Şampiy10
Magazin
Gündem

Rönesans görmemiş memlekette düğünlerde ilk dans vals!

Bu Pazar sizi ilişkilerin soğuk odalarından çıkarıp hayatın renkli çayırlarına fırlatacağım. Hep sorun hep sıkıntı, hep dert… Yıldık! Bakın, hava 30 derece. Tahminim siz bu satırları okurken havuz kenarında şezlongunuzda uzanmış olacaksınız. Ve dünyadaki tek sorununuz güneş yağınızın verdiği bronzluk derecesi olacak. En azından hepiniz için bu konuda duacıyım. Ebette ki kendim için de…

Dolayısıyla bugünü size uzun süredir bahsetmek istediğim birkaç meseleye ayıracağım.

1- VURGUN YİYENLER:

İlk maddeyi elbette ki kendime ayırdım. Uzun süredir merakla beklediğiniz, sorduğunuz yeni kitabım, ay içinde raflardaki yerini alacak. Sizler için bir başucu kitabı hazırlamaya çalıştık. İçinde kısa öykülerim, şiirsel yazılarım ve bazı sürprizlerim var. Yazın çantanıza atıp sıkıldıkça açıp okumak, gece uyumadan önce birkaç sayfa çevirmek için ideal bir iş oldu. Biz çok sevdik. Bakalım siz ne düşüneceksiniz? ALFA Yayınları etiketiyle.

2- AFİTAP:

Sezen, Sertab ve Sıla. Sev ya da sevme neredeyse bütün şarkılarını ezbere bildiğimiz pop müzik kişileri. Sıla’nın Sezen’in tahtına oynadığı bir gerçek. Hatta bir ölçüde tahtı ele geçirdi bile diyebiliriz. İyi de oldu. Sevmediğimiz bir kişi değil. Harika şarkıları da var. Mesela benim favorim “Bodrum’un Suları”dır her vakit. Rakının yanında olmazsa olmaz “Vur Kadehi Usta.” Peki, bu Sıla kız, Afitap’ta ne yapmaya çalışmış? tamamını bir şarkıya yığarak nereye varabilirsiniz? Arada antin kuntin bir kelimeyi şarkıya attırma modasını Sezen başlattı ama Afitap’taki resmen doz aşımı. Bir sonraki albümde şarkı yapamayacak herhalde. Belki de müziğini, kendini cool gösterdiğine inandığı bu eski Türkçe sözcüklerden arındırmayı dener. Hayır, ben edebiyatçı halimle zor anlıyorum ne dediğini. Dinleyici sözlüğe mi baksın?

“Hissi celaliyle”dir o. Cemali olsa duramazsın Afitap! (Cümleyi anlamak için bkz. Celali İsyanları. Ya da bakmayın.)

3- YAZ EKRANINDA ROMANTİK KOMEDİ FURYASI:

Kadının salaklığı, erkeğin erişilmezliği, karizması ve seksapeli üzerine kurulu bir sürü romantik komedi daha yayına girdi, girmek üzere. Sanırım romantik komedilerde kadını zavallılaştırma tutumuna bir tek Aşk Yeniden düşmedi. Ki televizyonlara romantik komedi kavramını da Aşk Yeniden getirdi. Bir kadın olarak, hemcinslerimin sakar, savsak, şapşal ve erkek/koca delisi gösterilmesinden rahatsızım. Yetkilere arz ederim. (dizilerin hepsi yayınlansın tek tek izleyip kritik yapacağım bir başka yazıda. Endişe etmeyin.)

4- BABİL BÜYÜCÜSÜ:

Son günlerde kilitlenip kaldığım bir kitap. Deniz S. Vincente adında bir yazarın kitabı olduğu söyleniyor. Emin değilim. Takma isim olabilir. Zira yazarı araştırdım ama böyle bir kişiye tarihte rastlanmıyor. Kitabın baskısı da tükenmiş. Ama ben size kitaptan birkaç alıntı sunayım. Nadirkitap.com’dan bulup okuyabilirsiniz.

“Servet kendini koruyana gider. Aynı kadınlar gibi.”

“ Tapınakların rahipleri, müritlerine her zaman bencil olmamalarını, kendilerini büyük davalara adamalarını, insanların ve inanışların hizmetinde olmayı vaaz eder. Ama toplumda hastalıklı olan bu düşünce, toplumun fertlerinin tek tek fakirleşmesine, dolayısıyla toplumun tek tek yoksulaşmasına neden olur. Rahiplerin tek istediği insanların sadece birkaç rahibe hizmet etmesidir. Oysa toplumun zenginleşmesi, tek bir insanın zenginleşmesinden geçer.”

“İnkar etmektense itiraf etmek daha faydalıdır. İtiraf, gücün göstergesidir. Korkmadığınızı göstermek için günahlarınızı itiraf edin. Böylece insanlar bir günahkarla yaşamak zorunda kalsın. Bunun hem onlara hem de size yararı vardır. Karşılıklı şantaj, gelişmeyi sağlar ve insanı uyanık tutar. Uyanık insanlar paraya daha çabuk kavuşur.”

“Paranın iki düşmanı vardır. Aşk ve gereksiz gurur.”

Bulun, okuyun.

5- SEND MY LOVE (TO YOUR NEW LOVER)

Bayıldığım bir Adele şarkısı oldu. Son yılarda Adele’in haddinden fazla abartıldığına inanmaya başlamıştım. Ancak ilk kez Billboard Ödülleri’nde seslendirdiği bu şarkı ve klibiyle, kalbimi yeniden kazandı. Şarkı virütik bir hastalık gibi. Bir kez dinleyince kopamıyorsunuz. Şarkıda özetle ne mi diyor? “Yeni sevgiline sevgilerimi yolla, ona benden iyi davran” diyor. Adele’in atarı candır. Atar gibi atar!

6- KISMETSE OLUR:

Sezon finalini merakla beklediğimiz bir program. Yarışma desen değil, reality show desen değil, evlendirme programı desen değil… Amerika’da The Bachelor diye bir program vardı. Bunu çok andıran. 20 sezon devam etti. Ama bu kadar beş dakkada değişir bütün işler konseptini dünya görmedi. Türklerin biraz zorlayınca acayip formatlar yarattığını düşünüyorum ben. Caner Erdem ve Haluk Şirin ikilisi, Bu Tarz Benim’den (Kanal değiştirince İste Benim Stilim’e dönüşen programdan söz ediyorum) sonra, Kısmetse Olur’la da gündüz kuşağını ele geçirdi. Aynı başarı, yapımcılığını üstlendikleri TV 8’de yayınlanan Feomen için henüz geçerli değil. Ama yaz sezonuna devam ederse, televizyonda gündüz vakti izleyecek hiçbir şey bulamayan izleyici ona da abone olacaktır. Televizyonu boş bırakmaya gelmez. Televizyon boşlukları sevmez.

7- DÜĞÜN SEZONU:

Yazla düğünün bir bağlantısı olmalı. Yoksa da bu sağanak düğün yağmurunu biri bana açıklamalı. Saraylarda milyonlar yığılarak yapılan düğünlere ve ertesinde gelen kısa vadeli boşanmalara alışkınız. Şimdi bir de kilise usulü ayakta evet diyip imza atıyorlar. Sarayda bile konsept kır düğünü. Bakın, evlenene garezim yok da benim aklım bir şeyi almıyor… Rönesans görmemiş memlekette düğünlerde ilk dans vals. Hem de “Bağdat” eşliğinde. Vay beni beni! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu canlarım. Bizim ilk dansımız maksimum çiftetelli, kasap havası olabilir ki elimizde kasap havası kalmamış… Damat karşılaması verelim?

Keyifli pazarlar… Muazzam haftalar olsun.

Yazının devamı...

Her şeye ederi kadar değer vermiyoruz

Bazen bi cümleye o kadar tutuluyorsun ki, gözünde büyüyor büyüyor, hiç taşımadığı bir sürü anlamı varmış gibi geliyor. Bazı insanlar da öyle.

Fi tarihinde bir arkadaşım vardı. Erkek arkadaşı Candy Crush'ta rekor kırıyor diye oğlanın üstün zekalı olduğunu sanıyordu. Tavlada iyi diye oğlanın üstün zekalı olduğunu sanıyordu. Okeyde iyi diye oğlanın üstün zekalı olduğunu sanıyordu. Bir şekilde oğlanın üstün zekalı olduğunu sanıyordu. Ve oğlana bu duygu üzerinden hayanlık besliyordu.

Oğlanı hepsinde eze eze yendiğimde oğlanın üstün zekalı olmadığını fark etti. Ya da şöyle diyelim, oğlandan zeki birinin etraflarında bulunması, üstelik de onun bir kadın olması, bizim kızı çok rencide etti. Ve hemen bir bahane bulup gönderdi oğlanı hayatından. Bitirdi ilişkilerini. Çizdi üstünü. Yenisine geçti.

Hayranlık duyabileceği başka bir oğlan buldu kendine. Diğer oğlanı daha ilk gördüğüm gün yalancı ve salak olduğunu anlamıştım. Eskisinde az bir şey zeka kırıntısı varsa da, yenisinde hiç yoktu. Ben salağı gördüğüm yerde tanırım. Genelde kendini çok akıllı zanneden herkes büyük salaktır mesela. Tehdit eden herkes büyük acizdir. İnsanın korkması gereken tek şey sessizliktir. Bas bas bağıran her şey yalandır.

Dolayısıyla o oğlan da salak çıktı. Kız bunu anlayınca o oğlanı da sepetledi.

Günün sonunda eldeki imkanlar benim yüzümden bir bir elenince, sorunun bende olduğunu keşfetti.

Hayatına aldığı hiçbir oğlana hayranlık beslemiyordum. Nasıl yani? Onun tercihlerine küfrediyordum! Nasıl yani? Ben kim köpektim de bu cesareti kendimde buluyordum? Falan yani… Kadınlar, başka kadınların, özellikle de yakın çevrelerindeki kadınların hayranlık duyabileceği erkeklerle birlikte olmak ister. Ellerindeki adamı bir hava atma aracı olarak kullanırlar. Adamın tipi çapı bozuksa, kesin çok zekidir, çok iyi bir işi vardır… Çok iyi bir aileden geliyordur… At yalanı! Arkadaşım sonunda anladı. Kiminle birlikte olursa olsun bende hayranlık duygusu, gıpta, imrenme yaratamayacaktı.

Bir kere ben etrafımdaki insanların ellerindeki şeyleri kıskanan, haset eden, imrenen bir tip değildim.

Elindeki adamla beni kıskandırması imkansızdı. Elindeki adamın çok zeki olduğuna beni inandırması imkansızdı. Çok yakışıklı olmadığını da gözüm görüyordu. Elindeki adamla bana hava atması imkansızdı.

Sonunda bu duygu çatışmasından yorulup çekildi köşesine. Onu kendi haline, muhteşem kıymetli bulduğu flörtleriyle baş başa bıraktım.

Herkes kendinde eksik olanı arıyor. Çirkin olan güzeli, aptal olan zekiyi, fakir olan zengini… İnsan ne kadar ezik ya da acizse, hayatına giren insanın o kadar havalı olmasını istiyor. Elaleme gösterebilecek bir şeyi olsun diye. İnsan ne kadar başarısızsa o kadar başarılı birini seçiyor, millete hava atacak müspet bir değeri olsun diye. İnsan birine bir duygudan tutunup onu yüceltmek istiyor. Küçücük bir değer kırıntısı, bir emare.

Sanırım beni diğer insanlardan bu ayırıyor.

Yıllar evvel bir erkek arkadaşımla aramızda şöyle bir konuşma geçti: -Arzum sence ben yakışıklı mıyım? -Eh… Sevimli diyelim.

-Yetenekli miyim? -Eh… Yeteneğinden fazla hırsın var. Umarım seni bir yere götütür.

-Başarılı mıyım? -Ne konuda canım? -Arzum sen benimle neden birliktesin? -E aşkım çok iyi bir insansın.

O gün ayrıldık elbette. Hiçbir gün suratına söylemediğim bir gerçekti. Ona hiçbir zaman hayranlık duymamıştım. Ben insanlara hayranlık duygusu üzerinden bağlanabilen bir tip değilim. Beni birinin yanında sadece onun iyi ve ilgili biri olması tutabiliyor mesela. Bir açığımı kapatmasını beklemiyorum çünkü hayatımdaki insanın. Bir eksiğim olduğuna inanmıyorum. Varsa da bulur kendim kapatırım.

Ama biri olmadan da, tek başıma da tam ve bütün bir insanım.

Bütün sevgimi vereceksem, gerçekten iyi olduğuna, kalbinin temiz olduğuna inandığım bir insana vermek istiyorum.

Çünkü diğer tüm özellikler geçici. İnsanı birbirine iyilik bağlıyor. Elbette ki kimseden estetik değerleri bir kenara atmasını beklemiyorum şu hayatta. Olmayacak insanlara olmayacak değerler atfederek elindekini yüceltmek yerine, dengine bakmasını bekliyorum.

Kendini tam ve bütün hisseden bir insan, sadece dengini arar. Kendinden daha yüce bir varlık arayıp ona aşık olacağına inananlar, zayıf karakterli, özgüveni eksik insanlardır.

Ve dostum biz bu kasabada, zavallı olmayı seçenleri hiç sevmeyiz.

ARZUM’LA SEN DE YAPABİLİRSİN KONU: İLİŞKİDE UZAK DURMANIZ GEREKEN 5 İNSAN TİPİ

1- DURDUK YERE ELEŞTİRENLER: Sizin kendisinden yüksek değerleriniz olduğuna inanan insanlar, bu değerlerinizi eleştirerek sizi yermeye başlarlar. Sizi, aşağılayarak kendi zavallı varlıklarına bağımlı hale getirmeyi denerler. Bu tip insanları gördüğünüz yerde uzak durun. Bir insan, diğerini durduk yere ağır, aşağılayan tonda eleştiriyorsa, o insanı ve sahip olduğu değerleri kıskanıyordur. O insanı ele geçirmeye çalışıyordur. Bu insanları değil hayatınıza almak masanıza bile oturtmayın.


2- SİZİ GEREKSİZ ÖVENLER: Bu insanların hayatındaki varlığınız, sahip olduğunuz değerler kadar.

Paranızı seviyorsa paranız bittiğinde, şöhretinizi seviyorsa şöhretiniz gittiğinde defolup giderler hayatınızdan. Sizi ona buna büyük cümlelerle sizin yanınızda öven insanlar, sizi yanlarında süs olarak taşırlar. Gereksiz övgülerden sakının. Onların sizi öven insanlara bağımı hale getirdiğini unutmayın.

3- SİZİ KIYASLAYANLAR: Eski sevgilisiyle, başka insanlarla. Kafasında sürekli kıyas yapan insanlar, kişilikten pek nasibini almamış tiplerdir. Sizden iyisini buldukları anda size tekmeyi basacak kadar da kaypaktırlar. Onların değer yargıları yoktur. Başkalarının sözlerinden çabuk etkilenirler. Çabuk manipüle olurlar. Ve duyguları geçicidir. Bir anda yükselir, bir anda inerler.

4- KANKASINA DANIŞMADAN HAREKET ETMEYENLER: Ve tebrikler! Nur topu gibi üç kişilik bir ilişkiniz var artık. Kadınlar, hareket ederken çevrelerine danışırlar. Ve bildiklerini okurlar. Fakat erkekler, kankaları onaylamadan adım atmazlar. Ortada bir kadın kanka faktörü varsa o durumdan uzak durun. Her kadın diğerine karşı iyi niyetli değil günün sonunda. Bir lafa bakacaksın laf mı diye, bir de söyleyene… Hayatı boyunca kaç metre yol almış diye. Etrafındaki insanlar tarafından kolay manipüle edilenlerden uzak durun.

5- İLGİSİZ DAVRANANLAR: Bu insanlar yandım Allah değişmez. Karşınızdaki insandan aşırı ilgi bekliyorsanız, onu gösterebilecek birini bulun. Tek derdi kendisi olan biriyle birlikte olmaya zorlamayın kendinizi. Ha diyorsanız ki çok seviyorum… O zaman sevin… Olduğu gibi sevin.

İlgisizliğiyle sevin. Ya da sevmeyin.

Yazının devamı...

Sanki uçurumun kenarındayız ve tutunacak hiçbir dalımız yok

“İçimde kötü bir his var. Sanki bir uçurumun kenarındayız. Rüzgar tüm hızıyla esiyor ve tutunacak hiçbir dalımız yok.”

Adını hatırlamadığımın da dediği gibi, bu aralar o uçurumun kenarında hissediyorum kendimi. Sanki bir adım atsam, düşüp paramparça olacağım. Dal mal da yok evet. Tutunacak hiçbir şey yok. İnsan kendini tutunacak hiçbir şey bulamadığı zamanlarda düşecek gibi hissediyor zaten. Düşmenin de böyle basit bir yasası var.

Bir kitap okuyorum. İçinde şöyle diyor. “Yardım ettiğin birinden nankörlük görmek istemiyorsan ya yardım etme ya da yardım ettiğin insanın yanında düşme. İlk tekmeyi sana o basar.” Tarihin bütün kademeleri bu fikri kol kola girerek destekliyor. İnsanlar kimsen büyük iyilik görmüşse ondan kaçıyor.

İlk terk ettikleri, kendilerine el uzatan oluyor. Alimlere sorarsanız bu, herkesin ego yarıştırması birbiriyle. Bana sorarsanız, kimse gözyaşlarını görenin yanında durmak istemiyor. Kimse onu en düşük halinde görenin yanında yükselemez çünkü. Yükselmek için insanın kendine alan açması gerekiyor.

Alan açmak için de nankörlük etmesi? Hayır, nankörlük etmek gerekmiyor.

Bütün insan ilişkileri, bir nedenle var oluyor hayatımızda. Bizi bir yerden alıp bir yere taşıyor ve sonra sonlanıyor o birliktelik. Bu gerçeği kabullenmeyip o ilişkilere takılıp kaldığınızda kabusa dönüyor hayatınız. Çekilmez bir hal alıyor. Mesela biri sizi terk ediyor diyelim… Sevgiliniz ya da yakın bir dostunuz… Kardeşiniz. Zamanlamasını iyi hesap edin bunun. Göreceksiniz ki, o insan tam da sizin onu taşımaktan yorulduğunuz, ondan nefret etmeye başladığınız, bezdiğiniz noktada çıkıp gidiyor hayatınızdan. Evrenin kanunu bu. Hep söylerim. Giden gitmiyor. Gönderiliyor. Sabrın bittiği, tahammülün kaybolduğu yerde mecburen gidiyor.

Peki ya siz ne zaman gitmelisiniz? O uçurumdan düşmeden gitmeyi bilmek nasıl mümkün olabilir? Mümkün müdür ya da? Mümkünsüz hiçbir şey yok dünyada.

Gitmeniz gerektiğinin sinyalleri karşınızdakinden size hızla iletilir. O insanın size olan ilgisi azalır, ayırdığı vakit azalır, hayatınıza verdiği önem azalır. Ne olduğunu sorduğunuzda “Yok bir şey canım her şey normal” diye geçiştirilmeye başlarsınız. Ya da bir bahane üretir karşınızdaki ihmalkarlıklarına.

Listeye çentik olarak atarsınız. Çoğu zaman kabullenmek güçtür gitmeniz gerektiğini. Aldığınız sinyalleri göz ardı ederek üstelemek daha kolay gelir. Dünyanın en korkunç şeyi sizi artık görmek istemeyen birine üstelemektir. Bütün işaretleri birleştirip gitmeniz gerektiğini görmeniz gerekir. Ya da o uçurumdan düşmeniz gerektiğini… Terk etmenin terk edilmekten daha hafif bir yanı vardır bana sorarsanız. İstifa etmeyi kovulmaya tercih ederim. En az iş ilişkilerinde olduğu kadar özel hayatımda da. Bir gözü toprağa bakan hiçbir şey kalsın istemem hayatımda. İttire kaktıra sürsün istemem. Bazen çok canım yana yana kaçarım olay mahallinden. Cesedim o uçurumun dibinde bulunsun istemediğimden.

Yine de bir şeyi elinizde tutmak istiyorsanız ona tutkuyla bağlı olmanız gerekir. Bir şeyi azıcık sevemezsiniz. Birini yedekte saklayamazsınız. Sizin çöpünüz başkasının hazinesidir. Elinizde tuttuğunuza inandığınızı bir gün biri gelip çeker alır, bir bakmışsınız, elleriniz bomboş. Garip de bir ilahi adaleti vardır hayatın ellerinizi boş bırakmaktan yana.

Diyelim biriyle yakınlaşıyorsunuz… Bir anda opsiyonlar çoğalmaya başlar. Hayır diyemeyeceğiniz bir sürü seçenek serilir önünüze. Tam da o nokta, bu hayattaki sınavınızdır aslında. Düz durup seçiminizin peşinden giderseniz, gerçek bir ilişkiye sahip olabilirsiniz. Fırsatlar ve ihtimaller, aklınızı başınızdan alırsa yalnız kalırsınız.

Hayatın, kanaat edene iyi davrandığı doğrudur. Hayatın aç gözlü olanı cezalandırdığı doğrudur. Hayat, sizi her gün sınava tabi tutar, doğrudur. Olması gereken budur. Hayat, sizi seçimlerinizle sınar. Ki bu da hakkaniyetli olandır.

Ancak günün sonunda bu hayatın bir adaleti yoktu. bir hakkaniyet vaadi yoktur. İyi olanı ödüllendirmek, doğru olanı taçlandırmak gibi bir vaadi yoktur.

İnsan dünyaya bir plasentanın içinde tek başına gelir ve dünyadan bir kefenin içinde tek başına gider.

Araya ne koyarsanız koyun değiştiremeyeceğiniz tek gerçek budur. Ne kadar aşık olursanız olun, ne da dar severseniz sevin, insanlarla aranızda nasıl bir bağ kurmaya çalışırsanız çalışın, tek gerçek budur.

Dünyada, insanın yalnızlığı, aşılamayacak tek gerçektir.

Dünya, bunun üzerine dizayn edilmiştir.

Ve tabii insan da.

Hayatınıza giren insanlardan, yaradılışınızın yarattığı o yalnızlık duygusunu yok etmelerini beklemeyin.

Onlar, yalnızlığınızı sadece giderebilirler. Yok edemezler. Boş kaldığınız her an suratınıza çarpar o kimsesizlik hali. Uçurumun kenarında, tutunacak dal bulamama hali… Bu dünyanın hali budur.

Yazının devamı...

İlişkide ofsayt: Sevgilinin özel hayatına müdahale

Evrenle ve enerjiyle ilgili pek çok şeye inanırım. Yıldızlara, gezegenlere, uzaya ve bizi birbirimize görünmez bir şekilde bağlayan o kuvvetli bağlara. Tanrıya bir şekilde inanırım. Onu aradığımız yerin değişken olduğuna da.

Aşka bir yere kadar inanırım. Bence iki insanın imkansızlığı ne kadar fazlaysa o kadar artar aşk. Birini görmediğiniz zaman kafanızda kurduğunuza inanmak, kafanızdakini sevmek kolaydır çünkü. Temas arttıkça, gerçeğin ağırlığı göze batmaya başlar. O yüzden biraz mesafeye de inanırım. Biraz alan.

Özlemek için biraz zaman.

Her insan birbirinden bağımsız birer organizmadır aslında. Ve işin tuhafı bir o kadar da bağlıdır birbirine. Dediğim gibi… İnandığım o kozmik güçlerle. Aşk, bu bağlardan birincisi, sonuncusu, en kuvvetlisidir. Aşk, her şeydir.

Hırs her şeydir demiyorum bakın. Terk edilme korkusu her şeydir demiyorum. Aşk her şeydir diyorum.

Saf olan gerçek olan, her şeye rağmen olan aşktan söz ediyorum. İşin içine çıkarlar girdikten sonra aşk, aşk olmaktan çıkıyor çünkü. GDO enjekte edilmiş kare karpuza dönüyor. Şekli, şemali, hudutları belirlenmiş, olması gerekenin dışında, tatsız bir şeye.

Korkarım ki ayrılıklar da o noktada baş gösteriyor. Birini, bir şeyi olduğu gibi kabullenmiyoruz çoğu zaman. İstediğimiz şekle sokmaya çalışıyoruz. Sırf işimize öyle geliyor diye. Bunun altını kırmızı kalemle çizmek istiyorum: İŞİMİZE ÖYLE GELİYOR DİYE! Bir insanı istediğiniz insana evirmeye çalışmanın bundan başka bir izahı yoktur çünkü. Tamamen içiniz rahat etsin, keyfiniz kaçmasın diye birine sınırlar çizmenin bundan başka bir açıklaması yoktur.

Siz mutlu olun diye başarılı, düşünceli, romantik, sadık, ilgili olacaksa bir insan… Olmaz olsun. Sırf siz rahat edeceksiniz diye, içinde taşımadığı sevgi kırıntısını üstünüze kamyon dolusu gül olup dökecekse olmaz olsun. Öyle aşk olmaz çünkü. Öyle bir sevgi biçimi yok. Bu bir bencillik biçimi. Faydacılık biçimi.

İçinizdeki korkuların dışa vurma biçimi.

Bana gelen mailler, mesajlar ve yakın çevremde gözlemlediğim kadarıyla, neredeyse bütün ilişkiler tam da bu nedenle bitiyor. Ortada harika giden bir şey var mesela, taraflardan biri dahasını istiyor.

Hepsini. Karşısındakini ele geçirmeyi, kuşatmayı, kısıtlamayı.

Siz kendinizde birini kısıtlayacak yetkiyi nereden görüyorsunuz kuzum? Birine sınırlar çizecek cesareti nereden buluyorsunuz? Kendinizi bu kadar şaşmaz ve doğru bulmayı nasıl başarıyorsunuz? Koyun bu soruları bir kenara, örneklere inelim… Daha geçen hafta bir arkadaşım, defalarca uyarmama rağmen, erkek arkadaşının hayatına aşırı derecede müdahale ettiği için ayrılığın eşiğine geldi. Çocuk artık dayanamayıp “Beni boğuyorsun” demiş kıza. Konu, kızın her konuda çocuğu iğneleyip yaşam biçimini eleştirmesi.

Sürekli tekrarladığım, bas bas bağırdığım bir gerçek var, insanları değiştiremezsiniz! İnsanlar onlarla karşılaştığınız anda ne ise ayrıldığınız anda da o olurlar. İnsanlar istiyorlarsa sizinle beraber dönüşürler. Demiyorum ki bir insan aşktan önce ve sonra aynı kalır. Aşk insanı dönüştüren bir şeydir.

Ama siz, tek başınıza baskı yaparak birini dönüştüremezsiniz. Baskı yaparak bir şeyi değiştiremezsiniz.

Öncelikle karşınızdakine size olan hislerini tartma fırsatı vermek durumundasınız. Eğer o fırsatı vermezseniz, zaten daralıp kaçacaktır. Eğer ki ortada gerçek bir duygu varsa, zaten birlikte olduğunuz insan kendi hayatını sizinkine uyumlandırır. Uyumlandırmak istemiyorsa da anlaşamadığınız noktada yollarınız ayrılır.

Birinin telefonunu karıştırarak, arkadaş seçimine müdahale ederek, yaşam tarzına hakaret ederek onu ele geçiremezsiniz. Bu tip aptalca oyunlar, sadece kadınların üzerinde işe yarar. Çünkü kadınlar kendilerini suçlu hissetmeye çok müsait canlılardır. Bir kadına kendini suçlu hissettirerek onu istediğiniz gibi yönetmeniz mümkündür. Ama erkekler, suçluluk duygusundan nefret ederler. Suçluluk duygusundan kaçarlar. Onlara kendini suçlu hissettiren her şey anksiyete nöbeti geçirip mevcut ortamdan uzaklaşmalarına yol açar.

Olayı bir başka yönden ele alalım. Kadınlar eleştirilmeye erkeklerden çok açıktır. Erkekler eleştiriye tahammül edemezler. Egoları zedelenir. Hakarete uğramış gibi hissederler. Dolayısıyla birlikte olduğunuz insanı ne kadar çok eleştirirseniz, o kadar çok kaybetmeye yaklaşırsınız kızlar. Gerek de yok. insanlar size sormadığı sürece değerli fikirlerinizi beyan etmeyin. Ciddi anlamda rahatsızlık duyduğunuz bir durum varsa, bunu karşınızdakinin kişilik haklarına saldırmadan ifade edin.

Ve şu hayatta her zaman haddinizi bilin ki, haddinde hududunda muamele görün. Birlikte olduğunuz insanın hayatına, seçimlerine saygı duyun ki, saygı bulun. Karşınızdakini sıkıca tutun. Ama sıkmadan.

Gevşekçe tutulan şeyler insanın elinden kayıp gider. Sıkılan şeylerse ölüp gider. Dengeyi bulmazsanız eğer…

ARZUM’LA SEN DE YAPABİLİRSİN KONU:

Sevgilinin hayatına saygı duymak

1- Arkadaşlarını hiç sevmiyorum

O da seninkileri sevmiyorsa ne yapacağız? Arkadaşlarına bayılmıyorsan, asgari müşterekte görüşürsün. Onlar da istedikleri zaman görüşürler. Bir erkekle asla arkadaşları üzerinden kavgaya girme. Şahsiyetsiz herifin teki değilse sen kaybedersin.

2- Onu bunu layklıyor kıskanıyorum

Sen de laykla. Durumu eşitleyin. Göze göz sadece daha fazla körlük getirir ama bunu da unutma. Başkasıyla ilgilendiğine inanıyorsan, belki de aranızdaki bağ o kadar kuvvetli değildir.

Bunu kabullen. Karşındaki insan vazgeçemeyeceğin biriyse o bağı kuvvetlendir.

3- Çok içiyor, çok geziyor, yaşam tarzı çok savruk

İçip içip saçmalamıyorsa, ona buna sarkmıyor, seni aldatmıyorsa, herkesin kendi karaciğerinden sorumlu olduğunu unutma. Çok geziyor? Sen neden duruyorsun? Herkesin kendi hayatı olması gerekiyor. Herkesin kendi arkadaşları olması gerekiyor ki aranızdaki sosyal ortam bağı olmasın. Aranızdaki oyalanma bağı olmasın. Aranızdaki gerçek bir tutku olsun. Ayrıca sen kimsin ki bir insanı hizaya getiriyorsun?

4- Giyim tarzını/saçını hiç beğenmiyorum

Bravo! Aldın ve istediğimi giydiririm diye düşündün değil mi? Karşındaki de oyuncak hamuruydu zaten. Sen ne istiyorsan onu yapacak. Sevgilisinden sarışın olmasını isteyen erkek gördüm. Sevgilisinden sakalını kesmesini isteyen kadın gördüm. Bence ikisinin birbirinden bir farkı yok. karşınızdakini olduğu gibi mi seviyorsunuz, koşullu sınırlı mı? Sizi insan içinde temsil edemeyeceğine inanıyorsanız, zaten uzak durun o şahıstan.

5- Benimle yeterince ilgilenmiyor

O ilgilenmiyorsa sen ilgilen. Yine de sana yeterince vakit ayırmadığını, seninle görüşmek istemediğini düşünüyorsan koparır atarsın bir yerden sonra. Hiçbir ilişki ittire kaktıra yürümez. Tıpkı arkadaşlıkta olduğu gibi sevgililikte de bir insanın size vakit ayırması gerekiyor.

Ayırmıyorsa, bahane üretiyorsa, sallıyorsa, yolunuza gidin. Kalbinizi yormayın.

Yazının devamı...

İyi olan her şey ölüyor

“Her şey dönüyor ve bütün etrafındaki masumiyeti yok ediyor.”

Çocukken bütün Amerika’yı beşinci sınıf korku filmi sanırdım. O zamanlar Magic Box olan Star TV’de yayınlanan gece yarısı kuşağından. Kötüler, iyilere karşı. Kurnaz olanın, saf olanı yendiği korku filmleri.

Parliament Sinema kuşağı.

Hayatımızın sonuna kadar her Çarşamba televizyonda sadece maç yayınlanacak sanırdım. Her cumartesi Bir Başka Gece.

90’ların ikinci yarısına geldiğimizde, arabesk müzikten öldüm Allah kurtulamayacağımıza inanmaya başlamıştım çoktan. Küçük Emrah’lar filmlerden fırlayıp televizyon dizilerini ele geçirmişti. Aynalı Tahir’ler.

Pop müzik gibi Rock müzik yükselişteydi. Rock grupları Kargo’dan sonra mantar gibi türedi. Ele geçirdi her yeri.

VJ’ler hızla açılan müzik kanallarında, DJ’ler hızla çoğalan özel radyolarda artıyordu. Boş konuşmalar, vakit doldurmalar yaygınlaşıyordu.

En popüler meslek Televole sayesinde futbolculuktan sonra mankenlikti artık. Futbolcular ve mankenler mümkünse sevgiliydi.

Sadece Levent Kırca ve Yasemin Yalçın’ın olduğu günlerden sonra devir değişti. Showman’lerle mizah çığırından çıktı. Goygoy para kazandıran resmi bir müessese halini aldı. Azıcık hafiflemeye ihtiyacımız vardı. Goygoyun bile sulusuna hasrettik. Böylece goygoyu milli bir değer olarak benimsedik.

Nicelik artarken nitelik hızla azalıyordu her alanda. İçi boşalarak genişliyordu her şey. Hepimizi yutarcasına alıyordu etki alanına. Emiyor, tükürüyordu. Büyük bir hızla bütün değerleri yük sanıp attık tekneden. Rüzgar nereye eserse sürüklenmeye başladık. Boş olmak, amaçsız olmak, saçmalamak normaldi artık.

Her şey gereksiz bir biçimde normaldi. Anormal olan her şey normal, normal olan her şey anormaldi. Normal ve anormalin yeri sık sık yer değiştirdi. Normların kalmadığı bir yerde, aslında normalden söz etmek de gereksizdi.

İşler bir süre sonra o kadar kontrolden çıktı ki, hayatımızı televizyon yönetmeye başladı. O televizyon ki içinde aynı belli başlı yüzler olmadan boş bir kutuydu artık. Hep aynı yüzleri seçmeye başladık. Ne iş yaptığını tam kestiremediğimiz bir takım ünlücükler doğradı hayatımıza o televizyon. Özellikle 2000’lerden sonra.

Reality Show kavramının hayatımıza akmasıyla pekişti o boşluk, amaçsızlık, üretmeden var olma hali.

O kadar ki, iyi olan her şeyin modası geçti. Faydalı olan her şeyin modası geçti. Üreten herkesin modası geçti de boş olan ne varsa kaldı elimizde.

Bir uzay mekiğinde uzaya fırlatılmış yönünü bulamayan garibanlardık artık. Teknoloji önümüzde öyle kapılar açtı ki, şöhretin, başarının, paranın tahmin edilebilir tüm yolları değişti. Tahmin edilebilir hiçbir şeyin olmadığı yerde, her şey mümkündür, bilirsiniz. Her şey mümkün oldu. Herkes mümkün oldu.

Olan iyilere oldu.

Oya Aydoğan’ı bu noktada kenara koyuyor ve ona başka bir açıdan bakıyorum ben. Boş olana, cahile, avama övgünün bu denli yüksek olduğu, işlerin otuz saniyede döndüğü böylesine parlak bir dünyada, iyi bile dayandı. Hiç ait olmadığı, hiç ait olmaması gereken bir dünyada, sırf işini sevdiği için, şerefiyle, onuruyla var oldu. Onu diğerlerinden ayıran tek şey köklü bir aileden gelip iyi bir eğitim alması da değildi üstelik. Her şeye rağmen iyi biri olmasıydı. Kirlenmemeyi seçmesiydi. Temiz kalmayı, dostlarını, insanlığı bu kadar önemseyen birini elbette ki yutacaktı bu dünya. Bu dünya... İyileri seven bir dünya değil bu dünya…

“Çamurun içine beş frank atsan da beş frank yine beş franktır” demiş Fransızlar. Üçünü beşini ben bilemem de, bunca yılın kalp yükünü, kırgınlığını bilir, anlarım. Türkiye’yi dünyada temsil edebilecek, üç dili ana dili gibi konuşabilen, global çapta bir oyuncuyu bırakın kokindirik filmlerde-dizilerde oynatmayı, magazin masasına oturtup yorumcu yaptıran bakış açısını anlarım. Hak vermem ama anlarım. Bu da bir tür rencide etme biçimidir çünkü. İnsanların bir ömür harcadıkları, baş koydukları işlerini azımsayıp onlara başka işler önerirseniz, bu kalp kırar. İşine aşık birini en çok işi üzerinden kırabilirsiniz zaten. Kırık bir kalple uzun yaşayamaz insan. Kırık bir kalp insanın sonunu hazırlar.

Aydoğan’ın ardından ne yazsanız ne söyleseniz boş şimdi. Hak ettiği değeri vermeyerek kırdınız bir kez o kalbi. Ve şimdi atmıyor o kalp. Durmuş bir kalbin hesabı, kimseden sorulamaz… O insanın bireysel tarihinden gayri.

Lafı uzatmayacağım can parçalarım… Oya Aydoğan’ı bu kadar çok sevdiğimizi neden söylemedik bunca zaman birbirimize? O yaşarken özellikle. Niye? Belki hala atıyor olurdu o kalp. Bu kadar sevildiğini, değer verildiğini bilse. Çocukken bütün Amerika’yı beşinci sınıf korku filmi sanırdım. Büyüyünce anladım. Büyük bir korku filmiymiş bütün dünya. Hayat… Sonunda hep kötülerin kazandığı, iyilerin kalp kırıklığından can verdiği, rezalet bir korku filmiymiş.

ARZUM’LA SEN DE YAPABİLİRSİN

Bu hafta Snapchat hesabımdan, sizlerin ilişkiler üzerine sorularını yanıtladım. Çok enteresan bulduğum birkaç soruyu ve cevaplarını buraya da aktaracağım ki, hepinize faydalı olsun. Merak edenler için beni Snapchat/arzumuzun adresinden takip edebilirsiniz. Kendimi Haydar Dümen, Güzin Abla filan gibi hissettim ama yalan yok çok eğlendim. Yeni bir mottomuz bile var artık. Canımızı sıkan biriyle, bir durumla karşılaştığımızda “NEEEEEĞXT!” (Sıradaki) diyoruz.

1- SORU: İnternetten biriyle tanıştım. Başta çok cana yakındı. Baktı isteklerine cevap vermiyorum (Seks istiyor malum) attığım mesajları bile okumamaya başladı. Yaşım geldi. Artık evlenmek istiyorum. Bugüne kadar evleneceğim kişiyi bekledim. Ya onunla sevişirsem de benimle evlenmezse? /Fatmanur

Elbette ki onunla seviştiğinde seninle evlenmeyecek. Ayrıca mesajlarına cevap yazmayan birine mesaj atmaya devam etmemelisin. Arsızlığın alemi yok. Çocuğu bir konuda takdir ediyorum. En azından dürüstmüş. Ne istediğini baştan söylemiş. Ya seni evlenme vaadiyle kandırıp iğfal etse?! Hafazanallah kardeşim. Kendini evleneceğin adama saklamaya devam et. Bir gün karşına doğru insan çıkacaktır. Muhtemelen internetten çıkmayacaktır. Onu da belirteyim. (Tinder mı kullanıyon bacım sen?)

2- SORU: İki aydır birinden hoşlanıyorum. Yakın bir kız arkadaşım da eski sevgilisini unutamadığı halde aynı çocuktan hoşlanıyor. Çocuktan ilk hoşlanan bendim. Ne yapmalıyım? /Nur

Çocuktan önce sen hoşlandıysan, daha da önemlisi çocuk da senden hoşlanıyorsa, elbette ki meydanı çakal arkadaşına bırakma. Bazı insanlar böyledir. Önlerindeki yemek dururken başkasının tabağındakine kayar gözü. Belli ki senin kankan da arsızın teki. Çocuğa yürü. Çocuğu al. Meydanı diğer kıza bırakma.

3- SORU: 46 gündür beraberiz. Benden ailesine bahsetmiş. Evlilik planları yapıyoruz. Beni sevdiğini söylüyor. Beraber rakı sofraları kuruyoruz. Bana bakarken gözlerinin içi gülüyor. Benden sekiz yaş büyük. Sence sakata gelir miyim? Yoksa hak etmeyeceğim kadar iyi biri mi? /Yağmur

Allah’tan belanı istiyor gibi bir halin var. Adamın geçmişini araştırdıysan, dövdüğü, sövdüğü bir eski sevgilisi/karısı, herhangi bir akıl hastalığı yoksa hayatın ilk kez yolunda gidiyor demektir. Bunun keyfini çıkar. Canının sıkıntısından iyi giden bir şeyde sorun arama. Ayrıca o kim ki, onu hak etmiyormuşsun gibi geliyor sana? Kendini bu kadar hafife alma. Güzel şeyleri hak ettiğine inan.

4- SORU: İlk sevgilimle yıllar sonra barıştık. Eski sevgiliyle barışmak sizce de duştan sonra kirli çamaşır giymek gibi midir? /Bal

Vallahi güzel kardeşim, sorduğun sorunun cevabını kendin vermişsin. İnsanın geriye dönerek ilerleyebileceği bir yol olduğuna inanmıyorum. Eski sevgili güvenli gelir. Ancak eski sevgiliyle birlikte olmak, dolapta kırk yıl beklemiş yemeği yemek gibidir. Tahminim kısa bir süre sonra ilişkinizin neden yürümediğini bir kez daha büyük bir mide bulantısıyla hatırlayacaksın. İnsanlar değişmez. İnsanlar özünde hep aynıdır. Denenmişi deneme. Düz yürü. NEEEEEEĞXT!

5- SORU: Kankamla sevgili oldum. Nasıl gider? /Canan

Bravo Canancığım. “Kanka ayağı … ayağı” ile başlayan o avam deyimin hakkını vermişsin. Tebrik ederim. Kankalık kavramı, kardeşlik kavramı ile aynı şeydir. Demek ki sende kanka materyali yok. Demek ki şu an sevgilin olan kankanda da yokmuş. Siz birbirinize kanka ayağı çekmiş, içten içe his beslemişsiniz. Etrafımda olsanız, kafalarınızı birbirine vururdum. Neyse ki değilsiniz. Allah tamamına erdirsin. Amin.

SORU: Ben de kankamla birlikte oldum. Sonra bana yürümediğini söyleyip ayrıldı. Aramız iyi ama ben onu hala seviyorum. /Yaren

Çünkü adam seninle sevişmekten sıkıldı ve eski ilişkinizi özledi. Olan da senin duygularına oldu. Adam başkasıyla ilgilenene kadar, seviştiği kankası oldun. Buna ne diyoruz “friends with benefits” yani nedir, çıkar arkadaşlığı. Ten tene değmişse, oradan bir daha arkadaşlık çıkmaz. Çıksa da bir tarafın kalbi hep kırılır. Bu nedenle ne yapmıyoruz? Karşı cinsten arkadaşlarımızı kardeş gibi görüp onlarla ilişki yaşamıyoruz. İlişki yaşayacak kadar hoşlandığımız insanlarla ne yapmıyoruz, kanka olmuyoruz.

Ne diyoruz… Olmaz o iş. NEEEEEEĞXT!

Yazının devamı...

Kendi etini yiyerek acıdan beslenenler

Ben çocukken büyük bir çiftlik evinde yaşardık. Alabildiğine yeşil, ağaçlar, börtü, böcek. Bir ağacın üstüne işaret koyup onu kendi evin bellemenin normal olduğu günlerdi. Bir ağacın dalına tırmanıp dünyayı en tepeden izlemenin keyif verdiği günlerdi. Yalnız bir çocuksan bile, kendine oyalanacak bir şeyler bulabilmenin çok zor olmadığı günlerdi. Hayal gücüm benimdi. Ve dünyanın kalanı onu keşfetmem için hazır bekliyordu.

Dünyayı kurtarmakla ilgili fantezilerim vardı hep. Kendimi bildiğimden beri. Mesela bir yolunu bulup insanlığı kanserden kurtarabilirdim. Aids’e çözüm bulabilirdim. Uluslar arası bir ajan olup dünya barışını sağlayabilirdim. İnsanların sonsuza dek kendilerini iyi hissetmelerini sağlayacak bir yol bulabilirdim. Bulabilirdim elbet. Dünya bu kadar acıyla yaşamak zorunda değildi. Yüreğim ağzımda izlediğim Körfez Savaşı görüntülerinden sonra bu konuda söz vermiştim kendime. İnsanlığı içten içe kemiren bu güvensizliği, bu korkuyu, bu kötülüğü yok edecektim. Gerekirse bahçedeki incir ağacımın en tepesinden uzaya ışınlanacak, oradan dünyaya hükmedecektim.

Dünya iyi bir yer değildi. Bunu huzur içinde yaşadığım o çocukluk günlerimde öğrenmiştim. İnsanlar birbirlerine karşı nazik değildi. Oysa ben hep nazik olmam gerektiği söylenerek yetiştirilmiştim. Şımarık bir çocuktum. Neticede tek çocuktum. Bencillikten nasibimi almayayım diye en pahalı oyuncaklarımı bile arkadaşlarımın önüne sermem gerektiği öğretilmişti bana. Sererdim de… Büyük bir zevkle en sevdiğim bebeğin kafasını kopartıp elime verirlerdi. En sevdiğim çay takımımın kaşığını kırıp üstüne bir de bana hakaret ederlerdi. İnsanların iyi olmadığını, çocukların içindeki saf kötülüğü böylelikle deneyerek öğrendim.

İlerleyen yıllarda da durum değişmedi. Kime ne kadar çok versem, canımı o kadar çok yakacak bir yol buldu kendine. İhanet. Dost kazığı. Güçten düştüğün anda etrafından çekilen it sürüleri. İnsanların yaradılışının bir parçasıydı bu kötü olma hali. Kötülüğü de kabullendim. Ama kötüye uyumlanmayı denemedim. Herkesin bir varoluş biçimi olduğuna inandım şu hayatta. Kötülüğü seçmenin de o varoluşun bir parçası olduğunu fark ettim. Bana göre değildi. Ve buna rağmen bunca kötü karşısında kendimi savunmam gerekliydi.

İşte o zaman… Daha beş yaşındayken, okumayı öğrendikten bir sene sonra, yazmayı öğrenir öğrenmez, kendime savunma silahımı seçtim. Kötüyle baş etmenin en naif yolunu buldum. Yazmaya başladım. Hissettiğim her şeyi. En zor zamanlarda yazmayı bir savunma silahı olarak benimsedim. Kötüye en çok maruz kaldığımda ve ne yapacağımı en çok şaşırdığımda hep yazdım. Zaman içinde kurtarıcımla aşk yaşamaya başladım elbette. Önce aşkım, sonra işim oldu yazmak benim. O incir ağacının tepesinden uzaya yükselip dünyayı tüm kötülüklerden temizleyemedim belki ama kötüye maruz kalanların kırıklarını kelimelerle onarmayı denedim.

Şu hain dünyada, şu kalp kırıcı düzende herkes yalnız ve savunmasızdı neticede. En kötüler bile. Ben en baştan bunu kabullendim. Başıma gelenlerde başkalarında suç aramak yerine, neyi yanlış yaptığımı düşünmeyi seçtim. Herkes seçtiği hayatı yaşıyordu. Herkes kendi cehenneminde yanıyor, kendi cennetinde dans ediyordu. Öte dünya yoktu. Geçmiş yoktu. Gelecek yoktu. Şu an vardı. Ben bu anda var olmayı seçtim. İnsanların birbirlerine, bir deniz kazasında canını zar zor kurtarmış kıyıya vuran kazazedeler gibi yanaştığını fark ettim böylece. İnsan insanın sahiliydi. Issız adasıydı. Sığınağıydı. İki kişinin arasında olanlar ne kadar anlatılırsa anlatılsın, aslında anlatılamazdı bu yüzden. İki kişinin arasında paylaşılanlar ne söylenirse söylensin, ne yapılırsa yapılsın, benzersizdi bu yüzden. Hayat hep iki kişilik ilişkilerden ibaretti aslında. Üçüncünün varlığı, şahit yazılsın diyeydi.

Ne zaman kendimi iki kişilik bir ilişkiye şahit yazılmış gibi hissetsem, bunun bir nedeni olduğunu düşünmeye başladım. İnsanlar sizi şahit yazıyorlardı. İnsanlar yaşadıklarının bilinmesini istiyorlardı.

Benim işim de tam olarak buydu. Bütün şehadetlerimi kusursuzca kayda geçirmeye başladım. Böldüm çarptım, topladım çıkardım, kırptım parçaladım, serptim hikayeme. Ne yazarsam yazayım, o şahitliklerden güç aldım. Yazarın elindeki dolu mermisi de gördükleridir neticede. Duyduklarıdır, hissettikleridir, düşündükleridir. Yazarlar, çok iyi yaşam hırsızlarıdır bir yerde. Siz yaşarsınız, onlar görür, kaydeder, sizin görmediğiniz ve algılamadığınız bir yerden yeniden yazar, size sunarlar. Ve bunun için kimseden özür dilemezler. Özrü bekleyen, hayatını tek başına yaşar.

Bu şahitliklerim sırasında fark ettim, herkesin kendini mutlu göstermek ve boş zamanlarında bedbahtça yakınmak gibi bir derdi olduğunu. Hayatları hangi standartta olursa olsun bir şeyden yakınmayı beceriyorlardı. Kimi parasızlıktan, kimi aşktan, kimi yalnızlıktan, kimi iş yerindekilerden, kimi zamansızlıktan… İstisnasız herkes hoşnutsuzdu. İstisnasız herkes mutlu görünmeye çalışıyor ancak memnun olmayı bile denemiyordu. İstisnasız herkes bir labirentteki fare kadar özgürdü. Labirentin dışına çıkmadıkları sürece istedikleri yere gidebiliyor, istediklerini yapabiliyorlardı. Labirentin içi giderek kalabalıklaşıyordu da… Bazen birbirlerini yiyerek yok ediyor, bazen de görmezden gelip üstlerinden atlayarak devam ediyorlardı yaşamaya. Labirentin içi giderek kokuşuyordu. Yer açılsın diye, insanlar birbirlerini yiyerek yaşıyordu. Aslında labirentin içinde gerçek bir yaşam yoktu. Herkes bildiği kadar mutlu, bilmediği kadar mutsuzdu.

O labirentin içini ve oradaki hayat mücadelesini yazdığım için eleştirildim sıklıkla. Başka bir yaşam bilmemekle, küçücük bir yere sıkışıp kalmakla, aynı insanların ekseninden çıkamamakla. Oysa bilmiyorlardı. Sırf merakımdan başka labirentlere girip çıkıyor, ortalama aynı şeyleri görüyor, günün sonunda insanların neredeyse kendi etlerini yiyecek kadar melankoliden beslendiklerine şahit oluyordum. O mutsuzluk bağlıyordu onları hayata. O huzursuzlukla kök salmışlardı dünyaya. Mutluluğu aramak gibi saçma bir amaç edinmişlerdi mesela kendilerine. Mutlu olmayı seçmek diye bir şey de vardı oysa. Hadi bilemedin memnun olmayı. Koydum hepsini bir kenara neşeli olmayı. Tercih etmiyorlardı. İşlerine de gelmiyordu aslında. Mutsuzluğun etekleri o kadar genişti ki altına sığınmak isteyen herkese yer vardı. Mutsuzluğun etekleri altına sığınıp tüm yenilgilerini, başarısızlıklarını, acizliklerini mutsuzluğa mal ediyorlardı rahatça. Bu yüzden yolunda giden her şeyi yağmalıyordu insanlar, kendi elleriyle. O labirentte yaşamaktan sıkıldıkları için sadece. İlişkilerini, işlerini, ailelerini… Sonra yıktıklarını yeniden inşa etmek gibi bir amaç benimsiyorlardı. Yık. Yap. Yık. Yap. Bitmeyen terane. Aynı günü ortalama yetmiş beş yıl boyunca yaşadıktan sonra ölüp gitmeye de hayat diyorlardı. Çok güzel bir hayat. Çok rezil bir hayat. Hayat. Aslında tek bir gündü neticede.

Çocukluğumdan beri tek istediğim dünyayı kurtarmaktı benim. O incir ağacının tepesinde oturup bunu nasıl becereceğimi düşlerdim. Bu yaşıma geldim, yanına bile yaklaşamadım hikayenin. Ama yine de inanıyorum. İnsan, sonsuza dek kendi etini kemirerek, birbirini yiyerek yaşayamaz şu evrende. Bir yerde sıkılır yamyamlıktan, asgari müşterekte başka bir yol seçer kendine. İnanıyorum. Nasıl olacağını bilmiyorum ama kötülüğün biteceğine de inanıyorum ben. Benim işim nasıl olacağını bilmek değil, benim işim olacağına inanmak. Elbette sizin işinizde.

1- Asla tercihin olmayacak biriyle flört et.

Ne kaybedersin? Hayat bildiğin kadardır şu evrende. Yeni bir şey denemenin kimseye zararı dokunmaz.

2- Yakınmamayı dene.

Günün berbat mı geçti? Başına korkunç bir şey mi geldi? Olaylar sen nasıl bakarsan tarihe öyle kaydedilir. Önemseme, gülümse, fazla dillendirme, üzerine konuşma. Fark edeceksin ki kısa bir süre sonra hiç yaşanmamış gibi silinip gidecek her şey. Bir şeyi yok saymak, onu yok etmeye yetmez. Ama olmadığına inanmak, hafızandan siler.

3- Asla görüşmeyeceğin biriyle arkadaşlık et.

Çok kötü, çok bencil, çok yalnız, çok çaresiz… Normal şartlarda yanına bile yaklaştırmayacağın biriyle vakit geçir. Onun dertlerini dinle. Onda seni iten şeyin hangi eksik yanını yüzüne çarpması olduğunu öğren. Hayatta bizi insanlardan kaçıran şey, onlarda gördüğümüz kendi eksiklerimizin yansımasıdır. Bunu deneyimle.

4- En kötü gününde bile gülümse.

Özellikle en kötü gününde. Dünyanın başına yıkıldığını sandığın günlerde, muhakkak gülecek bir şey ara. Kendi acınla dalga geç. Başkalarının acılarına ortak ol. Her zaman gülümse ki, evren seni mutlu hatırlasın.

5- Asla gitmem dediğin bir yere seyahat et.

Hiç ilgini çeken bir yer olmasın. Hiç sevdiğin bir şey olmasın içinde. Dene. Bazen hiç tercih etmeyeceğin şeyler, hayatının en büyük serüvenlerini yaratır.

6- Birini affet.

Sana en büyük kötülüğü yapmış olanı affet mesela. Durduk yere. Sebepsizce. Karşılaştığın yerde git ve seni affettim, seninle olan tüm pozitif ve negatif bağlarımı koparıyorum de.

Mesaj at, seni affettim de. Affet. Affetmek, seni geçmişin bütün yüklerinden kurtarır.

7- Birine yardım et.

İşine yarayacak, çıkarın olan, çok sevdiğin birine değil. Yeni tanıdığın birine mesela. Bir daha görmeyeceğin birine. Yardım et. Sebep arama. Karşılık bekleme, sorgulama. Yardım etmek, dünyanın sana sunduğu bolluğu arttıracaktır.

8- Alttan al.

En çok da haklıysan. Hakkını yedir demiyorum. Ama sesinin tonunu ayarla. Ne olursa olsun asla tartışmaya girme. Tartışmak, kendine ve dünyaya verdiğin bütün enerji akışını zedeler.

İnsanların senden aldığı enerjiyi bozar. En sinirli anında bile kalp ritminde tane tane konuş.

Derdini anlat. Hakkını ara ama üsteleme. Üstelemek, evrenin uyum dengesini bozar.

9- Sebepsiz sev.

Birini sev. Çok sev. Sevmek için neden arama. O insanı sevmeyi bıraktığın anda, yerine yeni birini koy. Onu sev. Kendini sevmeyi bilen insanların başkalarına ayıracak bol miktarda sevgisi vardır. Sevgini saç demiyorum. Sevgini paylaş. Sevgini bir şeye akıt. İnsanın içinde tuttuğu, paylaşmadığı sevgi enerjisi, onun mutlulukla olan tüm bağlarını koparır.

10- Yalnız kal.

Hiçbir şey yapmadan. İnsanlara bağımlı olmadığını kendine ispatlamanın en kolay yoludur bu.

Beklentini azaltır. Beklenti içinde olmayan, tek başına var olabilen insan, güçlüdür. Gücünün farkına var. Gücünü sev.

11- Kendini kabullen.

En çok kendini sev. Kendini herkesten ve her şeyden çok sevmeyen biri, kimseyi sevemez. Her şeyden önce kendi iyiliğini düşün. Herkesten önce kendini koru. Böylece etrafındaki insanları kanatlarının altına alman daha kolay bir hale gelecektir. Egonla savaşma. Egonu benimse.

Egonu okşa. En kötü huylarını bile tenkit ederek değil, severek onar.

12- Kendini değiştirmeye çalışma.

Kendini kusurlarınla kabullen. Bu çağın bize yaptığı en büyük kötülük, değişmemiz gerektiğini pompalaması. Çağın tuzağına düşme. Bütün hataların senin. Sen, hatalarınla güzelsin. En çok hatalarını sev. Hatalarını öp. Ve onlara teşekkür et.

13- Kendi yolunu bul.

Tanrının hayatını yönetme görevini sana verdiğini bil. Hikayen, sen nasıl kurgularsan öyle yaşanacak. Hep iyi kurgular yarat.

14- Endişeyi bırak.

Endişe, hayatın sana sunacağı bütün nimetlerin önünü keser. Endişeye ayıracağın zamanı işleri yoluna koymak için harca.

15- Çalışmaktan kaçınma.

Çaba sarf etmeyene mükafat yok. Hayat önünü tıkıyor diye hedeflerinden vazgeçme. Sonuna kadar diren. İstediğini almak için mücadele et. Kimseye zarar vermeden bir yolunu bulmaya çalış.

16- Hedef odaklı yaşa.

Hayatta her zaman somut bir hedefin olsun. Bu mutluluk olamaz. Bu tuzağa düşme. Bu sağlık olamaz. Bu tuzağa düşme. Hayallerinin peşinden koş. İstediğin ne varsa bir gün muhakkak gerçekleşeceğini asla unutma. Onlar için çaba sarf et ve sabırlı ol. Sabır, vazgeçmemenin, yolundan dönmemenin ve kararlılığın arkasındaki dinamiktir.

17- İstemediğini yapma.

Şartlar seni ne kadar zorlarsa zorlasın, istemediğin insanlarla aynı ortamda bulunma. Zoraki katılımlar sergileme. Zoraki sosyalleşme. İçinden geldiği gibi yaşarsan, kendini daha özgür hissedeceksin.

18- Alanını paylaşma.

Kendine ayırdığın zamanı, insanları, mekanları, patlaşma. Her zaman kendine özel bir yer bırak. Kimsenin dokunamadığı, giremediği bir alanın olsun. Onu koru. Orası senin sığınağın olacak.

19- Sır sakla.

Kimseyle paylaşmadığın, kimseye anlatmadığın bir sırrın olsun. Sırlar insanı güçlü hale getirir.

Sır tutmak, başkaları olmadan var olabileceğinin ispatıdır.

20- Dinle.

Her zaman anlatma. Bazen de dinle. Can kulağıyla. Hayatla ilgili aradığın tüm soruların cevabını, dikkatli dinlersen insanlarda bulacaksın.

Yazının devamı...

Ben dünyanııııııın en büyük aşığı olabiliriiiiiiiim (Olamadı!)

Neredeyse üç haftadır bu şarkı hayatımızı esir aldı. Sosyal sınıf ayrımı gözetmeksizin çaresiz bir hastalık gibi ele geçiriyor ülkeyi. Halil Sezai’nin İsyan’ını, Mabel Matiz’in Zor Değil’ini, Ferhat Göçer’in “Dünyaya Bir Daha Gelsem Sevgilim”le uzayan şarkısını hatırlatıyor. Bir tür virütik salgın. Veba gibi.

Kalpten çıkıp kalbe giriyor. Tam düğünlerde çalmalık ilk dans şarkısı. Bestecisi ve yorumcusu olan Ayla Çelik açısından bakarsak, durum muazzam. Başarı zirve… Bence de başarı var ortada orası kesin… Ayla zaten son derece başarılı bir besteci/söz yazarı. Bu ilk hiti değil. De… Benim derdim başka sevgili dostlar… O “En büyüK” dediği anda “K” harfine yaptığı yanlış vurgu olmasa, bu kadar abartılmasını göğsümde yumuşatıp bağrıma basacağım şarkının. Zira sözler güzel, müzik güzel… Eveeet, şarkı güzel.

Ama basamıyorum. Her tekrarda, o “K”nin niye mikste düzeltilmediğine takılıyorum. Perişan oluyorum. Hayır Ayla’yı canlı söylerken dinledim bir iki… -Zaten dinlememek imkansız, her programda bu şarkının birkaç performansı çalıyor. Öylesine yazın hiti.- Canlı performanslarda doğru o “K”nın vurgusu. Kayıtta niye öyle tınlıyor? Bilemiyorum doğrusu. Her şeyi de ben bilemem. Belki de yanlış duyuyorum. Bazen her şeyi yanlış anladığımdan çok şüpheleniyorum.

Şarkıdaki “K”yi bir kenara koyuyor ve esas meselemize dönüyorum. Bu şarkının bizi neden bu kadar vurduğu meselesine. Herkes dünyanın en büyük aşığı olmak isterken neden bu kadar insan yalnız uyuyor hikayesine… Geçenlerde bir arkadaşım hoşlandığı kıza mesaj atsın diye yarım saat dil döktüm. Sonunda cesaretini toplayıp mesajı attı. Ve o stresle telefonunu masaya sallayıp kendini tuvalete fırlattı. Bunu yapan bir erkek, evet. Stres nedeni belli. Ya olumsuz bir cevap gelirse? Ya o benim kadar yükselmemişse? Ya benden hoşlanmıyorsa? Şaşırmayın. Ortada gerçekten bir duygusal başlangıç varsa, bir erkek bir kadından gerçekten hoşlanmışsa, refleksleri kadınlarınkiyle pek farklı olmuyor. Onlar da reddedilmekten korkuyor, duygularının karşılığını bulamamaktan korkuyor. Üstelik toplumsal kodlamalar yüzünden egoları, gururları, bizimkinden biraz daha kolay kırılıp inciniyor. Reddedilmek güzel bir şey değil. Tipiniz çapınız yerindeyse, ilgi gören biriyseniz hele, daha da zor. İster istemez bir takıntı batağına çeker sizi reddedilmek. Dahası… Duygularınıza karşılık görememek. Evlerden ırak! Yükselmişsin dağlar kadar, bilsen ki karşında tümsek var, yeminle hançeri çıkarır saplarsın böğrüne.

Sökersin o kalp dediğin şeyi, çöbün kenarına bırakırsın kediler yesin diye. İçin soğur en azından.

Elbette ki erkekler de insan, elbette ki erkeklerin de kalbi var… (Kerem Bürsin “Kadınlar da insan” dediği günden beri şunu erkekler için kullanmak istemiştim. Çok yerinde bir tespit ya. Zeka kokmuyor mu?) Elbette ki erkeklerin de duyguları inciniyor. Sadece bunu göstermeyi beceremiyorlar. İyi mi ediyorlar, emin değilim… Zira duyguları ve durumları kontrol altına almaya çalıştıkça elleri ayakları birbirine daha çok dolaşıyor.

Mesela birkaç sene evvel bir erkek arkadaşımla ilişkide ağırdan almak, ilk geceden seks yapmamak, saldırgan görünmemekle ilgili sohbet ediyorduk. Başlayıp heyecan yaratmadan biten, tek gecede kalan prematüre temaslarından yakınıyordu. Ona, ağırdan almasını önerdim. Çünkü her tanıştığı kızla ilk iş sevişiyordu. Dediğimi dinlemiş sağolsun. O kadar can kulağıyla dinlemiş ki… Keşke konuyu da doğru anlasaymış. Geçende öğreniyorum ki, benden bu tavsiyeyi alır almaz görüşmeye başladığı kızla “ağırdan almış.” Dokuz gün aralıksız görüşmüşler. Öpüşmüşler, bol bol önsevişmişler, ama niyeyse… Bir türlü sevişememişler. Dokuz günün sonunda kız isyan etmiş. Ve olan olmuş… Sevişmişler ama… Olmamış işte. Başlamadan biten bir aşk ve bir aşk daha. Oysa ki ben ona, bir şey hissedene kadar bekle demiştim. Dokuz gün ergenliğe giriş dersi gibi takıl dememiştim. Dinlediğini doğru anlamak da bir mesele be canlarım. Ama her şeyden ötesi kısmet. Tabii ki değil! Kısmet sizi temas ettirir. Gerisi sizin beceriniz ya da beceriksizliğinizdir.

Burada iki ayrı örnek söz konusu. İlk örneğimiz, ilişkiye tensel değil duygusal bakan bir erkek. (En sevdiğimiz erkek modeli.) İkincisi, konuyu hep tensel algılamış bir erkeğin duyguyu yakalama çabası.

(Bu da pek sevmediğimiz ama kendini geliştirirse bir gün sevebileceğimiz bir erkek modeli.) Ortak noktaları kaygıları. “Erkekler kadınlar konusunda bu kadar kaygılanmaya ne zaman başladı?” Sorusu beliriyor bu noktada da aklımızda. Oysa unutuyoruz… Belli bir promil alkolün verdiği cesarete sığınılan gece hayatı ve yüz yüze sürmeyen ikincil ilişkileri bir kenara atarsak, erkekler ayık kafayla kadınlar konusunda hep kaygılı. Ne yapacaklarını bilemez bir haldeler. Yorgunlar. Bezginler. Baş edememekten korkuyorlar. Israrcı görünmekten korkuyorlar. Pısırık görünmekten korkuyorlar. Gülünç duruma düşmekten korkuyorlar. Erkekler, kadınların onlara güleceklerini düşünüyorlar. Onları reddedeceklerini, yeterince sevmeyeceklerini. Öte yanda tüm bu kaygı evreninden bihaber doğru bir hamle görmek için çaresizce bekleyen kadınlar var. Onlar da renklerini pek fazla belli edemiyorlar.

Ucuz görünmemek için, kolay görünmemek için, duygusal olarak sömürülüp fiziksel olarak kullanılmamak için. İki taraf da kendilerine göre haklı ve sanırım şu an her iki cins için de Ebru Gündeş’in çocuğu kadar üzgün olduğum bir an.

Anlayacağınız, aşık olmayı becerebiliyoruz. Birilerinden hoşlanıyor, onlara bir şeyler hissetmeye başlıyor ve fakat dünyanın en büyük aşığı olamıyoruz, içli içli Ayla Çelik dinliyoruz çünkü… Bir türlü doğru sinyali aldığımızdan emin olamıyor, harekete geçemiyoruz. Hep karşımızdakinden bekliyoruz.

Ve bu bekleyiş sırasında gerek evrenin, gerekse karşımızdakinin kafasını karıştıracak mesajlar veriyoruz. Yapmayalım. Ne yapalım? Karşımızdakini anlamaya çalışalım.

Bugünkü tavsiyelerimi kafası karışık erkeklere ayırıyorum… Bugün canı sıkkın olan onlar…

ARZUM’LA SEN DE YAPABİLİRSİN KONU:

Erkekler için kadınların ne hissettiğini anlama klavuzu

1- Benden hoşlanıyor mu?

Belki de ben durumu yanlış anladım… Israra lüzum kalmadan görüşme taleplerinize olumlu, attığınız mesajlara hızla dönüyorsa, yüzde doksan hoşlanıyordur. Özellikle sizinle bir işi ya da sizden bir çıkarı yoksa, kesin hoşlanıyordur. Niye hoşlanmasın? Bir kadının sizden hoşlanmaması için siz bir neden görebiliyor musunuz? Ben de göremiyorum. Kendinize güvenin. O güveni geç gelen bir mesajın yıkmasına izin vermeyin. Karşınızdaki kadının size olan yakınlığını abarttığınızı, farklı anlamlar yüklediğinizi düşünüyor olabilirsiniz. Ancak bu soru kafanızda belirdiği anda, genellikle karşınızdaki de sizin için aynı şeyi düşünüyordur. Ayrıca hadi diyelim ki yanlış anladınız… Afedersiniz ama önemli olan sizin ne hissettiğiniz. Boşverin karşınızdakinin hislerini. Kendi duygularınızdan eminseniz, ifade etmekten çekinmeyin. Ne kaybedersiniz? En kötü kafanızdaki soru işaretlerini silmiş olursunuz. Zaten sahip olmadığınız birini kaybetseniz ne fark eder? Sonunu düşünen kahraman olamaz. Yürüyün!

2- Mesaj atarsam, iltifat edersem üsteliyor gibi görünür müyüm?

Sen atmasan, ben atmasam, biz atmasak, nasıl çıkar bu ilişkiler ortaya? Uygunsuz bir saatte olmamak kaydıyla, o mesajı atın. O iltifatı edin. Hem de hiç gecikmeden. Buna kendinizi bozmak diyorsanız, istediğiniz şey için kendinizi bozmayı göze alın. İstediğiniz şey için risk alın.

Bunu sadece kadınlar için değil, hayatın her alanı için öneriyorum. Bir şeyi istiyorsanız, alın.

3- Evimde/arabamda eşyasını unuttu, ne anlama geliyor?

Sakar salağın teki değilse, ki IQ’ları kaç olursa olsun kadınlar bu durumda dünyanın en zeki yaratıklarına dönüşürler, sizinle bir kez daha görüşmek istiyor demektir. O an o eşyayı unuttuğunu fark etseniz dahi çaktırmayın. Bir sonraki görüşme için bahane olur. Kullanın.

4- Bir haftadır sesi çıkmıyor başkasıyla görüşüyor olabilir mi? Sesi çıkmayan bir tek o mu?

Sizin de sesiniz çıkmıyor. Muhtemelen o da sizin başkasıyla görüştüğünüzü düşünüyor. Sessiz kalmayın. Hemen iletişime geçin/görüşün. Daha önce de söylediğim gibi iletişim her şeydir. Sessizlik, mevcut ve olası tüm duyguları, ilişki ihtimallerini öldürür. Kadınlar genelde ilk hareketi erkeklerden bekler. Bunu da unutmayın. O hareketi yapın. Tabii ya!

5- Sonumuz ne olacak?

Yerinizden kalkıp istediğiniz şeyi, bakkaldan ekmek ister gibi karşınızdakine net bir şekilde söylerseniz, sonunuz hayırlı olacak muhakkak. “Benim ol” diyin mesela. “Bi denesek?” diyin.

Instagram’dan fotoğraf layklayarak aşk gemisi yürümez. Bir de açık davranmayı deneyin.

Aranıza, söylenmemiş sözlerden duvarlar örmeyin. Yıllar geçse yıkılmaz o duvarlar. Sonra aşkın ihtimali kıyıdan hızla uzaklaşan bir yelkenliden size el sallar. Akıllarda kalan “Ya öyle olsaydı, ya böyle olsaydı?” soruları da cabası. Doğa durumunda edilgen olan kadından ilişkide etken rolü üstlenmesini beklerseniz, olası bir ilişki durumunda size büyüklenmesinden, hayatınızı ele geçirmeye çalışmasından, sizi kontrol etmesinden yakınırsınız. Kafası karışıyor kadının tabii… Bir öyle, bir böyle… Kaptan olan kadın tarafı mı, siz misiniz? Karar verin. Siz mi onu alacaksınız, o mu sizi? Karar verin. İlk hareketi yapan, ilişkinin kontrolünü de gücü de elinde tutar. Bunu unutmayın.

İsterdim ki her sorununuzda tek tek hepinizi dinleyeyim, kişiye özel formül üreteyim. Ancak aynı anda iki yerde bulunmam, doğa durumuna aykırı. Siz yine bana yazmayı ihmal etmeyin. Okur bakar, bir yol bulurum elbet. Adresim belli: arzumuzunatolye@gmail.com Muazzam günler olsun… Sevgiyle.

Yazının devamı...

Sekse kadın gözüyle bakabilmek

Sekse kadın gözüyle bakabilmek

“Kimse Sevişemediği için ölmez. Bizi öldüren şey aşksızlıktır.”

-Margaret Atwood

Geçtiğimiz hafta bir gazetenin hafta sonu ekine manşetten girdi bu cümle. “Sekse kadın gözüyle bakabiliyorum” dedi ailemizin popçularından biri. Libido… Pardon Testosteron yüklü bir adam olduğunu, flört etmekten çekinmediğini ancak iş sekse gelince sadece partneriyle seviştiğini ima etti.

Haber sosyal medyaya düştüğünde, bir grup arkadaşımla okey masasındaydım. Her entelektüelin avam zevkleri olması gerektiğini öğrendiğim gün artık zamanlarımı okeye ayırmaya başladım. Bence en zararsız avam zevk, okey çünkü. Pazarları okey oynamayı severim. Beraber oynadığınız arkadaşlarınız kafaları basan insanlarsa, tadından yenmez muhabbet masalarına dönüşür o okey masaları. Üç dört yıl oluyor. İyi fonksiyon alıyorum. Kafa açıyor. Tavsiye ederim. Konuya geri dönecek olursak, bir edebiyatçı, bir akademisyen, bir art dealer ve bir tiyatrocu oturduğumuz über entelijansiya okey masamızda, popçumuzun cümlesini yüksek sesle birkaç kez tekrar edip anlamaya çalıştık. Anlar gibi olduk bir ara… Bu sefer neden böyle bir açıklama yaptığını anlayamadık. Yeterince entelektüel değildik belki de…

Kendimizi öyle zanneden avanaklardık. Kim bilir? Böylesine derinlikli bir cümleyi anlamamak için insanın salak olması gerekir çünkü. Mesela 90’larda magazin dergilerine hamamda poz veren şarkıcı kızlarımızın “Erkeğimin geyşası olurum” açıklamalarına da kafam pek basmazdı benim. Zengin koca ya da sevgili arıyorlar diye düşünürdüm. İnsanın kaşesi ya da piyasası böyle zirzop açıklamalarla artmaz neticede. Olsa olsa saçma bir açıklama yaparak geçer çabuk unutulan magazin tarihine.

Buradaysa durum biraz daha girift. Çünkü açıklamayı bir erkek yapıyor. Kadınları çok iyi anladığını, sadık olduğunu filan ima etmeye çalışıyor muhtemelen. Ancak flörtöz olduğunu da ekliyor ki, yarın bir gün bir arıza çıkarsa, kimse yalan söylediğini iddia etmesin. Gerçi burada esas mesele kadınların sekse nasıl baktığı. Otuz yıldır kadınım, benim bile bu konuyu anlayabilmek için en az bir otuz seneye daha ihtiyacım varmış gibi hissediyorum. Çünkü işler, bakış açıları her gün değişiyor. Ancak popçumuz meseleyi çözmüş. Ya da çözdüğünü zannediyor ki, o zannettiği yerden bakıyor hayata. Dahası o noktadan yaşıyor ilişkilerini, seks hayatını. Vay canına!

Elbette ki bir erkeğin konuyu benden iyi çözdüğünü iddia etmesi karşısında, kendimi kötü hissettim. Öyle ya… Yıllarca ilişkiler üzerine yazılar yazdım. Cinsellik üzerine yazdığım yazılardan bazıları Amerikan Cosmo’da yayınlandı. Romanlarımda günümüz ilişkilerini çok iyi irdelediğim söylendi filan… Düşünün! Ben bilmiyorum… O biliyor. İşte bunu kaldıramazdım. Bunun altında ezilemezdim. Çok içerledim. Hayata küstüm. Yemeden içmeden kesildim… (Sormayın!) Günlerce düşündüm bu konu üzerinde. Kadınlar sekse/ilişkiye nasıl bakıyor diye. Ya da durun… Erkekler kadınların sekse nasıl baktığını düşünüyor demek daha doğru olur. Hemen birkaç basit madde çıkardım. Tabii ya! Genelleme yapmak bedava!

Kadın cinayetlerinin, tecavüzün, törenin konuşulduğu topraklarda, adet kanamasının tuhaf bulunduğu bir ülkede de işler güllük gülistanlıkmış gibi bunları konuşabiliyoruz ya… O da ayrı bir, “Ben ve küçük çevrem” meselesi. Aslında kadınların sekse bakış açısı üzerine oturup yazılacak bambaşka şeyler var bu ülkede. Mesela diktirilen kızlık zarları… Tuvalette düşürülen bebekler… Tecavüze uğrayıp öldürülen kadınlar… Aile bireyleri tarafından tecavüze uğrayan kadınlar… Kocaları tarafından fuhuşa zorlanan kadınlar… Tecavüze uğradıktan sonra “O saatte orada işi neymiş?” diye sorgulanan kadınlar… Tecavüzcüleriyle evlendirilen kadınlar… Çocuk gelinler… Çok mu karanlık buldunuz bu tabloyu? Azıcık yumuşatalım… Evlenene kadar seks yapması yasaklandığı için vajinismus olup ömrü billah seksten soğuyan kadınlar… Seksten soğuduğu için sittin sene orgazm olamayan kadınlar… Seksi kirli bulup seksten sonra kendini çamaşır suyuyla çitilemeye çalışan kadınlar… Vajinasının yerini sorsan gösteremeyecek kadar seks eğitimi almamış kadınlar… Çocuğu olmuyor diye cinci hocalara kendini üfletirken farkında olmadan elleten kadınlar… Kadınlar… Kadınlarımız. Kadınlıkları burunlarından getirilen ve adı genelde seksle aynı cümle içinde geçen kadınlarımız. Ve erkekler… Kadınları her konuda aşırı iyi çözdüklerini iddia eden zeka küpü erkeklerimiz.

Gelelim zurnanın zırt dediği yere… Sekse kadın gözüyle bakabilmek için, kadınların sekse nasıl baktığını bilmek gerekir meselesine. Erkekler kadınların sekse nasıl baktığını düşünüyor meselesine. Hemen sizleri Arzum’la Sen de yapabilirsin bölümümüze aktarıyorum.

ARZUM’LA SEN DE YAPABİLİRSİN

KONU: Kadınların sekse nasıl baktığını anlamak.

1- ERKEKLER TARAFINDAN ZANNEDİLEN: Kadın maymun gibidir. Bir dalı tutmadan diğerini bırakmaz.

GERÇEKTE: Erkeklerin kadınlar hakkında en sık söylediği cümledir bu. Yani nedir? Kadın, başka bir adam bulmadan eldeki adamı bırakmaz. İlişkisini bitirmek için muhakkak yeni bir ilişkiye ihtiyaç duyar. Böyle kadınlar gördüm mü, gördüm. Başında sinek kadar erkek olması gerektiği öğretilen kadınlardı onlar. Yalnızlıktan korkan kadınlardı. Öte yandan çelik gibi iradeyle bir bavul giysiyle hayata sıfırdan başlayanını da gördüm. Ayrıca, bir ilişkide genelde giden taraf, gerçekten giden taraf değildir. Gönderilen taraftır. O yüzden kimin maymun olduğunu anlamak için o ilişkinin dinamiklerine cinsiyet üzerinden değil, durumlar üzerinden bakmak gerekir.

2- ERKEKLER TARAFINDAN ZANNEDİLEN: Kadınlar flört eder, gösterir ama vermez.

GERÇEKTE: Kadınların sırf egolarını bilemek için erkeklere kırıtıp vermedikleri iddia edilir. Oysa yetişkin ve iradeli bir kadın, bir adamla sevişmek istiyorsa sadece doğru zamanı bekler. Gösterip vermemek değildir o. Her merhaba dediğinle yatağa girmemektir. Bunun da toplumsal normlarla bir ilgisi yoktur. İnsanın özsaygısıyla ilgisi vardır. Hem toplumun normlarına bakalım… Diyelim söz konusu kadın, elalem ne derle büyümüş. Korkularla büyütülmüş… Evlenmeden sevişen kadınları bile namussuz ilan eden bir toplumda yaşıyoruz. Kadınları gösterip vermemekle nasıl suçlayabilirsiniz? İsveç mi burası? Ayrıca yetişkin ve özsaygısı olan kadınlar, hayatlarında biri varken başkasıyla flört etmezler. Edeni varsa da o ilişkide duygu yoktur. Duygusal olarak tatmin olan bir kadın, asla ama asla sırf yakışıklı diye ya da egosunu yükseltmek için partnerinden başka bir adamla flört etmez. Ha biri çıkıp diyorsa ki, benim partnerim flörtöz olmamı önemsemiyor, günün sonunda ona aitim… O partneri de bu ilişkiyi de destekleyelim. Neticede, sevgilinin başka biriyle flört etmesini önemsememek mangal gibi yürek ister. Acayip bir umursamama hali ister… Gerçekte o insanı sevmemeyi ister.

3- ERKEKLER TARAFINDAN ZANNEDİLEN: Kadınlar çok sevdikleri değil kendilerini çok seven adamlarla birlikte olur/sevişir.

GERÇEKTE: Zannediyorsunuz ki kadınlar partner seçerken sevmeye değil sevilmeye önem veriyor. Egolarını kim şişirirse ona koşuyor. Demiyorum ki her kadın çok sevdiği adamla birlikte oluyor. Olmayanları da var. Kader, kısmet, şartlar, çaresizlikler ve elbette ki görücü usulü. Ama aklı olan, gücü olan, kalbinin sesini dinler sevgili gönül dostlarım. Sırf güvenli görünüyor diye, kendisine çok ilgi/sevgi gösterene gitmez. Kızım sana söylüyorum gelinim sen işit… Kızlar elinizde imkanınız varsa, aklınız başınızdaysa, yapmayın böyle… Sonra sırf evlenmek için evlenip evlenip boşanıyorsunuz. Boş kaldığım her an hepiniz adına üzülüyorum.

4- ERKEKLER TARAFINDAN ZANNEDİLEN: Kadınlar eş seçerken sosyal pozisyonuna, kolunda nasıl duracağına ve kazancına bakar.

GERÇEKTE: Var mı öylesi, var. Neden? Çünkü toplumun dayattığı ideal eş prototipi bu. Yine de kadınların pek çoğu o kadar romantik ki, cebinde beş kuruşu olmayan, ne tipi ne çapı yerinde erkekleri seviyor ve çamurdan çıkarıp adam etmeyi göze alıyorlar. Yani kadınlar, partnerlerini sosyal mevkilerine göre değil duygu yoğunluğuna göre seçiyor. Önlerine istediğiniz kadar lüks, para yığın, kendilerini güvende, sevilir hissetmenin yanında size duygusal olarak yükselmiyorlarsa sizinle asla yatmaz kadınlar. Bu yüzden yattığınız her kadına dikkat edin beyler. Sizin için bir gecedir, oysa o kadında bir duygu baş göstermiştir. İş ilişkiye gelince de durum değişmez. Sizden çirkin, sizden fakir, sizden düşük mevkide bir adamı size tercih edebilirler yine tam da bu yüzden. Erkeklerin bu kadar cesur olduğunu söyleyemeyeceğim. Onlarda daha ziyade, toplumun konuya nasıl baktığı görüşü hakim. Kadın güzel mi, kadın ünlü mü, kadın paralı mı, çevresi işime yarar mı? Kadının ailesi kim, kadından iyi ana olur mu? Falan filan. Kalplerinden çok mantıklarıyla karar veriyorlar sevgili/eş seçerken. Sonuç? Planlayacağım derken rezil olan hayatlar. Mutsuzluğa mahkumiyet. Keşke erkekler de kalplerinin sesini dinlemek konusunda kadınlar kadar cesur olsalar. Belki o zaman sorun kalmaz. Belki o zaman daha zengin, daha cool görünmeye çalışmak yerine gezegenin insanı, kalp yoldaşı olmayı seçerler.

Güzellik, para filan kalmaz… Soyisim bir günde yerin dibine batar. Ama güzel huy kalır. İnsanları birbirine güzel huyları bağlar, sevdirir. O huyları kovalayın.

5- ERKEKLER TARAFINDAN ZANNEDİLEN: Kadınlar seksten sonra şefkat bekler, göstermezsen surat asar.

GERÇEKTE: Böyle bir şartlanma olabilir mi? Bir de o sevgiyi şefkati yalandan göstermek var ki işin ucunda… Aman diyim! Samimiyetsizlikten ölen görülmemişse de, samimiyet önemlidir. İşin aslında kadınların beklediği şey seksten sonra şefkat değil, seviştikleri insana duygusal olarak bir şey hissetmektir. Yani pek çok kadın orgazmdan ziyade duygu yoğunluğunun peşindedir. Sarılarak uyuyabilecekleri, sabah uyandıklarında suratına bakmak isteyecekleri bir adamla sevişmeyi tercih ederler. Yaptıkları seksin sadece seks olmadığını hissetmek isterler. Kadınlar, karşılarındaki erkeğe güvenebilmek isterler. Güvendikleri erkekle sevişmek isterler.

Durum tamı tamına böyle.

Satırlarıma burada son verirken bey kardeşlerime tavsiye… Sekse kadın gözüyle bakmak yerine, yanınızdaki kadına sahip çıkmayı, onun kıymetini bilmeyi, ona çanta gibi davranmamayı deneyebilirsiniz. Ya da illa kadın gözüyle mi bakacaksınız? Yatakta bencil olmamayı deneyin. Partneriniz orgazm olmadan boşalmayın. Belki gelecek nesillere kalıcı hasarlar bırakmamış olursunuz. Ne bileyim? Belki de her şeyi yanlış anladık. Belki popçumuzun aklına seks deyince kadın geliyordur, onu ima etmiştir… Belki popçumuz, konuyu dosdoğru anlamış, öyle yaşıyordur. Eldeki veriler aksini gösteriyor ama neden olmasın? Hayatta her şey mümkün.

Sevgiyle…

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.