana vakasıyım belki de...

Ya da erken menopoza girdim.

Tabii ya! Bu hayat canımı bu kadar sıktığına göre, otuzda menopoza da bağlar beni.

Kalleş hayat.

Kelekçilik yapma hayat! Daha çok gencim.



Hastaneye girdim.

Asansör bekliyorum.

Leş gibiyim.

Zaten korkudan ödüm patlıyor.

Zaten hastalık hastasıyım.

Betim benzim atmış.

Yine vasiyetimi düşünüyorum o sırada.

Gülmeyin.

Bunlar benim için normal şeyler.

Ben her hastaneye gidişimde vasiyetimi düşünürüm.

O sırada da düşünüyorum.

Yanıma biri yaklaştı.

Uzun boylu biri.

Kafamı kaldırıp gayriihtiyari baktım.

Ay tövbe yarabbim! İnanamadım.

"Şimdi mi?!" dedim içimden.

Dünyanın bütün günleri, bütün anları bitti, şu an mı ulan! Şu an mı?! Aynen eğdim kafamı.



Asansör geldi.

Bindik.

Asansör hareket etmedi.

Takıldı bi şey oldu.

Oğlan tırstı indi.

"Oh!" dedim. "Yırttım!" İnşallah da kulak burun boğaza filan gelmiştir.

İnşallah da plastik cerraha gelmiştir.

Tabii ya! Ne işi var jinekoloji katında?

Asansör hareket etti.

Kata çıktım.

Kayıt işlemlerimi yaptırıyorum.

Bankodaki kız "Arzum Hanım bir de parmak izi" dedi.

"Ay" dedim "Al! Gbt'mi de al da bitsin! Bu ne kalabalık ayol!" Jinekoloji katı kaynıyor.

Herkes malum kişiyi dinlemiş zırt pırt doğuruyor demek.

Hava bin derece.

Klimalar aciz.

Parmak izimi verdim ve kafamı çevirdim.

Anam! Bizim oğlan kollarını bağlamış karşımda oturuyor.

Bana bakıyor.

Gülümsüyor.

Hayırdır inşallah!

Bakın, jinekologun kapısı biriyle tanışmak için en yanlış yerdir.

Hele ki o biri erkekse.

Ya sevgilisini kürtaja getirmiştir ya karısını doğuma...

Başka bir şey düşünülemez.

Ben de öyle düşündüm.

Sessizce geçip bizim oğlanın en uzağındaki yere oturdum.

Her yer dolu olduğu için aşırı uzağa oturamadım tabii.

Aramızda maksimum üç metre.

Oğlan sürekli bana bakıyor.

Yanımdaki koltuk boş.

Oğlan sürekli bana bakıyor.

Avına kitlenmiş panter gibi it.

Ödüm patlıyor kalkıp yanıma oturacak diye.

Başımı telefondan kaldırmıyorum.

Ama para etmedi.

Oğlan kalktı.

Sakince yanıma oturdu.

"Allahım inşallah da muhabbete girmez" diye dua etmeye başladım bu kez.

Belli ama girecek.

Girdi şerefsiz.

"Ne sıcak di mi?" "Herkes de doğurmaya ne meraklı di mi?" "Di mi?" "Di mi?" "Hıııı..." dedim bir iki kez.

İşlemedi.

"E ben de B..." dedi oğlan.

"Arzum" dedim. "Senin sorunun ne? Dış gebelik mi?" Otuz saniye aptala döndü.

Sanırım o an nerede olduğunu hatırladı.

Jinekologun kapısındayız! Sıra bekliyoruz! Oğlan açıktan bana yürüyor! Pardon, koşuyor.

Sevim koş! Benim Ruz bacıma yürüyorlar! "A... Şey... Kız arkadaşımın günü geçti de..." diyebiledi neden sonra.

"Sen üzülme. Sıcaklardandır" dedim en sakin halimle.

Başka da bir şey diyemedi.

İnsan olan o dakika susar zaten.

Azıcık insan olan.



Beş dakika sonra test sonuçlarını verdiler bunun eline.

Suratı paramparça elveda diyip çıktı hastaneden.

Ben muayeneye girdim.

Stresten şiştiğimi öğrendim.

At gibi sağlıklıymışım.

Yine kutsal bir kişilik olma ihtimalimi es geçtiğime üzüldüm.

Ölmeyeceğim ya da menopoza girmeyeceğim için sevindim.

En azından bir yirmi sene daha.

Ve çıktım hastaneden.



Cake House'a indim.

Melisa'yı aradım.

"Melisa" dedim. "Hani o bizim çok beğendiğimiz, uzun kirpikli, aşşırı yakışıklı, serseri saçlı oğlan vardı ya..." "B?" dedi.

"He" dedim. "B. Az önce tanıştı benimle." "Aaa?" dedi "Kız arkadaşı vardı onun." "Hala var" dedim. "Sanırım haftaya da kürtajları var." "Oha!" diye bir ses geldi karşıdan.

"Oha tabii!" dedim. "Bu arada iyi haber tanrı katından peygamber doğurmakla görevlendirilmemişim." "Aman Arzum! Alemsin!" dedi.



Ben mi alemim, sevgilisini kürtaja getirmişken kapıdan yeni karı kaldırmaya çalışan uzun kirpikli oğlan mı, demedim.

Biz bu çocukla beş yıldır ilk kez neden doğumhane kapısında denk geldik demedim.

Acaba çocuklarımın babası bu mu olacak demedim.

Düşünüp düşünüp sinirden güldüm sadece.



Bir adama dikkatle bakın.

Hayatındaki kadına nasıl davrandığına bakın.

Bugün sizin için elindekinden vazgeçen, yarın başkası için sizden vazgeçer.

Bugün hayatında biri varken başkasına yürüyen, yarın hayatında siz varken başkasına yürür.

Başkasının elindeki şeye uzanmayın.

Ne kadar parlak, cafcaflı görünürse görünsün, başkasına ait olana göz dikmeyin.

Karma şıllığın tekidir.

Keser döner, sap döner, o sap elinizde kalır sonra.

Nereye koyacağınızı şaşırırsınız.

Allah muhafaza!

Merak ediyorsanız, jinekologun kapısındaki bey hala aynı kızla birlikte. Geçen gün yeni dizisi başladı. Yazın yayından en hızlı kalkacak dizisi gibi görünüyor. Beyefendi başka kapılarda başka kızlara yürüyor mu bilemem. Beni ilgilendirmez. Ben üstüme düşeni yapıp bir hanım arkadaşımın daha yuvasını kurtardım. Kalanını da garısı düşünsün.



Hayatım, yanlış zaman doğru insan karmasında aktı durdu bir zaman.

Oturdum film izler gibi izledim.

Bayılıyorum hayatımın bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmesine.

Hastasıyım hayatımın romantik komedi tandansının.

Bazen tür korku-gerilim ya da dram-trajediye kayıyor ama olsun.

O da lazım.

O da güzel.

Kendimi başrolde izlerken hiç ben bu düzeni bozarım, demedim.

Akışı engellemedim.

Aksın gitsin istedim de...

Ben bu düzeni bozarım aga.

Ben bu düzeni çok pis bozarım.

Yazının devamı...

Hiçbir şey hayal ettiğin gibi olmuyor ama her şey...

"Bir zamanlar her şey daha güzeldi, gelecek bile."

'98 senesiydi.

Ortaokulu bitirdiğim sene.

Hayatımın kalanında bir daha asla esir olmayacağıma inandığım yıl.

Annemin zoruyla anadolu lisesi sınavına girmiş, nasıl olsa güzel sanatlar lisesine gideceğim diye elimden gitarı düşürmediğim günler.

Her sabah kalkıp büyük bir şevkle müzik okuluna gidiyorum.

İpek de benimle geliyor.

İpek benden bir yaş küçük.

En iyi arkadaşım.

Kendi çapımızda bir rock grubumuz var.

Elimizden geldiğince bir şeyler çalıyor, bestelemeye çalışıyoruz.

Çok kararlıyız.

Büyüyünce rock star olacağız.

Özlem Tekin'le Şebnem Ferah da gaz vermiş olabilir bize.

Artık ne hikmetse ikinci bir Volvox vakası olma yolunda koşuyoruz.

Üstelik çok daha küçüğüz.

Ağaç yaşken eğilir.

Öyle ya da böyle harika geçiyor o yaz.

Neden harika geçtiğini hatırlamıyorum bile.

İzci kampında berbat bir iki hafta geçiriyorum mesela.

Dönüyorum.

Büyük bir stresin içindeyim.

O sınavı vermeliyim.

Hayatta olmak istediğim insanla aramda tek bir sınav var çünkü.

Günlerce çalışıyorum.

Bazen müzik okulunda uyuyorum.

Ne alakaysa bitleniyorum okulda.

Antalya'nın göbeği! Hey Allahım! Belime kadar kıvırcık saçlarım var.

Kessen kıyamazsın.

O sınav stresi arasında bir de bitle mücadele ediyorum ergen halimle.

Ve sınav gününden bir gün, sadece bir gün önce evin telefonu çalıyor.

Arayan ortaokuldan Özge diye bir arkadaşım.

"Arzum" diyor. "Sınavı kazanmışsın. Hem de dereceyle." "Ne sınavı yahu?" diyorum. "Ben sınava yarın giriyorum." "Anadolu lisesi sınavı" diyor.

Tamamen unutmuşum.

Telefon elimde boş boş bakıyorum duvara.

"İyi" diyorum. "Çok da önemli değil. Yedeklerden biri girer yerime." O gün müzik okuluna gidiyorum.

Gitar hocam Engin Düzyol ve şan hocam Naime Hanım karşılarına alıyorlar beni.

"Bak" diyorlar, "Biz hayatımızı iyi müzisyenler olmak için mahvettik. Başka hiçbir özelliğimiz yok. Yeterince dil bilmiyoruz. Başka işten anlamıyoruz. Boşver güzel sanatları. Anadolu lisesine git." "Öyle bir ihtimal söz konusu değil" diyip çıkıyorum okuldan.

Şimdi bakınca, ne saçma bir yönlendirme.

Herkes senin gibi kaybeden olmak zorunda değil oysaki.

İnsanları yüreklendirmek gerek.

Şevk kırmak korkakların nimeti.

Sırtımda gitarımla boş boş yürüyorum sokaklarda.

Kafam büyük bir boşluk.

Kafam delik.

Anadolu lisesi sınavını ikinci kez dereceyle kazanıyorum.

İlkinde biraz ayak direyip "inek değilim ben! Beni ineklerin arasına gönderemezsiniz!" diye zırlayarak, gitmekten kurtulmuştum.

Bu sefer kaçacak yerim yok, görüyorum.

Ayrıca galiba ben gizli ineğim.

Bunu da kabul etmek zorunda kalıyorum.

Ama istediğim şey o değil.

İstediğim şey müzisyen olmak benim.

Dedem gibi.

Dedemin dedesi gibi.

Onun dedesi gibi.

Müzisyenlik bizde aile geleneği.

Bayrağı devralmak istiyorum.

Üç yaşından beri tek istediğim şey şarkı söylemek.

En iyi yaptığım şeyin bu olduğunu biliyorum.

Ama küçük bir sorunum var.

Kronik alerji ve astım hastasıyım.

Bazen sesimi günlerce kaybediyorum o zamanlar.

Ve doktorlar bir gün profesyonel olarak şarkı söylersem sesimi tamamen kaybetme ihtimalimden söz ediyorlar.

Bu ihtimali düşünmek bile istemiyorum.

Bu ihtimali düşününce karanlık bir gelecek beliriyor önümde.

Büyük bir belirsizlik.

Büyük korkular.

Ve ertesi gün tam da bu psikolojiyle giriyorum sınava.

Kağıtların karışıyor, kayboluyor, en sona kalıyorum.

Ağlamaktan sesim kısılmış artık.

Sinirden kulaklarım uğulduyor.

Yine de giriyorum o sınava.

Yine de kazanıyorum.

Ve asıl karar verme süreci sonraki hafta başlıyor.

İnsan genç yaşında hayatının en kritik kararlarını verir ve bunlar genellikle en yanlış seçimlerdir derler.

Bilmiyorum.

Düşünüyorum.

Ve annemin anadolu lisesine kaydımı yaptırmasına izin veriyorum.

Anadolu lisesinin ne işime yarayacağı konusunda bir fikrim yok.

Tek istediğim şarkı söylemek.

Başka bir kariyer hayal etmiyorum.

İstediğimi de yapıyorum esasen.

Üç yıl boyunca dersleri zerre umursamadan, yine ben çalışmadım diyip en yüksek notu alan öğrenci gibi bitiriyorum liseyi.

Hep şarkı söylüyorum.

Hep sahnedeyim.

O lanet okul günlerini ve sıkıcı dersleri anca öyle atlatabiliyorum.

Ve sonra kapıya dayanıyor yumurta.

Bir kez daha seçim yapmak zorundayım.

Ya konservatuara gideceğim ya üniversiteye.

Üniversite sınavına son üç ay kalmış.

Tek satır ders çalışmamışım.

"Tamam ulan" diyorum "Madem buraya kadar geldik, üniversiteye de gidelim. Zaten grubum var. Zaten şarkı söylüyorum." Challenge excepted! Hayatımı kendime meydan okuyarak geçiriyorum.

Sınava giriyorum.

Ve nasıl becerebiliyorsam yine saçma yükseklikte bir not alıp ilk ondan giriyorum üniversiteye.

Aferin bana! Bir konuda akıllılık ediyorum.

Paşa paşa, popomu en rahat yayabileceğim yeri, iletişim fakültesini tercih ediyorum.

Herkesin "Boğaziçi'ne yetiyor o puan! Ne işin var Marmara'da!" diye şarlamasına kulak tıkayarak hem de.

Kendime yenilmemi asla hazmedemiyorum ama.

Başardığım için asla sevinemiyorum.

Hayatımın kalanı kendi kendini biçimlendiriyor o günden sonra.

Bir daha elime ne gitarı alıyorum ne de şarkı söylüyorum.

Bir yıl sonra yine niyeyse reklam yazıyorum bir ajansta.

Stajyer diye girmişim bir hafta sonra kadroya alınıyorum.

Üç yıl içinde ülkenin en baba moda dergisinde editörüm.

Sonra yazı işleri müdürü.

Sonra yayın yönetmeni.

Sonra kitaplar.

Televizyon...

Kitaplar.

Şu.

Bu.

Her şey kendiliğinden oluyor Hayat akıyor, ben bakıyorum.

Bir daha asla şarkı söylemiyorum.

Asla.

Hala.

* İpek'e ne mi oldu? O da bir yıl sonra iletişim okumak için Kıbrıs'a gitti.

Televizyoncu oldu.

Evlendi.

Şimdi bir oğlu var.

Adı Arden.

İkimiz de hayal ettiğimiz insanlar olamadık.

Ama daha iyi hayatlar yaşadığımız açık.

En azından istediğimiz hayatları yaşıyoruz.

İstediğimizi sandığımız hayatları değil.

-Neden bu hayatları istediğimiz şüpheli.- Seçtiğimiz insanlarlayız.

Mecbur kaldığımız insanlarla değil.

-Neden bu insanları seçtiğimiz şüpheli.

- Ama istediğimiz bu.

30'u geride bırakınca, insan istediği şeyden daha emin birine dönüşüyor.

-Neden dönüştüğü şüpheli.

- Bu hayatın acımasız, tuhaf, ağlamaklı bir dengesi vardır sevgili dostlar.

Hiçbir şey hayal ettiğiniz gibi olmaz.

Ve günün sonunda tuhaf bir biçimde her şey hayal ettiğinizden iyi olur.

Bunu unutmayın.

Bu bilgiyi kendinize saklayın.

Bu bilgiyi hayal kırıklığına her uğrayışınızda, hayatın istediğinizi her sunmayışında kullanın.

Ve hayal etmekten asla yılmayın.

Hayalleri olan birini, hiçbir şey durduramaz.

Gerçekler bile.

Mutlu haftalar.

Yazının devamı...

Manzaraya düşüp ölmek

"Marifetini kullanmazsan, o seni kullanır." -Ursula K. Le Guin, Marifetler

Manzaraya düşüp ölmek istiyorum.

En çok uçakta giderken mesela...

Camdan aşağı bakıp boşlukta süzülmek istiyorum.

Yere inene kadar parçalanmamış bir yerim kalmayacak diyelim Olsun, ben onu da denemek istiyorum.

Çocukken sık sık bir uçurumun kenarında durduğum rüyalar görürdüm.

Uçurumun kenarındayım, bir sebeple atlıyor ya da düşüyorum.

Ve uçmaya başlıyorum.

O ne özgürlük.

Biraz büyüyünce arabayla boş bir yolda giderken görmeye başladım aynı rüyaları.

Araba gitmiyor.

Ayaklarımla götürüyorum.

Taş devrindeki gibi.

Ve sonra havalanıyor o araba.

Uçuyor.

Uçmak, ne büyük özgürlük hissi.

İnsanın yaradılışının bir şeylerin üzerine kurulduğuna inanıyorum ben.

Benim için sınırları zorlamak kendi varlığımın testi.

Dünyada nefes aldığımın ispatı.

Geride bıraktığım parmak izi.

Ehliyetini o gün almış birinin arabasına binerim ben.

Ölmekle ilgili bir sorunum yok çünkü.

Ölmek gözümü korkutmuyor.

Bu da beni ölümsüz yapıyor.

Dünyanın en akıl almaz, en denenmemiş aracını ben denerim.

Göz göre göre böceklerle kaplı bir suya girerim.

Burnumun dibine kadar sokulmuş yılana gülümser geçerim.

Bunlar beni hayatta tutuyor.

Garip huzur anları biriktiriyorum evrende.

Yanımda kimin olduğu, ne söylediği, ne hissettiği önemsiz.

Tek önemli olan benim o anda Benim ne hissettiğim.

Çocukken geceleri balkonda oturup boş boş yıldızlara bakardım.

Boş boş.

Hayalsiz.

O hayalsizlik anları, bu dünyadaki huzur anları benim için.

Bir gün her şeyi unutacak olsam bile o anları hatırlayacağım kesin.

Çok iyi hissettiğim bir gecede kaç kadeh içtiğimi hatırlamam mesela.

Ne yaptığımı unuturum.

Neredeyim, neden oradayım...

Tek hatırladığım ne hissettiğim olur.

Ben hissettiğim şeylerin esiriyim.

Sonra ne zaman kötü hissetsem, o iyi hissettiğim anları anımsayıp sakinleştiriyorum kendimi.

İşler güçler çok mu sıkıştı? Hemen çekiyorum yazdan bir kare, oturuyorum içine...

Kar yağsa bile üşümüyorum böylece.

Yağmur ıslatmıyor beni İnsanların hepsi sevimli.

Ben o anın içindeyim.

Manzaraya düşüp ölüyorum muhtemelen.

Cesedim soğumadan doğuyorum yeniden.

Herkes gibi.

Uykunun yarı ölüm olduğunu bilen herkes gibi...

O manzaradan doğuyorum ben.

Nerede olduğum hiç mühim değil artık.

Bir yerdeyim.

Kayıbım.

Ve bulunmak istemiyorum.

Hiç kaybolamadım ben.

Çok denedim.

Hiç kaybolamadım.

Kaybolabilen insanlara hep özendim.

Keşke ben de bir gün bakkala diye çıkıp eve hiç dönmeseydim.

Öyle büyük bir sorumluluk var ki içimde, kendime dair, dünyaya dair...

Sanki kaybolursam sistem çökecek, Sanki ben olmazsam dünya içine göçecek gibi...

Elbette ki, bunlar yarım aklın kendine vazife bildikleri.

Günü geldiğinde, ölüp gittiğinde ne sen kalıyorsun, ne sistem, ne de dünya halbuki.

Bu yüzden ben, Sıcak bir akşamüstü Manzaraya düşüp ölmek istiyorum.

Ve yeniden başlamak istiyorum, Tanrı'nın dekorunun başladığı yerden.

Şiiri bir kenara koyacak olursak eğer Ve günaha girmeden yaşamayı seçeceksek, Size tavsiyem, boş boş bakın o manzaraya.

En boş aklınızla.

O manzarayı çalın.

Düşünmeden.

Ve içinde kendinize yer açın.

İçinizde iyi anlara, iyi hislere yer açın.

Böylece her sabah yeniden doğmayı, yeni anlar yakalamayı garanti altına alın.

Şu hayatta garanti altına alabileceğiniz tek şey bu.

Şu hayatta güzel ya da çirkin, aptal ya da zeki, ne olursanız olun, yaratabileceğiniz tek mucize, tek süper gücünüz bu.

Ursula K. Le Guin "Marifetler"de der ki "Marifetini kullanmazsan, o seni kullanır." Marifetinizi kullanın.

Gücünüzün esiri olmaktansa gücünüzle kendinize güç katın.

Şu hayatta tek intiharınız manzaraya düşüp ölmek olsun yani.

Ölümün bile ölümsüz olanını yaratın.

Mutlu hafta sonları.

Yazının devamı...

"Ben" demeyi bırakın!

"Hayal kırıklığı illüzyondur sevgili gönül dostlarım. G.tünüzden uydurduğunuzu başkasına yapıştırmaya kalkınca ortaya çıkar." -Bitli Pileyboy

Bütün cümlelere "ben" diye başlayan insanlardan korkarım.
Bütün dünya kendi etraflarında dönüyor sanırlar.
Bütün cümlelere "sen" diye başlayan insanlardan korkarım.
Suçu hep karşılarındakine atarlar.
"Biz" demeyi becermek zordur mesela. Kurumsal kültürün en büyük göstergesidir.
Ve bazıları "biz" dediğiniz anda sizi kendilerine ait bir şey sanırlar.
Ben onlardan da korkarım.
Birini sahiplenmekle malın sanmanın arasında fark vardır çünkü.
Birini koruyup kollamakla onun hayatını yönetmeye çalışmanın arasında fark vardır.
İnsan sevdiği şeyleri yönetmeyi denemez.
Güvenmediği şeyleri yönetir.
En azından biri beni yönetmeye kalktığında bana güvenmiyormuş, beni sevmiyormuş gibi gelir.
Ve bütün bu duygular uçlarda gezinen, karşındakini yoran, rahatsız eden duygulardır.

Derdini olduğu gibi söylemeyip hıncını başka yerden çıkarmaya çalışan insanlardan da korkarım.
İnsan ilişkilerini koyu çerçevelere koyup değerlendirenlerden, işine gelmediği şekilde davrandığınızda küsüp gidenlerden, sizi kalıplara hapsetmeye çalışanlardan, korkarım.
Bir insanın önüne sırf canınız istiyor diye yalandan sevgi sözcükleri yığıp onu idare edemezsiniz.
Satın alamazsınız.
"Sen benim dostumsun" diyip zerre dostluk göstermediğiniz birinden dostluk bekleyemezsiniz.
Göstermediğiniz şeyi alamazsınız.
Her şeyin bedelini ödemek gerekir.
Bedelini ödemeden sahip olduğunuz her şey, hırsızlık demektir.

Bu hayatta insanlar emir eriniz değildir sizin.
İnsanların duygularını, hayatlarını, zamanlarını yönetemezsiniz.
Herkesin bir birey olduğunu kabullenmeden huzur yüzü göremezsiniz.
Herkesin kendi kararlarını, kendi kararları kadar yaşadığını görmezden gelemezsiniz.

Hayatı iş yeriniz, insanları da çalışanlarınız zannederseniz eğer, ağlamadan bir gün geçiremezsiniz.
Herkesin size istediğiniz gibi davranmasını beklerseniz, mutsuzluğa yenik düşersiniz.
Küçük acılarınızdan büyük evler inşa ederseniz kendinize, başınız sıkıştığında hep acıya dönersiniz.
Size bin kere iyilik etmiş birinin bir tek "yanlışını" gördüğünüzde küfrederseniz, bu dünyadan kimsesiz göçersiniz.

İnsanlar tek tip değildir.
Duygular herkesin travma tarihinde farklı şekillenir.
Elbette ki tepkiler de.
Kendi kısıtlı sınırlı tarihiniz üstünden tüm dünyayı yargılamayı denerseniz, kendi içinizde hep yetim hırkasını giyerseniz, gerçek size uzak düşer.
Ve elbette ki siz de gerçeğe.
Kafanızdaki acı kurguda boy vermeye çalışırken girdaba kapılır boğulur gidersiniz işte.
En doğruyu yaptığınıza kayıtsız şartsız inanırsanız, her zaman yanlışı seçersiniz.
Diğerlerinin sesine kulaklarınızı tıkarsanız, kalbinizin sesine sağır olursunuz.
Baş edemediğiniz durumlarda sinir krizlerinin arkasına gizlenirseniz, hayatınızı delilik sarar.
Deliliğinize yenilirsiniz.
Kendine, kendi deliliğine yenilmiş bir insan kadar acıklı hiçbir şey olamaz.

Siz en iyisi bahçenize uzanın, balkonunuza çıkın, havuz kenarına ya da sahile kaçın. Soğuk bir şey söyleyin. Bir kitap açın. Kalbinizin atışına kulak kesilin.
Hala atabiliyor, sevebiliyor, inanabiliyor diye neşelenin.
Dünyada insanın kalbinin her şeye rağmen çarpabiliyor olmasından büyük bir nimet yok bence.
Suçlamayı bırakın.
Korkuları rafa kaldırın.
O anda kalın.
O an, eviniz olsun.
Daha çok sevmeyi deneyin...
Ve en çok kendinizi sevin.
Kendini çok sevmeyen insanlar hiçbir şeyi sevmeyi beceremezler.

Hayırlı bayramlar.

Yazının devamı...

Karanlıktan sonrası

"İnsan hayatında öyle bir an gelir ki önünde uzayıp giden karanlık yolda ilerlemekten başka çaresi kalmaz, geri adım atamayacak kadar yorgundur çünkü ve yerinde duramayacak kadar da yıkkın. Hayatta çoğu zaman asıl ihtiyacımız olan budur işte, sağlam kalan parçalarımızı toplayıp kör bir kararlılıkla yolumuza devam etmek. Belirsizlikten, umutların bir tükenip bir tazelenmesinden bıkmıştır çünkü." -Emrah Serbes, Deliduman

"Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?" demiş şair. Şair bu. Bir bildiği vardır elbet. Bütün şairlerin bir bildiği vardır çünkü. Bazen, sadece birbirlerine anlatabildikleri.

Şu dünyanın insan üstünde bıraktığı yükü, şiir sevmeyen anlamaz çünkü. Şu dünyanın ölüme yakınlığını ve insanın çaresiz kayıplığını şair olmayan bilemez.

Bütün şairlerin günlük neşelerinin içinde gizlidir hüzün. En büyük kahkahalarını anı donduran bir cümle çözer.

Ve şairin gözünde her ölüm kendine has bir intihar planı taşır içinde. Şair olmayanlar göremez.

Ölüm, bu ülkenin ben kendimi bildim bileli en büyük gerçeği. Geçiş topraklarına konumlandığı için belki. Yönü olmadığından, yolunu kaybetmişleri, evini arayanları taşıdığından üstünde. Bu ülkede yaşamak hiç de öyle kolay değildir yani. 7/24 gelgitli bir ruh hali. Köşe başlarında sebepsiz ölümler. Sebepsiz terör. Sebebsiz cinayet. Tuhaf bir anlamsızlık, akıl hastalığı ve kafa karışıklığı sarmıştır bu ülkeyi. Bu kadar çok delinin yaşadığı yerde nefes alıp yapabileceğiniz iki şey vardır: ya delirmek ya da yazmak.

Dünkü kabus saldırı bana alışkın olduğumuz bir rutinin, içinde yaşamayı sevdiğimiz büyük acının standart bir parçası gibi geliyor artık. Daha birkaç ay evvel Ankara'nın göbeğinde hemen ardından Taksim'de bombalar patladı. Unutup devam ettik hayata. O acıyla mı bağlanıyoruz biz bu lanet hayata? O her an ölme hissi mi tetikliyor yaşamımızı, aşkımızı, eğlence anlayışımızı? Bilmiyorum. Ama şüpheliyim. Şüphe beni en çok kemiren duygudur. Çünkü hiçbir şeyin kesin olmadığı yerde her şey mümkündür.

Dünkü saldırının oluş şeklinin hainliğine bakınca, insanın birbirine yaptığı küçük hainliklerin temelinde bir katil uyuttuğu sonucuna da varmak zor değil.

Neticede yaralıları 100 dolara hastaneye taşıyan taksici de benim gözümde terörist kadar hain ve katil. Çıkarcı. Bencil. Kalpsiz.

Herkesin içinde bir şeytan, bir canavar var. Herkes ruhunun bir yerinde bir tetikçi barındırıyor. Bazıları çıkarıp kendi kafasına sıkıyor silahı, bazıları çekinmeden karşısındakini vuruyor. Yine de değişmiyor sonuç. İnsanın doğasındaki yıkıcı yan, düşüncesiz taraf, şuursuz güdü getiriyor dünyayı bu hale.

Ölümün ardından suçlu arayıp küfretmeyi uzun süre önce bıraktım demiştim. Cinayetlerin ardından bile. Öldürmemeye kendimizden başlamamız lazım çünkü. Kendimizi yiyip bitirmeyi kesmediğimiz sürece dünya böyle bir mezbelelik olmaya devam edecek. İçimizdeki ölüm, başkalarının cenazesi olarak karşımıza çıkmaya devam edecek. İnsanın ölümü durdurmasının başka bir yolu yok çünkü. Herkes önce kendi içindeki katilin ellerini kesecek, sonra terörü lanetleyecek.

Ölenlerin ailelerine baş sağlığı diliyor, daha güzel günlere sabahlara uyanma umuduyla bağlıyorum bu yazıyı.

Hayır, lanetlemiyorum.

Çünkü neyi/kimi lanetlemem gerektiğini bile kestiremiyorum artık.

Tüm sözler boş.

Dua ediyorum.

Hayırlısına, selametlisine.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.